Mezarlıkbaşı Soğuk Sokak (Tam Metin)

MEZARLIKBAŞI                                                                    

                                                                        SOĞUK SOKAK














                                                     




                                                                      



 
Gündüzün üstü, siyah örtülerle örtüldü. Gece olmuştu. Geç saatti. Sokak direğinin solgun sarı ışığının altında; Kürt Salih, Siirt’li Abdülbaki ve Sivri muhabbet ediyordu. Kürt Salih, geceleri rüyalarına giren, yeşil gözlü çingene kızını sevdiğini ama karşılık bulamadığını eğer kızı gözlerden uzak bir yerde yalnız yakalarsa; açıkça sevdiğini söyleyeceğini, parlak yeşil gözlerine baktığında mutlu olduğunu ve bu gözlerin mutlu bir yaşam müjdelediğini; ballandıra ballandıra anlatıyor; onunla yeni bir zamana gireceğini söylüyordu. Duvara sırtını vermiş Bafra sigarasını tüttüren Sivri: 
- ‘’Boşunu heveslenme ya! Annen sana o kızı almaz.’’ 
-‘’ Neye almasın len? Kızın nesi var? Adamı tav etme. Siktir git.’’ Salih böyle bir ihtimali düşünmek istemiyordu besbelli. Siirt’li Abdülbaki de, çırak olduğu ayakkabı imalathanesinde rahat olmadığını, haftalığının yetmediğini, ustaların iş yaparken içki içtiğini, çalışmaktan ziyade horlanmasının kendini üzdüğünü küfürler ederek anlatıyordu. Bu küfürleri ustası duysa, sanırım Abdülbaki’yi ayakkabıya taban olarak çakardı. Sivri gamsız mıydı ne? Anlatılanları pek kazımıyordu. Biten sigarasını yere attı. Ayağıyla söndürdü. Ahmet Sezgin’in ‘’Şu uzun gecenin gecesi olsam’’ türküsünü, mırıldanmaya başladı. Anlatılanlara ve geceye fon müziği yapıyordu sanki. Sivri’nin sesi kadife gibi, inceden okşayıcıydı.
 Ben… Ben ise dinliyorum… Sokakta bizden başka kimseler yoktu. Karşı köşede Çomar, arka ayakları üzerine oturmuş, bize bakıyor, arada bir havlayıp hemen susuyordu. ‘’Kuçu, Kuçu ! …’’ dedim. Gelir gibi yaptı sonra vazgeçti… Birkaç sokak ötede bağıran salep satıcısının sesi kulağımıza geliyordu ayaz gecenin içinden… Hava nemlendi, kırağı yağıyordu; üzerimizde ince buz billuru oluştu. Hava soğumuştu. Salep satıcısı gelir miydi? Gelse, cam bardakta tarçınlı salebi dudaklarım yanarcasına yudumlasam; sıcak bardağı avuçlarımın arasında tutsam, ellerimi ısıtsam… Uzun süre sokağa baktım. Neler olmuştu bu sokakta? Yolun taşları yağmur altında ıslandıklarında bile; taşlar arasından akan su, haberleri sokağın öbür ucundaki taşa götürüyordu. Her şeyi her taş ve herkes duyuyordu.                                              
         Kunduracı Memet’in Hatiye’ye sevdasını, merdiven altında Savaş’ın Nercivan’ı kıstırmasını, Kürt Salih’ın yeşil gözlü çingen kızıyla evlenmek istemesini, Siirt’li Dila’nın peşine takılan saçları limonla parlatılmış uzun boylu –mahallenin ismini öğrenemediği- adamı. Acayip! Ama ne? Anlatılanlar kalpten, güftesi yazılmış şarkı belki. Burada dekor drama hep uygundu. Sonra acının geçip, neşenin anlatıldığı repliklere de… Sokak lambası sönüyor. Kim tamir eder? Kore savaşında kafayı kıran Muzaffer mi? Saçları sıfır numara- uzun hatırlamam- koca elleriyle bizim evin elektrik lambasını tamir etmişti. Bizi aydınlatan fakat kendi içini bilemediğim. Direğin ucundaki çıplak ampul yalabık oldu. Dağılıyor gençler evlerine. Sarılıyorlar soğuk yorganlarına, bedenleri ısıtıyor döşekleriyle beraber geceyi… Sessizlik.
         Gerilere gittim. Tahta divanın kenarına sandalyeler dizer, divanı genişletirdik. Altımıza yorgan veya şilte atar, annemle yatardık. Annem,  bazı geceler dua ettirirdi. Duadan sonra rahatlar içim sevinç dolu olarak anneme sırtımı verir yorgana sarılırdım. Ne olduğunu bilmediğim bir coşku ve huzur ile önümde ışıltılı bir yol görüyor gibi olurdum… Şimdi döşekler yere serilmiş. Ortak yataklara yatıyorduk. Kuzine tarafına yattım.
          Yatak soğuk. Kuzinenin ateşi sönmeye yüz tutmuş. Üst kapağın açık kalan aralığından alevin ışığı tahta tavana titreyerek vuruyor. Duvarda gölgeler oluşuyor, sonra birden parçalara bölünüyor. Askıda pantolon, kancaya insan geçirmişsiniz gibi… Avluya bakan pencere-zaten tek pencereydi- camında ışığın yansıması avluyu aydınlatıyor. Odanın dışında ışık topları. Toplar bazen büyüyor avluya sığamıyor, camın yüzünde garip renk oyunları yaparak, odaya giriyor duvarlara çarpıyor. Alev bitkin. Oda gölgeleniyor, sönüyor ışıklar. Göz kapaklarım kapanıyor. Karanlık kül rengini alıyor…
                                                   -----------------------------------------------------
          Gökyüzünde bulutlar birikmişti ve güneş, arada bir kendini gösteriyor; sonra bulutlar arasında kayboluyordu. Bu hava galiba değişmeyecek. Saçak altında gizlenmiş serçeler. Yeni gün hayat savaşı gölgesinde. Ahmet Coşo ince teker, kontra frenli, ikinci el, ön tekerleğin üstünde bulunan levhada ‘’ Ne ka ekmek oka köfte’’ yazılı gri bisikletine binip, sokakta rast geldiklerine ‘’sabahlar hayr olsun’’ temennisinde bulunarak; işine çoktan varmıştır. İnşallah helalar boştur. Helalar aile evinin bir ucunda. Erkeklere ait iki hela var. Kapısı açık olandan daldım… Güneş, yeni yeni bahçeye düşüyor. Bahçenin ortasında yükselen gövdesi kalın kavak ağacının dallarda kalan sararmış yaprakları sabah rüzgârının değmesiyle oynaşıyor. Yazın tüm mahalleyi kokusuyla mest eden yasemen, kaç kez geçmişimdir altından, açık hava sinemasından çıkanların, kokusuna dayanamayıp gelip çiçeğini kopardığı; çoktan, sadece dal kalmıştı. Aileevinin bir köşesinde Kasımpatıları coşmuş, mavi ve pembe renkleriyle kendilerini aileevi sakinlerine sevdiriyorlardı. 
                                                 -------------------------------------------------------
938 sokak 52 numaralı Aileevi, Romalılardan kalma Agora harabelerin üstüne kurulmuş, öylesine, gelişigüzel, derme çatma bina. İzbe yerleri pis kokulu, rutubetli, örümcek ağları olan. Ağlara takılıp kalacağımı sanırdım. Girişin sağında sokak lambası; solda, Osman Ağa suyu akan sokak çeşmesi. Kapısız.
Ortada koca avlu, çevresine dizilmiş büyükçe odalar. Her odada bir aile. Her oda ayrı dünya. Her şey orda. Mutfak, yatak odası, çocuk odaları hepsi orda. Avlunun sağında odalar iki kat. Alt katta en büyük yer odabaşına ait. Kiraları o toplar mülk sahibine verirdi. Odabaşı Fatma abla yaşlı annesiyle beraber oturuyordu. Subay erkek kardeşi başka şehirdeydi. Afyon’dan gelmişlerdi. Yaşlı annesinin yağmur bulutlarından kara gözleri vardı. O yaşta canlıydı, merhametle bakardı. Yemenisinin altından alnına ve şakaklarına düşen beyazlaşmış saçları, pembeye çalan beyaz teni ile, sevimli bir ihtiyardı.
Üst kata tahta merdivenle çıkılıyordu. Altı oda vardı. Yalnızlar bu odalarda. Aile evinin bekârlar bölümü. Çıkarken gıcırdayan tahta merdivenlerin bitiminde koridora ulaşıyorsunuz. Karşıda, Kars’tan İzmir’e liseyi okumaya gelen Cengiz abi oturuyor. Tek pencereli ufak oda. Yatak olarak kullanılan, bir kişinin yatabileceği divan; önünde anca dönebileceğiniz, yolluk döşeli alan. Cengiz abi, Atatürk Lisesine gidiyor. Yatılı kısmı da olan; çalışkan, seviyesi yüksek talebelerin okuduğu bir okul… Biz çocuklara ders çalıştırırdı. Bana çok yardımcı olmuştur. Ufak odasında ders çalışmak benim de sevdiğim şeydi. Aklınıza gelen soruları – her türlü – sorabilirdiniz. Kendime uygun küçük kelimelerle sorular sorardım. Galiba bazen küçük kelimeler büyük anlamlar yüklü olabiliyordu. O zaman, uzun uzadıya anlatmaya başlar bir yerden sonra anlamını yitirmiş kelimeler duyardım. Kelimeler büyük büyük anlamlar taşıyarak ufak odaya sonra ailevine dolar daha sonra havada kaybolup giderdi. Odanın duvarlarında çerçevelettiği birkaç resim asılıydı. Biri Samsun’da at üstündeki Atatürk heykeli, diğeri Bodrum Kalesi- Bodrum’un bir belde olduğunu o zaman öğrendim- diğer iki resim natürel renkli manzara. Cengiz Abi bedenen de çalışıyor. Pazar günleri Tepecik pazarına gider önceden paketlediği baharatları satardı. Birkaç kez beni de götürdü onun kadar satamamıştım. Gurbet elde yalnız mücadele, sahnedeki somut varlık, basit odasında üç beş eşya ile yalnız geçirdiği saatler… Şimdilerde sönük, zayıf bir yaşam. Gelecek onun umudu… Geceleri ışıksız koridorda hissettirmeden yürüyemezdiniz. Tahtakurularının yuvası tahtalar hüznü hatırlatan derinden ses verirdi. Bu ritmik sese uyarsınız. Cengiz abiye akşamları gideceğim vakit, aşağıdan seslenir onun odanın kapısını açmasını, koridorun odadan taşan ışıkla aydınlanmasını beklerdim. Şavkın değmesiyle kapkara olmuş tahtalar griye dönerdi.  
Koridorun sağında, ikinci bitişik oda Salih amcaya aitti. Salih amca, makinaların bozulan motorlarını tamir eder. Elektrikle çalışan bu motorların içinde bulunan bobinajlara bakır tel sarar çalışır hale getirirdi. Odası mı? Dükkânı andırır. Kapı girişinin karşısında pencere önünde çalışma masası – üstü karmakarışık – yanda, öbür pencere önü karyolası dururdu. Karyolayı hep örtülü ve düzgün gördüm. Öteki kısımlar raflarla dolu. Dinamolar, ufak motorlar, motor parçaları, yerde büyükçe birkaç motor. Salih amcanın mesleği para kazandırır. O zamanlar İzmir’de usta yok denecek kadar az demek, fabrikalar dahil – kaç fabrika var ki? –çoğu iş yerinin bozulan motorları buraya gelirdi… Sadece ismini bildiğim bu insan nerden gelmiş neyin nesi bilmiyorum… Penceresinden daha çok kadınların gelip iş gördüğü aile evinin çeşmelerini kuş bakışı görüyordu. Salih amca röntgenci miydi? Acaba? Bilinmez. Yukarıdan laf attığı şakalaştığı kadınlar olurdu. Az önceki psikolojik bir soruydu. Kaçamak bakışlarla baksa da yazın açık penceresinden, çeşmeye gelen, diri vücutlarını tüm hatlarıyla belli eden yazlık entarileri içindeki bazı kadınları gözetliyordu. Belki birkaç kadın, şuh oluşlarını göstermek, içten gelen ve tenlerini yakan ateşi, çeşme başında söndürürken hissettirmek istiyorlardı.  Salih amcanın kesin içi ürperiyordu. Bir seferinde iltifat babında o kadınlardan birine laf atmıştı. O sırada ailevine girmiş bulunan babam – her zaman sınır kat sayısı yüksek ve bela çıkarmaya müsait ve ahlak koruyucu düşünce yapısıyla –Mehmet’e ‘’Git şu adamı pencereden aşağı at ‘’ diye bağırarak emir verdi. Mehmet içinde kabaran korkuyla tahta merdivenleri hızla çıktı. Bunu yapmasa laf dinlemedi diye dayak yerdi. Çok geçmedi kafasından kanlar akarak aşağıya indi. Babam(Ahmet Coşo) Mehmet’i böyle görünce hemen yukarıya çıktı Salih amcanın kapısına dayandı. Ben de peşindeydim. Zorlamasına rağmen kapı açılmadı. Arkasından kapıyı sağlamca kapatmış. İçerden ‘’ Bas git ‘’ diyordu. Ahmet Coşo aşağıya indi. Salih amca; Mehmet kapısına dayanınca, kapıyı açıp elindeki çekiçle kafasına vurmuş… Mehmet, gözleri yumulu taş basamakta, sessiz ve kaskatı oturuyordu. Avluda fazla insan yoktu. Kalktı yavaş adımlarla yürüyerek sokağa çıktı. Eczaneye pansuman yaptırmaya gitti. Ahmet Coşo aşağıdan kapalı pencereye bağırıyordu. Bağırmak rahatlatmıştı. ‘’ Boş ver ’’ dedi içinden. ‘’Suç bende. Bana ne elin adamından. Onun yüzünden çocuğu belaya soktum ‘’  Taş basamakları çıktı evine girdi. Karısı Hayriye yarı açık kapıdan olanları gözetlemişti. Doğuştan sinirli kocasının normal halleri değil miydi? Yine de tedirgin oluyordu. Ahmet Coşo kuşlara çıktı. Hava kararmadan yemlerini verecekti. Sularını kontrol etti. Mısırinin ayağına ‘’ Akşam kahveye gelicen mi? yazdığı kağıt parçasını bağladı, havaya bıraktı. Güvercin arkadaşı lokantacı Mehmet’in evine yöneldi. Yemekten sonra İkiçeşmelik Camisinin altındaki kuşçu kahvesinde buluşacaktı iki kuşçu. ..Kuşlarla oyalandıktan sonra kümesi kapadı, aşağıya indi, büyük sayılabilecek tek oda evine girdi. Bu odayı önü açık bahçe kısmı var diye tutmuştu. Ağaç direklerin üstüne taraça yaptı. Güvercinlerin kafeslerini oraya yerleştirdi. Taraça yüzünden odaya güneş giremiyordu. Bir duvarı devamlı rutubetliydi. Annem: ‘’ Bu rutubet beni hasta etti’’ derdi.
Odamızı Prizren’den getirdiğimiz kuzine ile ısıtıyorduk. Sobayı girişin soluna yerleştirmiştik. Prizren’de kalan akrabalarımız ‘’Orada, acaba ne haldedirler, sıkletleri var mıdır? Derler mi? Tek oda tomarla hikâye doluydu. Annem anlatmaya başladığında yaşantımızın ufunetini hissediyordum. Annem için buranın bir kış günü Prizren’in bir kış mevsimine bedeldi. En kötüsü arada hasretlik vardı. İnsanın mesafelere lanet edesi gelir! Altı nüfus burda; kapalı kaldığında, küf kokan bu yerde yaşamak mecburiyetindeydi. Aile evinin sakinleri, hepsi yurtlarını terk edip buraya, İzmir’e gelmişlerdi. Kederleri yok mu? Olmaz mı?
 Bize bilmem kaç sene hizmet eden kuzine yandığında etrafında toplanır iliklerimize kadar ısınırdık. Kuzinenin kuvveti kesilinceye kadar nemli odamız ruhumuzdan taşan sevginin sıcaklığıyla beraber ısınırdı. Kökünden koparılmış ağaç gibi çılgın adam sanki hazine aramak üzere yanına bizi de katarak gelmişti.
                              -----------------------------------------------------
Bir oda işte! Sevinç, hüzün orda. Dışına taşan ümitler. Mümkün  olabilecekler için mücadele. Hazin bir yaşam. Hep hasret hep hasret. Yine de yaşamaktı bu… Sıkıntıların içinde bir sevinç her zaman hissediliyordu. Muharrem, haftalığından artırabildiği parayla Siera marka radyo almıştı. Değişik megahertzlerde yayın yapan üç dalgası vardı. Orta dalga kısa ve uzun dalga diye adlandırılan; kasası siyah önünde beş beyaz tuşu olan radyo, duvarın yüksekçe yerine monte edilmişti. Sabah saat:10 da ‘’Arkası yarın’’ adıyla program vardı. Klasik romanlar uyarlanıyordu. Roman karakterlerini, ses tonları iyi olan kişiler seslendirirdi. Heyecanla beklenirdi bu; iyi kötü çatışmasını anlatan programlar. Her bölüm ne olacak sorusunu akıllara getirmeden bitmezdi… Annem türküleri dinlerdi; özel ördüğü dantelalı örtülü bu radyodan. Türküler tasalarını unutturur, yüzünü tebessüm ettirirdi.   İnsanların türküleri kendilerinden güzel, daha umutlu kendilerinden…
 Kapının karşısında kuzinenin yanından başlayan; çift kişilik, yine memleketten gelen kocaman karyolaya kadar uzanan divan; saman yastıkları vardı. Annem üstlerine geçirilen beyaz etamine nakış orlonundan güller işlemişti. Üstüne kilim serili taban tahtaydı. Divanın karşısında pencere önünde yer minderi. O minder üstünde çocukluk kalbimin rahatlığıyla uyuduğum çoktu.
Ahmet Coşo ve karısı hazin yaşantılarına katlanmak zorundaydılar. Kime şikayet edeceklerdi? Aileevinin her odası koca bir dünya. Dünyalar birbiri içinde. Her ailenin özel dünyası orada yaşadığı hayatı.
Yaz ayları neyse de kışlar gamlı bir kaside. Uçmayarak çatıya konan güvercinlere atılan taş veya başka şeylerden ötürü kırılan çatlayan kiremitlerden odaya sızan yağmur sularının altına leğen, kova, maşrapa koyulurdu… Isınmak için yakacak odun bulmak bazı kış günleri zor oluyordu. Babamın dostluk kurduğu kişiler yardımcı olurdu. Tanıdık marangoz atölyelerinden talaş ya da tahta parçası alıyorduk. Soğuk bir günün akşamı, ısınmak için Kemeraltı’nda bulunan balıkçıdan boş balık kasaları almaya gönderildim. Islak kasalar soğuktan buz tutmuştu. Zorla taşımış eve geldiğimde sağ elim donmuştu. Parmaklarımı oynatamıyordum. Yanan kuzinede ısıtayım dedim, acımaya başladı. Sonra suya soktum. Düzeldi.
Biz batıdan gelmiştik, buranın ayinini bilmiyorduk. Bu barakalarda, yokluk içinde yaşayacak; varlığı umut edecektik. Yüksek tavanlı evimizi ısıtmak kolay değildi.
Aileevi! Geniş avlusu çiçekli- bizimki böyleydi- kuytu köşeleri bitli - pireli, kendine has kokusu olan, çoluk-çocuklu, kadınlı erkekli bir yaşam. Kış gecelerinde çişin geldi mi yandın. Birde yağmur varsa, dip köşesinde bulunan, koca delikli helalara koşman, karanlıkta işini görmen gerekli. Delikten koca fare çıkmışsa; şansına. Ben korkardım. 
                               ----------------------------------------------------

Ahmet Coşo, bulaşıkçılık yapıyordu bir çorbacıda. Muharrem marangozhanede ustalık öğrenecekti. Mehmet aynı yerde ayak işlerine bakıyordu.  Ferit, ilkokul dördüncü sınıftan terk etti; Nil laboratuarında (Mimar Kemalettin) çalışmaya başladı. Pisliğe bulaşması çok mümkün olan Mezarlıkbaşı’nda temiz kalmasını isteyen babası tarafından baskı görüyordu. Tazyik fazlaydı. Bundan inanılmaz rahatsızdı. Ben ise okuyacaktım… Öyle… Mecbur… Okuyamazsam oto tamircisine çırak verilecektim. Üstüm yağ-pas içinde, ne kadar yıkasam da izi kalan yağlı ellerimle eve gelecektim. 
Bu mahallede herkes birbirini tanır. Herkes aşinaydı. Hele ailevinde herkes akraba gibi… Daha kimler vardı? Siirt’li Yaşar, Terzi Orhan, Kunduracı Nuri Abi, yan bitişik komşumuz Şambalici Mehmet; öksürdüğünde bizim evde öksürüyor sanırdınız. Sattığı tatlıyı kendi yapar, kara fırına götürür pişirtirdi. Şambalici Mehmet abi, tahminen kırk yaşlarında, saçları kırçıl, bekar yaşayan kendi halinde biriydi. Tavşan boku gibi ne kokar ne bulaşır. Üç tekerlekli el arabasının üstüne şambali tepsisini koyar erkenden işe çıkardı. Aileevinin kapı eşiğinden arabayı indirirken denk gelirsem ucundan tutar yardımcı olurdum. Kadınların muhabbetlerinde Şambalicinin evlenmek istediğini duymuştum. ..Evlendi…Yaşına uygun, bakımlı, konuşkan bir hanım aldı.
Mahallenin asil insanları, çingene aile. Doğuştan yetenekli çalgıcı aile. En ufak kızlarına keman çalmayı öğretirlerdi. Baba keman ve cümbüş, oğullardan Zeki kanun, Erdinç darbuka çalar, anne de def. Büyük kız Gülseren kına gecelerinde dansözlük yapardı. Ortanca kız Atiye marazlıydı. Genelde kadınların eğlencesi kına gecelerine kadınlardan oluşan çalgıcı grubu gider onların arasında Gülseren her zaman bulunurdu. Gülseren düşünebildiğiniz; sınırları olmayan hayalleriniz kadar, güzel mi güzel bir kız. Dış hatları ve cezbeden dansıyla sanatkârane bir yaratık. Alımlı rakkase. Kara kirpikleri kendinden. Ela gözleri menevişlenen. Üst dudağı ucunda tüyler… Gazinocular kralı F. Aslan onu gazinolarında sahneye çıkarmak istedi. Fakat Gülseren abla bu cazip teklifi kabul etmedi. Bu aile içlerinde olan coşkuyu; erkekler çalgılarıyla, kızlar danslarıyla dışa vurabiliyordu.
 Biz çocuklar evlerine rahatlıkla girip – çıkabiliyorduk. Bir akşamüstü bilmem ne için gitmiştim. Ufak kız yerde uzanmış radyoda çalan oyun havasına oynuyordu. Sormayın, yılan gibi yerde öyle ritmik hareketler yaptı ki, hayretle izledim. En son sırt üstü göğsünden aşağı dalgalandı, müzik te son bulmuştu noktayı koydu. Babaları usta kemancıydı. Kemanın tellerinin ortasına pudra döker, omuzuna yerleştirir konuşturmaya başlardı. En elit gece kulüplerinde zor dinlerdiniz böyle ruha işleyen keman sesini…
                             ------------------------------------------------------------------
Sessizlik uğramazdı aileevine hatta Mezarlıkbaşı mahallesine… Sokaklarında tekdüzelik yoktu. Bazan hüzünlü bazan tebessüm ettiren olaylar, kavgalar, kederler, neşeler, düğünler, ölümler, doğumlar, sevgiler, aşklar; her bir şey iç içeydi. Benim sünnetimde komşu kızları odamızı geceleri dahi durmaksızın süslemişlerdi. Unutamıyorum, Servet Halanın kızı Sebahat ve Gülseren en fazla uğraşanlardı. 
Artık gün benimdi. Duvarlarımıza süsler takılmıştı. Karyolam, iğne oyalı parlak kumaşlı, el işi işlemelerle bezekli. İnanamamıştım. Sünnet olan ben miydim?  Evimizde tatlı telaş, tebessümlü simalar. Eski tanıdıklarımız geldi. Dostlar şimdi daha yakın. Bu yakınlık ruhuma gurur verdi. Uzaklardan babamın arkadaşı Ahmet Dupelanka geldi. Camparalarla (zil ) oynadı. Ilıktı, sıcacıktı akşam; neşeliydi. Ramiz Çingene keman çaldı Kara Cafo darbuka. Babam-ilk ve son- Ferit’le Çaçak oyun havamızı oynadı. Karşılıklı. Ayak hareketleri ikisinde de uyumlu. Horo teptiler; taban tahtaları çatırdadı. Annem de dahildi Horo’na. Neşe, sevinç sokaklara taştı. Babam, koca elli kollarını açtı, Kasap oynadı. Aynalı Pembe’yle devam etti. Coşmuştu Coşo, Kılıç havasıyla bitirdi. Terlemişti boncuk boncuk, gözlerinin içi gülüyordu. Bir-iki gün daha sürer mi?... Sürdü de; yemekler, börekler yapılmıştı el birlik…Mutlu bir zaman; yeni şeyler müjdeler sanki;  masallaşacak belki hayatımızda.  
 Ellerime kına yakılan akşam, bahçe ortasında, canlı müzik eşliğinde oynanıyordu. Atiye’nin kara sevdalısı Kunduracı Memet kurudan- suludan ne bulduysa içmiş, kafayı bulmuş sünneti dağıtacak. Duvarın üstünde caz yapıyor. Sevdiği kız Atiye oynuyor eğleniyordu. Memet’in bağırmalarına tedirgin oldu kenara çekildi. Memet sevmişti bir kere. Atiye güzel mi? Bilmiyorum. Güzelliğinde hüzün vardı. Kunduracı Memet,  Atiye’nin aşkından kendini jiletlerdi. Mahallelinin dilinde dolaşan aşktı bu. Kara sevda, kapkara bir aşk. Akşam güneşinin azalan ışıklarında köşe başına gelir dikilirdi… Saçları briyantinli, elleri ceplerinde, kızlara caka satan gençlerden değildi. Eğer olsaydı, Atiye’yi alıp giderdi… Sarhoşa kız verilir mi? Atiye’nin annesi, odasını kederle süslediği o uzun gecelerde çok düşünmüştü. Nasıl olacaktı? Kızı başkasına verseler; Memet yine de pislik yapardı. Rahat yüzü göstermezdi; hem kendilerine hem kızına… Güvenebilse! Buğulu gecelerde yorgun gözlerle Atiye’yi koruması için yüce Allah’a dualar ederdi.
                                              -------------------------------------------------
Aileler birbirleriyle iyi yardımlaşırdı. Afyon’dan gelen Fatma Teyze, Musevi Servet Hala,  Siirt’ten gelen ve başka şehirlerden… Servet Hala, anneme çok yardımcı oluyordu. Dertlerine ortak olur moral verirdi. Annem ferahlar; zor kış günleri, bahar günleri gibi gülmeye başlardı. Dertleşmesi, tebessüm ettiriyor teselli veriyordu. Servet Hala, merhamet ve sevgiydi. Annem ne yapsın? Hiç görmediği kendine göre itici insanların yaşadığı – yaşam tarzlarıyla – aileevine alışmaya çalışmak hiç kolay değildi. İlk kez gördüğü; banyosu, çeşmesi, helası, çamaşırhanesi ortak kullanılan, derme çatma yapılmış; her odasında bir ailenin oturduğu bu ailevine ne kadar alışabilirdi? Yine de zar zor… Aynı yerde oturan bu insanlar, geldikleri bölgelerin adetlerini yansıtır bir kaynaşma oluşurdu. Birbirlerini örseleseler de zamanla birbirlerine sabretmeyi öğreniyorlardı. Servet Halanın kocası, Hüseyin, Türk’tü… Kısa boylu, tıknaz. Kafasını daima usturaya vurdurur. Sevimli, şakacı, orta yaşa ulaşmış bir adamcağızdı. Bir hastanede çalışıyordu. Bana’’ Yeni makine geldi. Senin boyunu o makineyle uzatıcaz ’’ der. Gülerdi. Bize yakın dost gibiydiler… Kışın, alçak tavanlı odalarını akşamdan hazırlanan kömür mangalı ile ısıttıkları evlerine sıkça gittiğimiz, mangalın köz olmuş  ateşi kenarında cezvede pişirilen köpüklü has kahvelerin ufak fincanlarda içildiği; Siirt’li Dila varsa, kahve fallarına bakıldığı, hayattan neyi beklediğini henüz bilemediğim çocuk ruhumla, huzurlu olduğum, hatırladığımda sevinç duyduğum sıcak bir odada geçirilen kış geceleri…
Hüseyin abi, karısı, beş çocuğu (Abdullah, Sebahat, Mustafa, Savaş, Makbule),  yaşlı anası birde sakat oğlan kardeşi birbirine ekli üç odadan oluşan bu evde kalıyordu.  Servet Hala vefakâr bir kadın. Fotoğraflarda görünen renkli kadınlardan değildi. O kadınlar yapmacık. Gerçek kadın; yaşamın sillesini yemiş, sendelemiş, yıkılmamış, yediği sillelerin karşılığını vermeyi hiç düşünmemiş, sabretmiş… Servet Hala aileevinde olması gerekendi. Ruhu zengin gerçek kadın. Daima komşularına yakın. Onlardan biri olduğunu her zaman hissettiriyordu. Evde, kocasının sakat kardeşi Hasan’a ve ihtiyar kaynanasına bakıyordu. Yıllardır her sabah Hasan’ın yemeğini yediriyor, hazırlıyor öyle sokağa salıyordu. Hasan’ın iki eli sakattı, çişini dahi kendi edemez, birinin düğmeleri açıp yardım etmesi lazım. Sakat elleriyle çiklet kutusunu tutar işe çıkar, gün kararmadan da evine dönerdi. Hasan’ı kızdıranlar oluyordu, ‘’Yağmur yağacak’’ dendi mi Hasan kızar, ağzı çarpılmış gibi olur anlaşılmaz küfürler savururdu. Servet Halanın iki kızından küçük olan Makbule hastaydı… Yüzü değişik renkler alıyor, halden hale giriyor… Radyoda Yıldıray Çınar’ın söylediği, zamanın dinlenen ‘’Portakalı soyamadım baş ucuma koyamadım’’ türküsünü severdi. Makbule dinlerken Servet Hala mahzunlaşır, üzüldüğünü belli etmez, orta da mangal varsa maşayı alır ateşi karıştırırdı… Makbule uykuya daldığı zamanlar da baş ucuna oturur dua ederdi. O an her şey hüzünle örtülmüş olurdu… Ben de içimden ruh-u canımla dua ederdim. Makbule’nin göğe yükselip insanüstü varlıklara karışacağına inanırdım… Makbule öldükten sonra, Servet Halanın iki kızı daha oldu, belli aralıklarla. Birine Makbule  ismi verildi, diğerine Nil.
                                -----------------------------------------------------------
Sokak lambalarının kül rengi gecede zor aydınlattığı; kasaba yolları gibi Arnavut kaldırımlı dar sokakların;  neler geçmişti üstlerinden, ağıtlar, hüzünler, katiller, keşler, sevenler-sevilenler; ama gene sessizce bekler. Geleceği bekler dar sokaklar. Mahalle; kahvesi, mescidi, ilkokulu, karakolu her şeyin satıldığı alış veriş yeri Havra Sokağı ile eski mahalle… Doğumların ölümlerin ve düğünlerin ortak olduğu, sevinç ve hüznün pay edildiği, ezelden sevdalı yaşam hokkabazı insanların yaşadığı…
Hakikaten bazı şeyleri hatırlamak için onlardan uzaklaşmak, biraz unutmak gerekirmiş.
                               --------------------------------------------------
İzmir Belediye Başkanı Osman Kibar’ın Arnavut kaldırımı yolların üstüne asfalt döktürüp, biz çocukların ceviz ve meşe oynarken pek hoşlanmadığı ama top oynarken rahat ettiği sokaklarında; eşekleri, iki tarafında taşıdığı küfelerinde patates dolu, aynalı eşekleri- semerleri aynalı, süslü- her zaman görmek mümkündü. Mahallenin kedisi de boldu onlara kızan köpekleri de… Ben kuduz köpek bilmem, görmedim ama onlardan korunmasını bilirdik. Biz sokakların çocuğuyduk.
İnsanların, özellikle komşuların birbirlerine şefkati pek genişti. Lakin aşkların ıstırabı ‘’ yerim böyle aşkın ıstırabını’’ dedirtirdi hep. Aileevinde odalar üst üste konsa apartman olurdu. Olurdu da o zaman da kim kime- dumduma olurdu. Merdiven çıkmanız, yöneticiye aidat ödemeniz icap ederdi.  Gideceği işinin yolunu bilen ama düşünceleriyle uzak diyarlarda olduğu açıkça belli olan komşularımızı, sabah mahmurluğuyla gözlerini ovuşturarak, yüzünü yıkamaya çeşmeye inen ve akşamdan kafayı çekmiş- Nuri Abi gibi - koşarak tuvalete giden bazı komşuları göremez, onlara   ‘’ İyi sabahlar’’ diyemezdik… Herkesin kendi düşünü ve kendi hayatını kurduğu bu yer ayrıcalıklıydı. Ömürleri tatlı ıstıraplarla geçen, küçük şeylerden mutlu olan bu insanları kendilerinden başka kim anlayabilirdi? Hele Ahmet Coşo’nun azap veren yaşantısını tenkit etmek hatta alaya almak kolaydı! Pis mahallenin gece kuşları yoktu ki haykırsın… Geceyi ürperten, gençlerin canlı sesleriydi. Bağrışlarına kahkahalarına mahalleli aldırmaz, ses etmezdi. Mahallenin ritmi iyi sayılırdı. Ahengini bozan, bazen şeytanın kuyruğuyla dokunuşlarıydı…
 Korkunç mutsuz anlarında Ahmet Coşo’nun yüzü kararır, hareketsiz tunç heykellere dönerdi. Sert iklimin mert adamına yaşamak zordu. Cennet memleketini bırakıp bu kara yüzlü insanların olduğu, köhne evlerin dar sokakların bulunduğu boklu yerde yaşamak mecburiyetinde kalmıştı. Ortasından dere akan, zümrüt  misal ağaçlarla dolu dağların çevirdiği kasabasını özler olmuştu. Lanet olsun topraklarını ellerinden alan o komünistlere.  Kendi toprağını ekip biçen orta halli biriydi. Geçinip gidiyordu. 2. Büyük Savaş’tan sonra oluşan Tito Yugoslavya’sında, toprağı elinden alınmış, kendi topraklarında ırgat olmuştu. Polis korkusu ise başının üstünde balyoz gibi duruyordu. Özgür doğduğu Kosova’nın Prizren kasabasını bırakmış buralara gelmişti. Irgatlık devam edecekti. Böyle devam etmek zorundaydı. Kendi elleriyle kurduğu kümese benzer bir çatı altında yaşasa; her sabah tarlasına gidebilse, mutlu olurdu. İçindeki düştü bunlar. Lisanı duygularını ifade edemiyordu. Öyle de kalacaktı.
                                              -----------------------------------------------------------
Odamızdan çıkıp da; yedi belki sekiz taş basamağı indikten sonra, taş avluyu yürüyerek sokak kapısına varıyordum. Sokağa çıktığımda içimden yokuş aşağı koşmak gelirdi. Kollarımı yana doğru kaldırır uçarcasına koşar yokuşun bitimine ulaşırdım. Kamyonlar bu yokuşu, gürültüleri etrafı rahatsız ederek çıkardı. Yokuşun ortasında çoğu kamyon pes ederdi. Şaraphanenin koca kamyonları yarıya kadar çıkar arka tekerlerinin altına takoz koyarlar öyle dururlardı. Aile evine bitişik iniş aşağı sağ tarafta Sevilen şaraplarının iki kapılı, gri renk boyalı büyük binası vardı. İçinde beton bölmelere üzüm doldururlar ayaklarına plastik çizme giymiş çalışanları bunları çiğner suyunu çıkartırdı. Nasıl şarap olurdu bilmiyorum. Kırmızı ve sarı şarapları vardı, cam galonlar içinde. Böyle gördüm. Hatırlıyorum çeken çökerdi. Çek-çök hatta yamul şarabı. İçip de pelte gibi duvar diplerine sızanlar, altına işeyenler vardı.
Sokağın iniş aşağı solunda, ayakkabı imalat atölyesi sonra tütün deposu ondan sonra iki katlı aileevi ve fotoğrafçı; yanında tıraşcı dediğimiz erkek berberi. Bizim berberimiz. Babamın talimatıyla alabros keserdi saçlarımı. Bu Amerikan tıraş modelini hiç sevmezdim; o kıvırcık saçlarıma yazık olurdu, uzayınca da öğretmen döverdi… Şehit Fethi Bey İlkokulu, öğretmenimiz her zaman sinirliydi. Bilmem neden gözaltları siyahlaşmıştı. Bir gün karatahtaya yazarken beyaz tebeşiri iki defa kırdı. Fazla mı bastırıyor ne?  Bir defasında uzayan saçlarımı söylemesine rağmen kestirmeyince, fena dövdü. Bizi koruyan anne- baba da yoktu. Galiba koruyamıyorlardı. Hem babam ‘’Eti senin kemiği benim’’ demişti; okula kaydım yapılırken. Öğretmene mi güveniyordu? Yoksa kendi yetersizliğini mi ortaya koyuyordu? Çocuk aklım kavrayamamıştı. Öğretmen ne dövmüştü beni ya… Bu berber, mecburiyetten bizim berberimiz, dedikodu yapan mahalle kadınlarından beterdi. Gündüz ne oldu bitti, akşam iş dönüşü babama okurdu. Pis berber, adi ispiyoncu… Kavga ettiysek, küfür savurduysak babam aynen bilirdi. Bunalımlı bir hava çarpardı odanın duvarlarına ve yüzüme. Hızla dışarı kaçardım. Servet Hala oralarda ise arkasına saklanır, dayaktan kurtulurdum. O beni koruyandı. Babam kadınlara, becere bildiği kadar saygılıydı. Annem hariç! 
Ortamımızda kavga hiç eksik olmaz küfür gırla giderdi. Mahallenin olmazsa olmazıydı bunlar. Küfrün literatürü vardı. Özel…
                                     -----------------------------------------------------------
O ayakkabı imalathanesi erkek ayakkabısı yapardı. Sokağa açılan kapısı ve tek penceresi olan bir oda; ortada alçak ufak bir masa, etrafında, oturulan hasır örgü dört tabure. Ustalar bu  taburelere oturur, ağızlarına bir avuç ince çivi alırlar ellerinde çekiçleri ile sayaları, ağaç kalıba çekerlerdi… Ritmik vuruşlarla çekicin tak-tak sesi kimseyi rahatsız etmez, kulağa hoş gelirdi. Bir ahenkle çalışırdı kunduracılar. Vuruşlar ustalıktı. Yapıştırıcı solüsyon kokusu sarardı benliklerini. Duvarlarında, artist resimleri; çizgilerle yılan gibi kadınlar; içi hicran dolu şiirler… Ve tek  seda.  Tak tak. Ustalardan biri, beyaz kâğıt üzerine sağ ayağımı koydurup etrafından çizdi, ölçü almıştı. Babam da yanımdaydı. Ayakkabı yapacaktı. Nedenini bilemiyorum ayakkabı yapılamadı.. Bekledim. Belki…
                                                --------------------------------------------------
Bu mahallede ayakta kalabilmek için kendinizi geliştirmeniz gerekirdi. Akıllı olmanız, başınızı belaya sokmadan yaşamak; bu şarttı. Hem akıl hem fizik olarak gelişmeniz buralarda hayatın devamını sağlıyordu. Yardım aldığınız zamanlar olsa da kendinize yaptığınız yardımı başkası yapamıyordu. Her şeye siz karar vermeliydiniz. Kavgalardan galip ayrılmak şarttı. Sokaklardan çekilmek zor. Hiç yoktan kavga bulurdu sizi. Bela her yanınızdaydı. Hayat pandispanya değil. Kavgalarda madara olmamak esas… Bela bela içinde. Biri taş atsa,  başını korkmadan taşa karşı tutan kafasını kıran olurdu. Çocuklar – Nanay, Baki, Ölü, Ali, Yaşar, Ben- sokakta oynuyoruz. Tanımadığımız bir amca, şişmanca, orta yaşlarında; nedendir bilmiyorum bize kızdı, bağırmaya başladı. O sırada oradan geçen Kürt Sebo ‘’ Çocuklara ne bağırıyon’’der demez adama kafayı geçirdi. Adamın dudağı kanamaya başladı. Kürt Sebo tabana kuvvet  naş. Amca arkasından, biz çocuklarda peşlerinden. Kürt Sebo sokağı döndü toz oldu. Amca bağırarak sağa sola baktı, artık bizi görmüyordu, çekti gitti. Bizim mahallede yabancılar efelik yapamaz. Her horoz kendi çiftliğinde öter hesabı. Bazıları hariç, başka yerlerde de çıyanlaşırdı. Bizimkilerden Ferit, Antonyo Hikmet, Ramiz ve Mehmet Abimin arkadaşı Kazım en akla gelenlerdi.                                                                                                                                            
      -------------------------------------------------------------------------------
Ötekisiydiniz arada bir hissettiğiniz. Ötekileştiriliyordunuz. Ve tüm benliğinizle ve yaradılıştan gelen tüm içten gücünüzle öteki olmamaya hatta ötekileştirme ve üstün olmaya çabalıyordunuz. Bu zorunluluk hissediliyordu. Baskılar çoktu; aileden gelen, mahalleden gelen. Bir yandan ailede baba yola sokmaya çalışır, öte yandan mahalle kendi düzeni içine almaya… Kültür seviyesi düşük bir mahalleydi. İnançların çoğu hurafelere dayanıyordu.

Şiddetin egemen olduğu sokaklarında, insanlar diğerini nasıl alt edeceğini düşünür, güçlü olduğunu bir şekilde göstermek isterdi. Genelde bu pazı gücüyle olurdu… Sokaklar, gençler ve berduşlarındı. Sıkışmışlık vardı mahallede. Bir şeyleri tırmalamak mecburiyetindeydiniz. Umutlar mı? Çatının çatlaklarından ışığın girmesiydi…  Ötekiydik. Dağların ötesinden; Balkanlar’dan geldiğimizden, bir ölçüde yabancıydık, herkes tarafından kabul görmemiz mümkün değildi. 
Dayak yememiz, babamızın korkusundandı. Babam Ahmet Coşo; çocuklarının kötü olmasından, kötü yola düşmesinden, kötü alışkanlıklar edinmelerinden korkuyordu. Terbiye metodu olarak sert olmayı; dayak atmayı seçmişti. Babamızın baskısı yanında anne şefkati vardı. Ailemizi bir arada tutan bu şefkatti. Annemiz sıkışmış olduğu bu mahalleden kaçamıyordu. Nefret de edemiyordu. Akrabalarından uzaktaydı. Arafda kalmıştı. Ne ordaydı ne burada… Duman grisi karanlıklarında, gözünde biçimsizleşmiş insanlar; kimi uzun, kiminin bacakları eğri; kimi dazlak; kimi esmer, daha çok esmer. Duman grisi karanlıklarında biçimsiz görünmelerine rağmen kendi insanlarıydı artık. Çünkü beraberdiler. Zamanla biçimsizlikleri de gözüne batmıyordu üstelik. Annem nasıl alışsındı? İçinde fırtınalar. Kapısını kapatıp hiç çıkmasın mı? Bitkinleşirdi. Başını öne eğip gizlemeye çalıştığı o anlarda iki damla yaş sızardı buğulu gözlerinden. Ağlamalarını yutardı, boğazı düğümlenerek. Ama kendi dayanma gücünü bulmuştu. Kendisiyle oyalanıyordu.  ‘’ Esme be deli rüzgâr yârim yoldadır’’ türküsünü söylediği bu zamanlardı. Viran evler. Evlerden yükselen sesler, dar sokaklarda gezinerek havaya yükseliyor varıp bir yerlere iniyordu. Viran evler içinde; koca dünyalar. Annemin dünyası, dört duvar, kokladığı hava da mahallenin ufuneti… Pisliğin olduğu, temiz sokağın olmadığı bu yerde normaldi…   
                                    ---------------------------------------------------
Mezarlıkbaşı’ında,  duvar köşelerini ya da kıyılarını kimsesiz göremezdiniz, sahipleri vardı. Eroini çeken, çift kâğıtlıyı içen, hapı atanlar, yere yapışırcasına köşe başlarını tutardı. Bela, köşe başlarındaydı. 
Başka manzaralar da vardı. Ahmet Şekerci’nin kız kardeşi Seher, beyaz tenli, sarı saçlı on iki yaşlarında sevimli bir kız; çorapçıda çalışıyor. Akşam dönüşü kapıdan ağlayarak içeri girmiş. Ahmet bunu görünce ‘’ Ne oldu kim yaptı’’ Seher kapı aralığından köşeye çökmüş iki genci gösteriyor.’’ Onlar laf atıyor takip ediyor’’ Ahmet, yanlarına giderek, façası bozuk olana var gücüyle tekmeyi sallamış, nefesini kesmiş. Öbürü de anında tüymüş...
                       ----------------------------------------------------------
Ne öğrendiysek bu mahallede öğrendik. Kırmızı, kırık kiremit parçasıyla; duvarlara, yollara adımızı yazdık. Ama annemizin öğrettikleri yine de temel ölçümüz olmuştur. Babamızdan hep sinir kaldı. Ara sıra tutuyor. Mezarlıkbaşı’nda delikanlılığın kitabı yazılmıştır. En kıyak arkadaşlıklar, gerçek dostluklar burda yaşanmıştır. Bu mahallede yani insanlardan çekinmek, temas etmemek, temastan müteessir olmak hastalığı yaşanmıyor, yaşanamıyor. Büyükler biz çocuklara kol kanat olurdu. Hayatta aç kalmazdık. Kayıntı yapan oradan geçen çocuğu çağırır, doyururdu. Yabancı delikanlılar mahalle güzellerine askıntı olamaz, racona ters gelirdi. Kavgalarda gençler birlik olur; harbiden kavga edilirdi. Kimse kimseyi satmaz, satanın güveni sıfıra iner onu artık tanıyan olmazdı. Bütün bunlar hayatın hayhuyu arasında duvara kazınmış güzelliklerdi. Temiz insanlarla alakan kalmadığına yemin edemezsin… Buralarda değerli ve önemli olan, sözüne sadık kalmaktı.
                                            ---------------------------------------------------
Yıllar sonra göç ettiğimiz yerlerden gelen dostlar, akrabalar; kara bulutlar arasından yüzünü gösteren güneşin etrafı aydınlatması, ısıtması gibiydi. Gelmeleri hüznü artırır, gitmeleri ise hasreti. Göğsümüzün daraldığı işte bu anlardı. Gözyaşlarımız, annemin ve benim istemesek de yağmur gibi boşalırdı. Ahmet Coşo(Babam) Kosova’dan gelmeyebilirdi. Ona dokunan olmamıştı. Eski Yugoslavya’da yeni düzenin sancıları olmuştu. Halk sıkıntı çekmesine çekmişti, fakat Ahmet Coşo’ya ilişmemişlerdi. O salt Türk bayrağı altında yaşamak istediğinden Türkiye’ye gelmişti. Oysa ne yazık ki buraların insanları ıstıraplara karşı kayıtsız, nefislerine düşkün kalbsiz insanlar gibiydiler. Kunduracı Memet, Arap Kadir hapı attı mı çevresine ıstırap verirdi. Bana göre kendilerine düşmandılar. 
  Ahmet Coşo sıkılıyordu. Bakışları soğuyordu. Kafası boşalıyor. Başını eğip yürüyor. Anlıyordum. Hayalen eski zamana çok defa özlemle gidiyordu. Sıkıntılar içinde bir sevinç arıyordu. Kış tam bastırdı. Kara kışın hiddetli soğuklarına dayanamıyordu. Veya içi mi donmuştu ne. Çisenti altında, avlu taşlarına hızla basar, sokak kapısından başı önde çıkar, yokuş aşağı, sol omuzu eğik, sol kolunu sallayarak iner köşeyi dönerdi. Babam hep böyle mi yürürdü? Kosova’dan olur da mektup gelirse, kara kış günleri bahar günlerine döner; hüzünlü bir gülümsemeyle gülerdi. Yağan yağmurlarda sokak sessiz oluyordu. Sokak geçen sene de aynıydı. Babamız bu mahallede olabilecek en zor şeyi; adam olmamızı isterdi. Eli ağırdı alışkın olsam bile dayak zoruma giderdi… İçim ezik kalırdı, unutamazdım ama acısını sokakta çıkarırdım. Kavgasız olmak tasalanmaktı. Kavgalar canlılık verirdi! Herkesin yaptığı; ıslah edilmemiş içgüdüsüsün dışa vurumuydu? Kördüğüm! Bir şeye inanarak yapılan, bir aşk- bir duygu cebelleşmeleri değildi. Berduş kavgaları. Uzun süre kavgasız olmuyordu. Sokağa çıktığım anda, kavga yanımda. İlgisiz kalamam, kalbim çarpar kafadan dalardım. Sonra bir bağrışma. Kavgayı ayıran kesin oluyordu. Dayak yemeden kurtulman gerek; bu şart. Varoştu buralar. Alsancak seçkin sayılıyordu. Gerçi o günlerde  iyi semt bulmak zor. Tepecik mi?(Yenişehir) İkiçeşmelik mi? Eşrefpaşa mı? Kadifekale mi? Neresi?
                                            -----------------------------------------------------
Burda yaşamak; dallarındaki dikenlere aldırış etmeden, gülü sevmekti. Ben seviyordum mahalleyi… İyilik yapmak isteyenler fazlaydı… Gençler genelde iyi sayılırdı. İçlerinde bir-iki tane külyutmaz geçinen ama mangal boynunda dolaşan olsa da; Arap Kadir bunlardandı. Hiç unutmam yakıcı bir yaz öğleninde, şişeden doya doya su içiyorum, sen gel şişenin dibine vur. Güldüğümde görünen o güzelim dişi kır… Dünkü gün sokakta bağırıyor. Koştum. Yokuşun başında elinin içinde zulasından aldığı paslanmış bıçak… Üst dudağı kan içinde’’ Erkeksen şimdi gelsene ulan. Delikanlı adam gelir’’ Yokuşun aşağısında uzun boylu atletik yapılı yüzü aydınlık bir genç buna tebessüm etti, yol verdi gitti… Arap Kadir yırtıyor kendini, sesi gittikçe yükseliyor. Küfürün bini bir para… Dayağı yemiş, bıçağı kapınca efeleniyor. Adam çekti gitti, da tantana yapıyor. Kavganın nedenini öğrenemedim. Sorayım dedim küfürden fırsat bulamadım.
                      -----------------------------------------------------------
Soğuk günlerle başlayan uzun gecelerin ortasında duvar dipleri, yağmur çiseliyor olsa da sahiplerini buluyordu. Mahallede rast geldiğim kişilerdi; örtüsüz pencere camlarından, dışarıya vuran ışığın aydınlattığı sokağın, loş kenarlarında duranlar… Gözleri çukurlaşmış, avurtları çökmüş, eroinin çarpmasıyla nevraljik bir sessizliğe düşüp duvar diplerine çökmüş, insanların hayal kırıklıkları içinde sayılabilecek, elinin üstüne koyduğu toz eroini çektiğinde, ani iç coşmasıyla pembe bulutlara yükselişi… Kırıklık ve boş vermişlik içinde varoluş.
Kösnüllük durumlarında dahi beyazı burun deliklerinin, derinliklerine doğru tüm nefesiyle çektiğinde; bacak, ense, karın kasları çözülür, tutsak gücü özgür kalır. Hayalen her bir şeyi, istekle yapar. Artık onu işkillendirecek, kararsız kılacak ayrıntılar yoktur. Sonra bulutlardan; önce olduğu gibi, duvar dibine düşer. Bazıları soğuk, saçakların buz tuttuğu, titreten ayaz gecelerde donar kalırdı. Sabah okula giderken umursamaz bir tavırla önlerinden geçerdik. Fazla eroin içtiğinden mi ölmüş; ne farkeder! Ölmüş bir kere. Kaldırımda yatıyor… Bulutları kovan o duru ve sakin ayaz onu alıp götürmüştü. Ertesi sabah, acaba başkası? Belki, birisi gün ağarmadan uyanıp gitmişti.
                        -------------------------------------------------------------
Yine bir kış günü akşamı, Ferit ve Mehmet abim, Mantocular Çarşısının (Şadırvan Camisinin çevresi) arkasındaki marangozlardan talaş ve tahta parçalarını çuvala doldurup kuyumcular sokağından eve dönerken, kahverengi resmi üniformalı siperli şapkasının üstünde koca metal bir yıldızı olan bir yanında  çakaralmaz tabancası bir yanında meşe odunundan dizine kadar inen copu bulunan, geceleri bekleyen bekçi, yollarını çevirmiş. Mehmet’in çuvalını yere dökmüş de Ferit karşı gelmiş, efelenmiş. Sarı Ferit asi, deli mi deli haksızlık karşısında volkan, kimseye temenna etmez. ‘’ Biz hırsız mıyız? Eve odun götürüyoz. Ne yapıyoz yani?’’ diye dikilmiş. Balıkçının ve marangozun verdiği tahta parçalarıyla ısınacak; sıcaklığın, sevginin sıcaklığı olduğunu daha sonra anlayacaktık.
Üstünde sineklerin uçuştuğu bok dolu sokaklarında kirlenen çocukların, yıkanınca pencere önlerine asılan giysilerinin halinden fakirliği anlamak mümkündü. Bu fakirlik burada, Mezarlıkbaşı’nda, biz çocuklar dışında herkesi eziyordu. 
Kaldığımız bu salaş aileevinde tahtakurusu boldu. Yattığımız ağaçtan divandan gırç gırç sesler gelirdi. Ağacı yeme sesleri bize ninni gibi mi gelirdi ne? Arada dolaşmaya çıkan tahtakurularını bir terlik vuruşuyla kanlarını duvara çıkartırcasına öldürürdük.
                          ---------------------------------------------------------
Kış mevsiminin güzel bir günü, dış kapı önünde ikindi sonrası birkaç çocuk ve Hüseyin Amca altımıza karton almış oturuyorduk. Saray sinemasında Kartal Tibet’in başrol oynadığı Tarkan filmi gösterime girecek. Çocukluk zihnimizle film hakkında sevimli hayaller kuruyoruz. Tarkan’ın koca orduyu yendiğini, atının yarış arabalarını bile geçebileceğini dillendiriyorduk. Hüseyin Amca, ‘’Arap hapisten çıkmış, fazla durmaz bu kışta tekrar içeri girer’’ dedi. Arap, berberi geçmiş yokuş yukarı geliyor. Kapkara bir şey… Genç sayılır; en azından Hüseyin Amca’dan.  Arap, harbi Çingen. Kömür gözleri, çakar şimşekler gibi parlıyordu. Siyah saçları kısa – hapiste kesiyorlarmış -  Arap da her yol varmış. Ama bunlar az ceza verilen suçlarmış. İçki, esrar içmezmiş. Adamın cebinden çaktırmadan parasını yürütürmüş. Öyleymiş, Hüseyin amca anlatıyor. Kışın zindanlarda kendine yer ayırtır. Ufak suçlar işler, bir-iki ay yatar çıkardı. Ne tür suçun kaç ay cezası olduğunu biliyordu. Konuştuğunuzda avukat sanırsınız. Yatacak sıcak yatağı yok. Hapishaneler onun için saray sayılırdı. Gerçekte onun olan, gerçekten ona ait olan, bir tek şey, canıydı. Benim fark ettiğim, göğsünü kabartarak yürümesiydi. Kuşku duymadığı tek şey kendine ait âlemiydi. Gece ay ışığı, gündüz güneş, yağan yağmur onundu. Şu dünyadan özel bir dünyası var… Yaşamak keyfiyeti gönlüne tabi…   
Al işte! Mahallemizin olmazsa olmazı, vazgeçilmesi Piç Kemal geliyor. Bu Kemallerin piç olanı.  Yanında Avanta Kemal bir de Yahudi Kemal var. Piç Kemal efsane. ‘’Hüseyin Amca bunun babası belli değil mi?’’ ‘’Yok be oğlum, belli. Lakabı öyle. Öyle diyorlar’’ Piç Kemal elektrik direklerinin duvara yakın tarafından geçerdi. Bizim aileevinin kapı başındaki direk duvara çok yakın olduğundan arasından geçemiyordu.’’ Sevda geçmiş başından. Kara sevda. Sevdiği kızı ailesi vermeyince, az ayarı bozulmuş. Kızı başkasıyla evlendirince de kafayı sıyırmış.’’ Hüseyin Amca burda kesti, uzatmadı. Piç Kemal’in nerde yattığını bilen azdır. Üstü başı temiz sayılır. Ben onu hep yürür gördüm. Yolda düz yürürken hemen tornistan yapar ne kadar dar olursa olsun direkle duvar arasından geçer devam ederdi. Nedenini bilen olmasa da polislerin elinden kaçışı dillerde dolaşırdı. 
Adı geçti. Yahudi Kemal. Yahudi değil aslında. Çalıştığını görmedim paspal giyindiğini de. Temiz ve süslü giyinir. Aynen filinta. Saçlarını düzgün tarar. Evinden başı dik çıkar. Eğer üstünde ceket varsa yokuşun başına gelinceye kadar muhakkak düğmeleri iliklemiş olurdu. Siyah ayakkabıları boyalıdır… Onun için; huzursuz ve sıkıntılı bir günün öğlen vaktinde  kafayı çekmeye başlamış . Matiz mi matiz. Akşamüzeri, keski elinde, Saray Sinemasının yan sokağında (şimdilerde katlı otopark) günahsız bir adamı bıçaklıyor. Adamın barsaklar dökülmüş. Sonradan gördüm Allah’tan ölmemiş, yaşamaya devam demiş. Kafayı çeken icraata çıkıyor anlayacağınız… Önemli önemsiz gider olaylar peşi sıra… Günahlarının çirkin karartısı gitmez kalblerinden…
Mahalle yine de bizim mahalle… İçlerine dönük yaşamları olmayan Musevi ailelerin bulunduğu bitişik aileevinde, Toto, karısı ve iki kız evladıyla oturuyordu Seyyar satıcıydı. Dört lastiği bisiklet tekeri olan arabayla mutfak eşyaları satardı. Gece vakti, Toto’nun bir takım bulanık hayallerin, gözlerinin önünde belirmesine neden olmuş; bitişik odada oturan Musevi genç kızın; odasının soba önüne koyduğu geniş saç leğende banyo yapması.  Körpe kız, suyu başından aşağı her boca ettiğinde, kulağına gelen su sesi; içini gıcıklıyor, aklını çeliyormuş; rönt geçmeye başlamış, oda kapısı çatlağından. Gözlerinin önünde beliren bulanık hayaller kaybolmuş… Susarak… Yavaş yavaş… Toto ısınmış, hararet yapmaya başlamış, bir yerleri şişmiş. Nasıl olduysa kız da bunu fark etmiş. Vay! Mahalle ayağa kalktı. Göbekli Toto, bundan sonra meşhur oldu… Her şey normale dönmüştü. ‘’Torototonun  taşakları’’ lafı ağızlarda sakız oldu. Gençler ‘’ Ne haber ulen? Torototonun taşakları. Nasıl gidiyo ‘’ yollu birbirlerine takılıyorlardı… Zıd duygular yaşamak olasıydı bu mahallede…  Kızı pavyonda çalışan baba; tanıdığım bu babanın yüzü, sabah kalktığında annesinin yüzüne benzerdi. Pis herif. Zevksiz gecenin mahsulü… Kızı, aç gözlerin önünde ‘’Yedi tül dansı’’ yapar, pavyonun erkek müşterisini artırırdı. Baba baba mıydı? Yoksa- kızının elinden parasını alan- patronu muydu? Zıd duygular. Çok ruhun ve vicdanın kaldıramayacağı… Burada komşular birbirlerine kara sürmez; herkesin karası açıktı; kendinindi.

Ferit, bir akşam eve dönerken, birisinin; tanıdığı, bir mahalleliyi dövdüğünü görmüş. Dayak yiyenin karısı da sokak başında, köşeden, gizlice seyretmekte hem de gülmekteymiş. Ferit olayı anında çakar. Kadın nikâhlı kocasını dostuna dövdürüyormuş. Kadını çağırmış. ‘’Utanmıyor musun?  Paçoz karı. Rezil’’ diye fırçasını kaymış. Kadın ‘’ Kime ne’’ dese de… Ferit tav olur böyle şeylere. Kadının dostunu fena dövmüş ve kovalamış. Kalın sesini hafiften yükselterek ’’ Siktir git. Bi da seni buralarda görmeyim. Görürsem, da fena yaparım’’… Kadın, Salome’nin Mezarlıkbaşı uyarlaması. Aşkın gizemiydi bu, ölümün gizemimden büyük olan… Çok aklın anlayamayacağı. Tutkundu kadın, başka bir erkeğe. Damarlarında ateş dolaşıyordu. Bu ateşi ne yağmurlar ne de denizler söndürebilir. Şehvetin esir aldığı kadın, onu yakan aşktan vazgeçebilir  miydi?
                                    -----------------------------------------------------
… Ferit haksızlığa gelemez hemen parlar, ateş olur yakar. Korkusu yoktur. Kaç kişi olursa olsun, gözlerini kırpmadan dalar… Sabırsız… Bağırıp durduramazsınız; adamın kafasını gözünü patlatır, gövdesini uygun biçime sokar bir anda. Ferit, insan azmanı değildir ama güçlüdür. Kavga onun merakı mıydı?... Hayır hayır ama onu rahatlatıyordu sanırım. Kadınların yeni yeni kısa kollu giyebildiği zamanlar. Erkeklerin tahrik olduğu şeyler fazlaca. Yine bir gün belediye otobüsünde, adamın biri kadına dayamacılık yapıyor. Ferit atlıyor adamı pata küte dövüyor. Arabadan atıyor…  Bela ondan uzak değil; her gün çok defa beraberdi… Ferit, ‘’ kaynak başında meyvalı bir dal; onun filizleri duvarın üzerinden aşar. O sular gibi oynak değildi. Elleri ve bazuları kuvvetli idi. Öfkeliydi ama vahşi değildi. Annesinin hayır dualarından yüce oldu.’’ Yakışıklıydı. Saçlarını ince diş, kırılmaz tarakla tarar; parlaması ve rüzgârdan dağılmasını önlemek için de zeytinyağını limon suyu ile karıştırarak sürerdi. Saçlarını soldan sağa yatırır; kâkülünü, tarakla bastırıp alnına düşürürdü. 
                  --------------------------------------------------------------------
Yaşamak denen, hüzün, sevinç, merhamet, acımak ve daha bir sürü; insana has özellikler içeren olgunun tüm versiyonları, İzmir’in bu mahallesinde görülüyordu. Pavyonda, genelevde çalışan bir takım aşüfteler vardı. Bu kadınların buralara düşmesi, yaşamların ayrı bir boyutuydu. Çoğu veya benim tanıdıklarımdan bazıları; çocuk büyütüyor, bazıları hasta bir anaya bakıyor; hele uzak yollardan gelen biri; kız kardeşini okutmak için çabalıyordu. Gideceği yeri, geçeceği yolları pek bilememiş olan, aslında saygı duyulası insanlardı. Aralarında çok delikanlı kadınlar vardı. Yüce bir kalb taşırlar… Üstelik kendilerini diğerlerinden ayıran çekicilikleri var. Güneyden gelen birinin, evlenerek mutlu aile kurmak, ev hanımı olmak istediğini duymuştum. Hayat yaman; dağdağalı, fırtınalı. Bu kadınları seviyordum. Onlar da beni, yeşil gözlü kumral kıvırcık saçlı bir çocuk olduğum için severlerdi… Hayat burda melodram. İnsanların, elemleri, kederleri, hüzün ve sevinçleri boyunlarına asılmış.
Kadınların bazıları, hele biri var; beyaz tenli olanı; erkeklerin hayallerinde gezen; dağların koklanmamış beyaz zambağı; saçlarını ıslatarak çıkar, çevresine can çektirirdi. Yağmurlu havalarda, keklik gibi taştan taşa sekerek yürür, dolgun ve diri vücudu daha yakıcı olurdu… İri gözleri, insana mutluluk veriyordu. Baktığınızda, sizi içine çeken duru suya düşmüş gibi olurdunuz.  Burda anlamını yitirmeyen apak tenli güzel; masum tazelik… Ayva tüyü sarı kılları vardı üflendiğinde dalgalanan… Süslü ve alımlı manita, maharetle işlenmiş dantelalı köşe yastığı… Aşklar; her daim platonik… Kadın… Kadın en büyük! Onun için şiirler yazılır, heykeli yapılır adı; duvarlara, ağaçlara kazınır. Ölünür öldürülür. Bazı erkekler sevdiğinin ismini koluna, göğsüne dövme olarak yazdırırdı. Yazdırıyorlardı. Aşklar bu sıkışmışlıktan kurtulmanın, rahatlamanın, nefes almanın yoluydu. Aşklar, döner bıçağı gibi deşer acıtırdı, ama vazgeçilmezdi. Kaçmak isteyip de kaçamayanların tutkuları neydi? Adlandırmak zordu. Güzel yüzler aşık ister. Esmer tenli, yeşil gözlü, nadide güzellerin mutlaka sevenleri vardı. Olmazsa normal dışı olurdu. Delikanlılar, cehennemde olmadıklarını ancak güzel gözlü dilberlere baktıklarında anlardı.
Gençler kadınlara açıkça yanaşamaz. Ya kadın izin vermez ya da dostu. Çünkü çok erkeğin - evli de olabiliyorlardı - dosttakisi vardı. Mahallede etik bir anlayış öyle ya da böyle vardı. İşler racona bağlanmıştı. Her şeyin bir raconu oluyordu. Ne bileyim çocuk aklım, çözmeye çalışıyordu. İleri zekâlılar da yok değildi. Cepçi bir amca vardı. Bir gün denk geldi, işinin püf noktalarını biz çocuklara öğütler vererek anlattı. ‘’ Cüzdanı arka cebine koyucan, çalacak el değdiğinde hissedersin. Ceketin iç cebi güvenli olmaz, ordan aşırmak bizim için kolay’’ Bilmem.  Doğru mu söyledi bu cepçi amca? Bunları bu işlerden vazgeçirmek oldukça zor. Hapise girmekten de korkmuyorlar. Bazılarının kaçınılmaz kaderi olsa gerek! Bir şekilde ekmek parası çıkacak. Bunun için eşek gibi çalışanlar vardı. Kıçları yamalı hamallar vardı. Herkül filmini gördükten sonra bunların daha fazla ağırlık kaldırdığını düşündüm. 
Yırtık giymenin ayıp sayıldığı devirlerdi. Çalışan bir şekilde ekmeğini çıkarıyordu. Derler ya ‘’ Ekmeğini taştan çıkarıyor’’ aynen öyle. Ahmet Coşo’da böyleydi işte…”
                                              ------------------------------------------------------------
Günlük meşgalelerin arasında ezilen bu insanlar, memleket meselelerine kayıtsız değillerdi. 1960 ihtilalinden sonra ilk seçimler yapılacaktı. Babam Balkanlardan gelen göçmenlerin çoğunun tuttuğu parti olan DP (Demokrat Parti)’nin devamı partiye, Adalet Partisine oy verecekti. Adnan Menderes’in asılmasına karşıydı. Her ortamda da söylüyordu. Oy atma günü, aileevimizin eski odabaşının oğlunun, oy kullanma kabininden çıkarak ‘’ Mührü doğru mu bastım?’’ bahanesiyle tercihini CHP(Cumhuriyet Halk Partisi) den yana kullandığını açık etmesi, canını sıkmıştı. ’’Odabaşı Adil’in oğlu Erdoğan böyle yaptı. Yanlış yapıyo. Yugoslavyada gençler hep komünist, böyle yaptılar’’ şeklinde yorumunu açıklamıştı. Babam Ahmet Coşo kavi adamdı. Kararsızlıkla bakmıyordu. Geldiği yerde deneyimleri olmuştu. Alnı açık olarak tehditkâr zorlamalara tavır koyabiliyordu.
En gıcık olduğu da bu memlekette bir zamanlar ezanın yasaklanmış olmasıydı.’’ Tito bile yasaklamadı. Bayraklı camisinde okunan ezanı bütün Prizren dinlerdi’’ cümlesini savunma amaçlı sık sık söylerdi. Babamın riyakârlığı yoktu. Pek kurnaz da değildi. Doğrusunu söylemek gerekirse vicdanı sağlamdı. Alabildiğine civanmert. Ne yazık; toprağını beğenmeyen bir ağaç olmuştu. Yadırgıyordu. Fırtınada dalları çatırdayan koca ağaca benziyordu. Çöl bitkisi çölün rüzgarlarına kolay mı alışmıştı?
Yalnızlık. Kalabalıklar içinde yalnız. Alışmak zordu buralara, dışarlıklılar ve orta yaşlarda olan biri için. Yabancı olmamaya çalışıyordu ama yabancılaştırma vardı. Alışamamak, yabancı kalmaktı. Karısı Hayriye’yi ve dört erkek çocuğunu alıp Prizren’den İzmir’e gelmesi hayallerinin en güzeli miydi? Hülyalarının masalının sonu bu mu olacaktı? Masalı hep keder oldu. Aynı çemberin içinde didindi durdu. Özgürlüğü uğruna gelmişti. Olağan üstü bir durumdan, komünist bayrağı altından kaçarak, geniş ufuklara geldiğini sanmıştı. Ölünceye kadar ufku aynı kaldı. ‘’Bak yapamadı, geri geldi’’ demelerinden çekindiğinden geri dönmeyi kabul edemiyordu. 
Abisinin ölüm haberini bildiren mektup geldiğinde derinden derine kalbi acıdı. Vatanının bozulmasıyla müteessir olduğunu anladı. Mektubu Muharrem okumuştu. Hiç unutamam… Yıkılmıştı… Hasret buydu… Ağlayamadı. Bağıramadı da… Acıyla kalbi burkulmuştu, belliydi. O an, nevraljik bir sessizlik… Sılası olan gurbet… Prizren’in dumanlı dağları ancak hüznü giderebilirdi. Hüzün ve duman… Ne tuhaftı hayat! Oysa mektuplar ferahlı hüzündü. Bir mektup geldiği vakit güvercinleri haber veriyor gibi gelir, hüzünlerine ilaç olurdu. Yüzü berraklaşır, içten tebessüm ederdi… Bu son mektup, ağıttı… El üstünde çepel sokaklarda yol alan, yeşil örtülü tabut geldi hayaline; derenin öte yanında,  canlı yeşil ağaçlarla dolu mezara götürürlerdi muhakkak. Salası acaba hangi camide verildi? Bayraklı olsaydı keşke…

                                        -----------------------------------------------------------------
Ahmet Coşo ne istiyordu, ne yapması gerekmekteydi? Kalbine cesaret tavsiye ediyordu. Kalbinin derinliklerinde kimseye hissettirmediği memleket hasreti vardı. Karşı konulan bir arzu nasıl daha şiddetle istenirse; hasret de öyle şiddetleniyordu. Arzunun olmamasıyla hasretin bitmesi mümkün görünmüyor. Aynı şiddetle burada; var olma ve yaşama arzusu kuvvetleniyordu…
                                             ------------------------------------------------------
Ahmet Coşo öncelikle ev yapmalıydı. Bunu herkese söylemişti. Hayriye de ‘’Bir ev, alnının terinden olan, lüks değil gerekli bir şey, hayvan gibi değil de insan gibi yaşanacak, başımızı sokacağımız bir yer ‘’ Ama bu emelin gerçekleşmesi zaman alabilirdi. İşe girdiği çorbacıda bulaşıkçılık yapıyordu. Mesai sabah erken başlıyor akşamı buluyordu. Çorbacı İsmet, meşhurdu. Kafası kıyak olanların ayılmak için geldiği mekâna İzmir’in her tarafından müşteri geliyordu. Akşamdan kalanlar sabah sarımsaklı paçayı içince ayılır; kimisi evinin, kimisi dükkânının yolunu tutardı. Ahmet Coşo meşhur Çorbacı İsmet’in bulaşıkçılığını devam ettirecekti. Bu işler bu dünyevi meşgale onu yormuştu. Böyle kötü bir yorgunluğu daha önce hiç yaşamamıştı. Bu ufunetli tarz daha ne kadar sürecekti? 
Kader merhamet eder miydi? Tek tesellisi kuşlarıydı. Hava kararmadan gelir önce güvercinlere çıkardı. Tek odalı evinin önündeki bahçeye taraça yapmış tahta kafesleri bir güzel yerleştirmişti. Yukarıya tahtalardan çaktığı merdivenle çıkılıyordu. Üzerinde yürürken sallansa da yıkılmazdı. Güvercinleri her şeyiydi; onlarla rahatlıyordu. Kafeslerinde acıkmış güvercinler, yemleneceği zaman, kapıya üşüşürler, kümesin kapısı açılır açılmaz, dışarı topluca çıkarlardı. Önce Ahmet Coşo’nun üstüne uçarlar, uçmaya yeni başlamış yavrulardan birkaçı başına ya da omuzlarına konardı. Güvercinleri her saldığında taze hayaller kurar, onların canlı-parlak renkleriyle salınarak kibirli ve güvenli yürüyüşlerini; cezbedarane cıvıldaşmalarını ve tüylerini kolayca oynatmalarını seyrederdi. Coşo ailesinin eski zamandan beri bireyleri sayılan bu yaratıkların perisi, Ahmet Coşo’ya dokuz yaşında rast gelmiş, daha peşini bırakmamış. Bizlerle gelmişlerdi Türkiye’ye; seçilmiş güvercinler. Değerliydiler. Beyaz başlı ufak gagalı Mısıriler, Alacalar, gözleri yakut gibi parlayan süt beyaz Paçalılar, Kaplanlar, Beyaz kuyruklular, Tepeliler, Dönekler. Güvercinleri asildi. Tahtadan yapılmış kafeslerinde rahat ve mutlu otururlardı. Dönekleri havada seyretmek ayrı bir hazdı. Sini gibi yusyuvarlak olurlar; bazıları çözülemez, dönerek kiremit çatıya çarpardı.  
  Refah ve temizlik içinde yaşama hakkını nasıl, ne şekilde temin edecekti, kestirmek zordu. Dağları bırakıp gelmişti. Ortasından dere akan kasabasını, tertemiz havasını, suyunu terk etmişti. Kanı onu bu memlekete sürüklemişti. Ayaklarını doğduğun yerin toprağında sürüklemek arzusu gelirse, kendi kendine de ki: ‘’Rüzgâr beni buralara savurdu’’ Hasrete düşmek varmış. Mahzunlaşsan da dik dur. Ve kadere eyvallah de…’’
 Bulaşıkçılıktan sonra;  büyük ihtimal, kuşçu kahvesinde tanıştığı soy ismini merak edip öğrenmediğimiz; ilk bakışta bir ağırlığı olduğunu hissettiren  her  zaman iyi ve temiz giyimli üst düzey memur İrfan Bey’in –  yaşamın karşısına çıkardığı en iyi dostuydu – vasıtasıyla Amerikalılara ait salt İzmir’de yaşayan Amerikan vatandaşlarının alış veriş yapabildiği bir süpermarketin ambarında hamal olarak çalışmaya başladı. Yükleri kaldırmak hayvanların işiydi. Ama insanlar bu işi de hayvanlardan almıştı. İnsanların hayvanların elinden aldığı hamallık işini yapacaktı Çocuklarının nafakasını çıkarmak; akşam eve dönerken, elinin boş gitmemesi için yük taşıyacak, para kazanacaktı. Mecburdu, şartlar onu zorluyordu. Nato’da, biz Nato diyorduk çalışacaktı bundan sonra. Alsancak semtinde; burda yaşayan, genelde görevli Amerikan vatandaşlarına Amerika’dan gelen malların depolandığı bir yerde hamallık yapıyordu artık. Lakabı ‘’Pehlivan’’ olmuştu. Memleketinde çiftçi burda pehlivan hamal ! Hamal camal çoktu… Bu işi çoğunlukta Konya’dan göçenler yapıyordu. Zaten anneleri onları ‘’ Büyük şehre gidince inşallah hamalbaşı olursun’’ diye dua ederek gönderiyordu. Hamalbaşı olmak büyük iş. Hele bir incir işleme firmasındaysan; komisyonunu alırsın. Her çuval başına paranı alır, hiç yük taşımadan parayı kaparsın.
                                          -----------------------------------------------------------------

Ahmet Coşo, asabi, inatçı ve sertti. Kızdığında gözü hiçbir şeyi görmezdi. Ne kaybedebileceğinin hesabını yapmazdı.
Aynı aileevinde oturan, komşumuz Kunduracı Nuri abi, akşamüstü, penceresinin kenarında masasını düzmüş, rakısını içiyor. Ahmet Coşo da dışarıdan geliyor. Evinin penceresinden öyle bir laf etti ki Coşo küplere bindi. Pencerenin önünde veranda şeklinde tahta çıkıntıyı geçip pencereden dalacaktı… Nuri abinin lafı da laf değildi ya. ’’Bu memlekete geldiniz bizim ekmeğimizle oynadınız. Adam oldunuz. Göçmenler. Gelmeseydiniz daha rahattık.’’ Uzun boyu, dik başı, kabarmış göğsü ile aslan gibi ileri atılıp pencereden girecekti. Nuri abi pencereyi kapatmak zorunda kaldı… Ahmet Coşo’nun sanki yüzüne tükürmüştü. Hürriyeti uğruna her türlü ıstırabı çekmeyi göze alan iri, kavi, sinirli adama bu laf ağır geldi. Alçalma, düşüklük. İşte bu çileydi. Göğsünü kabartıp ölüme mi gitseydi? Ahmet Coşo göğü yere indirdi. Bağırıyor, çağırıyor. Delirmişti. Polis geldi, ikisini de Mezarlıkbaşı karakoluna götürdü. Kodese atmadı.  Komiser odasına çekti ikisini… İnceden sorguya çekmeye başladı. Babam bir ara oturmak istedi.  Geniş masada oturan Komiser izin vermedi. Açık kapıdan izliyordum. Üzüldüm. Aşağılandığımı hissettim. Kızmıştım. Dışarı çıktım eve doğru yürüdüm. Babam sadece oturmak istemişti. Yüzü sararmıştı sinirinden. Otursaydı titremesi geçer, rahatlardı. Saatler geçti, yaşamdan kopuk. Gece yarısına yakın geldi babam. Rahatlamıştı galiba. Komiser ikisini barıştırmış, nasihat edip göndermiş. Karısı  ‘’ Her şeye kızıyon. Alış artık. Bazı şeyleri duyma.‘’  Yine de Nuri abiye küstü. Ahmet Coşo küs olduğu dağın odununu yedi yıl yakmaz, sekizinci yıl düşünürdü.  Yaşamında affetmek yoktu. Sildi attı.

                                 ------------------------------------------------------------------
Sormayın? Ne ümitlerle, ne enerjiyle, göğsünü kabartan en büyük bir istekle, saadeti yakalarım umuduyla gelmişti. Neşeliydi. Şenliklere de hazırdı… Prizren’den ilk gelenlerden bir iş hanında tuvalet çalıştıran Kara Şüco(Şükrü), hemşehrilerinin bütün dertleriyle ilgilenen arayıp soran Recep Amca, Başdurak Camisinin altında ‘’Bizim Aşçı’’ adıyla çorbacı dükkânı olan Cemil Abi, Kara Niyazi’nın oğlu ayakkabıcı Enver, çok iyi cümbüş çalan marangoz Ziyaeddin abi ve Nuri Mataracı bir araya gelir eğlenirlerdi. Haftada olmasa da ayda bir kere Prizren’liler günü yapılırdı. Dertleşirler, eskileri yâd ederler. ‘’Yad eller aldı beni’’ şarkısını ve kendi havalarını çalar, söylerler, oynarlardı.
Kadınlar da boş durmaz kendi günlerini yapardı. Recep abinin karısı Sadber yenge büyük kızı Hilmiye, Cemil abinin karısı Bedriye kızı Nilgün, Ziyaeddin abinin karısı Fico(Fikriye) kızları Fatma ve Aliye, Tabelacı Ahmet’in annesi Naciye yenge, annem ve daha adını bilmediğim hatırlamadığım tanıdıklar. Usta olan dayre(Def) çalar hep beraber türkü söylerlerdi. ‘’Oğlan oğlan hovarda çoban, kolum sana yastık saçlarım yorgan’’ türküsü kesin söylenirdi. Annemin sesi güzeldi. ‘’Yağma yağmur esme be deli rüzgar, yârim yoldadır’’ türküsünü kadife sesiyle, herkese dinlettirirdi. Fico, erkek gibi giyinir oynardı. Mukallit kadın, herkesi güldürürdü. Kadınlar mutlu oluyordu. Ben dahi çocukluk ruhumla bir tat alırdım. Bu eğlence amaçlı muhabbetlere komşu kadınları da gelirdi. Hele; Gülseren annesiyle geldiyse! Erkek gözlerden uzak… Kalçası üstüne bağladığı yemeninin içine; eteğini de biraz çeker özgürce raks ederdi. Raks Gülseren’e yakışıyordu. O vahşi bir tazelikti. Biz çocukların bağrışmaları durmaz kimse de duymazdı. Yeni yaşam başlayacak bundan sonra göçmen kadınları için. Umuluyor değişecek her şey! 
 Gençler de genelde hafta sonları bizim evde toplanır, darbuka def çalar şarkı söyler oynarlardı. Ahmet Coşo işten yorgun gelse de gençlerle şakalaşır, onlarla oynar neşelenirdi. Memleketinin Kasap havasını ve Aynalı Pembe’yi oynamadan ayrılmazdı. Sonrasında İkiçeşmelik’ teki kuşçular kahvesine veya Prizren’li dostlarıyla buluşmaya giderdi. Gençler gönüllerince vur-patlasın çal oynasın; sabahlar olmasın. Bazı haftalar saksofon çalan Rüştü gelirdi. Gençler;  Muharrem,  onun cankuşu İhsan, Ferit, Mehmet, Tabelacı Ahmet, marangoz Kemal, Tekin, Sivri, Saldıray, Arif, eğlenir coşarlardı.
           ------------------------------------------------------------------------------------------
Ama bazen; işte o, bazenler de güneşe karşı duvara yaslanmış kediyi kıskandığı oluyordu Ahmet Coşo’nun. Zaman onu sarmış, duygularını törpülemiş, ruhunu harabeye çevirmişti; insan olarak bir şey hissetmek istemiyordu. Buranın arslan delikanlıları onun memleketinde kedi bile olamazdı. Memleketinde yiğit arslan burda pis göçmen. Ahmet Coşo acaba ihtiraslarının karşı konmaz ateşine kapılıp mı gelmişti? Bu asla böyle değildi. Türk bayrağının altında ölmek istemişti. Çocuklarını düşmandan korumak, emin olmak yarınlardan güven duymak istediği için; dünya meşakkate katlanarak, hasrete düşerek hayalinin peşinden koşmuştu. Prizren’de ezilmek isimsiz kalmaktansa, buralarda sürünse de başı dik yaşayacaktı. Güvercinleri sonsuz göklere yükseldiğinde ruhu da kanat çırpıp yükselir, içi ferahlardı… Dünyanın acıtmaları hiç bitmediğinden mi nedendir bilinmez… Büyümeye durmuş çocuklarını koruması; iblisin kurbanı olmalarını engellemesi, Mezarlıkbaşı’nda zordu. Bataklıkta yaşıyordu. Esrar içenlerin şarapçıların olduğu, kavgaların eksik olmadığı yerde yaşamak maharet istiyordu. Ahmet Coşo sevmişti buraları; severek tuttukları ellerini kanattı, parçaladı. Bazen ellerini kopardı.
Birbirine benzemeyen alın yazıları var, insanların… Ortam böyleydi. Acı, tatlı yaşanacak. Ahmet Coşo’nun bilemediği-belki kendine özgü- acımsı bir tattı… Ara sıra güneşin, bulutlar arasından yüzünü gösterdiği bir günün akşamı; annem kuzineyi az yakmış; odanın, havası ılık. Yer sofrasının etrafına tüm aile dizilmiştik. Sofra örtüsünü dizlerimizin üstüne çekmiş derince bir tabağa konan yemeği ellerimizle böldüğümüz ekmekle çalakaşık yiyorduk. Sofrada ayran ve tatlı da eksik değildi. Babam yemekten iki kaşık aldı almadı, sofra örtüsünü dürüp, tepsiyle kapının dışına attı. Ben sinmiştim. Titredim. Güzel bir akşam yemeği olabilirdi! Renkli kareli sofra örtüsü; sıcaklığı, neşeyi, huzuru odanın içerisinden toplayıp, kapının dışına koydu.  ‘’Ben tatlı ağzımı ne diye acılaştırayım’’ dedi babam. Sesi gergindi. Babam acı sevmezdi… Acı, akşamı tatsızlaştırmıştı… Oda, soğudu buz kesti. Abim Muharrem bir hışımla-kızdığı belliydi- bir şey söylemeden kalkıp gitti. Benzeri olmayan bir adamdı Ahmet Coşo. Öyle ya; kızmak için her zaman bir nedeni vardı asabi adamın…
                              ------------------------------------------------------------
Hafakanlarının bastığı an güvercinlerine bir şey olduğu andı. Güvercinlerinden birinin çevrede bulunan başka kuşçular tarafından ayar verilip yakaladığında veya haylaz bir kedi, güvercini parçaladığında; kanı başına yükselirdi… Sarı erkek kedi, doğal refleksini göstererek bir güvercinini yedi… Kediyi yakaladı - ne hikmetse- onun da kaçası yoktu. Kuyruğundan tuttu yere çarptı, kedinin gözleri dışarı fırladı. Kediyi yakalamasına ben de yardımcı olmuştum… Başımı öne indirdim, yerdeki  kana baktım, çirkindi; çirkinliği örtmek lazımdı. Gözüm kedi ölüsüne kayıyordu hep… Dayanamadım. Aile evinin dışına, sokağa çıktım. İçimden pişmanlık geçti. ‘’Keşke kediye, sinsice yaklaşmasaydım, kaçsaydı. Kuyruğunu dikip salına salına yürüseydi ’’ Bol suyla kanı temizledim. Kedi leşini Agora harabelerinin içine gömdüm. Son görevimi yapmıştım. Vücudumda bir hafiflik hisseder gibi oldum. 
Günlerden bir gece; yatmıştık, taraçada, güvercinlerin kafesinden kulak tırmalayan sesler gelmeye başladı. Çırpınan hayvanlar belli kaçmak istiyor, karanlıkta kafeslere çarpıyordu. Hızlı kanat çırpmaları aşağıdan duyuluyordu. Ayaklanmıştık. Ahmet Coşo çıplak ayaklarıyla hızla yukarı çıktı. Kafesin lambasını yaktı içeri girdi, bize de ‘’ Kapıyı sıkı tutun, aralık kalmasın ‘’diyerek emirler veriyordu. Son sözlerini sessizliği bozan bağrışla söylerdi. Güvercinlerini yerde ölmüş halde görünce delirmişti sanki… Ve çirkindi. Çıplak ayakları kalın kalındı. Gözleri çakmak çakmak olmuş, çehresi kızarmıştı. Kopuk kopuk soluyor arada tıkanıyordu. Babam hiç hoşuma gitmiyordu. Koca elini bir kafesin arkasına soktu, güvercinlerini boğarak öldüren Sansarı, boğazından yakalayarak çıkardı. Karşı koyamadığı sınırsız öfkesiyle, sansarı birkaç kez yere çarptı. Hayvanın sonu da sarı kedi gibi oldu. Delilik değil miydi bu? Başımı kaldırdım. Parça parça bulutlar tez gitmek için uçuşuyorlardı gökyüzünde… Aşağı inip yorganın altına gizlenircesine yattım. Karanlığa gizlenmek istiyordum. Uyumak zordu. Böyle bir hayatın resmini kafamın içinde düşündüm. Hiç birisi net olmuyordu. Kuma çizilen resmi; dalga siliyordu. Baharın resmini çizemiyordum. Denedim, tekrar tekrar. Güneşi ve denizi arzuladım. Başımı ellerimin üstüne koydum. Gücüm neydi ki? Gözlerimi yumdum. Uyumuşum… Birkaç gün sonra hayvanın içini temizledi, saman doldurdu, odanın duvarına astı. Her gelen misafire anlatacak heyecanlı bir hikâyesi olmuştu…  Ben bu güvercinlere artık dayanamıyordum. Biliyorum ailenin diğer bireyleri de dayanamıyor. Güvercinler bize çektiriyordu. Dondurucu kış günleri onlar için deniz kıyısından deniz kumunu elimle toplamak, aile bütçesinin darlığından; ucuz, ama çuvalla yem almak ve onu sırtımda – ağırlığından ezilerek -  taşıyıp eve getirmek, özensiz hayatı daha da karanlıklaştırıyor, çekilmez kılıyordu.
 
Ahmet Coşo, başına buyruk özgür yaşamaya alışmış; özgür adam için, özgürlük olmayan her şey ölüm demektir. Özgür yaşamış bir yılı, ezilerek yaşanan bütün bir ömürden yeğdi. Avlunun ortasındaki yüksek kavak ağacının tepesinde dolaşan rüzgâr bile aşağılara inmeye tenezzül etmiyordu. O, sadece acınacak halleri, yapraklara değmesiyle söylüyordu.
Karısı Hayriye, çocukları uğruna katlanıyordu böyle sefil yaşama… Ahmet Coşo, ‘’Türkiya’ya gitmek ister misin?’’ sorusunu sormamıştı. Hayriye de’’ Kısmet böyleymiş. Ne yapayım?’’ Katlanıyorum çocuklar için’’ diyordu. Kadın dayanıklıdır; zor şartlara alışır; evinde huzur olduktan gayri. Belliydi, uzak yola çıkmıştı. Görünürde, yakın dostlar yoktu. Duacıları geride kalmıştı. Anahtarsız kapanan kapılar, gaz lambasının solgun ışığında; yabancıydı, evlerden yükselen türküler… Sabah başını kaldırdığında içinde garip bir ürperti olur, birden kanatlanıp uçmak, İzmir’i bırakıp gitmek isterdi… Ahmet Coşo(kocası) sinirli olmasa; olur olmadık kızmasa; hayat daha yaşanır olurdu muhakkak… Fakirliğin olduğu Türkiya’da çalışan insan bir topan ekmeği evine götürebiliyordu. Kocası, çocuklarını aç bırakmazdı.
Hayriye kendine küs ve dargın. Gelirken yollarda, tren istasyonlarında, insanları alttan alttan süzmüştü. İnsanlar karanlıktı; kara kara… Anadolu bozkırlarının yüzlerini yaktığı, güneşten kara boya almış insanlar. ‘’Allah Kerim’’ diyor umut ateşini söndürmeden, razı olurcasına, trenin geride bıraktığı mesafeleri, pencereden her şeyin bir an görünüp kaybolması. ‘’ Değişiyor işte anbean… Alnımızda ne yazdıysa o. Allah iyi yazılar yazmıştır.’’ Kendisine küs ve kocasına dargın. Onmaz düşüncelerinde, beliren sisler arasında; coşmuş renkleriyle kendini sevdiren avluda ki çiçeklere bakardı. Merhametle bakan, kurumuş deniz yosunu rengi gözlerine baktığımda, içim ısınır, tüm güzellikleri kalbimde duyardım… Hayriye; Prizren’i yüz üstü bırakıp gelmişti. Onsuz neye benzeyeceğini düşünmedi bile. Saçlarını ördüğü karşı komşu kızına elveda diyemedi. Prizren’nin dar sokaklarında kaldı anıları. Hava koyuydu. Karanlık basıyordu pencere camlarına. Yağmur yağacaktı galiba… Üşüme geldi. Kuzine önünde duran yer iskemlesine sırtını dönüp oturdu. Eline örgüsünü aldı, ilmek ilmek dizmeye başladı. Kırmızıyı seven Mehmet’e yelek örüyordu. Kar olmasa da ayaz üşütmesin. Çocukların, dikişi sökük tabanları aşınan ayakkabılarının tamiri mümkün; İzmir yağmurunda su almasın yeter. Kuzinenin üst kapak aralarından sızan ışıklar, odanın mavi badana duvarlarında ölgün titreşiyordu… Ne yapsın yaban ellerde gözleri nemlenmişti. Kapıyı, yan komşu Şambalicinin karısı açtı. O da kuzinenin önüne kuruldu. Muhabbete daldılar. Hayriye duygularını açığa vurmamak için zorluyordu kendisini. Radyoda çalmaya başlayan türkü ruhuna hoşnutluk verdi. Yeleği yaz gelmeden bitirmeliydi.
Şambalicinin karısı ile muhabbeti, biçareliğin içini kurcalamasından kurtarmıştı. Hayriye kendini güçlü tutabilirse çocuklarına hatta çevresine yardımcı olabileceğini hissediyordu… 
Kadın kocasından dert yanmaya başlamıştı. Hayriye ona yardımcı olmaya çalışıyor, akıl veriyordu. 
‘’ Sabır et. Düzelir her şey. Ne yapıcan?’’
‘’ Sabır sabır. Nereye kadar? Ben yaşamak istiyom bu yaştan sonra.’’
‘’ Şambalici böyle alışmış, o da düzelir, sen de alışırsın.’’
‘’ Ya! Adam boğazımızdan bile kısıtlıyo. Sabah para istiyom, beş lira veriyo. Ne yapılır bu parayla?’’
Kadın, bu insanla yaşadığına kendi kendini inandırmak istemiyordu.. Kadın görmüş geçirmiş; kendine göre, özgür. Akşam şambalicinin yanına yatmağa da mecbur hissetmiyor kendini, besbelli. Şambalicinin, para koklatmadığını inatla tekrarlıyordu. Ee, bakımına para lazım. Şambalici çok para biriktirmiş, bankaya yatırmış… Kadın bu yaşta sefalette kalmak istemiyordu.

… Anneler, merhamet kahramanı.  Tüm güzellikleri gölgede bırakan, manevi güzelliği var annelerin. Hayriye de öyle. Onun yaptıkları fedakarlık dolu muhabbetten başka bir şey değildi. Biz çocuklarına her zaman kol kanat oldu; yuvadan uçmayı öğrenmeden kaçmamamız için… Bizleri, ailesini mutlu etmek uğruna fedakârlığını, karşılık beklemeden yaptı. Fedakârlığının manevi güzelliği efsunlu bir sis gibi etrafa yayılıyordu. Bu güzellik, bütün kelimelerin, şüphelerin üstündeydi. Gurbette hüznün nasıl yaşandığını annemden öğrendim ben. O; başlı başına bir hikayeydi; düz yazıydı, bir şiirdi bazen.
 Teyzemin kızı Hasibe bizleri ziyarete gelmişti. Bir ay kaldı. Onu garajdan yolcu ederken, ben çok ağlamıştım. Annem’’ Siz böyle yaparsanız ben ne yapayım’’ dedi. Dik durdu. Kıyıdaydı ama dalga alıp götüremiyordu. O; binlerce çakıl taşı arasında sıradan bir çakıl değildi.
                               ----------------------------------------------------------------
Çocukluğun içe sığmaz coşkusunun en ufak şeylerin zevk kaynağı olduğu o günlerde ,  ruhumun tazeliği, benim için bir enerji bir bitmez güçtü. Gözlerimin içinde sevinçli hatta haylaz parıltıların belirdiği… Annemin göğsüne başımı koyduğumda hissettiğim mutluluk… Pis mahalle, çocukluğumun bu paklığını kirletememişti. Babam korkutucuydu. Yaptıkları salt bizi korumak amaçlı olsa da, sertti. Annemin tatlı sesi, çocuk yüreğime, şefkatin, merhametin, efsunlu bir üflemesi gibi gelirdi. Bu ses neler neler söylerdi yüreğime… Annem ‘’Erken yatın erken kalkın, kısmetinizi kaçırmayın hem kafanız daha iyi çalışır’’ derdi. Onun yanında yattığım gecelerin güven ve mutluluğu içinde derin uykulara dalardım. Kuzinenin sıcaklığı ile tatlı bir hülyaydı. Kuzine, Prizren’den bizimle gelmişti. Kalın saç ve demirden, büyükçe. Sol tarafında odunların yandığı kısım, sağ tarafında fırın. Ateşin alevi fırının üstüne ve altına yetişiyor. Etrafta böyle soba yok. Göçmen sobası da diyorlar. Onun kurulması ayrı bir tantana. Geçen kış bitiminde boruların içini, ucuna koca yumak yapılarak bağlanan bezin olduğu sopayla temizlemiştik. Önce kurulacak yer hazırlanır, oraya yerleştirilir, boruları takar, tekrar ıslak bezle siler, sağını solunu süpürürdük. İlk yanması bayram. Çalı çırpı çıtırtısı, ateşin gürlemesi, odun kokusu; gürül gürül yanardı. Kış günleri sokakta oynadıktan sonra, üzerine, üşüyen ellerimi tutup ısıtmayı severdim. Sobanın sıcaklığını sevip dışarı çıkmak istemediğim olurdu bazen. Yattığımda, gözlerimi yumar, gözlerimi açıp sobanın üst kapaklarından sızan, ışıkla aydınlanmış tavana bakmaya, bir gereksinim duyardım. Portakal ve elma kabuklarını sobanın üstüne attığımızda sıcağın etkisiyle kuruyan kabukların kokusu odayı doldururdu. Külüne soğan ve patates gömerek, onları piştikten sonra zevkle yerdik. Lezzet buydu. Onun üzerinde pişen kestanenin lezzeti hiçbir şeye değişilmez… Çocuk musun? Haylazlık olacak. Üzerine kolonya dökerek alev denemesi yapardım. Bir seferinde limon kolonyasını bitirmiştim. Sobanın borusunda bulunan çamaşır kurutma tellerine asılı elbiselerimiz. Sabah okula giderken okul önlüğünü oradan alırdım. Sıcak olur, tenimi ısıtırdı. Okul dönüşü yağmur varsa ayakkabım su aldığı için ıslanan ayaklarımı sobaya uzatarak ısıtırdım…
 Annem ufak iskemlesini önüne koyarak sırtını sobaya verip kemiklerine kadar- öyle ısıtırdı ve ısınırdık- ısınması, eline de örgüyü alması, radyoda hoş türküler söylenirken, somut olan soyut hikâyelere döner, konuları zihnine rahatlık, içine ılık bir huzur verirdi. Gün boyunca soba önünde durur, kalkmak gereksinimi duymadığı olurdu… Su güğümü her zaman üstündeydi. Sıcak su hazır. Yemek onun üstünde pişer, böreğimiz olurdu. Çayımız bile üstünde demlenir; sabah sobanın yanında kahvaltı; üstünde kızaran ekmek dilimleri… Akşamları, kapakları çürümüş, dört ayaklı - biri kırılmıştı destek yapardık- mangalımıza kor ateşi çıkartılır; onun kenarında, 
köpüklü kahveler pişirilirdi… Kuzinenin aksilik ettiği zamanlar da yok değildi. Tüttüğünde odayı duman kaplar, kapı pencere açılır, temiz havanın içeri girmesi sağlanırdı. Sobaların yandığı o soğuk kış günlerinde, sokağa girdiğimizde genzimizi yakalayan duman kokusu olurdu. Kışın, en sevdiğimizdi soba; ona, günlük özlemlerimiz olurdu. Dışarda soğukta kaldıysak, üzerine eğilip- içine girecekmişçesine- odun kokusu alır, ellerimizi; sonra, tüm bedenimizi ısıtırdık. Ve avucum içinde sıcaklığını tutardım. O, bizim uğurumuzdu.
Ailemizin diğer bireyi de sırtında siyahı olan sevimli beyaz kedimizdi…  Avcı kedi farelere aman vermezdi. Onun mır mırlarını dinler, ne diyor acaba diye yanıma alırdım. Zaten o çoktan sokulmuş olurdu. Temiz, saf, sevimli yaratık. Evimizin vazgeçilmez dostu. Sobanın söndüğü, sıcaklığının azaldığı zamanlar altına yatar; gerilir, esner, başını ön patilerinin üstüne kor, uyurdu; keyfine düşkün kedimiz. 
                                --------------------------------------------------------------------
Mahallemiz; şiddetin, evlerden taş döşeli sokaklarına taştığı mahallemiz. Orda bitmeyip devam ettiği, sığamayarak tekrar evlere girdiği… Bir defasında babam, akşam iş dönüşü eve gelirken hava karardı kararacak beni sokakta oynar bulunca- eski bir baraka olan kunduracı dükkânının altına oyun meşem kaçmıştı onu almaya çalışıyordum- haberim olmadan vurdu. Apansız; fenaydı, acıdı. Ben de kaçtım. Gece oldu sokaklardayım. Mahalle gençleri Heykel’de (Cumhuriyet Meydanı-Kordon) buldular. Eve getirdiler. O gece Servet Hala da kaldım. Ertesi gün Recep Amca geldi. Babamı yatıştırdı. Olaya bak. Görüyor musun? 
Dünya zarafet dolu bir yer değil. İyilere, saflara, temiz kalplilere zor. Ahmet Coşo, basit bir insandı. Hile nedir bilmez, her işi dosdoğruydu. Kalbi ve lisanı birdi. Dünyası bok püsür dolu bu yer, sert olmasını icap ettiriyordu, anlayışı, ailesine şiddetli davranmasına neden oluyordu. Ailesine sahip çıkmak cahilliğiyle olacağı güç olan işti. Onun; zümrüt yeşili ormanlarla çevrili, ortasından saf su akan Prizren’e özlemi bitmemişti. Bunu çocuk aklımla, yüzünde görüyor anlıyordum. Hatıraları, dolapta saklanan kırılmasından korkulan cam eşyalardı. Düğünlerde memleketinin havalarını bir başka oynardı. Hele kasap havasını; koca elli kollarını açar; dönüşlerinde kâkülü alnına düşer, dalgalanırdı. Omuzlar dik, başı dik, kolları; müziğin ritmine uyarak; özgür kartalların, havada kanat oynatmasını andırırdı. Uzun boylu adama yakışırdı oynamak. Onun yaşantısı, içine Hayriye’nin de dâhil olduğu, mevsimler senfonisiydi. 
                               -----------------------------------------------------------------------
Hayriye’nin kışı-yazı karışmıştı. Neye sevinsin neye üzülsün bilemiyordu. Bahardan kalma bir gün ısıtan güneşe karşı kapı önünde taş basamağa oturmuştu. Şambalicinin karısı elinde tahta bavulla yanında durdu. Her zaman boyadığı saçlarını boyamamış, aklar çıkmıştı…’’Gidiyom Hayriye’’ ‘’Nereye? Neden?’’ ‘’Bu yaşta çekemem. Ben yaşamak istiyom’’ Hayriye bir şey diyemedi. Kafasında sorular vardı. Nasıl olurdu? Cevap bulamıyordu… Şambalici parayı koklatmamış. Çekti gitti. Nereye? Söylemedi… Hayriye çekip gitmeyi aklına dahi getiremiyordu. Nasıl olurdu? Olamazdı!
                                   --------------------------------------------------------------------------
Ahmet Coşo çevresinde ’’Pehlivan’’ lakabıyla anılırdı. Kahvede kafasını duvara dayarmış, duvar  ile kafası arasına da kağıt koymuş; birine, kulaklarından çektiriyormuş; adam, var gücüyle asıldığı ve çektiği halde kafasını oynatamamış; kağıt, yere düşmemiş. Ne kulak ama! Çevresine toplananlar ‘’Helal Pehlivan. Valla kulaklar sağlam’’ demişler. Kahvede bulunan yirmi kadar müşteriye; kaybeden, çay ısmarlamış. Pehlivan Ahmet bu! O sıralar Tercüman gazetesinde tefrika halinde eski güreşleri anlatılıyordu. Usta güreşçinin ismini her tefrikada yeniden öğreniyordu okuyucu. Gazetenin bu kupürlerini kesiyor, sıraya koyuyor, biriktiriyorduk. Misafirlerimize okuduğumuz oluyordu. İçinin ezikliği nispeten gidiyordu galiba… İşte bu zamanlar babamın büyüdüğü, adam azmanı olduğu günler gibi gelirdi bana. Zihnimde soyut hikâyeler, masal tadında konular oluşuyordu. 
Ahmet Coşo, abim Ferit’le belediye otobüsüne (Troleybüs) binmiş. Şoför dışında görevli biletçiler var. Parayı alır, bileti verirdi. Ahmet Coşo kendi şivesiyle ‘’ İçi bilet verır mısın? ‘’ Biletçi de, ses tonu alaycı şekilde ‘’Verim Arnavut abey’’ demiş. Ferit biletçiye okkalı bir yumruk geçirivermiş. İnmişler tabii. Sonra Coşo ‘’Sen devletın adamını nicin dügeysın be!’’ diyerek Ferit’e çıkışmış… Yalın konuşmaları büyük ölçüde çözerdi Ahmet Coşo… İroni anlatımlar onun için zordu. Kinayeli cümleleri çözemez, kızar ’’Bunlar hep yalan konuşi  be’’ deyiverirdi. Söylenecekleri düz söylemeli. Hele abuk sabuk konuşmaları hiç benimsemezdi. Ahmet Coşo farklı renk. Değişik renkler arasında sert ve tonu koyu olandı. Göze batıyor, ayrılıyordu. Zihni her şeye açık değildi. Zaten asabi oluşu buna engeldi.  


                                                                        2.BÖLÜM

Ben çocukluğumun verdiği tazelik ve gamsızlıkla sevinç içinde günlerimi geçiriyordum. Salt sevgiye gereksinim duyardım. Annem sevecenliğini, sevgisini açıkta belli ederdi. Babam sevgisini içine gizlemişti… Çocukluğumun masum neşesi hiç bitmezdi. Çocukluk çağından üstün bir çağ; bir zaman dilimi yoktur. Galiba onun için; herkes çocukluğunun o masumluğuna, neşesine, gamsızlığına özlem duyuyor. Okuldan sonra, sokaklar benimdi. Çelik-çomak oynamak, meşe oynamak, koşmak terlemek az bulabildiğim para ile dondurma veya şeker kamışı almak. Sopa gibi şeker kamışından satıcı biraz keser, iki üç saat o parçayı ağzımda tutardım. Şeker kamışının kabuğunu dişlerimle soyuyor suyunu iştahla emiyordum. Baymayan bir tadı vardı. Bir de bölmeli tablada satılan her bölmede başka renk şekerli macun olan ve kalem gibi bir çomağın ucuna sarılan ağdalı tatlı vardı. Yala dur. Sokak satıcıları meşhurdu. Yeni Sinemanın köşesinde şambalici; beyaz önlüğü, başında yine beyaz kukuleta, her zaman traşlı, tertemiz; müşterisine, tatlıyı maşa ile verir ‘’Arayanlar soranlar tanıyanlar bilenler’’ kulağa hoş gelen nağmeli bağrışıyla, harika Şambali satardı.
Yeknesaklığın olmadığı mahallede çocukların top sevdası olmasa olmazdı. İkiçeşmelik yokuşunu heyecanla çıkar Cici Park’a (Damlacık mahallesi) sevinçle varır; bir kaleyi, iki ağaç arası diğer kaleyi koyduğumuz iki taş belirler, adımlarla sayışır, kazanan ilk tercihini yapar en iyi futbolcuyu alır, sırayla bir o bir diğeri oyuncular alınır beş kişilik veya altışarlı maçlara hemen başlardık. Top taşların belirlediği kaleye girdiğinde tartışma çok oluyordu. Yok taşın üstünden gitti yok yukardan gitti, gol oldu olmadı, kavgayla sonlandığı zamanlarda bile maça devam. On iki gol atan galip. Takatten kesilinceye değin koş babam koş;  çökerek toprağa dinlendiğimiz dakikalar az; gelen falsolu-düzgün topumuz olmadı- topa var gücümüzle abanarak ya da topla koşarak; çalıp atma sevdasıyla varyete yapmak; on iki gollü maç, biter mi? Terden sırılsıklam olmuş; yorulmuş ama neşeli eve dönerdik. Mahalle maçlarını da Cici parkda yapardık. Skor tabelamız sokak direğinde asılı dururdu. Yapacağımız maçları da oraya tebeşirle yazardık. Gol attığım maçların skorunun, yeryüzünün silinip gittikten sonra bile, o skor tahtasındaki; önemini yitirmeyeceğine inanırdım. Bazı Pazar günleri dükkanlar kapalı olduğundan Şekerci’ler içinde, sokakta, futbol maçı yapardık. Mahallemizin Pele’si Nanay, sokak maçlarında ustaydı. Bol gol atardı. Bizim mahalleden sadece Zeki, futbolcu oldu. Altınordu genç takımına seçildi. Mücadeleci topçuydu; forvetlere adım attırmazdı.
Kızlar evcilik oynardı. Eski bir kilim bulurlar, yere serer resmen oda yaparlardı. Orası onların hayallerinin eviydi. Süslerler, geçip otururlardı. Plastik bebelerini ellerinde ya da ayaklarında sallarlardı. Bebeklerine diktikleri renkli elbiseleri giydirirler, ninniler söylerlerdi. Onların erkek çocukları gibi kavgaları olmazdı. Arada uzun sürmeyen ağız dalaşı yaparlardı. Kızlarla kesin ayrıldığımız, salgın halini alan Hulahup  çevirme oyunu vardı. Bellerine geçirdikleri plastik çemberi ritmik; kalçalarını sağa-sola oynatarak, ince bellerinde çevirirlerdi. Mahallenin üç-beş kızı bir araya gelir, hem kendileri döner hem Hulahup çevirirlerdi. Gülseren abla göğüs hizasına kadar çıkarabiliyordu bu nesneyi. Ben bir seferinde denedim; kızlar gülmekten yerlere yattı. Kızların oyunları kendilerine göre, onlara yakışan oyunlardı…
İnce metal telleri kıvırarak araba yapar; daha kalın bir teli de ona bağlar, boyumuza uygun uzunlukta ayarlayıp direksiyonunu yapardık; bozuk yollar, gitmesini engellediğinden belli yerlerde oynardık.  Çember çevirirdik. Çember çevirmek yorucu; İzmir’i turladığımız olurdu; akşamı ederdik.
Eve hava kararmadan girmeliydim Ahmet Coşo sağır ve dilsiz! Bağışlamaz. Beni evde görmeli. İşten gelişini hesap ederdim. Ondan sonra eve girersem paso dayak… Aile evine girmeden önce solda sürekli akan Osman Ağa suyundan doyasıya içmeden de girmezdim. Haşlama, tertemiz kaynak suyu. Babam, hiçbir şeyi olduğu gibi kabul edemiyor, alışamıyordu. Gündelik hayatın olayları karşısında üzüntüye belki pişmanlığa kapılıyordu. Kader ona terslik ediyordu. Nasıl alışsın? Memleketinde alıştığı bir yaşam vardı. Tito’nun zulmünden kaçmış ancak katmerli başka bir tarzda sıkıntıya girmişti. Yaşı ilerlemiş dil bilmez yol bilmez, şivesi değişik ve harfleri söyleyiş tarzı farklıydı. ’’İzmir’in insanları yalancı’’ derdi. Nasıl alışacaktı? Kozmopolit insanların olduğu Mezarlıkbaşı’na nasıl alışsındı? Ona zor gelen hasretti, kardeşi Sinan Mera’nın oğlu Faridin geldiğinde- ki onu büyütendi -şoka girmişti. Kendini kaybetti. Belli; içi yanıyordu, yüzü kor alevinin sararmasına benzemişti. Geçim sıkıntısı olmasa; sıkıntı olmayabilirdi. Ev kirası var elektrik parası var. Masraf bitmiyor. Boğaz direkt para.. Muharrem marangozda çalışıyordu, sıcak soğuk demeden inşaatlara gidiyor kapı pencere takıyor. Ferit ilaç laboratuvarında; Mehmet marangoz çırağı; Ben ise ilkokul öğrencisi. Abilerim çocukluktan gençliğe geçtiği devredeydiler… Pis mahallede, iyilik ile kötülük iç içeydi, her şey olabilirdi. Kötü alışkanlıklar edinebilir hatta cinayet işleyebilirlerdi. Başkalarına zarar vermekten önemlisi kendilerini korumaları;  kötü maksat gütmeden, çalışmaları gerekiyordu. Çalışmadan yaşamak zor. Okumak; eve, para getirmekten sonra geliyordu. Katkı yapamayan; gereksizleşir; ailesi için de, mahallesi için de gereksiz bir adam olurdu. Birçok aile çocuğunu okutmuyor sanata gönderiyordu. Ne de olsa zanaat altın bilezikti. Okula gitmek aileye yük; o kadar sene kim dayanırdı buna.
Gençliğin sınırsız arzularını kontrol etmeleri Ahmet Coşo’nun sertliği sonucu olabiliyordu. Çoğu isteklerini bastırıyorlardı. Onlar için ilerisi, kimi zaman zifiri karanlık görünüyordu. Neden görünmesin ki, insanca olmayan her çeşit duyguların hükmettiği, kısır fikirlerin havada uçuştuğu bu yerde normal olan buydu. Aydınlık olan sanıyorum salt hayallerdi. Burda yine de-aile kavramı – öyle ya da böyle vardı. Bu anlayış aileevinin her odasındaydı. Ahmet Coşo’ nun maaşı dört yüz liraydı. Bunun elli lirası kiraya gidiyordu. Güvercinlerinin masrafını unutmamak lazım. Fakirlik içinde olsa da çocukları tertemiz giyinirler ve karınları doyar. Mezbelelik içinde onlar ak-paktı, odaları ve kendileri… Evin, ruhu zengin kadını, Hayriye olmasa çok şeyin yarım kalacağı kesindi. Hayriye’nin kalbi sıcacık fırındı. Bütün ham olanları pişiriyordu… Kurumuş deniz yosunu rengi gözleri olan annem benim…Ahmet Coşo meymenetsiz bir zamana rast gelmişti. Zihni kapalıydı. Hem buranın yaşamı müsait değildi. Kokladığı havada zamanın ufunetini hissediyordu. Bu mekâna göre seçilmiş bir nesne değildi. Yatağa başını koyduğunda esen rüzgarlar kapı ve pencereden girseler de ona yetmiyordu. Kışın bile taraçanın altına yaptığı yatağında yatıyordu. Gamlı çehresini güler yüze çevirecek zaman ve mekan, uygun ve yeterli değildi. Sert adam, tatlı dile, güler yüze, temiz maziye önem veren sert adam, sert oluşundan ruhunun olan güzelliklerini dışarı çıkaramıyor, önemsediği tatlı dil, güler yüz kendisinde pek seyrek oluyordu. Mazi ise Prizren’di. Geldiğine memnun muydu? Pişman mıydı? Kimse bilemezdi. Arkasına dönüp bakmadı. Memleketi göz erimi mesafede de değildi. Dağların, kara gölgelerini aşmak hayalen bile zor geliyordu. Didindi durdu. Yaşamaya çalıştı. İçi aydınlık ela gözleri, çok şey anlatmak istercesine bakardı. Severek isteyerek gelmişti. Geldiği bu yerde Leyla’sını arayan Mecnun’a döndü. Kafasındaki düşünceler engin denizlerdeki gece karanlığı gibiydi. Karanlık karanlık içinde… Düşman bayrağı altında, sahip olduğu gurur ve kibiriyle nasıl yapar nasıl yaşardı? Düşman elinden kaçmış, çocuklarına onurlu yaşam düşünmüştü. Türkiye onu, oltanın ucunda alev alev yanan yedi renk ışık saçan zoka gibi kendine çekmiş, gözünü almıştı. Baba olarak ailesiyle alakadardı. Aldığı terbiye, zaten bunu gerektiriyor; ailesinin saadeti onun mutluluğu. Tek derdi çocuklarını beladan kurtarmak. Yalnız nasıl koruyacağını bilemiyor. Geliştirdiği yöntem kızmak ve dayak. Başka ne beklenebilir… Neyse o… Bu kadar… Ferit’e küstü; yüzünü ölünceye kadar görmek istemedi… Çocuk, hayallerin en güzel mevsimidir, baharıdır yazıdır… Oğlu Ferit onun kışıydı. Kabahatli mi? Kabahat; olayların ters gelişindeydi. Kalbinde olamazdı. Bir düş kurmuştu. Kara trene atlayıp gelmişti. Şimdi seraplar görüyordu. Ahmet Coşo; burda nasıl değişecekti? Buranın çeşitliliğine alışmak onun için devenin hendek atlamasından zordu. Yokluğa- fakirliğe düşmüştü. Ailesinin sefalette kalabilme ihtimali, endişeye düşürmüş, onu sinir yapmıştı… Mezarlıkbaşı’nda her şey bir lokma ekmek içindir… Çocukların haftalıkları kendilerine zor yetiyor. Muharrem çalıştığı marangozdan para bile alamıyor; sanatı aç karnına öğreniyordu… Ailenin yaşantısını değiştirecek parayı bulmaları zor oluyordu.
Mahallede yanıltmalı yansımalar ara sıra oluyordu. Kendi hesabına mutlu olanların mutluluğu, dertli şarkıları değiştirmiyor; sahip oldukları para, görünüşe biraz renk katıyordu.
Sepette çifte kavrulmuş fıstık satan, cebimizdeki paraya göre bize- bazen bana parasız- fıstık veren biri vardı. Spor- Toto dan dan on iki tutturmuş iyi para almıştı. Evini değiştirdi; daha geniş, yeni yer kiraladı. Karısı Tavuk Emine, geniş kıçını sağa sola sallayarak yürümeye başladı. Tavuk Emine, derdi mahalleli; aklınca biçimlendiriyordu yaşamını, gerçek varlığını bulmuşçasına; parayı düşünerek, yiyip- içerek, başı dik, böbürlenerek yürüyordu. Yine de; ne olursa olsun, bizi bu sokağa bağlayan bağ değişmiyor. Belki daha kuvvetleniyordu. Birbirimize bağlanıp, her yeni gün, tekrar sokağa dökülüyorduk. Mahallenin şarkısını kendi şivemizle söylemeye devam edeceğiz şüphesiz…
                                
  

 


  
                                                          BÖLÜM 3

Gecenin karanlığı gündüzü içine dürerek sürüyor, devran dönüyor. Hayat nehri şimdiki hali maziye bırakarak; günler, haftalar, seneler, seylap oluyor; zaman, akıp gidiyordu. Manevi duygularla fazlaca ilinti kurulduğu Ramazan ayı geldi… Kış olması iyi, günler kısa, iftar çabuk oluyor. Manevi hava kendini hissettiriyor. Berduşlar dahil genelde herkes özen gösteriyor, dikkat ediyordu. Karşılıklı küfürler dahi azalıyor ramazan sonrasına erteleniyordu. Ben orucu öğlene kadar bazı günler tutuyordum. Annem ‘’ Bir başında, bir ortasında bir de sonunda tut tamam olur ‘’ diyordu. Bir sefer tam gün tutmuştum.  Akşam iftar hoş olurdu. Ramazan bereketli, soframızın etrafında dizilir çala kaşık iftarımızı açardık… İyi olurdu be, hem de çok iyi. Yiyeceklerin tadı iki kat artmış olurdu… Ve aile hep bir arada… Her gün olmasa da çoğu teravihe gidiyordum. Namazı çabuk kıldıran hocaya denk gelmek isterdim. Hisar camisinin büyüklüğü, süslemeleri ve onun gece vakti ışıkları beni çekerdi.  Gece mavisi içinde semaya yükselen dualar şehrin üzerine rahmet dökerdi. Orta kubbenin altında dururdum namaza… Mutluluğun sıcaklığını üstümde hisseder, çocukluğun tez canlılığıyla namazın bitmesini, mutluluğu da dışarı taşımayı düşlerdim.
Bayrama az kalmış ramazan ayı başlarındaki kalabalık kalmamıştı. Hisar camisi yarı yarıya doluyordu. Arkadaşlarımdan bir kaçıyla teravihe gittik.  Arka safta sıralandık. Osuruk Osman da gelmiş. O da yanıma gelip durdu. Namaz başlamış olmasına rağmen ben yer değiştirdim. Osurduğunda nasıl olsa kaçacaktım. Biz çocuktuk, yaramazdık. Rahat duran yoktu. Namaza durmuş başlarında şapka olan amcaların şapkalarını birbirleriyle değiştiriyorduk. Namazı bozamadıklarından istediğimiz gibi oynuyorduk. Şapkaları kendi başımıza taktığımız da oluyordu. Çocuktuk biz, yaramazlık yapmasak, çocuk olmaktan çıkarız. Kimi dışarı çıkıyor kimi cami içinde yer değiştiriyor kimi gülüyor.  Çocukluk neşemizi kafası kızıp bozan olmadı hiç… Camiye babamla gittiysem, böyle şeyler mümkün değildi tabii. 
Yine bir akşam, Tabelacı Ahmet abi, Boşnak Selami ve ben, çoğu mahallelinin gittiği Hisar camisine gitmedik. 3. üncü Beyler sokağının arkalarında küçük, bahçesinde fıskiyeli havuzu olan, asırlık selvilerin çevrelediği bir camiye gittik. Çoğu insan ramazan boyunca değişik camilere gider teravih namazı kılardı. Biz de öyle yaptık. Ben Ahmet abinin solunda tam imamın arkasında namaza durduk. Teravih uzun, imam da yavaş kıldırıyor. İmam rekâtlar bitiminde dönüp Ahmet abiye bakıyor. Birkaç kez döndü baktı. Rükûa giderken de bakmaya başladı. Secdeye gittiğimizde Boşnak Selami bir avuç çerez uzatmış Ahmet abiye. Ahmet abi o zaman anlamış; Boşnak’ın, imamın kafasına çerez attığını... Mihrabın dibi nohut, leblebi, fındık, fıstık dolu. 
Bayram yaklaşıyordu. Sevinci, coşkuyla içimi doldurmaya başlamıştı bile. Yeni giyecekler ve ayakkabı alınacaktı. Kemeraltı bir baştan bir başa dolaşılacak, ucuz olan bulunacak alınacaktı. Bu kesin; şart… El mecbur… Nedendir? İçim güçleniyor yavaş yavaş huzura dönüyordu. Bayram sevinciydi bu; çok seneler sonra arayacaktım belki. Bilinmez… Kemeraltı İzmir’in tek çarşısı. Eskiden diyorlar kemerler vardı, adını da ondan böyle koymuşlar. Kemerler, ne kadar yıllar öncesi? Alış verişler burda yapılırdı. Bayrama bir hafta kala işportacılar yolun ortasını, Kemeraltı girişinden ta Mezarlıkbaşı çıkışına kadar sıra sıra dizilerek doldururlar yol çift yönlü olurdu kendiliğinden. İnsan seli; akıyor. İğne atsan yere düşmez dedikleri gibi… Kaliteli mi değil mi? Bilmeden; keseye uygun olması önemli. Kemeraltı bu; her keseye her paraya uygun bulmak olası. Bu gibi günlerde yarını düşünen olmazdı. Yarının ne getireceğini kim biliyordu ki? Bayram, ağız tadıyla geçirilsin yeter… 
Annem mağazalara pek girmiyordu. Vitrinin dışında durur, bakardık. Mezarlıkbaşı (şimdi katlı oto park) girişinden çarşıya girdik. Meşhur Şen Çerezci’ de kavrulan fıstık kokusu burnumuza gelmişti. Sıradan ayakkabıcılar vardı. Beyaz bir kundura aldım şöyle afilisinden, bağcıklı. En güzel kundura benimkisiydi. Tabanı japon köselesinden. Annem parasını saydı. Paraları göğsüne soktuğu keseden çıkardı. Üç beş kuruşu var. Onu da çaldırırım korkusu. E ne yapsın? Dolaşıyoruz, orta yerde duran işportacıdan kum beji gömlek; pantolonu da tanıdık Yahudi’den aldık. Seviniyordum. Ağzım bir karış açık belki. Beyaz ayakkabı üstüne siyahımsı pantolon, üstüne kum beji gömleğim. Heyt be! Mahallenin yakışıklısı. Kim tutar?
Kemeraltı, herkesin tek caddesi, sair zamanda, iki üç kere volta atın aynı yüzleri yine görürdünüz… Bayram arifeleri alış veriş çılgınlığı, canlılık… Yeni Sinemanın (şimdi Tezcan iş merkezi) Kemeraltı’na çıkan sokak köşesinde duran meşhur Şambalici ‘’Arayanlar soranlar tanıyanlar bilenler’’ bildik tekerlemesini söylüyordu; ikişer dilim aldık, üstü tarçınlı… Bugün, gezme günü. Annem Şadırvanaltı Camisinin altında eşarpçıdan kendine uygun birkaç yemeni aldı.-kenarlarına oya işliyordu- Gülseren’in kalçasına bağladığı yemenilerden. A işte! Dilenci Salih. Eski Foça’lı. ‘’Verin Salih’e gitmez yabana. Cebinde bozuk para yok mu? Verin Salih’e gitmez yabana’’ der dilenirdi. ‘’ En fazla parayı nerde kazanıyon diye sorsan.’’ ‘’  Kemeraltı’nda. Bu hafta iyi vuli (vole) vurdum’’ cevabını verirdi…
Zincircioğlu Pasajı’nın çıkışında dilenen kör kadın; gözünde kara gözlüklerle… Önüne koyduğu kiloluk boş boya kutusuna; Tabelacı Ahmet abi; cebine doldurduğu gazoz kapaklarından önce bir tane atmış. Şangırr. Dilenci ‘’Allah razı olsun’’  ‘’İkinci bir tane daha; yine duayı almış. Ondan sonra cebindeki bütün kapakları atmış. Şangır- şangır. Kör dilenci avucunu kutuya daldırınca bedduaya başlamış. ‘’Allah belanı versin’’ Annem hem sadaka olsun hem de bayram diyerek sarı 25 kuruş attı kutuya. Dilenci ‘’Allah razı olsun’’ dedi. Biz ilerledik. Kemeraltı karakolunun oraya çıktık. Annem elbise bakıyordu kendine; beğenmedi.  Mavi, ufak beyaz çiçekli bir kumaştan terziye diktirdiği diz altı boyunda elbiseyi ‘’Giyerim’’ dedi. Ajurlu yeleğiyle de uyumlu… Yürüdük kalabalığı yara yara… 2. Beyler sokağının başında şerbetçiden Demirhindi şerbeti istedim. Annem kırmadı, o da içti… Annem dönelim artık diyordu. Ara sokaklardan, kestirmeden gitmek zorundaydık. Yoksa geceye kalırdık. Köşe başını tutmuş olan Hafız’in sokaktan (1. Beyler) daldık. Hafız, hiç kalkmadığı alçak iskemlesinde oturan yüzü- çiçek hastalığından delik delik- olmuş bir ama. Tablası dizlerinin üstünde. Sesi, hafif titrek, yalın, acındırmasız. ‘’Çakmaklara gaz. Çakmaklara gaz. Ayna var tarak var’’… Ben onu Kuran okuyan sanırdım meğer adı Hafız’mış. Biri tablaya para koymuştu. Parayı aldı yere attı. ’’Çakmaklara gaz çakmaklara gaz’’
O sokak senin bu sokak benim Havra sokağına vardık. Ucuzluk devirleri. Bolluk var. İşiyle gücüyle uğraşanlar az para ile paşa gibi geçinebiliyordu. Parayı kuruş kuruş kazanan fakirler çok defa birikim yaparak, ev veya ev yapacağı bir arsa alırdı. Lüzumsuz şeyler yoktu. İhtiyaç neyse o alınırdı. Aileler tutumlu yaşamaya özen gösteriyorlar. Daima herkes için, kazanılanla harcanan arasında – cepte kalan- bir fark vardı. Lüks yoktu. Tüm kazanılanı yutan o lüks harcama asla olmuyordu. Hayat ucuzdu; yokluk Türkiye’sinde. Ticaretle uğraşanlara para tomarla gelir kuruş kuruş giderdi…
Annem sebze ve meyve aldı. İki file doldurmuştuk. Havra sokağında salt yiyecek satılıyor. Sakatatçıdan işkembe de aldık. Nohutlu işkembe iyi olur; ağızlara layık… Sokağın ucundan gelen, başının üstünde taşıdığı tablaya, gevrek ve kumruları dizmiş; kalın sesiyle, almazsanız döverim etkisi veren satıcıdan; annem yanımda varken, bir kumru almamak olmazdı. Annemin hayır demeyeceğini biliyordum. Acıkmıştım da. Seslendim. ‘’  Abi, bir kumru versene ‘’ Satıcı, taze olduğu belli olan gevrek ve kumruların yansıttığı etkiyi görmek istermişçesine yüzüme baktı. Kumrunun içini bol domatesle doldurmuş; peynir de tulum galiba. Arasındaki sivri biberi çıkardım. Acı olabilirdi. Annem, az kopardı; kalanı, iştahla yedim. Kumru, çarşının lüks yiyeceği sayılırdı… 
                                                     --------------------------------------------------------------
Arife günü… Tasasız, düşünmeksizin. Odamızın aydınlığı donuk olmasına karşın, sabah anlamlıydı. İçim titrek. Kalbimin sevinçli atışları… Bayramlık elbiselerimi bir an önce giymek arzusu… Dayanamadım, annemin karşı koymalarına aldırmadan, akşam, pantolonumu, üstüne gömleğimi giydim, afili ayakkabılarımı da ayağıma geçirdim sokağa çıktım. Annem arkamdan bağırıyor ‘’ Kirletçen şimdi; yarına kadar sabredemedin’’…  Ufaktan şöyle sokakta dolaştım. Çok mutluydum çok. Rahat uyudum. Tılsımlarla dolu bir geceydi… Abilerim, haftalıklarından aldıkları giysileri; Ferit, terzide özel diktirdiği, yakaları büyük, gizli düğmeli gömleği giymişti. Pantolonlar ütülü; jilet… Bayram sabahı erken kalkılır. Bayram namazına gidilir. Namazdan sonra, evde bir kahvaltı… Ve hemen akraba, dost, tanıdık gezmesine… Babam bayram ziyaretlerine önem verirdi. Ah! Tatlı ıstıraplardan başka neydi ki, bayram… Bizleri anlayan kimselere gidiyor, bayram hürmetine küçük bir refaha fit oluyorduk… Annem evde kalır- kapı kapanmaz- gelenleri karşılar, hamurunu kendi açtığı kırk kat olmasa da  yaptığı lezzetli baklavasını ve gül şerbetini ikram ederdi… İlk günü, gezmeler anca biterdi. İyi de olurdu; el öper, para verirlerdi.. Ertesi günü mahallede birkaç kapı daha yapardım, paraları çoğaltmak için. Para rahatlık. Akide şekeri, gofret, macun ve meşe alırdım. Cam meşe bir avuç; birkaç kallavi meşe almadan da olmaz. Meşelerin içi renkli, bakmak hoşuma giderdi. Meşe yutmacasına oynardık. Çocukluk çağı; her yanı, aydınlık. Evin arkasında boş arsaya gider uzuneşek, arada saklambaç bazen sidik yarıştırırdık. Nasıl olurdu? İyi beceri. Biz çocuklar mutluyduk. Orta yaşlı bir aşçı amca vardı. Dükkânının arka penceresi oynadığımız arsaya bakardı. Pencereden kızdırırdık. ’’Amca amca taşakları tabanca’’ Bizi koşturup yakalaması zordu… Topladığımız bayram harçlıklarını bitinceye, züğürt kalıncaya kadar harcardık. Yukarı İkiçeşmelik’e çıkar; parasını verip aldığımız çıkma rulman tekerlekli tahta arabalarla –düz bir tahta parça,  arkada bir önde iki tekerlek – yokuş aşağıya inerdik; hızla. Yollarda makine azdı. Otoban sayılırdı asfaltlı yollar…
Bayram birkaç sayılı gün; sevincimin içine az hüzün bulanmış, nedense; içerisine tat katmak için mahallemizin bakkalından dört tanesi beş kuruşa akide şekeri alırdım, cam meşelerim misali, renkli renkli içleri… Bir gün ekmek almaya gitmiştim. Beş ekmek alırdık. 600 gramlık ekmekler anca yeterdi bize. Eve geldiğimde ekmek beş değil dört, ben de anlamadım. Babamla bakkala gittik söyledik. Bakkal ‘’ Yolda düşürmüştür ‘’ dedi. Parayı mı düşürdüm de dört ekmek parası kalmıştı cebimde ya da gelirken yolda koltuğumun altından biri ekmeği mi yürütmüştü? Bilemedim. Birde yaşlı bir bakkalımız vardı. Kaşık suratlı. Fincan kadar, ufak tefek. Ondan aldığımız ihtiyaçlarımızı yazdırırdık. El kirinden kapkara olmuş borç defterini tezgahın altından çıkarır eski rakamlarla yazardı. Osmanlıca rakam yazılışlarını bilmediğimizden ne çizdiyse kabul ediyorduk. Zaman içerisinde annemde kuşku uyandırmış. Annem kafasından birkaç günlük alışverişi hesap etmiş. ’’ Bu bizi kandırıyor. Ne yazdığını da anlamıyom. Ortadan böldürüp aldığımız Sana yağlarını belki de tam yazıyo.’’ Bundan sonra kaşık suratlı bakkalımızdan paramız olunca veya ihtiyaç duyulursa alıyorduk. Bu mahallede gözün açık olacak. Yoksa yandığının resmidir. Güven duyduğumuz, sevdiğimiz tek bakkalımız Muhittin bakkaldı. Annemin, içinde paranın olmadığı muhabbetler yapabildiği, aldatılmadan alışveriş yaptığı Bakkal Muhittin, dürüst insandı. Yokuşun çıkışındaki dükkanı kendi gibi temiz ve tertipliydi.
                                              ------------------------------------------------------------
İşte böyle! Gençlerin birçoğu ortama uyarken, kendi bildiğinden şaşmayan, kesinlikle boyun eğmeyen buranın yaşamına teslimiyet göstermeyen gençler de mevcuttu. Bunlar isyankâr ruhların deliliğiydi. Rahat içinde yaşamak, para içinde yüzmek isteği, çok güçlü dürtüydü. Bu dürtü insanı alanın ve zamanın dışına atabiliyordu. Hatta kimseye eyvallah etmeden kafasına göre dünyayı dolaşmayı tercih eden deli-kanlar vardı. Sonunda sürünmek olsa da kafasına göre takılmak esastı. Heybesini sırtına vurup dünyayı dolaşmayı tercih edenler, özgür kalacağına inananlar yanında, sonunda pis bir hayatı yaşamak zorunda kalanlar da vardı. İstanbul’a gidip mafya babalarına takılan, esrar içen, sigara kaçakçılığı yapan, karı satanlar oluyordu. Burda kalan, cigaralığı çektiğinde güzelleşen;  Marlon Brando gibi, olan gençler mi? Esrar ya da kokaini çeken; kesme taş döşeli dar sokaklarda, bir o yana bir bu yana, nereye gittiği belli olmadan sarsak sursak bir yürüyüşle giderdi… Gençler, burdaki gençler, kolay bir saadet istiyor. Gençlik kibriyle, hırslarının verdiği doymak bilmez arzularıyla tatmin olmak, her şeylere kavuşmak istiyorlardı. Bunun için düşledikleri saadete kavuşmak uğruna akıl almaz mücadeye giriyorlardı. Öte yandan Ferit’in durumu endişe veriyordu. Zıpkın delikanlı her dala konabilirdi. Onu zapt etmek güç oluyordu. Güzel kadın, güzel gömlek istiyordu -araba uzaktı, hayallere zor giriyordu- Gömleklerin yakaları geniş, arkadan daraltılmış olacak, bedene yapışacaktı. Zülüfler kulak hizasını az geçecek, briyantin yoksa, saçlara limon suyu ile şekil verilecekti. Hoşa giden şeylerdi bunlar, her genç için…
Yeni ermiş, çocukluktan gençliğe geçmiş gençler. Her şeyi yapabilirlerdi. Enerjilerini genelde mahalle kızlarını kuytu bir köşede kıstırarak atarlardı. Servet halanın oğlu Savaş, çingene kızına sarkmıştı. Bu yüzden anneler çocuklarına çok kızar, bağırır-çağırırlardı. İnsanca olmayan duyguların yoğunlaştığı, fikrin iradeye hâkim olmadığı deneyimsiz gençler.
Yahut gençler; meslekte aldıkları rengi, mahalle yaşamında alıyorlardı. O meslekte nasıl boya alırlarsa. Öyle!
Muhit, farklı yerlerden gelen insanlar ile doluydu. Cahil bir muhitti, İzmir’in diğer muhitleri gibi. Muhitlerin darlığı nedeniyle, dünyada olup biteni, birbiri arkasına gelen yeni fikirleri, kafa mideleri alıp hazmedemiyordu. Oysa bir mumluk bir ışık gelse belki de herşeye yetecekti.
                                           -------------------------------------------------------------
Gençlerin gururu vardı, aşklarından üstün… Gururları, acizliklerinden fakirliklerinden geliyordu. Zaafları gösteren kibirleri, bir o kadar yapmacık hareketleri vardı. Zorla bir şeyleri daha iyi göstermeye çabalıyorlardı. Açız ama delikanlıyız ayağı hep yapılan, takınılan normal durumdu. Gençlerin yükleri ağırdı ve önleri karanlıktı. Tüm olumsuzluklara rağmen buradaki gençler gündüz de yanardı, gece ışıklar sönünce de…
                                        ------------------------------------------------------------
Dedim ya belacı mahalle. Bela eksik olmuyor.  Akşamlardan bir serin akşam, döşek anca ısınmaya başlamıştı. Aileevinin dışında gürültüler. Her zamanki gibi herkes sokağa. Yurdar ( Yurdaer) gömleği faryap etmiş, evinin önünden yukarıya bağırıyor. Üst katta Arap İzzet bir ara pencereye çıktı.’’ Ne tatava yapıyon oğlum’’  diyerek bas bariton sesle küfür ekleyerek bağırdı. Yurdar ‘’ Delikanlıysan in aşaya’’ falan filan, haybeden külhan, efelik yapıyor. Kapkara adam Arap İzzet, elinde ekmek bıçağıyla kapının önünde belirdi. Ve film sahneleri… Arap hafiften sallıyor. Yurdar eller açık, dizler az bükülmüş geri geri kaçıyor. Bir hamle daha. Arabın besbelli vurası yok. Yokuşun aşağısına kadar indiler. Karılar da indi.. Arabı engelliyorlar. Arap İzzet’in çok karısı vardı. Bilmiyorum artık belki kız kardeşleri. Arap kavga etti mi kadınların hepsi birlik, ellerinde sopalarla iner, yaygara ile karışık Araba arka çıkarlardı. Arap İzzet galiba pezevenkti. Takım elbise giyerdi. Kapkara saçları ince diş tarakla taranmış olurdu.
                                                          


                                                                              
                                                                             BÖLÜM 4

Sevdiğim mevsim, baharın kokusu hissediliyor;  çiçekler coştu; ağaçlar canlandı; yaprakları latif rüzgârın değmesiyle dans ediyor. Üç gündür nisan yağmurları; çiseliyor… İnce ince yağan yağmuru seviyorum. Baharı ve yağmurunu seviyorum. Yağan yağmurda saçak altında durmak,  hoşuma gidiyor. Sokağa bakıp beklerdim. Taşlar arasından yol bularak akan yağmur sularını seyrederdim. Zihnimde soyut öyküler oluşurdu. Yağmur tanelerini getiren meleklerin beni alıp göklere çıkarmasını isterdim; gönlümden. Çiseleyen yağmur altında yürür, ıslanan saçlarımı elimle düzeltirdim; hoşuma giderdi bu. Kunduramın bir yerinden yol bulup içeri sızan yağmur; işte o… Islak ayaklarla; ritmik yürüyüşle, biriken sulara da girip çıkarak… Yüreğimde hafiflik. Mutluyum… Kışın son günleri çiseleyen yağmurlarla geçti. Güneş, bulutlar izin verdiğinde, yüzünü gösteriyor gülümsüyordu. Yazı bekleyen yasemin ağaçları, kireç badanalı duvarlar, sokak taşları ve çeşme hiçbir şey yitirmediler kendilerinden. Asıl sokak değişmedi.  Yakındı güneşli günler…
                                       --------------------------------------------------------- 

Canlanıyordu yaşam, her duvarı başka renk boyalı mahallede. Gökyüzü mavi, açık gri bulutlu bazen ve hava ılık… Latif ve hafif rüzgâr dokunmasıyla tenleri okşuyor, gamlı kalbleri sevinçlere döndürüyordu. Kapı önlerine kilim atıp oturmalar başlamıştı. Kadınlar ya da kızlar sokak kapısı önlerini sular, süpürür tertemiz yapar kilimi sererdi.  Yaşlı, genç otururlar; demlenmiş çaylarını çaydanlıkla ortaya koyarlar, ellerinde bir avuç gün aşığı adındaki çiçeğin çekirdekleri, muhabbetin dibine vururlardı. Akşamın sokak muhabbetleri, zevkli geçerdi. Hiçbir kadın cigara tellendirmezdi –kapı önü sokak sayılır – Yaz sıcaklarında bu muhabbetler gece yarılarına değin sürerdi. Gün aşığı adındaki çiçeğin çekirdeklerini dişleri arasında kırıp, kabuklarını önlerine toplarlardı. Çekirdek biterdi, muhabbete doyum olmazdı. Arada tekrar biri kalkar kovaya su doldurur sokağı sulardı. Neler konuşurlardı kadınlar? Daha çok günlük olaylar, az- biraz dedikodu, kulaktan dolma çoğu uydurma magazin haberleri. Çın-çın öten seslerle ahenkli konuşan kadınlar, anlatımlarının gücünü el kol hareketleriyle artırırlardı çoğu kez. Bir evde pikaba konan günün sevilen bir şarkısının sokağa taşıp kulaklarına değmesi, sevinçleri artırır, içlerini güçlendirirdi. Umuyorum. Yok biliyorum. Yabancılık kalkar tüm şehir onların ve benim olurdu. Arkasından kovaladığım kara saçlı çocuk da dostum -yarın tekrar kavga olasılığı olsa da – Gece olmuş evin adamı gelecekmiş kimin umurunda? Çoğu kaytan bıyıklı, ufaktan ufaktan evlerine gelenler ya kilimin kenarına ilişir ya da evlerine girerdi.
İnsanların kendilerini evlerinden dışarı attığı, vakitlerini sokaklarda geçirdiği, yaz mevsimi kapılardan içeri girmişti artık. Özlediğim güneş… Güzel duyguların yaşandığı mevsim… Sıcak günler aileler için de nimetti. Çünkü kıştan daha az masraflıydı. Ve ömürlerinin güneşli günleriydi. Buraları Mezarlıkbaşı değil yeryüzü sığınağıydı artık.
                                    ----------------------------------------------------------------------

Yazlık sinemalar açılmış, filmler gösterime girmeye başlamıştı. Eğlencenin tek adresi; beyaz perde. Aileevimizin iki üstü İmren Açıkhava Sinemasıydı. Ben ve birkaç akranım İmren sinemasına bedava girerdik. Sinema bizimdi. ‘’Kuş tüyü’’ yastık satıyorduk, sıra sıra dizilmiş tahta sandalyelerde oturan seyircilere. Film başlamadan başlar bazen film oynamaya başladığı halde satmaya devam ederdik. Kovalara gazoz koyar, film aralarında-iki film oynardı- satardık. Ben sinemanın çalışanıydım. Büfeci Salih amca, kıyak adamdı. Kapıda bilet kesen müdürdü.  Yılmaz Güney’i ilk kez canlı olarak bir filmin galasına geldiği zaman burda görmüştüm. Çirkin Kral… Türk sinema filmleri hevenk misali. Yeşilçam çıkışlı, aynı konuları işleyen, yüzü düzgün artistlerin oynadığı bu filmlerin dışına taşan, hem kurgu hem seyirciye mesajı açısından farklı, Yılmaz Güney vardı. Yolda görsem selam vermem diyebileceğiniz kara-kuru bir çirkin insan. Çirkin Kral. Ayağında yarım bot süet, bağcıklı siyah ayakkabı; üstünde kolları dirseğe kadar kıvrılmış gömleği ile doğal. Filmlerinde dil, ustura gibi. İnsanlar kendilerini buldular bu yalın ve keskin sinema anlatımında. Sinema eğlenceye kâfi ve vafi idi. Film, Çirkin Kral’ın olunca fazladan iyiydi… Bir de Fatih’in fedaisi Malkoçoğlu’nu severdim. Malkoçoğlu Cüneyt Arkın. Atraksiyonu bol filmlerdi. Gazete kâğıdından yapılmış büyük bir külah günebakan çekirdeği. Çekirdekleri dişlerimin arasında kırıp kırıp kabuklarını yere tükürerek heyecanla izlerdim. Yazlık sinemalar hoştu. Haftada iki defa filmler değişir. Bir seansta iki film oynardı. Cumartesi geceleri sinema ful çekerdi. Hele sinemaskop filmlerde heyecan artardı. Film perde dediğimiz beyaz kireç boyalı koca duvarın dışına taşardı. On Emir, Herkül, Spartakus renkli filmlerini zevkle izledim. Steve Reeves’in  Herkül ; Charlton Heston’un Ben-Hur;  bizi Afrika’ya götüren, Johny Weissmüller’in başrol oynadığı Tarzan filmleri etkileyiciydi. Türk filmleri, siyah-beyaz. Fakir kız zengin oğlan aşkını işleyen sonu başından belli olan,  Yeşilçam çıkışlı melodram filmlerimiz… Her filminde ağlayan Muhterem Nur, harika gözleriyle Türkan Şoray, Neriman Köksal, şuh kadın Suzan Avcı ve Türk sinemasının tek sarışını Filiz Akın. Daha kimler? Kimler? Jönprömiyeler Ediz Hun, Göksel Arsoy ve yine de Cüneyt Arkın… Herkesin beyaz perdeden bir hayal kahramanı vardı. Onlara karşı bir tutku, hayranlık ve sevgi yaşanırdı. Ben Cüneyt Arkın’ı taklit ederdim; onun gibi atlar- zıplardım. Beğendiğim oydu. Artistlerin, çikletlerden çıkan resimleri, kırtasiyecilerde ve postanelerde satılan renkli kartpostalları biriktirilirdi. 
Bir akşam sinemaya gitmemiştim, sokakta oynuyordum. Kısa saçlı genç adam bir kadını döverek, film oynadığı halde sinemadan çıkarıyor. Karısıymış. Kadın bu filme gelmeyi çok istemiş. Ama film açık-saçık. ‘’ Beni böyle ahlaksız bir filme neden getirdin?’’ Bağırarak, kadını sürükleyerek dövüyor. Kadın ‘’Nerden bileyim, bilmiyodum’’ dese de dayağı yedi. Bu sokak 938 numaralı… Çiğdem çekirdek sattım sinemaya gelenlere. Yeni filmlerde, afiş büyüklüğünde tahta bir plakaya film afişlerini, arkalı önlü yapıştırır, başka çocukla sağında solunda bulunan kollardan tutar; müdürle, tenekeden megafonundan ‘’Senenin en iyi filmi. Heyecan kasırgası. Avantür. Bu akşam İmren Açık Hava Sinemasında’’ anonsuyla ta Kadifekale sırtlarına kadar dolaşırdık. Sinemanın en arkalarda locaları vardı, özellere özel. Bizim de arada sırada itliğimiz tutardı. Bazı dandik filmleri izlemezdik. Yaşıtlarımla beraber şeytanlık yapıcaz ya! Boş bir locanın birinde, bulduğumuz bir kedinin kuyruğuna boş konserve kutusu bağlar sandalyelerin arasına salardık. Teneke kutu, kedi koştukça; ’’Tangır Tungur’’  Kadınlar ürker, oturdukları yerde zıplarlardı. Biz de gülerdik.
Yazın yazlıklar, kışın kapalı sinemalar dolardı. Kapalı sinemalar hele yakınımızdaki Saray Sineması, Pazartesi akşamları dolardı. İkiçeşmelik’teki bütün Romanlar inerdi. Pazartesi onlarındı. Kışlık sinemalar lükstü. Koltuklar vardı sırayla. En ön, perdeye yakın, salon; arkası koltuk, bir de balkon vardı. Biz çocuklar her zaman en önde, salonda ilk sıra bizim. Film güzel olunca, sinema dolar, girişte görevli ‘’ Salon balkon ayakta’’ diye bağırır; insanlar yine de girer, kenarda durur, ayakta film seyrederdi. Koltuk numaralıydı.
Herkül filmini izlemeye, Mehmet, Sivri, Urfalı Kıvırcık Yaşar, Savaş, Kapalı İkbal sinemasına gitmiş. Yaşar elinde tespih sallıyormuş durmadan. Yan koltuktan bir seyirci rahatsız olmuş, Yaşar’ı uyarmış. Yanlış yapmış tabi nerden bilecek. Hemen kavga. Sivri kafadan dalmış. O karanlıkta Sivri’nin yanağını bir güzel ısırmış. Kavga devam. Mehmet arkadan atlamış adamı çekiyormuş. Işıklar yanmış, yer göstericiler gelmiş dışarı atmışlar bunları. Keçiler tabana kuvvet kaçmış. Polis gelmiş. Bir şey olmamış… Filmi izleyememişler… İkbal kaliteydi. Tahta sandalyesi yok hepsi deri koltuklar rahat ve geniş. Balkonunu severdim. Geniş perdeyi yukarıdan izlemek zevkti. Film başlamaya yakın koca kadife örtüsü ortadan sağa sola iki parça olarak açılır beyaz sinema perdesi görülürdü…
        ------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
 Yeşilçam’ın, şarkıcı kadın filmleri; güzel aktrisleri görmek, dillerde dolaşan şarkıları dinlemek, bir külah çekirdeği bitirmek-olursa gazoz içmek- yaz akşamını huzurlu geçirmeye yeterliydi. Şarkılar birbiri ardınca akıp giderken; güzel aktrisler yakışıklı aktörler gençleri alabildiğine etkiler, çoğu onlara benzemeye çalışırdı. Kızlar Türkan Şoray konuşma taklidini ses tonuna değin uydururdu. Kara iri kirpikleri ise çoğunda takma olurdu. Gençlerin beyaz perdedeki artistler gibi saçlarını taradığı, orta yaşların Ayhan Işık tarzı bıyığı, kızların artist resimleri topladığı zamandı 1970’lı yıllar. Yıllar geçince bütün o melodramlardan macera filmlerinden, sevimli güldürülerden izler kalıyor geriye. Etkilenen gençler artist olmak isteyen kızlar çoktu. Siyah beyaz filmlere tutkun gençler, Hollywood yıldızlarını iyi tanırdı. Marlon Brando, Frank Sinatra, Burt Lancester, Gina Lollobrigida, müzikal filmlerin başaktörü Elvis Presley ve adına şarkılar yapılan B.B… Fransız Brigitte Bardot. Yabancı filmler-renkli Türkçe sinemaskop- dar zamanlara genişlik kazandırmıştı.
 İnsanları, dudakları ucundan hafiften gülümseten Hint filmleri; görüntü ve müziği ile etkileyici. Geceleyin yatakta yatarken, uzak diyarın hayalleri belirirdi gözlerimin önünde… Hint filmi seyrederken beyaz perde, içine çeker, filmin bir parçası olurdum. Çok kişiyle söylenen, başrol oyuncularının dâhil olduğu şarkılar kulağımızda çınlar, dudağımız söylerdi. Hayal kurardım neyi istediğimi tam bilmeden. Yom tutuyorum; müziğini, büyüyünce bende Hindistan’a gideceğim. Bu düş kurma beni rahatlatır, daha bir güzel uykuya dalardım. Bu düşün içinde mahalle yoktu… Hele o Arkadaşımın Aşkı; afişleri iki hafta inmedi, sinema girişinin panosundan. Müziği dillerde, ezberinde mahallelinin. Tasaları kenara atardı Hint filmleri. Raj  Kapoor ve Nergiz  bilinen, en beğenilen artistlerdi.
                                                  -----------------------------------------------------------

Bizim mahalle çukur mukurdur. İnsanı yok hayvanı çoktur. Bizim mahalle daha çocuktur. Cigaralığı içenlerin, şaraba takılanların hiçbir şeyleri yok. Olsa problem yaparlardı. Bu insanların hiçbir şeyi olmamalı. O zaman dünyaya sahip demektir. Doğan güneş onların, sabah onların, geceler her türlü onların. Maddi acılar sevimsiz bir yüz ortaya çıkarıyor olsa da; sertleşen, buruşan yüzlere karşın kalbler merhamet ve sevgi bekliyordu. Mezarlıkbaşı insanının en şa’şaalı aynı zamanda huzur bulduğu ortamlar, yazın yapılan aile gezileriydi. Bütün yaşananlar denizin enginliğinde dünyayı yutan ve gökle birleşen deniz mavisi içinde, fakir yaşantıların bir günlük ihtişamıydı. Günler güneşli geçiyor. Gökyüzü aydınlık. Akşama yakın zamanda sokak sakin ama dolu. Kendinden bir şey yitirmeyen sokak, aynı  zihinlerde soyutlaşmış kısımları hareketlilikle dolduruyordu. Tekdüzelik yoktu mahallede. Aile gezilerinin verdiği sevinç kalpteki hüzünleri yok ederdi.
On gün- on beş gün önceden elektrik direğine asılan tahtaya ‘’ Aile Gezisi.  Çeşme - Paşa Limanı. Gidiş Dönüş Kişi başına 10 lira – Müracaat Apo… Apo; Servet Halanın büyük oğlu.
Hazırlıklar geceden yapılır. Sabah erkenden kalkılır, yola çıkılırdı. Otobüste, şarkılar türküler, def çalan, darbuka çalan, el çırpan… Bu insanlar her şeyi unutmak ihtiyacı içindeydiler. Her türlü kötü his uyandıran gerçeklerden uzaklaşıyor, denizin tadını çıkarmayı arzu ediyordu. Paşa Limanı çok güzel. İlk kez gidiyorum. Bir çocuk için en mutlu anlar. Tepeden deniz alabildiğine özgür. Bir an önce suyunun ayaklarımı okşamasını istiyorum. Çok sevmiştim Paşa Limanı’nı. Bol bol yıkandım. Acıktım, karpuz- peynir yedim. Ağacın altına serdiğim kilimde uzandım, uyudum… Babamla böyle bir geziye hiç katılmadık. Annem zaten hep geri dururdu. Ne yapsın kadın? Gitse ihtimal ki, kendine gelecek. Yaşama sevinci artacaktı… Gerçi onun yaşama sevinci bizlerdik. Hep bizlere dua ederdi; kurumuş deniz yosunu rengi gözleri olan, annem benim…
Yaz başka. Güzelim Kordon Boyu; seyrine dalmak; bilerek veya bilmeyerek aranan, özlenen yer. Buradan geride kalan ömrümü daha iyi görebiliyordum. Mezarlıkbaşı  gençleri faytonla tur atmayı severdi. Sevilmez mi hiç? Bir yanınız deniz bir yanınız Kordon.  Renkli püsküllerle süslü kayışları ile faytona koşulu atlar; ahenkli koşuşlarıyla gezdirirdi Kordon Boyunu… Hele akşam sularında; hafif çakır keyif gençler; gömleklerinin üsten iki düğmesini çözerek yanan bağırlarını, denizden gelen esintiye dönerler, saçları da ahenge uyarak dalgalanır;  birkaç saat olsa da fayton sefası yaparlardı. Rahatlamış, can sıkıntıları gitmiş, gamlı çehreleri tebessüm ederek mahalleye dönerlerdi. Bazıları bu huzurun bitmesini arzu etmez, gün aşığı adındaki çiçek gibi batmakta olan güneşe karşı deniz kıyısında oturur, hava karardıktan sonra evine gelirdi. Abim Mehmet, arkadaşları Kazım, Arif, Cavit, İskelet, Saldıray, Pele(Kadir) bu sefalarını yaz boyu sık sık tekrarlardı.
                                          ----------------------------------------------------------- 
Uzaklara özlemi olan insanların yaşadığı mahalle, Mezarlıkbaşı. Aile olmaya çalışan daha mutlu bir yapı oluşturmaya uğraşan insanlar; yaşadıkları bu yerden, kaderlerinin reyini alarak, dünyanın başka yerlerine gitmeye can atıyorlardı. Zaten bizim gerçek tanıdıklarımız dünyanın başka yerlerindedir. Karnımızın doyduğu yerde yabancı gibi yaşarız bazen. Ahmet Coşo da öyle değil miydi?
Dila, uzun boylu adamla evlenmiş, Hollanda’ya gitmişti. Odabaşımız Fatma Teyze de Almanya’ya tek başına çalışmaya gitti. Pamuk annesini kime bıraktı bilmiyorum. İki ay sonra bir köprünün üstünde resim çektirmiş bize gönderdi. 
                                                  ---------------------------------------------------
Bu şehir benim şehrimdi. Bulabildiğim eski bir deniz şortu ile, yalın ayak Kemeraltı’ndan yürüyerek Konak’a yüzmeye giderdim, o gün mahallede olan arkadaşlarımla. Konak’a yaklaşınca İmbat, deniz kokusuyla gelir yüzümüze çarpardı. Osuruk Osman, Nanay, Abdülbaki, Yaşar; kıyıya varınca-kıyı saat kulesinin az ilerisi belki 50 metre-  hiç beklemeden suya dalardık. Beyaz donlarımızla dahi yüzdüğümüz olurdu. Beyaz don ıslanıp tenimize yapışsa da fark etmezdi. Balıklama atlamayı öğrencem diye suya karın üstü atlamaktan karnımda ağrılar oluşurdu. Yüzmeyi Konak’ta, az boklu bu suda öğrendim. Güneşin yaktığı tenim, kararmış, güneşten boya almış olarak mahalleye gelirdim. Yaz günleri uzun, hava kararmadan, biraz yorgun daha çok açıkmış olarak, eve girerdim. Arkada bıraktığım gün, bir rüya. İçim güçlenirdi denize girdiğim o gün.
Denizini Konak’tan çok sevdiğim sayfiye yeri İnciraltı’na gitmek bir sevda; o gün vücudumda hoş bir gevşeme ve hafiflik hissederdim. Sağlı sollu göğe ermiş Okaliptüs ağaçlarıyla kaplı yoldan yürüyerek, tarlalara dalarak, taze domat, salatalık, erik, bardacık ve armutun doğal tadına vararak; esrik bir mutluluk içinde, denize ulaşır; denizden gelen rüzgarı ciğerlerime çekerdim. Kıyıya yakın yerler turkuaz, açıklar masmavi; sorgusuz bakışla bakardım maviye. Deniz apak. İmgelendiğini bilerek sanki, çakıl taşlarına vuran aheste dalgasıyla ‘’ Hoş Geldiniz’’ dercesine… Biz de elbiselerimizi çıkarır, hasreti bir an önce bitirmek istercesine, koşarak suyuna dalardık… 
Bizim plajımız Lido. Mahalle orda. İleride sırasıyla Belediye ve Amerikan plajları. Denizden yüzerek bazen kıyıdan yürüyerek buraları ziyaret ederdik. Ee piyasa ne yaparsın, büyüklerimiz  manita avında, kendi yaptıkları, özellikle Ferit, yapmadan denize gitmezdi; tentürdiyot, süt , limon suyu, zeytinyağı karışımı, ev yapımı güneş yağı ile vücutları kapkara olmuş ve zeytinyağı sürülü parlayan saçlarıyla dolaşırlardı. Deniz çıkışı hemen plajdaki tatlı suyla duş alınır, duvar aynalarında saçlar taranır, - öyle dağınık saç olmayacak- güneşten yanmış, cilalı tunç gibi bedenleri, parlayan gözleriyle yakışıklı gençlere iki kelimeyle tanımlanan ‘’ Yaz Aşkları ‘’  olağandı. Hayalhanelerinde şekil verdikleri güzelleri ararlardı…
Konak’tan yolcu getiren, süzülen kuğu, beyaz Körfez vapuru, iskeleye yanaşınca, Ferit,  görevlilere çaktırmadan güverteye çıkar denize balıklama, kendine has stiliyle atlardı. Sarı Tunay onu takip eder, Tosun onların kuyruğu; çivileme suya atlar; kısa boyu, yusyuvarlak haliyle, denizi taşırırdı. 
Tunay, uzun boylu, sarı saçlı tığ delikanlı. Güneşte yanmayı sevmezdi. Gördüğüm; kendinden yaşça büyük, olgun kadınlara askıntı olduğuydu.
Pazar dışındaki günlerde, plaj tenha oluyordu. Okul tatil olduğundan birçok çocuk haftada birkaç gün, İnciraltı’na çoğu yolu Bahçelerarası’ndan yürüyerek giderdik. Bir pazartesi, aydınlık bir yazın en aydınlık günüydü; dağların bile toza dönüşeceği o zamanda; yok olmayacak güzellik, Gülseren plajdaydı. Denize yavaş adımlarla girdi. Suya daldı. Çıktığında ıslak saçlarından süzülen su, omuzlarından aşağıya, terk etmek istemezcesine yavaş yavaş iniyordu.
İleride Belediye Plajı, betondan uzun ve yüksek bir iskelesi vardı. Ben, ondan atlamayı severdim. Daha ileri de Amerikan Plajı, iskelesi yoktu. Basket sahasında futbol oynanırdı. Birinci Lig( şimdi süper lig) futbolcularını orda yakından görme fırsatım oldu. Amerikan’a bitişik Zeki Müren’in İzmir’e her gelişinde uğramadan gitmediği içkili balık lokantası.
Abim Ferit, cankuşu  Antonyo Hikmet, Sarı Tunay ve tabelacı Ahmet bazen makara olsun diye Tosun’u da yanlarına alır, daha çok Amerikan plajına takılırlardı… Hassas bir ruha sahip olduğuna inandığım, Muharrem Abim, doğduğuna pişman olmayan mutlu halleriyle dolaşır, yüzer, patırtılara karışmaz, güzel günün tadını; düşüncelerini saklayarak, sakin geçirirdi…
Mehmet Abim, Sivri, Salih ve Ben, Lido Plajına yeni girmiştik. Bir kadının feryatlarını, birkaç kişinin de  ‘’Boğuluyo, Boğuluyo !..’’ bağrışlarını duyduk. Mehmet, denize doğru koşmaya başladı, koşarken gömleğini ve ayakkabılarını çıkardı, üzerinde pantolon olduğu halde tahta iskeleden suya atladı. Sivri de onun arkasından gecikmedi. Boğulmakta olan uzakta değildi. Batıp çıkıyordu. Mehmet birkaç kulaç attı, yetişti. Kolundan tuttu kıyıya çekmeye çalıştı. Ama boğulmak üzere olan, can havliyle sanırım, Mehmet’in boynuna sarıldı,  birlikte batıp çıkmaya başladılar. Mehmet kurtulamıyordu. Uzaklarında kalan şambreli Salih tutup getirdi. Kurtuldular. Mehmet ‘’Son anda suyun altından şambreli gördüm, son bir hamle ile tuttum. Yoksa gidiyoduk ‘’ Mahalleden, frezecide çalışan, komşumuz Çingen Zeki ile arkadaşı şambrelle açılmışlar. Dalga gelince şambreli ellerinden kaçırmışlar. Zeki, yüzme biliyordu. O kendini kurtarmış. Arkadaşı boğulmaktan son anda kurtarıldı. Adı Mustafa’ymış. Bizim mahalleden değildi.   
Biz mi olayların içine dalıyorduk, ya da olaylar mı bizi peşi sıra takip ediyordu? Bilemiyorum. Muharrem, Ferit, Mehmet ve Ben, bütün mahalle cümbür cemaat yine Lido’daydık. Acıkmıştık. Ekmek almaya gönderildim. İnciraltı’nın tek kara fırını önünde fırından çıkacak sıcak ekmeklerden almak için sıra bekliyordum. İki çocuk önüme geçmeye yeltendi. Ellerim arkamda bağlı bekleyemezdim. Tutup geriye çekmeye çalıştım, gecikmedi ,- ortalık karıştı, kavga başladı; gürültülü. Dört kişiymişler, etrafımı sardılar. Yumruğu geçirdiğim düşüyor. Haber yıldırım hızıyla plaja ulaşıyor. ‘’Mehmet koş biladerin kavga ediyor ’’ Mehmet, önce Ferit sanmış. Plajın dışına mayo ile çıkmak da yasak- çadır kuran aileler var -  yine de koşmuş. Beni görünce ‘’ Kavga etmeyin len. Durun ‘’ diye bağırdı ve beni kolumdan tutup çekti. Ben, Mehmet abime aynalı bir yumruk attım. Hırsımı alamamıştım, yarım kalmıştı; kavgayı ayırdığı için kızmıştım. Mehmet’i tanıyan biri de ‘’ Ayrılın len, o bizim tanıdık’’  diyerek geldi. Beni de tanıyordu galiba. Diğer çocukları gönderdi. O arada koca bıyıklı bir adam geldi arkadan Mehmet’in boynuna sarıldı; sıkıyordu, Mehmet kendini arkaya doğru attı, adamla birlikte çadırın içine düştüler. İçerden, kendini büyükçe bir havluyla anca örtebilen bir kadın çıktı. Tedirgin olduğu belliydi, kısık çığlıklarla ‘’ Yetişin kocamı dövüyorlar’’ … Jandarmalar sanki ordaydı – İnciraltı’na jandarma bakıyordu – İki asker geldi. Biri Mehmet’i tuttu kaldırdı ayaklarını yerden kesti. Sonra kollarına girip götürmeye başladılar. Belediye plajının karşısında karakol vardı. Oraya yaklaşınca Ferit yetişti, arkasında Antonyo Hikmet. Ferit askerlerin kollarına vurdu Mehmet’i kurtardı. ‘’ Ayıp değil mi? Delikanlıyı böyle rencide ediyosunuz, milletin içinde, herkes bakıyo’’. Bir kavga oldu mu herkes toplanır bakar, geriden bir sürü takip eden olurdu. Ferit, Mehmet’i askerlerin elinden aldı hep birlikte Lido’ya döndük. Tebessüm ediyordum. Hüzünlü değildim.
                         --------------------------------------------------------------------------
             Mezarlıkbaşı fırlamalarından Ertuğrul, Amerikan plajında Fransız genç turisti yakalamış Türkçe öğretiyor, birkaç kelime bildiği Fransızca yardımıyla. Fırlama ya; fırlamalığını yapacak;  Fransız ‘’Nasılsın’’ diye soranlara ana- avrat küfür ediyor. Hem de tebessüm ederek. ‘’İyim. Teşekkür ederim. Siz nasılsınız?’’ dediğini zannederek. Fırlamanın da aralarında bulunduğu; Ferit, Tabelacı Ahmet toplam on kişi, geçen kış Sema sinemasına gitmişler. Gişedeki görevli, bunlara sinemanın en arkasından numara vermiş. Makine dairesinin hemen önü; koltuklara yan yana oturmuşlar. Arkalara atılmak zorlarına gitmiş. Film başlamış. Beyaz perdede bir siyahlık, fon müziği var görüntü yok. İçerisi karanlık. Ertuğrul bağırmaya başlamış. ‘’ Işıkları yakın’ ’ Meğerse paltosunu, filmi oynatan makinanın deliğine sokmuş. Bağırmaya devam ‘’ Işıkları yakın’’ Işıklar yanıyor.  Olay işte. İş olsun. Çekip de çıkarma değil tam bir fırlama. Mahalledeki boyozcuya hep borçlu ama her sabah üç boyoz bir yumurta yerdi; büyük bir bardak çayla mahallenin kahvesinde. Nasıl becerirdi, bilmiyorum.
Bir gün eve getirmek için midye çıkarmıştık dalıp dalıp; denizin dibi kara midye tarlası. Yayan İnciraltı dört yola yürüyüp arabaya binecektik. Bahçelerarası girişinde dayanamadık. Abdülbaki, Nanay, birkaç kişi daha hemen yolun ilk sağ başındaki çitlembik ağacının altında topladığımız çalı çırpı ile ateş yaktık, iki taş üstüne bulduğumuz gaz tenekesi kapağını koyduk, midyeleri temizlemeden ısınan teneke üstüne…  Lale gibi kızarıp açıldılar. Doyumsuz bir tat. Hem acıkmıştık. Su mu? Tarla kuyularından, buz gibi, kana kana…
İnciraltı, İzmir’e yakın. Önde masmavi deniz, arkada yeşil. Yeşil maviyle kucaklaşıyordu.
Sarı Tunay,  Antonyo Hikmet, Ferit, Teneke Ahmet ve Ayı Yaşar, bu mekana göre seçilmiş nesneler değillerdi. Normaldiler aslında; karşı cinse ilgi duyan. Pes etmezlerdi bu yaşamda; düşünmezler, hayal kurarlardı sadece. Onlar zaman denizinin dalgaları üstünde bu yaşam sahiline atılmışlardı… Hareketsizliğe bağlılıkları hiç yoktu. Her tarafta esrarlı, onlar için heyecanlı, farklı fikirlerinin ve his düzenlerinin karşıtı gölgeler vardı. Kültürpark’ta, (Fuar ) uzun havuzun etrafında, ağaçlar arasında ibneler ve kulamparalar birbirini arardı. Ferit,  kardeşi Mehmet’e ‘’Git havuzun etrafında dolaş’’ Mehmet neden gönderildiğini anlamadan yürür, gidermiş. Gizli yerlerden çıkan adamlar ‘’Gel! Gel! Bak sana şeker, çikolata vericez ‘’ O sırada uzaktan izleyen Tunay, Antonyo, Ferit, Teneke ve Ayı, adamlara çullanır bir güzel döverlermiş. Bildikleri, kendilerine doğru… Saklamazlardı bildiklerini icraata dökerlerdi. Davranışları öğrendiklerinin dürtmesiydi. Doğru ya da yanlış. Her neyse!
Eğlenilecek, hoş vakit geçirilebilecek ağaçlı ve değişik çiçeklerin olduğu intizamlı, temiz, İzmir’in ortasında bulunan Kültürpark alanı 20 Ağustos- 20 Eylül arası bir ay boyunca panayır olurdu. Yabancı milletler kendilerine ait pavyonlarda ülkelerini tanıtırlardı. Benim için eğlenceli oluyordu. Tek tek ülke pavyonlarını dolaşırdım. Amerikan pavyonunda uzay araçları, Rus pavyonunu ona keza aynı, Pakistan, Fas ayrı bir güzel. En ilgimi çeken Afrika ülkeleriydi. Ve bizim sanayi kuruluşlarımız. Şekeri küp haline getiren makinayı ilk gördüm. Paketlemede az sorun var gibiydi… Sanatçılar gelirdi. Sanat güneşimiz Zeki Müren, Fuar Basmane kapısından girişte sağda bulunan Manolya aile çay bahçesinde; Fuar boyunca her akşam iki-üç saat sahne alırdı. Solda Ekici- Över aile çay bahçesi. İstanbul’da meşhur olmuş Urfa’lı Nuri Sesigüzel, nereli olduğunu bilmediğim Ahmet Sezgin, Yıldıray Çınar, Bedia Akartürk ve birçok sanatçı ve sinema aktrisleri fuar zamanı şarkıcı olur, buralarda sahne alırdı. Çamlık Senar’da Nejat Uygur Tiyatrosu. Oyunları güldürürdü. Severdim Nejat Uygur’u. Mogambo lüks. Tek sanatçı çıkarır, fiyat çekerdi. Hiç giremedim. Ajda Pekkan burda çok çıkmıştı. Süper Star Ajda Pekkan… Akasyalar aile çay bahçesi, tam bir çay bahçesiydi. Üç-dört arkadaş masaya oturur-veya tek- semaverle çay gelirdi. Ferit ve Cankuş’larının gittiği burasıydı. Ucuz, ama kaliteydi. Ben Erkin Koray’ı uzun saçları ve İspanyol paça, bir bacağı siyah bir bacağı beyaz pantolonuyla bu sahnede gördüm. Elektrogitarına Erkin ismini söylettirirdi. 
Fuarın içinde, İzmir’in başka yerinde olmayan çocuk oyun alanı vardı. Salıncaklar diyemiyorum iki taneydi bir kay-kay, tahterevalli ve bir tane barfiks demiri. Oraya gitmek, yeni zamana girmekti, biz çocuklar için. Her gidişimiz yeni ve mutlu bir zaman. Uzaklığına aldırmaz çocukluk enerjimizle, koşarak, gülüp oynayarak giderdik. Ben salıncakta en yükseğe çıkmaya çalışarak uçuyorum hissine kapılmayı severdim. Evde terslik olabileceğini düşünerek yine de şen şen dönerdim.
Günlerden bir gün gece yarısına yakın bir vakit;  Ölü, Mehmet, Coşkun(Sivri), Saim, kunduracı Arap Kadir ve Arif, Ben de varım gecenin sessizliğini bozarak – buna en fazla katkıyı Arif yapıyordu - fuardan dönüyoruz. Arif şarkı söylüyor. Karanlığın içinden duvarlara vuran ses bizden ayrılmak istemediğinden tekrar yanımıza geliyor. Mehmet ‘Gece gece bağırma sus ‘’ Yaygaracı Arif duymuyor bile. Mahalleye geldik sayılır Dönertaş Hatuniye Camisinin orda kafaları kıyak birkaç adam adımlarını şaşırarak geliyor. İçlerinden sallanan, Arif’in sesini mi beğenmedi ne?  ‘’ Kessene ulan ne bağırıyon ‘’ diyerek arıza yaptı. Kavga gecikmedi. Yaygara - gürültü. Ekip geldi. Sarhoşlar, Saim, Arif, Arap Kadir tüymüştü. Ölü, Mehmet, Sivri ve Şahin’i; polisler, arabaya atıp karakola götürdüler. Yakındı. Ben de yürüyerek gittim. Kodese atmışlar. İçerden şarkılar. Sivri Muharrem Abimin Mehmet’e hediye ettiği ağız mızıkasını çalıyor, şarkı söylüyorlar. Bekçi gelip ‘’ Çocuklar gürültü yapmayın ‘’ dinleyen kim. Bir aralık karakolun dışına çıktım. Ferit geliyordu. İçeri girdi. Komiserle konuştu. Mahkûmlar serbest! Daha önce geçmiş olduğumuz sokaktan; önündeki sokak lambası yalabık; aileevine geldik…
Bizden yaşça büyük, ermiş gençlerin eğlencesi; yıldız böceğinin gecedeki ışığının, gündüzde güneşin ışığına oranı gibiydi… Ferit ve Sarı Tunay düğünlerde akrobasi hareketleri yapardı… Dönertaş ve İkiçeşmelik – Samanyolu düğün salonu sahne ve alkış aldıkları yerlerdi. Fedaileri de Antonyo Hikmet ve Ayı Yaşar. Ferit’in sesi güzeldi. Şarkı da söylediği olurdu. Ayı Yaşar düğün salonunun kapısında bekler, Antonyo içerde tur atardı. Pislik yapan olursa anında icraat. Teneke Ahmet ve vücutçu İsmet zaten oralarda olurdu… Yaşadıkları muhit, düşünsel tepkilerini anlık fiziksel tepkilere, hazır hale getirmişti. Yaşımdan ötürü aralarına girip muhabbetlerine ortak olamıyordum. Gördüğüm kullandıkları çok az kelimeyle racon kesebildikleriydi.  Günlük hayatlarında en fazla kullandıkları kelimeler; Takma Kafana, Hallederiz, Ayıp ediyon, Eyvallah abim benim, Bakarız, Olur be, bunlara ek olarak da küfür, güngörmemiş küfürler. Beş-altı kelime yeterliydi, bu bildiklerini kendilerine saklamayan gençlere. Ses yüksek, söylerken baş öne eğilir ‘’Hallederiz abim benim, takma kafana’’ 

                                                 ---------------------------------------------------

                                                                        
                                                                            BÖLÜM 5


Karanlık; gizlendiği saçak altlarından çıktığında maviye karıştı. Gece mavileşti. Sokağa yansıyan ışık, yüzleri de maviye çeviriyordu. Karartma geceleri, tatbikat amaçlı yapılıyordu. Eğer Yunanistan uçakları Türkiye’ye saldırırsa, yukarıdan İzmir’i göremeyeceklerdi.  Gündüzden, evin penceresini kâğıtla, mavi jelatinle – en uygunu oymuş – bir çarşafla kapattık. Odanın ampulünü de mavi jelatinle sardık. Gecenin bir vakti sirenler çalmaya başladı. Alarm veriliyordu. Ne yapacaktık? Kaçacak mıydık? Niçin? Şunun için işte! Ne bileyim niçin. Aslını bilen yoktu. Ben havalara bakıyordum, uçak görebilir miyim? Yok. Mahallenin hatta şehrin sokakları bizim, çocuklar koşuşturuyoruz… Polis uyarıyor ‘’Evlerinize girin’’ Karartma geceleri gülünçtü; yalnız gülünç değil, biraz da tuhaftı…
Mezarlıkbaşı sokaktaydı. Fark eden birşey yoktu. Kapı önleri muhabbeti, mavileşen gecede daha güzeldi. Belki gençler, sevdiklerini rahat kıstırır, sıkıştırırlardı. Her zamandan fazla sevgilisine sokularak küçük buselerle yüzünün her tarafını öperdi. Karartma geceleri ne işe yarardı? Önemi yok boş ver. Sokaklar karartılmış bu gecede de canlıydı. Karanlıkta gizlenen tehlike;  donuk, zararsız…
Durağan insanlar değillerdi. Belli bir amaçla belirli bir yere gidiyor gibi görünseler de; rüzgarın önündeydiler. Abbas, bağlasan durmaz, deyişi uygundu. Sıkıntıya gelemezler; kışın dahi yaka düğmelerini açarlar; ilmikteki ipliği gevşediyse düğmeyi koparıp yere atarlardı; cebine koymayı düşünen… Sanmıyorum. Mezarlıkbaşı sakinlerini tam gün evde tutamazsınız; kadını, erkeği dahildi buna… Her beş senede gerçekleşen nüfus sayımı, yapılacaktı önümüzdeki hafta sonu; sokağa çıkma yasağı var. İyi de! Nasıl olacak? Kimi nasıl tutucan? Çocuklara söylenen yok. Öğlen olduğunda Mezarlıkbaşı karakolunun arka bahçesi mahalleli doluydu. Polis, sokakta kaptığını götürmüş. Parmaklıklar arasında Yurdar Abi, sigara istedi; elime tutuşturduğu parayla Bafra sigarası alıp getirdim; sigara paketini açmasıyla paket yarıya indi, çoğunu dağıttı. Sigarasız da olmuyor!
 Akşam saat beşte herkesi bıraktılar…
                                                   -----------------------------------------------------


Ferit ‘’ Bir silah bulsam, babamın uyurken üzerine boşaltırım’’ dedi. Ferit abimden ilk kez duyduğum bu cümle canımı sıktı. O an aklımdan geçen soru ‘’Neden ?’’ Kafam karışmıştı. Böyle olabilecek bir ihtimal, omuzlarımın ortasında, boynum üstünde duran yuvarlak nesneye sığmıyordu. Kımıldamadan bakıyordum Ferit’e. Çehresi gerilmiş, gözleri kötülük yapabilirim bakışlarında; kapıya yönelmiş, sabit…’’ Karşımda olsa yapamazdım, cesaret edemezdim. Ama uyurken sıkardım’’ ‘’Neden?’’ Yüzündeki kararlı ifade ile odanın sessizliği sıkıyordu. Olacak olursa; uçurumun dibine yuvarlanacağımı hissediyordum. Kapıyı usulca açtım dışarı çıktım.
Neden? Babası hep yasak getirmiş. ‘’Dışarı çıkma. Gezme. Kavga etme. Bunu nerden aldın? Haftalığını eve ver.’’ Yani, genç adam gezmeyecek mi? Arkadaşlarıyla buluşup bir yere gitmeyecek mi? Giyinmeyecek mi? Ferit, Mimar Kemalettin’de Nil Laboratuvarında çalışıyor. Bir akşam ‘’ Herkes hava kararmadan evde olucak’’Ahmet Coşo bunu daima isterdi. Muharrem, Mehmet; Ben, zaten evde. Ferit yok. Geç geldi. Ahmet Coşo kızdı. Dövmeğe yeltendi. Muharrem araya girdi. Tatsızlık, tatsızlık… 
            Ahmet Coşo, Ferit’e gıcıkmış gibi sanki; herkesin yattığı bir akşam vaktinde; onu, Agora harabelerine, su almaya göndermişti. Künk borudan sürekli akan, şifalı olduğuna inanılan o sudan içerdi. Keşlerin, hapçıların mekanı harabelere gecenin bir vakti uykusundan uyandırılarak bir genç gönderilir miydi?
Ahmet Coşo iş yerinden su geçirmez ziftli kâğıtlar getirirdi. Bir hafta sonu bunları taraçanın altına yağmurun aşağıya akmasını engellemek için –çünkü kışın bile dışarda yatardı – çakmak istedi Muharrem var, Mehmet burda. ‘’Ferit nerde?’’ Ferit’in gelmeyeceği tuttu. Kalın sesiyle, sert ve kesin ‘’ Gidin bulun’’   Baktık yok. Geç geldi. Ferit’e keserle saldırdı. Ferit taş basamakları atladı. Keseri arkasından fırlattı. Allah’tan isabet ettiremedi. Sapı bir tarafa keser bir tarafa gitti. Bu olaydan sonra Ferit abim evden kaçtı. Kimler araya girdiyse Ahmet Coşo razı olmadı. Ferit kayboldu… Duyduk İstanbul’a gitmiş. Ahmet Coşo Ferit’in nüfus cüzdanını sakladı onu dahi vermedi. Genç adam kimliksiz ne yapsın İstanbul’lar da. Ne yaptı acaba?  Ferit’in aklına ruhuna, kalbine bu mahalle dardı. Ferit, dünyaya zor sığıyordu. İstanbul onunla nasıldı? Sarı Ferit, bura ortamının dışında başka dünyaların; değişik manzaraların, dolu olduğunu ve ruhu bu değişikliklere susamış bulunurken evden kaçmıştı. Mahalleyi terk etti… Annem ‘’ Sağ olduğunu bileyim yeter’’ demek zorunda kaldı.
                      ----------------------------------------------------------------------  
Ferit’in, katalogdan seçmece arkadaşlar vardı. Çakızet bunlardan biri; unutmanın imkanı olamayan, acayip kişilik. Ferit’in harbiden dostu. İkisinin arasına kara kedi hayatta giremezdi. Ferit’e yamuk yapmaz. Çakızet son model hırsız. Beyaz takımları her zaman üstünde, ceketi devamlı omuzlarına atar, kışın bu palto olurdu. Beşinci kattaki çiçeği yeterki beğensin kesin çalardı. Sesi kalın, argo konuşur. Bıyıkları pala. İç cebinde taşıdığı ufak, ucu ayrık çekiçle düzeltirdi bıyıklarını. Hapse girer, fazla yatmaz çıkardı. Tabelacı Ahmet’in dükkânında karşılaştık bir keresinde. 
‘’ Hoş geldin abi. Nasılsın? ‘’
 ‘’İyim Alo sen ne yapıyon? ‘’
 ‘’İyim abi’’
Çakızet başladı hayat hikayesini anlatmaya ‘’ Koğuşta oturuyodum. Elim devamlı bıyıklarımda, düzeltiyom hani, Mahkumlardan biri ‘ Bak bu tozla düzelt güzel olur’ dedi. Tozu suyla hamur yapmışlar anlıyon mu? Ben aldım sağ elimle, sağ tarafı düzetiyom, böyle ince ince. Bi baktım anlıyomusun? Bıyık elimde. Yarım bıyık kaldım iyimi. Beni madara ettiler.’’
  Çakızet isyan ‘’ Hangi lavuk yaptı bunu ulann’’ Kimse ses çıkarmamış. Hamam otunu, çaktırmadan suyla karmışlar; Çakızet’i, ayaküstü yemişler… Bu arada ikinci çaylar geldi;  Ben gazoz istedim. Çakızet konuşmaya devam. Hayali, çok güzel, içki masası donatıyor. Masa da yok yok. Tabelacı Ahmet abinin yan komşusu Terzi gelmişti. Terziyi coşturmaya çalışıyordu. Paso gaz veriyo.
Çakızet, Ferit ve Tabelacı Ahmet’e Karşıyaka vapur iskelesinin önünde; trafik lambalarında, rast geliyor. Ferit’le Ahmet ışıkları bekliyor.
 Çakızet karşı kaldırımdan bağırıyor. ‘’ Ferit bi lavuk var. Bana argo öğret diyo. Adamda para çuvalla. Sen dedim öğrenemezsin. Sesi karı gibi anlıyon mu?’’
 Karşıyaka duymuştur.  İnsanların özellikle kendisine ters gelenlerin kusurunu açığı vurmaya çekinmiyordu.
 Ferit’’ Kes ulen ne tatava yapıyon. Para çuvalla diyon. Ne iş? ‘’ 
‘’ Çaktın köfteyi Ferit, anlıyosun hani’’
 Çakızet’e yol veriyorlar. Çakızet boş adam değil aslında. Kara kalem resim ve portre yapıyor; anında; bir görsün yeter. Ve iyi bir kundura modelcisi.  Çekiç cebinde; ucu ayrık; ayrık ucuyla bıyıklarını düzeltirdi.
Tabelacı Ahmet abinin dükkânı,- irtibat bürosu denebilir- Hacılar pasajının üçüncü katındaydı. Kemeraltı’na gittiğimde uğrardım. Ben gelmeden az önce gitmiş Çakızet… Pasajda büroları olan iki avukat, koridorun köşesinde oturmuş gürültülü tavla oynuyormuş. Çakızet gürültüye takmış kafayı. Çıkmış ‘’ Ne gürültü yapıyonuz. Rahatsız etmeyin etrafı. Şangır şungur. Ne oluyo !’’ demiş, fırçasını kaymış. Ahmet abi, Çakızet gittikten sonra avukatlara ‘’ Sakat, harbiden arıza, cephane gibi vallah, adama konar fark etmezsiniz ‘’ Ahmet abi de iyi dolgu yapıyor hani.
  
                                                -----------------------------------------------------------

Mezarlıkbaşı gençleri harbiden argo konuşurdu. Nerden bulmuşlardı? Nasıl üretirlerdi? Her ortamda konuşurlardı… Ses kalın, vurgulama üst seviye, icabında el kol hareketleri de ekleniyordu. İzmir’in gariban mahallesiydi. Tırsaki gençler yoktu. Çoğu delikanlıydı. Bura delikanlıları birbirlerini satmazdı. Kural tanımazlardı. Kendi kuralları vardı. Asiydiler, isyanları vardı. Asla korkak değildiler, kaçmazlardı. ‘’En kralına üç keski avans’’ veren; polislerin alıp polis minibüsüne soktukları delikanlının her yediği yumrukta ‘’ Vurun ulann vurun’’ diye bağıran delikanlıları vardı…
  Her mahallenin bir delisi olurdu ya. Bizim delimiz Şafak. Deli Şafak, kavak gibi, boyu posu yerinde, teni buğday, gözleri kara- marazlı bakardı – dişleri beyaz, başıkabak… İkiçeşmelik yokuşunda Paykoç bisküvi fırınının karşısında ki kahvede otururdu genelde. Yokuş aşağıya frenle inen arabalara özellikle belediye otobüslerine kafa atardı. Deli işte!  Ferit’in kurnaz arkadaşı Ramiz; Deli Şafak’ı, dolduruyor.  ‘’Şafak banka soyucaz’’ Şafak’ın eline bozuk tabanca veriyor birde siyah torba ‘’ Paraları aldın mı buna koyucan’’ Kemeraltı’nda ki Pamukbank şubesine gidiyorlar. Kendi sotaya yatmış, izliyor. Şafak bankaya dalıyor ‘’Eller yukarı. Bu bir soygundur. Verin paraları ’’ Deli Şafak’ı tanımayan mı var?  Banka müdürü ‘’ Şafak para yok’’ deyince Şafak’ta ‘’Madem para yok ben bunu alıyom’’ Facit hesap makinesini alıp dışarı çıkıyor. Çıkmış, bir elinde Facit, belinde bozuk tabanca, Kemeraltı’nda yürüyor. Büyük adımlarla, kolları açık. Ramiz gülerek yanına geliyor…
 Ramiz, kısa boylu, zıpkın. Havada karada postasını koyar; kim olursa olsun fark etmez. Ramiz’ e artislik yapmıcan. Hemen konar. Bir kavgasını seyrettim. İyi kavga ediyordu Allah için. Ben kavgaların nedenini merak etmezdim. Seyretmek hoşuma giderdi… Karşıdaki adam Ramiz’den uzun boylu.
 Ramiz ‘’Ne artislik yapıyon ulan. Adamı tav etme. Paraları iç etmişsin daha konuşuyon’’
 Adam yol koşmaya kalktı Ramiz yemedi. Ramiz kesin dalıcak. Kafa yememek için başı önde, adama yanaştı.
 Ramiz ‘’Sen bizi keriz mi sandın? Yemem oğlum ben’’ der demez; adamın çenesine aynalı bir sağ yumruk geçirdi. Adam sendeledi, sol yumruk gecikmedi. Adam düşerken bir de tekme yedi. Ramiz kurnaz hemen çullanmadı. Alet falan olur; belli olmaz. Yerdeki adamı kesiyo. Gitti bir de yüzüne tekme attı. Yerler kırmızıya boyandı. Ramiz anında bastı gitti… Adam kofti çıktı be. Bir seksen uzandı.

Belacı mahalle; acaip mahalle. Antonyo Hikmet Tabelacı Ahmet’le Kordon’da tur atıyor, makara yapıyorlarmış. Ellerinde üzüm salkımları, Antonto, karşıdan gelen iki kızı görünce ‘’ Üzümü kız yemezse onu öpücem’’ demiş. Kız üzümü istememiş. Antonyo terslenir terslenmez kızı tuttuğu gibi öpmüş. Antonyo Hikmet de az arıza değil hani. İkiçeşmelik’te her akşam kavga, haftanın iki- üç günü Mezarlıkbaşı karakolunda. Tabelacı Ahmet, rica minnet, polislere dil döküyor kurtarıyordu. 
 Antonyo, deli fişek ama arıza. Yine Kordon da inşaat halindeki altı katlı binanın tepesinden, kamyonun yeni boşalttığı kumun üzerine atlamış. Kuma gömülmüş. Çıkarmak için arkadaşları kumu elleriyle eşelemişler. Bazı insanlar tuhaf huylu olabiliyor.


  Burda durdukça hiçbir zaman hülyalarıma erişemeyecek, uyuşuk bir ömür sürecek, asla heyecanlarla tanışamayacak gibi geliyordu bana. Ben de buralardan, büyüyünce açık denizlere açılacak, hülyalar kuruyordum. Yediğim dayaklardan kurtulacak, kendi başıma hareket edecektim. Meçhule susamış bir ruhum vardı Kordon limanına demir atmış gemilere binmeyi çok arzu ettim. Mahalleden kimsenin gidemeyeceği yerlere gitmeyi, dünya bana ne gösterirse göstersin hepsini kabul ederek yaşamayı düşünüyordum. Hayali bile güzeldi bu köhne, pis yerden uzaklaşmanın… Özlemlerim oldu. Ya önemsemedim ya da vazgeçtim. Bir bisikletim bile olmadı. Olsun. Namazgah’da beş dakikasına 25 kuruş verip kiraladığım bisikletlere binerdim. İki tekerlekli büyük bisikletlerin selesine boyum yetişemediğinden oturamazdım. Aradan bir ayağımı sokarak öbür pedalın üzerine koyar, yandan yandan yarım pedal yaparak sürerdim. 
Bir akşam tabelacı Ahmet Abi geldi. Babama çaktırmadan, anneme Ferit’i sordu. Kadın bir şey bilmiyordu. Ne desin? Oğlu eve gelmiyordu. Sonra Ahmet Abi ‘’Biraz gezeriz’’ deyip babamdan izin aldı. Babam yanımızda bir büyük olduğunda dışarı çıkmamıza izin verirdi. Mehmet abim ve ben çıktık. Dışarda Antonyo Hikmet ve Ramiz bekliyordu. Kordon’a gittik. Gecenin on ikisi. 
Antonto ‘’Denize giricem’’ dedi. Elbiselerini çıkardı, karanlık sulara atladı.
 Ahmet abi, Ramiz’e ‘’ Elbiselerini al. Gidiyoz’’
 Ramiz ‘’Kızar abi’’ 
‘’ Yok yok bir şey olmaz’’
 Yarım saat sonra Antonyo donla mahalleye geldi. Kurumuştu. Bizim mahalle çukur mukurdur. İnsanı yok, hayvanı çoktur. Bizim mahalle daha çocuktur.

Ahmet Coşo, Balçova’da evini yapacağı arsayı satın aldığında; dudakları ucunda silik bir gülümseme belirmişti. Dudakları ucundaki gülümsemenin yüzüne yayıldığı an; yaşamın kendisiydi. Yer yurt edinecekti artık. İlk görüyordum, dudakları ucundan yüzüne yayılan böyle bir gülümsemeyi. Ahmet Coşo, belli belirsiz gülümsemeyle, gerçekti. Kendi evi. Kutsaldı. Hayriye de çok dualar etmişti; başını sokabilecekleri bir evlerinin olması için. Balkanlardan göç edenler önce; bahçesinde renk renk çiçeklerin açtığı evlerini yaparlardı. Ahmet Coşo ödemede kendisini sıkmayacak olan tanıdıklarından- bunlara dost demek daha doğru – borç para aldı; evinin temelini attı. Briket denen yapı malzemesiyle iki oda bir salon yaptı. Biz çocukları da- Ferit yoktu - çalıştık; evimizin, duvarlarını ve çatısını yaparken. Yer döşemelerini yapamadık; toprak üstüne attığımız, naylon veya karton yani soğuk geçirmeyecek ne varsa; geceleri, onların üzerinde geçirdik.  Pencereleri şeffaf naylon ile kapattık. Kapı yerlerine de  üstten tutturduğumuz kilim koyduk. Kilimi kaldırıp giriyorduk. Güneşin yakıcı ışıkları altında evimiz serindi. Geceleri sivrisinekler saldırıyor, ısırdığı yeri şişiriyor kaşındırıyordu. Olsun. Yavaş yavaş evimizi düzene sokacaktık… Güvercinlerin kafesi ise, arsanın bir köşesine yapılmış, çoktan tamamlanmıştı. Ailenin vazgeçilmez bireyleri evsiz kalır mıydı? Öncelik onlarındı her zamanki gibi… Yılların sonunda bekleyen baharı yakalamıştık… Günün ilk ışıkları, evimizi aydınlatırdı. Güneşin kızıllığı, yattığım odanın penceresinden içerisini nasıl aydınlatıyorsa, benimde içimi, gittikçe çoğalan bir aydınlıkla aydınlatıyor; ışıklar sanki ruhuma doluyor, gittikçe büyüyor, bana sonsuz yaşama sevinci veriyordu. Huzur ve sevinç aile bireylerinin yüzünde belli oluyordu… Mutluydu Ahmet Coşo.  Güvercinleri de özgürdü. Yeşillikler arasından, gökyüzüne yükseliyorlardı. Yaz günleri uzun olduğundan hava kararıncaya kadar güvercinleriyle uğraşıyordu. Günün yorgunluğunu üzerinden alan onu dinlendiren bir uğraştı bu. Hayriye’ye çay yaptırır, kümesin karşısına geçer, alçak taburesine oturur, çayını yudumlar, güvercinlerini seyrederdi. Tatil günlerinde bile erkenden kalkar, sabahın taze havasını kuvvetle içine çeker, güvercinlerinin yanına giderdi. O eski sinirli halleri de kalmamıştı. Her şeye kızmıyordu artık. En azından bize karşı iyidi. Annem de burasını sevmişti. Memleketi Prizren’e benzetiyordu.’’ Bülbül deresi’’ derdi buraya. Balçova’nın en güzel zamanlarıydı. Dere evimize çok yakın geçiyordu. Ve karşı tepeler alabildiğine yeşildi… Ahmet Coşo, bahar yağmurlarının başladığı zaman hastalandı.
Yüzüne yavaş yavaş dağılan; gözleri içine giren bu gülümseme Ahmet Coşo’nun dudaklarını çabuk terk etti.
 Koca adam ömrünün kalanını hasrettiği, İzmir’e geleli daha on sene olmuştu. Kötü hastalıktı galiba. Burada yaşama isteği yakmıştı onu… Oysa… Oysa yeşil çimenler üstünde parlayan kırağı gibi kalbinin üstünde sevinçler vardı. Asil duruşu; savaş kahramanının tunç heykeli gibiydi…
Tepecik (Yenişehir) Göğüs Hastanesine yattı… Mumyalaşmış soluk benzi, kemiklerine yapışmış derisi; derinleşmiş, çukurlarına gömülmüş akı sarıya dönmüş, özlem hissiyle bakan, hüzün dolu gözleri… İçine çökmüş avurtları; acımsı bir sesle konuşan; konuşurken dudakları kuruyan hasta… Kıpırtısız… Arada dönüp kapıya bakıyor, ne beklediğini kendi bilen… Hayallerini kaybediyordu. Artık hiçbir hayalini bulamayacak ve belki de bir daha kalkamayacak. Yatağında yatan canlı cenazeydi. Bir hayatın iflasını ifade eden bu tablo karşısında yüreğim burkuluyordu. Bu Ahmet Coşo değildi sanki; mumyalaşmış yüzlü, parlaklığını yitirmiş göz bebekli, açık ağızlı bir ihtiyardı.
Ferit duymuş kötü hasta olduğunu, haber göndererek, gelip görmek istedi. Kabul etmedi… Karyolaya uzanarak, gözleri açık tavana bakmaya başladı. ‘’ O benim için öldü’’ dedi. Ben ayak ucunda duruyordum. Kavramakta zorlanıyordum. Hem içim burkulmuştu… Belki zaman yakın… Kefene sarılacaktı. Tabutu, sarıçam keresteden. Mezarı kara toprak. Baş taşında, siyah harflerle yazılı yazılar… Yavaş yavaş koğuştan çıktım. Kanepeye oturdum… başım öne düşük; arada bakışlarımı kapıya yöneltiyorum… Ferit gelir, koğuşa girer Ahmet Coşo’nun elini öperdi; belki… 
Hastanedeki sanırım diyet yüzünden, canı olmadık şeyleri çekiyor, istiyordu… Dışarıdan yiyecek yasak… Hafta sonu ziyaretimizde, tuzlu badem istedi… Ertesi gün, okul çıkışı, irilerinden Datça bademi aldım. Pahalı. Ufak kese kâğıdında çantamın içine koydum. Ziyaret saati de değil. Hastane bahçesinin kuytu bir köşesinden, kapı görevlisine görünmeden yüksek demir parmaklıklardan atladım. Demirlerin uçları sivri. Bir batsa; Allah’tan hastanedeyim. Emin adımlarla, izin almışım gibi yürüyerek ‘’ Nereye gidiyon?’’ diyen yoktu. Babamın yanına girdim… Can bu çeker. Tuzlu Datça bademi, iri… Çaktırmadan bir-iki ağzına attı…  Kaput beziyle örtülü yatağın kenarından sarkan kemikten ibaret kolunu tuttum. Elini elimin içine aldım. Eli buz gibiydi.

’’ Ne yapaysınız? Celdi mi cençler ? Oynadilar mi? Bu babamın sesi değildi! Ölmek üzere olan bir çocuğun hım hım mırıldanmasıydı.
‘’Geldiler, geldiler. Hepsi seni sordu. Selam söylediler. Fazla da durmadılar, erken gittiler ’’ Gözlerini bana doğru kaldırdı. Bakışlarından bir şeyler daha söylemek istediğini sezdim; nedense konuşmadı. 
 Mazinin hoş günlerini hatırlıyor, hayata bağlanıyordu. On yıla yakın burda yaşıyordu, talihinden şikâyete hakkı yoktu, çünkü şimdiye kadar olanlar nasıl olması gerekiyorsa öyle olmuştu. Şimdi burada can vermesi mümkündü. Yaşanan yılların sayısı önemli değildi. İsteyerek gelmişti, korkmadan yaşadığı yıllardı, ezilmeden yaşanılan bir yıl tüm ömürden yeğdi…  Güvercinlerini özgürce uçurduğu saatler vardı. Özgür yaşamayı seven koca elli adam için; özgür olmayan her şey ölümdü. Hayatın bin bir gailesi ve son yıllarda geçirdiği hastalık yüzünden yorulmuş ve oldukça yıpranmıştı…  
Buranın toprağına alışamamış yerini yadırgamıştı… Geldiğine pişmanlığını hiç görmedim…  

...adamsın!  Ne kadar yollar geçtin? Ümitsizlikle dünyanın boranları arasında yaşama dokundun. Latif bir seyyale idin aslında hayata sedef gibi işlenmiş… 
…bundan yıllar önce seni dinleyenler, sana baharın zenginliğinden bir tek çiçek, memleketinin yağmur bulutlarından bir tek damla yollayamadılar…
                                                     










Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Sofya Tolstoy Anıları. ( Tam metin)

BİR İZDİVACIN ROMANI Lev Nikolayeviç TOLSTOY Osmanlıcadan Latinize Eden Alaettin Coşkun İZMİR (Tam Metin) 2018Bir İki SözYalnız Rusya'nın değil bütün cihan insaniyetinin en büyük edip filozofu olan ''Tolstoy'' un sevk-i tesadüfle elime geçen psikolojik bir hikâyesini 1319'da Rus-Japon Harbi esnasında ''Bir İzdivacın Romanı'' unvanıyla Fransızcadan tercüme etmiştim. Hikmetli edebiyatçının ruhi hislerden bahseden romanlarında da ne derin, ne şayan-ı hayret bir tasvir ve tahlil gücü mevcud bulunduğu bu hikâyeden tamamen anlaşılabilir. Şimdi içinde bulunduğumuz şu nazik ve çok ihtiyaçlı yenilik devrinin ince, hissi, âşıkane eserlerden ziyade ciddi, sosyal, fikri, edebi eserlere muhtaç bulunduğunu idrak etmeyenlerden değilim… Fakat vaktiyle tercüme için harcadığım emeğin heba olmasına gönlümün bir türlü razı olmaması ve aynı zamanda eserin Tolstoy gibi bir düşünür aklın hislerinin ürünü bulunması basım ve yayım etmekliğime sebebiyet vermiştir.Tolstoy'un ve diğer büyük Avrupa edebiyatçı ve düşünürlerinin milleti, gençleri aydınlatacak büyük teliflerinin dilimize nakliyle cidden fakir olan irfan kütüphanemizin zenginleştirilmesi hususu ise gerçekten muktedir ve üstad mütercimlerimize ait bir sosyal vazifedir.12 Eylül 1326 Raif Necdet Bir İzdivacın Romanı-Lein Tolstoy- Annem sonbaharda vefat etmişti… Bu sene kışı köydeki yazlığımızda geçirmek için yapyalnız kalmıştık… Derin bir ümitsizlik ve matem içinde bulunuyorduk… Sevgili annemin veda etmesiyle artık yanımda -pek sevdiğim- iki vücut kalmış oluyordu: Katya, Sotya… Katya bakıcımız idi… O bizi şefkatli bir sütanne gibi eğitmiş ve terbiye etmişti. Geçmiş hatıralarım; küçüklüğümden beri bütün kalbimle sevdiğim bu bakıcımı ailemizin vefakâr bir dostu sıfatıyla hürmet gözümün önünde tekrar canlandırıyor… Sotya da küçük kız kardeşim idi. Of… O sene '' Pokrovsko''daki yazlığımızda ne kadar karanlık ve soğuk, ne kadar ümitsiz ve sıkıntılı olan bir kış geçirdik! Kar öyle bir çoklukla yağıyordu ki hiddet ve şiddetle esen rüzgârın yığdığı kümeler birer mini beyaz dağ şeklinde pencerelerimizin yüksekliğini geçiyor, kar etkisi ve soğukla donan camlar saydam bir levha halini alıyordu. Bütün bir kış müddetini uzlet ve inziva köşesinde geçirdik… Bir defa bile dışarıya çıkmadık… Sanki hayatla bağlantı ve temasımız kesilmişti… Pek uzun aralıklarla bizi ziyarete gelen dostlarımız ise derin bir ümitsizlik ve sıkıntı altında bulunan evimize hayat ve neşe serpemiyorlardı… Gayet hafif ve çekingen seslerle konuşan misafirlerimizin hüzünlü yüzlerinde sanki birisini uyandırmak ihtimali korkusundan sebep bir tereddüd ve endişe rengi hissediliyordu… Bunların hiç güldükleri görülmezdi. Bilakis, bana bakmakla üzüntüyü anlamayı başaramayan bütün bu misafirler küçük kardeşim Sotya'yı görür görmez hemen gözyaşlarının akmasına izin verirlerdi. Annemin odası kapalıydı… Odama girmek için burdan geçtiğim zaman -bu ıssız, bu soğuk odada geçen şeyleri bizzat görmek maksadıyla- kapıyı açmak için korku hissiyle karışık karşı konmaz bir arzuya kapılırdım. Ben o vakit on yedi yaşındaydım… Annem vefatından önce bu kışı şehirde geçireceğimizi kararlaştırmıştı… Beni şehrin gürültülü hayatına alıştıracak, en kibar kadın toplanma yerlerine götürecekti… Annemin ölümünü hatırlamam beni aşırı derecede etkiliyor ve üzüyordu… Bununla beraber bütün bu üzüntüler ve acılar arasında genç ve güzel olduğumu – güzelliğimi herkes dillendirdiği için bundan emindim – buna rağmen köyde bütün bir kışı rahatsız edici bir katı yalnızlık içinde geçirmeye mecbur kaldığımı derin bir bıkkınlık ile düşünmeyi de unutmuyordum. Daha şimdiden bu yalnızlık köşesi benim için tahammülsüz olmaya başlamıştı. Can sıkıntısı beni tahrib ediyordu. Ne odamdan çıkmaya muvaffak oluyor, ne piyano çalıyor, ne de kitap okuyabiliyordum… Bakıcım Katya ile eğlenmemi, sürekli ve tatlı meşguliyetlerle vakit geçirmemi istiyor, bu konuda beni teşvik ve tergipten geri kalmıyordu. Bakıcımın zorlamalarına karşı bir gün kendisine kesin bir şekilde cevap verdim; << Hiçbir şey yapmaya gücüm yok! >> Bundan sonra kalbimin derinliklerinde bir soru titredi: - Hayatta benim için artık neyin önemi olabilir? Bundan sonra okumanın, müziğin, nakşın ne önemi var? Gençlik hayatımın en güzide seneleri böyle sıkıcı bir uzlet dairesi içinde yok ve perişan olduktan sonra… Yaşamak için insanın kuvvet ve cesaretini kıran bu soruya karşı ancak bir cevap bulabilirdim: gözyaşları… Benim için diyorlar ki: zayıflıyormuşum, değişiyormuşum… Fakat bence bunların ne önemi var? Artık kimin hoşuna gideceğim? Bana öyle geliyordu ki bütün hayatım bir katı inziva içinde sönüp mahvolacak… Usandırıcı bir can sıkıntısına bağlı bu uzlet hayatından, bu his durgunluğundan kurtulmak, silkinmek için kendimde naçiz bir kuvvet ve metanet bile hissedemiyorum… Kışın sonuna doğru sağlığımdan endişeli olmaya başlayan Katya, her türlü ihtimal ve engellere rağmen yabancı şehirlere seyahat etmemi ısrarla tavsiye etti… Fakat bu seyahati yapabilmek için paraya muhtaç idik. Annemin servet namına bir şey bırakıp bırakmadığını bilmiyorduk. Her gün vasimizin ulaşmasını bekliyorduk. O gelecek ve bütün işlerimizi düzenleyecekti. En sonunda martta geldi. Büyük bir hayat boşluğu içinde, duygusuz ve düşüncesiz, başıboş ve tembel, bir heyula gibi odadan odaya dolaştığım bir gün Katya aşırı sevinçle bana bağırıyordu: - Müjde… Müjde… Çok şükür… Mikaloviç gelmiş. Hal-i hazır durumumuza dair bilgi taleb eylemiş ve akşam yemeğini bizimle beraber yiyeceğine dair haber göndermiş. Haydi, göreyim seni… Benim sevgili "maşa"cığım! Kendini topla. Bakalım o senin için ne fikirde bulunacak. Bizi ne kadar sevdiğini bilirsin pekâlâ… Mikaloviç bizim akrabamızdan ve ölü babamın – sence aralarında pek büyük bir fark olduğu halde – en samimi dostlarından idi. Mikaloviç'in ulaşım haberi beni çok memnun etmişti. Bu memnuniyet hissi kendisinin ulaşmasıyla işlerimizin yoluna konulacağından ve seyahat hayallerimizin bu şekilde kuvveden fiile çıkacağından dolayı olmayıp belki küçüklükten beri kendisi hakkında beslediğim hürmet ve muhabbetten dolayıydı. Katya üzerimden gevşeklik ve tembelliği silkmek için sürekli bana nasihatler veriyor, tanıdığımız insanlar içinde Mikaloviç kadar özellikli ve hürmete şayan bir adamın bulunmadığına beni temin eyliyor, kendisine karşı kayıtsız kalmamaklığımı özel bir önemle tembih ediyordu. Evimizin içinde Katya ve Sotya'dan uşağa varıncaya kadar herkes hakkında bir muhabbet beslerim. Fakat validemin vaktiyle söyleyip de şimdi güçlü etkisi kalbimden silinmeyen bir sözü, Mikaloviç hakkında hissettiğim muhabbete ayrıcalıklı bir özel çekicilik bahşediyordu. Bir gün annem demişti ki: - Maşa, sana Mikaloviç gibi bir eş bulmak isterim. Annemin bu sözü o vakit bana pek garip ve hatta nahoş görünmüştü. Benim eş hayalim büsbütün başka idi. Ben hayalimde ölçülü ve hoş bir endam, narin ve zarif bir vücuda, hüzünlü ve sevdalı bakışlara sahip genç bir eş tasavvur ederdim. Mikaloviç ise bilakis… Bir defa genç değil. Gençlerin en güzide, en canlı, en gösterişli, en coşkun özel dönemini aşmış. Tam anlamıyla kuvvetli ve sağlam vücutlu bir erkek… Eğer zannımda aldanmıyorsam şen ve neşeli bir varlık… Bununla beraber annemin arzusu hayalimi tahrik etmekten boş durmuyordu. Ve şimdi: Altı sene önce, ancak on iki yaşında bulunduğum bir zamanda bana << Benim mini mini menekşeciğim >> diye hitap eden Mikaloviç ile oynarken kendisine ansızın beni eşliğe seçme fikri geldiği anda ne hale düşeceğimi gayet heyecanla kendi kendime sorduğum zamanları, o çocukluğun o mutlu dakikalarını düşünmekten kendimi alıkoyamıyordum. Mikaloviç yemek zamanından biraz öncece gelmişti. Katya her günkü yemek listesine salçalı enginar ile kaymaklı tatlı ilave etmişti. Pencerede Mikaloviç'in kızağını görünceye kadar bekledim. Kızak ön köşesini döner dönmez hemen salona indim. Onu beklediğimi kendisine sezdirmeme kararlılığındaydım. Bununla beraber misafir odasında Mikaloviç'in ayak sesini, tınan sedasını ve kendisini karşılamaya giden Katya'nın aşırı sevinçten doğan coşkulu sesini işittiğim zaman artık salonda duramayarak Mikaloviç'in bulunduğu odaya doğru koştum. Vasimiz bakıcının elini tutuyor ve yüksek sesle güler yüzle konuşuyordu. Benim içeriye girdiğimi görür görmez hemen başka bir duruma geçti. Aşinalık etmeksizin bir müddet bana baktı. Ben bu bakışların ağırlığı altında ezildim. Ve bilinmez nasıl bir hissin sevkiyle kızardım. Mikaloviç kendisine has sade ve doğal bir hal ile: - Nasıl ya Rabb! Olur mu ki bu, siz olasınız… Dedi… Ve şaşkın bir tavırla kollarını açarak bana yaklaştı: - Nasıl? Mümkün mü bu kadar değişesiniz… Ne kadar büyüdünüz, maşallah! Artık siz mini mini bir menekşe değil tamamıyla açılmış bir gülsünüz. Bu esnada elimi geniş avucunun içine alarak güzel fakat öyle şiddetli fakat öyle kuvvetli bir sıkıştırdı ki az kaldı bağıracaktım. Ben elimi öpecek zannıyla kendisine doğru meyletmiştim. Fakat o, sabit ve mutlu bakışlarıyla sanki göz pınarlarımı kucaklamak isteyerek – bir ikinci defa daha – elimi sıkmakla yetindi. Mikaloviç'i on seneden beri görmemiştim. Bu müddet zarfında pek çok değişmiş, yaşlanmış ve rengi esmerleşmişti. Bıraktığı favori tarzındaki çatal sakal ise kendisine hiç yakışmamıştı. Bununla birlikte sade ve kibar tavrını, simasının daima ifade ettiği saflık ve temizlik manasını, çizgileri ve alnından beliren samimiyet ve zarafet nüktesini, bakışlarındaki parlaklık ve baygınlığı, tebessümlerindeki ancak çocuklara özel sıcaklığı korumuştu. O beş dakika içinde gösterdiği samimiyet ile yapmacıklı bir dost olmak sıfatından sıyrılarak ailemiz üyelerine katılmış gibiydi. Hatta onu tekrar görmekten doğan büyük bir sevinçle hizmetine koşturan hizmetçilerimiz bile aynı fikirdeydi. Mikaloviç annemin vefatından sonra bizi ziyarete gelen ve ziyaret sürelerini derin, ölümü hatırlatan bir sıkıcı sessizlik veya acılı bir taşkın ağlamayla doldurarak güya bu şekilde vicdani vazifelerini yerine getirmiş olan dostlarımızın tamamen aksine olarak hareket ediyordu. Daima şevk ve neşe eseri gösteriyor, annemizin vefatına ait hiçbir hüzün ve etkilenme işareti ima etmemek istiyordu. Şu hal öncelikle bana çok garip ve ilgisiz göründü. Daha doğrusunu söylemek gerekirse en yakın akrabamızdan olan bir zatın şu lakayd tavrı beni gücenik bile etti. Fakat sonra anladım ki bu suskunluk ve dikkatli davranma eseri lakaytlıktan değil annemin hatırasına hürmetten dolayıdır. Ve bundan dolayı da annem adına, kendisi hakkında derin bir minnettarlık hissi ile hislendim. Akşamleyin Katya sofrada benim ile kardeşimin arasına – annem hayatta iken de Katya sofrada aynı yeri işgal ederdi – oturarak çayı koydu. İhtiyar hizmetçimiz Krakuvar ölü babamın eski bir piposunu bularak getirdi. Mikaloviç pipo dudaklarının arasında eskiden yaptığı gibi odanın içinde gezinmeye başladı. Birden bire duraksayarak dedi ki: - Bu evin geçirdiği müthiş olayları düşündüğüm zaman… Katya semaver kapağını kapayarak ve boşanmaya hazır gözlerinin hüzünlü ve üzüntülü nazarlarıyla Mikaloviç'e bakarak, bir derin ah ile: - Evet, dedi. Bu sırada Mikaloviç bana sözünü yönlendirdi: - Pederinizi hatırlayabiliyor musunuz? - Hayal meyal… Mikaloviç bu cevabım üzerine güçsüz bir seda, düşünceli ve hüzünlü bir yüz ile: - Pederiniz hayatta olsaydı, dedi onunla ne kadar mesud olacaktınız, bilseniz… Pederinizi ben çok severdim. Bu sözleri söylerken sesi gittikçe titreyerek yavaşlanıyor, gözleri artarak parlıyordu. Bu sırada Katya söze karıştı: - Cenab-ı Hakk kendisini annesinden de mahrum bıraktı. Dedi ve şiddetle cebinden mendilini çıkararak ağlamaya başladı. Mikaloviç yüzünü çevirerek ruhi üzüntü ve acısını gizlemeye çalışarak: - Evet, dedi, bu evin müthiş felaketler gördü. Fakat biraz sonra kardeşime: - Satya, bana oyuncaklarını gösterir misin? Dedi ve Sotya'yı alıp salona gitti. Gözlerim yaş ile doldu, Katya'ya bakıyordum. Bakıcım Mikaloviç için: - Oh! Bu misli bulunmaz bir dost, diyordu. Ve gerçekte benim için yabancı olmaktan başka bir özelliği olmaması lazım gelen bu adamın hakkımızda gösterdiği samimiyet eserleri o kadar derin, o kadar sıcak idi ki kalbimde ılık, okşayıcı bir rüzgârın latif esintisi ve bu mest eden esintinin etkisiyle ruhuma zail olmaz bir saadetin gönül alıcı çisentileri serpildiğini hisseder gibi oluyordum. Şimdi salondan kardeşim Sotya'nın şen ve neşeli kahkahaları ile Mikaloviç'in gülüşünü işitiyorduk. Kendisine bir bardak çay gönderdim. Ve biraz sonra Mikaloviç'in piyanoya oturarak Sotya'nın mini mini parmaklarını beyaz dişler üzerinde hafif darbelerle gezdirterek eğlendirdiğini anladım. Birden: - Mary Alexandrovna… Gel bize bir şey çal, diye bağırdı. Gayet dostane olan şu hitab ve davet tarzı beni çokça hoşnut etti. Hemen kalkıp yanına gittim; Beethoven nota defterini açarak ve Kasyana Fantazya sunatını göstererek: - Bana şunu çalınız, dedi. Ve elinde çay bardağı olduğu halde salonun bir köşesine çekilerek ilave etti: - Bakalım şu aheste ve inleyen parçayı nasıl çalacaksınız. Bilmem nasıl bir hissin sevkiyledir ki böyle samimi bir zatın arzusuna karşı mazeret beyanı etmenin… Şu saf ve iyi yürekli adama resmi bir şekilde davranmanın… İyi bir piyanist olduğumu fırsat bularak çalmaktan imtina göstermenin uygun ve hatta mümkün olmayacağını anladım. Anladım da uysal bir tavırla piyanoya oturarak – mümkün olduğu kadar iyi – çalmağa başladım. Bununla beraber piyanodaki maharet seviyeme ait vereceği hükmün lehimde olacağına şüphe ediyordum. Zira Mikaloviç'in müzik sanatına perestiş ettiğini ve bu harika sanatın tüm incelik ve anlaşılması zor bilgilerine, sır ve gizliliklerine vakıf olduğunu biliyordum. Çaldığım sonatın musiki ahengi tefekkür ve duygularıma uygun idi. Bana pek fena çalmadım gibi geliyordu. Raksan ve tarab-engiz bir hava çalmak istediğim zaman Mikaloviç engel oldu: - Hayır, dedi, canlı ve tarab-engiz havaları iyi çalamayacaksınız. Bırakınız onları. Demin çaldığınız aheste ve inleyen parçada gerçekten başarılı oldunuz. Müziğin ruhunu anlamışsınız. Tebrik ederim… Bu tutarlı övgü ve sitayiş öyle hoşlandırdı ve büyüledi ki kıpkırmızı oldum. Mikaloviç'i babamın en samimi dostu ve hemfikri sıfatıyla görmek ve onunla baş başa, çocukluk zamanımda ettiği çocukça muamelelere, şakalara karşı şimdi ciddi ve vakarlı konuşmak benim için pek yeni ve güzel bir şey oldu. Katya, yatağına yatırmak için Sonya'yı alıp salondan çıkmıştı. Şimdi ben onunla yapyalnız kalmıştım. Bana pederimden bahsediyor, kendisiyle nasıl tanıştığını anlatıyor, ben oyuncaklarla meşgul olacak derecede küçük iken evimizin nasıl bir saadet ve mutluluk yuvası olduğunu izah ediyordu. Ben bütün bunları dinleyerek babamın latif ve muhterem hayalini görüyor ve büsbütün yeni bir hayat yaşıyor gibi oluyordum. İlk defa olmak üzere Mikaloviç'i cana yakın, sade ve iyi yürekli bir adam olmak üzere görüyordum. En fazla sevdiğim şeylere ve kitaplarıma ait sorular soruyor, duygularımın dünyasına uygun bir şekilde bana nasihatler veriyordu. Artık o, benim için şen sevinçli bir arkadaş, benimle şakalaşan ve bana oyuncaklar vererek beni memnun etmeye çalışan şakacı değil belki kendisi için kalbimin derinliklerinde istemeyerek derin ve sıcak bir hürmet ve iyi hislerle bağlandığım sevgili ve ciddi bir adamdı. Kendisiyle konuştuğum esnada pek mutluydum. Fakat aynı zamanda da zihnen pek meşgul bulunuyordum. Söyleyeceğim her sözün oluşturacağı etkiden korkuyordum. En aziz bir dostunun kızı olmak sebebiyle Mikaloviç'ten kazandığım muhabbet isterdim ki kendi kişisel özelliklerimle pekişsin. Katya küçük bacımı yatağa yatırdıktan sonra tekrar yanımıza gelerek şimdiye kadar Mikaloviç'e açamadığım üzüntü ve bıkkınlığımdan, bitkinlik ve miskinlikten bahis ve şikâyet etmeye başladı. Mikaloviç mütebessim halde başını sallayarak azarlamayla karışık açık bir tavırla: - İşte bak, dedi, benden en önemli bir şeyi sakladınız. Cevap olarak dedim ki: - Ne için söyleyeyim. Faydası olmadıktan sonra… Zaten bu hal elbette geçer. Bana öyle geliyordu ki bu esnada yalnızlık ve uzletten doğan can sıkıntısından, üzgünlük ve bıkkınlıktan artık kurtulmuştum. Bir halde ki güya can sıkıntısını hiçbir vakit hissetmemiştim. Mikaloviç tekrar dedi ki: Uzletten şikâyet etmek, yalnızlığa tahammül edememek iyi bir şey değildir. Böyle bezgin, ümitsiz bir hayat yaşayan mümkün müdür ki bir kız olsun! Gülerek: - Şüphesiz ben kızım, dedi. O, cevap verdi. – Hayır, sen öyle yaramaz bir kızsın ki cihan gençliğinin diriliğini takdir ettiği halde daima üzgün ve ümitsiz bir hayat sürüklersin. Hiçbir şekilde kendine değil fakat başkalarına neşe sebebi olarak yaşayan, hayat varlığı dışarda rahatsızlık veren bir şiir şaşaası ve cazibeyle inkişaf ettiği halde kendi fikrince hiç olan bir kızcağız! Bir şey söylemiş olmak için dedim ki: - Benim için ne güzel fikirleriniz var. Ufak bir tereddüt duraksamasından sonra: - Hayır, dedi, babanıza benzediğiniz pek beyhude değil. Sizde ondan bir koku var. Şimdi saf ve etkileyici bakışı kalbimi yine şevkli bir neşeli heyecan ve iftiharla dolduruyordu. Mikaloviç'in kendisine has bu bakışını ilk başta saf fakat gittikçe etkileme gücü sanki her yeri kaplayan bir hüzün rengi ile artan bu bakışını; ilk bakış darbesinde o kadar neşeli görünen simasından süzülen ince mana arasından – birinci defa olarak – fark ettim. O, sözünde nasihatlerinde devam ediyordu: - Sizin hiç can sıkıntısı ile üzüntü ve bezginlikle kıymetli vaktinizi geçirmeye hakkınız yok. Siz ruhunu tamamıyla anlamaya muvaffak olduğunuz müzikle meşgul olmalı, eğlenmelisiniz. Önünüzde öyle bir hayat var ki ilerde zahmet çekmemek, üzgün ve acılı olmamak isterseniz mutlaka o hayat için mutlaka hazırlanmanız icab eder. Bir sene gecikmek bu maksadın tar u mar olması için yeterlidir. Benimle bir baba, bir amca gibi konuşuyor, bana ciddi nasihatler veriyordu. Fakat ben aynı zamanda hakkımda akranca davranmak için bir gayret gösterdiğini anlıyordum. Beni kendisinin haricinde tutmaya çalıştığını hissetmek kalbimde kötü bir tesir bırakıyordu. Bununla birlikte bu konudaki çaba ve gayretinin sırf bana ait olduğunu anlamaktan da pek mağrur oluyordum. Bir müddet işlere dair Katya ile de konuştuktan sonra ayağa kalkarak: - Şimdilik ad'yu, sevgili dostlarım, dedi. Ve bana yaklaşarak elimi tuttu. Katya sordu: - Tekrar birbirimizi ne vakit göreceğiz? Elimi bırakmayarak cevap verdi: - İlkbaharda… Burada "Danilovka"ya gidiyorum. Orada mümkün olduğu kadar işleri yoluna koyduktan sonra bazı şahsi işlerimin düzeltilmesi için Moskova'ya gideceğim. Artık bu yaz sık sık görüşürüz. Ben hemen çok üzgün olarak : - Niçin, dedim, böyle bu kadar uzun bir müddet için ayrılıyorsunuz. Gerçekte ben onu her gün göreceğimi ümid ediyordum. Şimdi tekrar eski kalb bunalımının beni yine ele geçirip baskı altına alacağından pek korkuyorum. Ve zannettim ki bu korku ve telaş eseri bakışımdan, sesimden belli oldu. Mikaloviç, gayet soğuk ve lakayd bulduğum bir seda ile: - Evet, çok çalışınız. Kendinizi hüzün ve bıkkınlığa, merak ve endişeye kaptırmayınız, dedi. Ve sonra elimi bırakarak ve bana bakmayarak ekledi: -İlkbaharda geldiğim zaman sizi imtihan edeceğim. Acele kürkünü giydi. Kendisini takiben aşağıya indik. Vedalaşırken benden gözlerini çevirmek için kalbiyle mücadele ettiği hissediliyordu. Kendi kendime << Niçin bana bakmamak için bu kadar kendini zorladı? Acaba onun gitmemesini arzu ettiğimi anladı mı? Oh! O, cidden pek mükemmel ve alicenab bir insan… Fakat hepsi bundan ibaret… >> diyordum. Bu akşam Katya ile beraber yatmazdan evvel uzun bir sohbete daldık. Ondan hiç bahsetmedik. Yazı nasıl geçireceğimizi, evimizdeki kışı nerede bitireceğimizi konuşuyorduk. << Bence hayatın ne önemi var? >> müthiş sorusu artık beni taciz etmiyordu. Bana öyle geliyordu ki insan dünyada mesud olmak için yaşamalıdır. Şimdi gelecekteki hayatımın ufkunda saadet, pek çok saadet görüyorum. Pokrovsko'daki çok sakin ve karanlık evimiz ansızın bana hayat ve ışık ile doluyor gibi göründü. 2 Hele ilkbahar gelebildi. Şimdi eski can sıkıntısına mukabil – karışık arzu ve emellerle dolu belli olmayan hayallere dalıyordum. Kışın başlangıcında olduğu gibi artık miskin ve sefil bir hayat yaşamıyordum. Kardeşim Sotya'nın eğitim ve öğretimiyle uğraşıyor, edebi okumalar ve müzik alıştırmalarıyla vakit geçiriyordum. Bununla beraber yalnız bahçeye giderek yollarda saatlerce – tıpkı bir serseri gibi – dolaşmayı veyahut bilinemez nasıl bir heyecan veren hissin sevkiyle, dalgın ve hülyalı, coşkun ve emel besler halde kanepeye oturmayı pek severdim. Bütün geceleri - özellikle mehtap gecelerini – kolumu penceremin kenarına dayayarak uykusuz ve şaşkınca geçirir, gariplik gösteren seher manzaralarını seyrederek zevkleniyordum. Hatta bazı kere gecelik entarimle Katya'nın haberi olmaksızın usulcacık bahçeye çıkar, şebnemler arasından ta havuz kenarına kadar giderdim. Bir defa mehtapta gece yarısı öyle bir hisse kapıldım ki, yapyalnız bahçenin her bir tarafını dolaştım. O vakit düşüncemi daima meşgul eden hülyaların şimdi gerçek yüzünü anlamak, tahlil etmek benim için pek zordur. Şimdi düşündükçe bütün bu şeyler bana o kadar garip ve o kadar hayattan uzak geliyordu ki nasıl isteyerek, zevk alarak bunları yapabildiğimi şaşkınca kendime soruyordum. Mayıs'ın sonuna doğru sözünde sadık olan Mikaloviç seyahatinden döndü. İlk ziyareti akşama doğru, kendisini beklediğimiz bir zamanda gerçekleşti. Teras üzerinde çay içiyorduk. Bahçe güzel bir yeşillik elbisesine bürünmüş, bülbüller kuruluktaki küçük ağaçlarda yuvalarını yapmışlardı. Tomurcuklanan leylak fidanları, kıvırcık salkımları ve beyaz ve eflatun renklerinin karışımlarının ahenginden dolayı latif ve göz okşayan renkleriyle çiçeklerin açılma zamanının yaklaştığını ima ediyordu. "Bulu" ağaçlarının yaprakları batan güneşin baygın ışınları ile şeffaf birer safha halinde gözüküyordu. Akşama özel jale, çimenleri nemlendiriyordu. Bahçenin gerisinde bulunan havalide günlük işlerin son gürültüleri ağıla giren koyun sürüsünün sesleri ile sönüyordu. Nikon terasının önünde fıçı arabasıyla bahçedeki yolları çiçekleri, ağaçları suluyordu. Fıçının süzgeçli tenekesinden fışkıran en soğuk su serpintileri ay çiçeği fidanları etrafındaki toprak yığınlarında siyah daireler şekillendiriyordu. Terasın orta yerinde beyaz örtülü masa üzerinde gayet önemle silinmiş semaver parlıyor, kaynıyor; beri tarafta da gevrekler, peksimetler ve kaymak iştiha açıcı bir manzara teşkil ediyordu. Katya iyi bir ev kadını haliyle çay fincanlarını o tombul elleriyle yıkamıştı. O gün hamama gittiğim için çok iştiham vardı. Çayı beklemeden bir dilim ekmekle bir tabak kaymağı bir hamlede bitirdim. Üzerimde kılları açık ketenden yalnız bir buluz vardı. Yaş saçlarım bir mendille örtülmüştü. İlk defa Mikaloviç'i salon penceresinin arkasından Katya gördü: - Ah, dedi, şimdi biz de seni konuşuyorduk. Ben hemen üzerime bir elbise giymek fikriyle kalktım. Tam kapının eşiğinden atlayacağım zaman beni yakaladı: - Köyde de bu kadar merasimin gereği var mı ya! Bu sözleri söylerken mendil ile kapalı saçlarıma bakıyor, tebessüm ediyordu: - Siz Karakuvar'dan sıkılır mısınız? Hayır… O halde farz ediniz ki ben de bir Karakuvar'ım. Fakat bu esnada bana öyle bir bakış attı ki Karakuvar bana böyle bir nazarla bakamazdı. - Şimdi geleceğim, dedim ve sıvıştım. Mikaloviç arkamdan: - Lakin niçin gidiyorsunuz ya… Siz bu halinizle yeni evlenmiş genç ve güzel bir köylü kadına benziyorsunuz, diye bağırıyordu. Gayet hızlı bir şekilde elbisemi giyerken kendi kendime: - Aman ya Rabbi! Ne tuhaf, ne garip bakışları var! Fakat bana ne… Dönüşünden memnunum ya… O, yeter. Şimdi çok neşeliyim. Diye düşünüyordum… Aynaya hızlı bir bakış attıktan sonra çok sevinçli bir şekilde odamdan indim. Ona bir an evvel kavuşmak için hissettiğim şevk ve can atmayı belli ettirmeksizin koşarak terasa döndüm. Fakat yanaklarımda ateşli bir kırmızı tabaka belirmişti. Mikaloviç, masanın yanında bakıcıma işlerimizin işleyiş tarzından bahsediyordu. Beni görür görmez Katya le olan konuşmasını kesmeyerek yalnız tebessüm etti. Ben bu sohbetin halinden işlerimizin yolunda gittiğini, durumumuzun memnuniyet verici bir halde olduğunu anladım. Köyde yalnız yazı geçirecektik. Kışın – Sotya'nın eğitimini bitirmesi için – hoşumuza giden bir yere mesela Petersburg'a veyahut yabancı şehirlerden birisine gitmek için serbest bulunuyorduk. Birden bire Mikaloviç'e hitaben bakıcım dedi ki: - Ah! Siz de bizimle beraber gelseniz. Emin olun biz sizsiz gideceğimiz yerde, bir ormanda kaybolmuş gibi olacağız. Gülerek, yarım şaka yarım ciddi, cevap verdi: - Sizinle yalnız Petersburg'a veyahut başka bir yere gitmek değil, hatta bütün dünyayı dolaşırım. Lakin… Dedim ki : - O halde niçin gelmiyorsunuz? Mademki öyledir… Sizinle bütün dünyayı dolaşırız. (Tebessüm eder halde başını sallayarak): - Annem? İşlerim? Haydi, bu meseleyi şimdi bırakalım. Söyleyiniz, hikâye ediniz bakalım bana… Benim gitmemden beri nasıl vakit geçirdiniz? Yine zamanlarınızı can sıkıntısı ile merak ve endişe ile mi mahv ve heba ettiniz? Vaktimi bir sürekli çalışmayla geçirdiğimi, asla can sıkıntısı hissetmediğimi beyan ettikten, Katya da bu sözleri tasdik ettikten sonra bana birkaç övgü kelimesi ibzal etti. Ve manidar, okşayıcı bakışlarıyla – sanki bu yolda hareket etmek hakkına sahipmiş gibi – beni taltif etmek istedi. Bu anda; şimdiye kadar yapmış olduğum iyi şeyleri gayet samimiyetle kendisine nakletmek ve memnun olduğu bir nazar ile görmediği halleri saf ve nadim bir günahkâr gibi ayrıntısıyla itiraf eylemek için kendimde derin bir ihtiyaç hissettim. O akşam pek güzel geçti. Uzun süre terasta kaldık. O kadar derin ve samimi konuşuyorduk ki etrafıma bakmak için vakit bulamamıştım. Çiçeklerin nüfuz kuvveti gittikçe artmış, ruhu okşayan kokuları her tarafta yayılmıştı. Bolca şebnemlerle bahçe örtülüydü. Leylak fidanındaki bülbül titrek, baygın nağmelerle ezgi yaparken… Seslerimizden ürkerek susuyordu. Yıldızlı gökyüzü sanki bizi kucaklamak için üzerimize doğru iniyor gibiydi. Gittikçe sıklığı artan karanlığı; usulca terasın üzerine gerilmiş tentenin altına giren yarasanın beyaz şalımın etrafında kanatlarını çırpmaya başladığı vakit fark ettim. Gece kuşu gayet sessiz tentenin altından süzülüp bahçenin karanlıkları içinde kaybolduğu zaman öyle bir korku titremesi ile titredim ki az kaldı bağıracaktım. Mikaloviç lakırdıyı keserek: - Yazlığınızı ne kadar çok seviyorum! Bütün hayatımı burada bu terasın üzerinde böylece geçirmeye razıyım, dedi. - Pekâlâ! Sizi daima burada oturmaktan kim men ediyor? - Evet, daima oturmalı fakat hayat… O insanı her zaman böyle oturtmuyor. Katya söze karışarak dedi ki: - Niçin evlenmiyorsunuz? Siz pek mükemmel bir zevç olursunuz. Mikaloviç kahkahaları kopararak: - Daima oturmayı sevdiğim için değil mi, dedi, hayır… Katerin Karluna, hayır… Siz ve ben evlilikle alakamızı kestik. Herkes bana artık evlenebilecek bir adam nazarıyla bakmıyor. Ben ise zaten çoktan kendime bu nazarla bakmamaya karar vermiştim. Ve işte o zamandan beri de asude bir hayat geçiriyorum. Bana, bu sözleri zoraki bir güler yüzlülükle söylüyor gibi geldi. Katya dedi ki: - Ne düşünüyorsunuz? Henüz otuz altı yaşında olduğunuz halde şimdiden her şeyden elinizi çekiyor musunuz? - Evet. Her şeyden… Artık benim istirahatten başka bir arzum yoktur. Evlilik ise takip ettiğim hayat tarzına büsbütün aykırıdır. (Beni göstererek) Bu genç kıza sorunuz. İşte evlendirilecek biri… Bize gelince, biz onun saadetiyle mutlu olacağız. Bu sözleri zoraki bir lakaydlıkla söylemeye çalışırken ezalı söyleminde görünmez bir teessüf kokusu hisseder gibi oluyordum. Bir süre sustu. Katya ile ben bu suskunluğa katıldık. Sonunda iskemlesinin üzerinde dönerek: - Pekâlâ, dedi, farz ediniz ki münasebetsiz bir tesadüf neticesi olarak on yedi yaşında genç bir kızla evleneyim. Ve yine farz edelim ki bu genç kız Mary Alexandrovna olsun. Misal mükemmel… Ve onu seçmemden dolayı pek memnunum. Oh… Evet, ondan daha mükemmelini bulamam. Ben gülmeye başladım. Çünkü neden bu kadar memnun olduğunu ve ne için beni en güzel bir misal olarak gösterdiğini anlayamıyordum. Bana hitaben şaka tarzında dedi ki: - Pekâlâ… Bana bütün kalp saflığınızla beraber bana söyleyiniz bakalım. Cevval bir genç ruhtan kaynayan duygu ve hayallerinizle beraber benim gibi hayatının mühim kısmını yaşayıp ta artık istirahatten başka bir şey düşünmeyen bir ihtiyarla hayatınızı birleştirecek olursanız mutsuz olmaz mısınız? Ne cevap vereceğimi bilememekten doğan sıkıcı bir suskunluk ve tereddüd anı geçirdim. Mikaloviç gülerek devam etti: - Size evlilik teklifinde bulunmuyorum. Gayet serbestlikle cevap veriniz. Bahçede yalnız gezinirken benim gibi mi eş hayal edersiniz? Benimle evlilik sizin için bir felaket darbesi olmaz mı? - Hayır, bu benim için bir felaket değil. Fakat… Fikrimi tamamlamak için cevap verdi: - Fakat saadet te değil… - Hayır, fakat aldanmak ihtimali var da… Yeniden sözümü kesti ve sözünü Katya'ya yöneltti: - İşte görüyorsunuz ki pek çok hakkı var. Maşa'nın fikrini gayet serbestçe söylemesinden memnun oldum. Bu konuşmayı açtığıma pek isabet etmişim. Daha doğrusu hepsi bu kadar da değil. Bu evlilik benim için tasavvurumun üzerinde bir mutsuzluğa sebebiyet verirdi. Katya: - Ne garip bir tabiata sahipsiniz! Görülüyor ki hiç değişmemişsiniz, dedi ve ayağa kalktı. Akşam yemeğinin hazırlanması için terastan çıktı, gitti. Katya'nın gitmesinden sonra her ikimiz de sessizliğimizi koruyorduk. Her şey derin bir sessizliğe dalmış gibiydi. Yalnız bahçedeki bülbülün yakıcı nağmeleri, ruh okşayan ezgileri bahçeyi şevk ve sürurla dolduruyordu. Şimdi bülbülün sedasında akşamki çekingenliklerle korkulara bedel metanet hissolunuyordu. Bu sırada uzaklardan bir bülbül sedası bizim bülbüle cevap veriyordu. Şimdi bahçenin bülbülü – sanki komşusunun ezgisini dinlemek için – sustu. Sonra bütün bir şiddet ve kuvvetle terennüm etmeye, titrek ve eğlenici nağmelerini etrafa yaymaya başladı. Her iki kuş birbirlerine cevap veriyor ve sedaları, bizim için gizli sırlarla dolu bu gecenin derinliklerinde kocaman yayılıyordu. Bahçıvan Ser'e gitmek için evimizden geçti. Potinlerinin sesi bahçenin yollarında yankılanıyordu. Tepeden iki ıslık sesi işitildi. Ve sonra her şey derin bir sessizliğe daldı. Ağaçların yaprakları – his olunamayacak derecede – titriyor, gayet hafif bir rüzgâr darbesi tenteyi kımıldatıyor; terasta, oturduğumuz yerin etrafında derin, etkili bir koku yayılıyordu. Demin söylenen sözlerden sonra başlayan bu sükût bana azap veriyordu. Bununla beraber hiçbir kelime ile bu sükûtu ihlale muvaffak olamıyordum. Mikaloviç'e baktım. Bu yarım karanlık içinde parlayan bakışlarını bana atarak yavaşça dedi ki: - Oh! Yaşamak ne iyi şey… Kalbimden gayr-ı ihtiyari bir ah koptu. Mikaloviç sordu: - Ne dediniz? Ben tekrar ettim: - Evet, yaşamak iyidir. Sessizlik yine yeniden beni sıkmaya başlamıştı. Mikaloviç eşim olmak için pek ihtiyar olduğunu söylediği zaman kendisini üzdüğümü düşünmekten kendimi men edemiyordum. Kendisini teselli etmek istiyordum. Fakat bu vazifeyi nasıl ifa edebileceğimi bilmiyordum. Nihayet ayağa kalkarak dedi ki: - Artık gitmeliyim. Annem beni yemeğe bekler. Bugün onu hiç görmedim gibi bir şey… - Fakat ben size yeni bir sonat çalmak istiyordum. Gayet soğuk bulduğum bir tavırla: - Gelecek defa çalarsınız, dedi. Ve vedalaştı. Şimdi bu zavallı adamı en nazik bir yerinden yaraladığımı hissederek ona acıyordum. Katya ile beraber Mikaloviç'i kapının önüne kadar teşyi ettik. Ve yol üzerinde bakışlarımızla kendisini takip etmek için avluda kaldık. Atının ayak sesleri kaybolduğu zaman terasa döndüm. Yeniden şaşkınca bahçeyi, gecenin sessiz manzarasını seyre daldım. Hafif bir sis etrafı kuşatmıştı. Kalbimin sevkiyatına uyarak düşünce ve hayallere koyuldum. Mikaloviç bundan sonra iki üç defa daha bize geldi. Evvelki buluşmamızın sıkıcı, üzücü eserleri beynimizde artık tamamen silinmiş oldu. Bütün yaz Mikaloviç haftada düzenli olarak haftada iki veya üç defa bizi ziyarete gelirdi. Ve ben bu ziyaretlere o kadar alışmış, o kadar ısınmıştım ki gecikmesi beni tatsız bir yalnızlık içinde bırakırdı. Mikaloviç bana genç ve saygı duyulan bir arkadaş gibi muamele ediyor, bana sualler soruyor, nasihatler veriyor, kalbimi kendisine açmamı istiyor, beni teşyi ve bazı kere de azarlıyor ve hamlelerimi, yaramazlıklarımı çocukluklarımı zapt ve idareye çalışıyordu. Fakat bana akranca muamele etmek için harcadığı bu çaba ve gayretlere rağmen kendisini açık etmek istemediği bir gizliler âleminin gizli derinliklerinde görür gibi oluyordum. O, benim bu gizli emelleri bilmemi lüzumsuz addediyordu. Katya ile yazlığımızdaki komşularımız aracılığıyla öğrendim ki Mikaloviç annesine, işlerimizin iyi gitmesine ve kendi emlakının idaresine harcadığı dikkat ve özenden başka hiç sevmediği ve kendisine pek sıkıcı göründüğü eğlence salonlarında, müsamere ve balolarda vakit israf etmeye mecbur oluyordu. Bununla beraber kendisine, hayatı geçirme tarzına, kalbi emel ve tasavvurlarına dair hiç bilgi edinmeyi başaramıyordum. Her ne zaman konuşmamızı bu konuya yönlendirsem hemen yüzünde beliren ekşime ile şunu demek istiyordu: - Bunların size ne alakası ve faydası olabilir! Ve derhal konuşmanın akışını güzel bir sapma ile değiştirirdi. Bu ihtiyat ve çekinme öncelikle bana münasebetsiz göründü. Fakat sonra daima bana ait şeylerden bahsetmesine o kadar alıştım ki bu konuşma konusunu pek doğal bulmaya başladım. Başlangıçta beni memnun etmeyen ve sonraları pek hoşnut eden Mikaloviç'in diğer bir kişisel özelliği daha vardı ki o da maddi özelliklerim hakkında pek lakayt bulunması… Daha doğrusu güzelliğime hafife alan bir nazarla bakmasıydı. Asla ne ufak bir nazarla, ne de naçiz bir takdir kelimesiyle güzelliğimi ima etmek istemiyordu. Bilakis başkaları onun yanında bana lüzumundan fazla iltifat gösterecek olursa alaycı tebessümlerle gülmeye, yüzünde – bilmem nasıl bir gizli güzellikle – yüz ekşime belirtileri belirmeye başlar. Fakat benim kusurlarımı, hatalarımı keşfetmekten pek hazzeder, hatta bununla beni kızdırmayı pek severdi. Özel günlerde, Katya son moda elbiselerimin en güzidelerini giydirerek beni süslemeyi, tuvaletimi düzeltmeyi pek severdi. Ziyaretlere hazır olduğumu gösteren şu süslemenin görkemi Mikaloviç'in çok etkilenmesinden doğan alaycı hislerini hareketlendirip şiddetlendiriyor ve – yalnız kadın kalplerini derin bir saadetle dolduran – bütün bu değerli süslenme arzusuna tamamen mani oluyordu. Bu hal saf yürekli Katya'nın canını sıkardı. Katya kendi fikrince karar vermişti ki Mikaloviç beni kendi zevkine uygun buluyor ve o anlamıyordu ki Mikaloviç tercih edip seçtiği gayet muhteşem ve nazarları süsleyen bir manzara altında hayat âleminde arz-ı endam eylemesini görmeyi tahammül edemiyor. Bana gelince: Ben dostumun fikrini tamamıyla anlamıştım. O beni daima kendini beğendirmeye çalışan şık, güzel ve işve sahibi, heveskâr bir kız addediyordu. Kendisinin şu fikrini anlar anlamaz ne özel günlerdeki tuvaletlerimde, ne de her günkü saçlarımın düzen şeklinde ufak bir süsleme çabasının hafif bir gölgesini bile göstermemeye çalıştım. Sadeliğin ne olduğu bilinemeyen yaşıma rağmen kendimi derin, sabit bir sadeliğe bıraktım. Beni sevdiğini biliyordum. Fakat beni bir kadın gibi mi, yoksa bir çocuk gibi mi seviyordu? Bunu anlamak istemiyordum. Onun aşk ve muhabbetini ve daima bana dünyanın en mükemmel, en güzide bir kızı nazarıyla bakmasını arzu ediyor ve benim hakkımdaki şu teveccühlerin, şu hislerin artmasını istemekten kendimi alıkoyamıyordum. Bana öyle geliyordu ki o, benim saçlarımı, ellerimi, yüzümü, tavır ve hareketlerimi, dış vasıflarımı… Özetle onu aldatmaya çalışmaksızın hiçbir şeyini değiştirmeye güç bulamadığım doğal özelliklerimi daha ilk bakış darbesinde takdir etmişti. Fakat kalbimi asla anlamamıştı. Buna sebep evvela kalbimin onu sevmesi ve sonra da kendisi hakkında yeni ortaya çıkan bir aşk hissi ile gelişmiş olmasıydı. Bu konuda ben ona halimi sezdirebilirdim ve sezdirdim. Bütün bunları anladığım zaman Mikaloviç'in bulunduğu çevrede bulunmaktan derin, yüksek bir zevk duymaya başladım. Artık sebepsiz kalbi sıkıntıya duçar olmadığım gibi hayatımın akış şeklinden de sıkıntı duymuyordum. Hissediyordum ki Mikaloviç oturmuş veya ayakta durmuş olduğu halde, karşıdan veya yandan… Saçlarım düzenli veya perişan olsun, beni temaşa etmekten zevk buluyordu. O, beni artık tamamıyla anlıyor ve yanımda bulunmaktan daima memnun ve hoşnut oluyordu. Öyle zannediyorum ki – alışılmışın dışında – başkaları gibi bana güzel olduğumu söyleyeydi hiç zevk haz hissetmeyecektim. Onun hoşuna giden bir fikirle duygulandıkça kalbim nasıl bir sevinç parıltısıyla nurlanıyor, nasıl büyük bir saadetle doluyordu. İşte o zaman İltifat manasıyla dolu nazarlarını üzerime yöneltir, taze renk vermeye çalıştığı heyecanlı ve etkili sedasıyla: - Evet… Evet… Sizde bir şey var. Bunu anlayacağım. Siz gerçekten güzide bir kızsınız, derdi. Kalbimi gurur ve iftiharla dolduran bu iltifatlara beni layık kılan şey nedir? Pek önemsiz bir şey: Karakuvar'ın hakkımda beslediği samimi muhabbete karşı gösterdiğim meyil kalp samimiyeti… Yahut ince bir şiir, duygusal bir romanın gözlerimden yaşlar akıtacak derecede beni hüzün ve heyecanla titretmesi… Daha sadesi "Mozart'ı" "Şulhuf'a" tercih edişim. Kendisinin hoşuna gitmek için neler arzu ve ne yolda hareket etmem lazım geleceğini bana keşfettiren tuhaf hissi bizzat ben de tuhaflıkla karşılıyordum. Hâlbuki hakikatte iyiyi fenadan ayırt edecek kudrette bile değildim. Adetlerim ve hoşuma giden şeylerin çoğu onunkiyle uyuşmuyordu. Fakat daha önce hislerimi okşayan zevklerin bütün şiiriyet ve güzelliğini kaybetmesi için onun bir kaş çatması, bir küçük düşürücü bakışı, bir sıkılan yüzü kâfiydi. Bana bir şey sordukça gözlerimin içine bakıyordu. Ve ben ruhumun derinliklerine işlemek isteyen bu nazarlardan hislerimi bildirmemi isteyen bir mana kokluyordum. Ömrümün geçiş tarzını ansızın bir vuruşla kolaylaştıracak ve annemin vefatından beri yoğun karanlıklara boğulmuş hayatımı saadet nurlarıyla ışıklandıracak derecede kalbimde büyüleyici bir tesir oluşturan Mikaloviç'in duygu ve düşünceleri benimki ile artık latif ahenkli bir uyuşma teşkil ediyordu. Yavaş yavaş her şeyi başka bir nazarla tetkik ve tahlil etmeye başlıyordum. Katya, Sotya, hizmetçilerimiz… Hatta kendim ve uğraşılarım hakkındaki bakış açım büsbütün değişmişti. Eskiden sadece vakit geçirmek için kitap okurdum. Hâlbuki şimdi kitap okumasından aşırı derecede lezzet duyuyordum. Çünkü kitapları getiren, benimle beraber okuyan, onlar hakkında okuma açıklamaları yapan Mikaloviç idi. Önceden küçük kardeşim Sotya'nın eğitim ve terbiyesi için ayırdığım saatler bana pek uzun, pek ağır gelirdi. Bu benim için pek büyük sorunlarla ifa edebildiğim sıkıcı bir vazife hükmündeydi. Öğrencime ders verip te onun öğrendiğini görmek bence bir mutluluk telakki edilmek için Mikaloviç'in bir defa dersimde bulunması yeterli olurdu. Önceden musiki parçasını ezberden çalmak bence imkânsız görünürken şimdi onun beni dinleyeceği ve belki bazı takdir edici kelimeler de sarf edeceği fikri, bana o musiki parçasını değil bir defa hatta kırk defa bile tekrar etmek cesaret ve kuvvetini bahşediyordu. Gerçekte öyle şiddetli bir coşkun arzuyla piyano çalıyordum ki zavallı Katya evi müthiş kasırgalarına boğan bu müzik tufanı altında bunalarak kulaklarını pamukla tıkamaya mecbur oluyordu. Bakıcımın şu hali ise benim aynı şiddet ve hevesle piyano çalmama mani olmuyordu. Musiki konusunda gösterdiğim şu manidar arzu bir şevk ve heyecan nüktesi oluşturuyor gibiydi. Ruhum gibi tanıyı canım gibi sevdiğim Katya'ya varıncaya kadar her şey bana yeni bir manzara altında görünüyordu. Bizim için samimi bir dost şefkatli bir anne ve aynı zamanda da sadık bir varlık olmaya Katya'nın hiçbir mecburiyeti olmadığını ancak o zaman farkına varmıştım. Bu saygın varlığın şimdiye kadar bizim için ettiği fedakârlığın yüksekliğini, hakkımızda beslediği muhabbet ve şefkatin samimiyet derecesini tekdir etmeye ve bütün hayatımı kendisine borçlu olduğumu hissetmeye başlayarak bakıcımı bir kat daha seviyordum. Mikaloviç'in tesir ve nüfuzu altında adamlarımıza, köylülerimize, hizmetçilerimize de büsbütün başka bir nazarla bakmayı öğrendim. Bu ana kadar çevresinde yaşadığım bu saf ve fedakâr adamların hakkımda pek büyük bir muhabbet beslediklerini ancak şimdi anlayabildim. Bahçemiz tarlamız, gölgeli ağaçlarımız birden benim için yeni bir güzellik manzarasına bürünüyordu. Mikaloviç'in " dünyada bahtiyar olmak için yalnız bir çare var." Meğerse boşuna değilmiş. Gerçekte insanın bu hayat sahnesinde " başkası için yaşamak…"tan hissettiği saadete sınır yokmuş. Mikaloviç'in söylediği bu mutluluk vasıtası bana pek garip görünmüştü. Ben bundan bir şey anlamıyordum. Bununla beraber düşüncem bu cümlenin anlatmak istediği manayı anlamadıysa da yine o büyüleyici cümle ruhumun derinliğine nüfuz etmekten uzak durmuyordu. Hayatımın geçiş tarzını büyük bir değişikliğe uğratmadığı halde Sergey Mikaloviç gözlerim önüne bütün bir saadet hayatı açtı. Çocukluk dönemimden beri adet edindiğim bütün şeylere karşı şimdi büyük bir lakaytlık hissediyordum. Vakit oluyordu ki her şey kendisine özel bir manidar dil takınarak ruhumla konuşuyor ve o duygu kabını saadetlerle dolduruyordu. Bu yaz çoğunlukla odama çıkar ve yatağımda uzanırdım. Fakat bu durağanlık dakikalarında evvelki gibi ruhuma azap veren bilinmez arzular, ümitler yerine bir coşku, bir saadetin yavaş yavaş kalbime işlemesini hissediyor, yumuşak ve sıcak bir okşayıcı havayla ruhumu okşayan bu saadet içinde bir türlü uyuyamıyordum. İşte o zaman yatağımdan kalkar, Katya'nın yatak ucuna oturur ve kendisine mesut olduğumu söylerdim. Bununla birlikte o saadetimi keşfetmek için itiraflarıma ihtiyaç göstermiyor, ancak kendisinin de tamamıyla bahtiyar olduğunu söylemekle yetiniyordu. Ve sonra beni en samimi iltifatlarla kucaklıyordu. Samimiyet çevremde bulunanların mutluluğuna inanmak ihtiyacını hissettiğim için bakıcımın bu mutluluk teminatına hemen inanıyordum. Fakat Katya uyku zamanı olduğunu da unutmuyor, iltifat edici bir azarlama tavrıyla beni yatağından kaldırarak uykuya kendisini teslim ediyordu. Ben ise beni mutlu eden bütün bu şeyleri düşünmekten kendimi engelleyemiyordum. Bazı kere de yatağımdan fırlar bana ihsan eylediği saadetten dolayı Cenab-ı Hakk'a bitmek tükenmek bilmeyen bir konuşma bolluğuyla dua ederdim. Bir akşam odada derin bir suskunluk hüküm sürüyor ve uyuyan Katya'nın nefesi ile yanında duran saatin hafif ve düzgün gürültüsünden başka hiçbir şey işitilmiyordu. Yatağımın içinde donmuş, yanımdaki haçı öperek yavaş yavaş dua ediyordum. Kapı ve pencereler kapalı idi. Akşamdan içeride kalmış bir sinek vızıldayarak uçmaya başlamıştı. Ve beni saadet yorgunu bu samimi ve ciddi istiğraktan bilinemez nasıl bir gizli hisle aşırı lezzet aldığım için bu büyüleyici suskunluğun ebediyete kadar sürmesini arzu ediyordum. Bana öyle geliyordu ki fikirlerim, hülyalarım, dualarım esir-vari birer akışkan şekil kazanarak benimle beraber bu karanlıklara gömülü odada yaşıyor, yatağımın etrafında uçuşuyor, süzülüyor, üzerime doğru yaklaşıyordu. Hayallerimde tecelli eden fikir ve duyguların her biri onun duygularının özeti idi. Fakat bütün bunlar aşk mıdır? Bilmiyordum. Yalnız arzu ettiğim bir şey varsa o da bu kadar kolaylıkla doğan bu tatlı ve ince hissin ebediyen sürmesiydi. 3 Hasad zamanı bir gün yemekten sonra Katya ve Sotya ile beraber bahçeye gelip ıhlamur ağaçları altındaki kanepeye oturduk. Mikaloviç'i üç günden beri görmemiştik. Ziyaretini bekliyorduk. İdare memuru vekili, işleri teftiş için onun geleceğini söylemişti. Gerçekten saat ikiye doğru, uzaktan hayvanla tarlaya girerken gördüm. Katya onun iççin şeftali ve kiraz toplanmasını söyledikten sonra bana tebessüm ederek baktı. Bunu takiben sıranın üzerine uzandı. Güya uyumaya başladı. Ben ıhlamur ağacından yaprakları iri ve çok bir dal koparıp uyumayı taklit eden bakıcımın üzerinde bir yelpaze gibi sallamaya başladım. Aynı zamanda da hem elimde bulunan kitabı okuyor, hem de tarla tarafına… Mikaloviç'in yanımıza gelmek için geçeceği yola bakışlarımı yöneltiyordum. Sotya yaşlı bir ıhlamur ağacının kenarına oturmuş, bebeği için mini mini bir köşk yapmaya çalışıyordu. Sıcaklık son derece şiddetliydi. Hiç rüzgâr esmiyor, bir yaprak bile kımıldanmıyordu. Bulutlar siyah birer küme halinde bir tarafa yığılıyordu. Sabahtan beri devam eden şu müthiş hal bir fırtınanın çıkacağına işaret ediyordu. Ben fırtınadan önce daima heyecanlar hissederdim. Bununla beraber akşama doğru, her taraftan bulutlar dağılmaya ve güneş saf ve şeffaf bir semada ışıklarını yaymaya başladı. Bununla beraber gök gürültüsü uzaktan gürlüyor, ara sıra ufukta beliren yoğun bir bulut arasından sönük, eğik bir güneş resmi çıkıyordu. Herhalde o gün fırtınanın çıkmayacağı aşikâr idi. Bahçenin ötesinden kısmen görünen yol üzerinde ot demetleri taşıyan arabalar kesintisiz gıcırdayarak gidiyor, işlerini bitiren köylülerin bindikleri boş arabalar da büyük bir gürültü ile dönüyordu. Yaprakların arasından devirli bir hareketle yükselip adeta hava tabakalarında hareketsiz duruyor gibi görünen yoğun bir toz bulutu gözleniyordu. Daha aşağı taraflarda da aynı araba gürültüleri, gıcırtıları işitiliyor, yaldızlı ot yığınlarının aheste aheste geçtikleri ve sonra kayboldukları görülüyor, uzakta bulunan değirmenler ise sivri çatılı evler şeklinde göze görünüyordu. Daha uzaklarda tozlu tarla üzerinde arabalar, altın renkli ot yığınlar seçiliyor, tekerleklerin düzenli ve lülelerine karışan şarkılar belirsiz bir ahenk halinde işitiliyordu. Diğer bir taraftan da, tarlanın biçilen kısmı daha iyi görünüyor, biraz da sağda karmakarışık duran yığınlar arasında demet bağlayan kadınların fistanları fark olunuyordu. Hâsılı tarlada büyük bir muntazam faaliyet görülüyordu. Hasat vaktinin bitimini bildiren bu manzara beni üzdü. Artık yaz sonbahara yerini bırakmıştı. Bununla beraber toz, sıcaklık her tarafta hükmünü sürdürüyordu. Bunlardan yalnız bahçede sığınılacak bir yer edindiğimiz yer müstesna idi. Bu sıcak ve ağır havanın, bu yakıcı ateş saçan güneşin altında hasatçılar bir taraftan diğer tarafa küme küme gidip geliyorlar, gürültü ile konuşuyorlar, telaşla hareket ediyorlardı. Gölgede bulunan sıranın üzerine uzanmış olan Katya beyaz patiska mendilinin altında yavaşça nefesleniyor, leziz ve taze kirazlar iştah açıcı bir şekilde sepet içinde parlıyordu. Elbisemiz bana hiç bu kadar temiz ve güzel görünmemiş, sürahideki su ışık yansımasıyla hiç bu kadar nazarı süsleyen renkler meydana getirmemişti. Ben de hiç bu derece hayat-efza bir mutluluk hissi ile duygulanmamıştım. Fakat herhalde hissetmiş olduğum mutluluğun bir gaflet eseri olmadığını da düşünüyordum. Lakin benim bu saadetime kim katılacak? Bütün kadınlık kimliğimi bu saadetlerimle beraber kime ve nasıl vereceğim? Güneş karşıki tepenin arkasından kaybolmuştu. Tozlar da birden dağıldı. Ufuk batan güneşin eğimli ziyaları içinde daha saf ve parlak şekilleniyordu. Bulutlar tamamıyla dağılmıştı. Ağaçların arasından, girişten köylülerin henüz çıktıkları üç değirmen çatısı seçiliyor, arabalar süratle hareket ediyor, hasatçılar neşeli ve handan bağrışıyor şüphesiz bütün bu acele bir mesai gününün daha sona erdiğini gösteriyordu. Köylü kadınlar da omuzlarında taraklar, kuşaklarında ot demetleri bağlanmış, gayet neşeli türkü çağırarak ikametgâhlarına dönüyorlardı. Lakin Sergey Mikaloviç geri dönmüyordu. Hâlbuki onun tepeden indiğini göreli çok olmuştu. Nihayet bakmakta olduğum cadde üzerinde göründü. Hendeği dolaşıyordu. Hızlı ve arkası kesilmeksizin adımlarla, güleç ve şaşaalı bir yüzle şapkası elinde, bana doğru geliyordu. Katya'nın uyuduğunu görür görmez dudaklarını ısırdı, gözlerini kapadı. Derhal onun, ara sıra bilinmez nasıl bir his sebebiyle hâsıl olup bizim latife tarzında "vahşi sevinç" diye adlandırdığımız, bir şevk ve neşe girdabı içinde bulunduğunu anladım. Böyle zamanlarda o, dinlenme vakitlerinde kuvvetli bir istek fışkırmasıyla oyun oynayan bir mektep çocuğu gibi olurdu. Şimdi bütün varlığı bir hoşnutluk ve mutluluk havası soluyor, ancak gençlere özel bir faaliyet ve uyanıklık ile parlıyordu. Elimi sıkarak hafif bir seda ile dedi ki; - Bonjur, bonjur… Genç menekşe… Nasılsınız? İyi misiniz? Ben de hatırını sorunca cevaben: - Ben iyiyim. Adeta on üç yaşında gibiyim. Hatta bir gün bile fazla değil. Hayvanla oynamak, ağaçlar üzerine tırmanmak için çılgın, önüne geçilmez bir arzu hissediyorum, dedi. Gülümseyen gözlerine bakarak, vahşi dediğim bu sevincin benim de kalbimi teshir ettiğini hissederek cevap verdim: - Siz yine şiddetli bir neşe kasırgası dönüyorsunuz. Gözlerini kapayarak ve bir kahkahayı zorla tutmaya muvaffak olarak dedi ki: Evet… Fakat siz niçin Katya'nın burnuna vuruyorsunuz? Meğerse onu görmekten doğan hoşnutlukla Katya'yı hala yelpazelemekte devam ediyor, elimdeki dalın yapraklarıyla bakıcımın yüzüne hafif darbeler indiriyormuşum. Gülmeye başladı. Katya uyandırmaktan çekiniyormuşum gibi yavaş bir sesle Mikaloviç'e: Göreceksiniz ya… Uyumadığını söyleyecek, diyor fakat hakikatte Katya'yı uyandırmamak için değil belki Mikaloviç'e böyle gayet hafif sesle lakırdı söylemekte anlatılamaz bir zevk duyduğum için yavaş söylüyordum. O sevildiğimi işitmiyormuş gibi bir tavır ile cevap olarak yalnız dudaklarını kımıldatmakla yetiniyordu. Sonra kiraz sepetini görüp hemen aldı, ıhlamur ağacı altında bebekleri ile meşgul Sotya'ya koştu. Bebeklerin üzerine oturdu. Küçük kardeşim şu hali görür görmez kızdı. Fakat Mikaloviç yemişleri gösterip te hangisinden yiyeceğini sorunca hemen barışmış oldular. Bunun üzerine ben: - Daha kiraz getireyim mi? Yoksa beraber bizzat gidip ağaçlardan mı koparalım? Dedim. Mikaloviç sepeti aldı. İçerisine bebekleri koydu. Meyve bahçesine doğru koştu. Sotya gülerek arkasından gidiyor, bebeklerini kendisine iade etmesi için paltosunun eteklerinden çekiyordu. Ciddi bir tavırla bebeklerini verdi. Ve bana döndü. Şimdi her ne kadar Katya'nın uyanması için çekinerek ve sessizce konuşmaya gerek kalmadıysa da Mikaloviç – bilinmez neden – yine gayet yavaş sesle dedi ki: - Ne… Nasıl, size menekşe demeye hakkım yok mu? Bugün mesainin bütün tozlarından, tahammülsüz sıcaklarından, sıkıntı ve eziyetlerinden sonra bu latif ve mest eden çiçeğin kokusunu koklamak için ancak sizin kokulu, lezzetli samimi çevreniz içinde bulunmalıyım. Bu sözlerden hissettiğim heyecanlı sevinci sezdirmemek için hemen sordum: - Nasıl, tarla işleri yolunda gidiyor mu? - Pek yolunda… Bugün siz gelmezden önce bahçeden nasıl çalıştıklarını seyrediyordum. Ben burada böyle atıl ve tembel bir şekilde vakit geçirirken onların orada, yakıcı güneşin altında benim istirahatimi temin için takati mahveden bir gayretle çalıştıklarını gördükçe kendimden utanıyordum. Sözümü keserek ciddi bir tavır, bakışlarımın derinliklerine kadar nüfuz eden okşayıcı bir nazarla: - Yok, azizem, dedi, böyle felsefe yapmanın lüzumu yok. Bu adeta çocukluk… Bilmez misiniz ki köylüler böyle sabahtan akşama kadar kızgın güneşin altında çalışmaya mecburdur. Ve zaten bu, onlar için büyük bir hayat zevkidir. Herkesin sosyal seviyesi bir olmaz ya… Rica ediyorum! Böyle bir daha beyhude fikirlerde bulunmayınız! - Fakat bunları yalnız size söylüyorum. - Biliyorum… Biliyorum… Lakin kirazlarımız? Meyve ağaçlarının bulunduğu yer kapalıydı. Bahçıvanların hepsi tarlada olduğundan orada kimse yoktu. Sotya anahtarı getirmek için koştu. Fakat onun dönmesini beklemeyen dostumuz duvarın üzerine çıkıp meyve ağaçlarının olduğu yere atladı. Duvardan bana bağırdı: - Kiraz ister misiniz? Sepeti uzatınız… - Hayır, ben kendim toplayacağım. Anahtarı aramaya gidiyorum. Sotya şimdi gelmedi. Bu esnada ne yaptığını görmek için çılgın bir arzuya kapıldım. Onu kimsenin görmemesi için kim bilir nasıl telaşlı bir hal ve hareketle kiraz topluyordu. Ayaklarımın uçlarına basarak, usulcacık duvarın etrafını dolaştım. Duvarın açılan bir yerinde boş bir fıçı duruyordu. Fıçının üstüne çıktım. Duvar ancak belime kadar geliyordu. Biraz öne eğilmekle bahçenin içini iyice görebildim. Şimdi geniş yapraklı, dalları latif ve iştiha açıcı siyah kirazlarla dolu bu yaşlı ağaçların oluşturduğu manzara gözümün önüne serilmişti. Başımı biraz daha ileriye eğerek büyük bir kiraz ağacı kütüğü arkasında aradığımı gördüm. Şüphesiz o benim gittiğimi zannederek kimsenin kendisini göremeyeceğine inanmıştı. Ağaç kökleri üzerine oturmuş, başı açık, gözleri kapalı, bir kiraz tanesini elinde döndürüyordu. Birden omuzlarını kaldırdı. Gözlerini açtı. Bir şey mırıldandı ve tebessüm etti. Bu tebessüm ve mırıldanma bana o kadar garip, o kadar acip göründü ki kendisini tecessüs ettiğimden dolayı büyük bir mahcubiyet hissettim. "Maşa" diye bana hitap işitir gibi oldum. Sonra kendi kendime: Hayır, bu olamaz, dedim. - Sevgili Maşa! Bu övgü nidası eskisinden daha okşayıcı bir açıklık ile tekrarlandı. Bu defa gerçekten bir ses işitmiştim. Kalbim o kadar kuvvetle çarpmaya; belirsiz bir hoşnutluk, yasak bir saadet gibi bütün varlığımı öyle şiddetle doldurmaya başladı ki düşmemek ve kendimi teessüf gerektirecek bir hale sokmamak için iki elimle duvara dayanmaya mecbur oldum. Bu hareket benim varlığımı Mikaloviç'e açık etti. Titrek bir tavırla etrafına baktı. Gözlerini eğdi. Bir çocuk gibi kızardı. Bana bir şey demek istiyor fakat başarılı olamıyordu. Yüzü gittikçe alevleniyordu. Bu sırada bana bakarak tebessüm ediyordu. Güleç bir yüzle kendisine seslendim. Bütün yüzünden bir sevinç parıltısı saçılıyordu. Artık bu, beni baba gibi iltifatlara daldıran, nasihat ve iyiliğimi isteyen teşviklerde bulunan yaşlı bir amca değil, beni seven ve tatlı bir titretişle korkutan, benden karşılık olarak gördüğü muhabbetle utanmalara, tereddüt ve çekingenliklere yakalanan bir dost idi. Karşılıklı bir kelime etmeksizin birbirimize bakarken birden ciddi bir tavırla doğruldu. Ansızın dudaklarındaki tebessüm silindi. Gözlerindeki heyecan şaşaası söndü. Ve ondan sonra – yanımızda uygunsuz bir şey ortaya çıkmış ta beni tedbir ve ihtiyata davet ediyormuş gibi – koruyucu bir soğuk tavırla: - Lakin siz oradan inseniz… Bir yerinizi inciteceksiniz. Saçlarınızı düzeltiniz. Kendinize geliniz. Böyle neye benziyorsunuz? Kendi kendime: ((Bu komediye ne lüzum var? Benim neden böyle canımı sıkıyor?)) diye düşünüyordum. Bu esnada şu hareketin ciddi olup olmadığını anlamak, kendisi üzerinde oluşturduğum tesir ve nüfuzu denemek için karşı konmaz bir arzu hissettim. - Hayır, dedim, kirazları kendim toplayacağım. Ve ellerimi en yakın bulunan ağaca sararak duvarın üzerine atladım. Mikaloviç hemen gelip beni düşmekten korumak için elini uzatmak istedi ise de o vakte kadar ben bahçeye atlamıştım bile. Yine kızarak: - Neler yapıyorsunuz! Diye bağırdı. Heyecanını memnun olmayan bir yüzle gizlemeye çalışıyordu. - Az kaldı kendinizi sakatlayacaktınız. Bakalım şimdi buradan nasıl çıkacaksınız? Öncekinden daha fazla üzgün görünüyordu. Fakat bu defaki üzüntü ve heyecanı beni sevindirecek yerde ürküttü. Ben de kendimde şaşkınlık belirtileri hissettim. Kızardım. Heyecanımı göstermemek için kiraz toplamaya başladım. Kendi kendimi azarlıyor, bu şekilde hareket ettiğime pişman oluyordum. Korkuyordum. Her ikimiz de susuyor, hiçbir kelime söylemiyor ve bu halden muzdarip oluyorduk. En nihayet Sotya gelerek anahtarı getirdi. Ve bizi bu zor ve tahammülsüz yerden kurtardı. Lakin uzun süre birbirimize bakmaya cesaret edemeyerek yalnız kardeşimle konuşuyorduk. Biraz sonra Katya'nın yanına gittik. O, hiç uyumadığını, konuştuğumuz lakırdıların hepsini işittiğini bize söylüyordu. Ben biraz sükûnet buldum. Mikaloviç tekrar baba gibi ve koruyucu tavrını takınmaya çalıştıysa da buna muvaffak olamadı. Zira onun bu düzme ciddiyetleri artık üzerimde evvelki etkiyi oluşturmuyordu. Bundan birkaç gün evvel yaptığımız konuşma birden bütün bir şiddet ve açıklıkla hatırıma gelmişti. Katya bir erkek için sevgisini açığa vurmasının bir kadına nisbeten pek kolay olduğunu iddia eylemişti. Demişti ki: - Bir erkek daima aşkını açığa vurup sezdirebilir. Kadın ise buna asla cesaret edemez. Mikaloviç cevaben: - Benim fikrimce erkek de aşkını açığa vuramaz ve vurmamalı da. Ben hemen sormuştum: - Niçin? - Zira aşk itirafı çoğunlukla sahte olur, sevdanın samimiyetini bozar. Mesela bir insan sever. Fakat ebediyen seveceğini nasıl keşfedebilir? Sevdiğini tamamen hissetse bile bir erkeğin bir kadına ((seni seviyorum!)) demesi pek zordur. Hem ben öyle zannederim ki ((seni seviyorum!)) eskimiş cümlesini israf edenler çoğunlukla yanılırlar yahut başkalarını aldatırlar ki neticesi pek müthiş olur. Katya sordu: - Eğer kendisine bir şey söylenmezse bir kadın sevildiğini nasıl anlayabilir? - Bilmem… Herkesin aşk duygularını beyan etmek ve sezdirmek için kendisine özel bir tavır ve hareketi vardır. Seven adamın hisleri ve aşk derdi mutlaka belli olur. Ben hikâyelerde, roman kahramanlarından birinin diğerine ((ah! Seni seviyorum… Elanor!)) diye ilan-ı aşk ettiğini okuduğum zaman her iki kahramanda da bir olağanüstülük göremediğim için, doğrusu ya, aşk duygularının sıhhatinden emin olamıyorum. Bütün bu sevenlerde derin, hakiki bir samimiyet hissedemiyorum. Aynı çehre… Aynı eda… Aynı nazarlar… Ve aynı konuşma ahengi… Bu latifeyle karışık nüktelerin bana özel ciddi kinayeleri barındırdığını anlıyordum. Lakin roman kahramanları mevzu-u bahis olunca Katya latifeyi bertaraf edip bağırdı: - Hep daima böyle garip fikirler ortaya koymaktan nasıl lezzet alırsınız, bilmem ki! Şimdi serbestçe söyleyiniz bakalım bana. Bu ana kadar hiçbir kadına: ((Seni seviyorum!)) demediniz mi? Gülerek cevap verdi: - Hayatım boyunca buna benzer hiçbir söz israf etmediğim gibi hiçbir kadının ayakları önünde diz çökerek sevdakar yalvarışlarda da bulunmadım. Ve asla da bulunmayacağım! Bu sözleri düşünerek kendi kendime diyordum: ((Aşkını bana itiraf etmek için hiçbir ihtiyaç hissetmiyor. Bununla beraber beni sevdiğini anlıyordum. Lakayt görünmek için harcadığı çaba ve gayretler fikrimi asla değiştirmeyecektir.)) Arkamdan yemek salonuna girerek dedi ki: - Bana bir parça bir şey çal! Çoktan beri sizi dinlemedim. Cevaben: - Ben de bunu düşünüyordum, dedim ve gözlerimi bütün bir nüfuz şiddetiyle gözlerine dikerek ilave ettim: - Bana darılmadınız değil mi Mikaloviç? - Niçin darılayım? Kızararak cevap verdim: - Yemekten sonra söylediklerinizi dinlemediğim için. Maksadımı anladı, başını salladı ve tebessüm etti. Bakışı ile bizim azarlamaya layık olduğumuzu, fakat kendisini bunu yapmak için kuvvet ve metaneti olmadığını anlatıyor gibiydi. Piyanonun karşısına oturarak sordum: - Artık aramızda hiçbir şey yok, barıştık değil mi? - Hay, hay… Gece Mikaloviç benimle az konuştu. Fakat aşkını – istemeyerek, kalbinin duygusal fışkırışına karşı koyamayarak – hareketleriyle, nazarlarıyla, hatta Katya ve Sotya'ya söylediği sözleriyle belli ediyordu. Artık aşkından şüphe etmiyordum. Fakat kendisine acıyor, huzurunun bizim için ne derece sevinç gerekliliği olduğunu hissediyor, erkeklik vakar ve gururunu kirletmemek maksadıyla âşıkane duygularını gizlemesine ve bana yapmacık bir soğukluk göstermesine hak veriyordum. Bununla beraber etmiş olduğum münasebetsizliğin hatırlaması bana cinayet işlemişim gibi azap veriyordu. Bana olan özel hürmetinin bahçe duvarından atladığımdan beri tamamen bittiğini zannediyordum. Çaydan sonra piyanonun yanına gittim. O da geldi. Bu yüksek tavanlı geniş salon, yalnız piyano üzerine konulmuş iki mumun yaydığı hafif ışıkla aydınlanıyordu. Şeffaf bir mehtaplı gece açık pencerelerin arasından bize tebessüm eyliyordu. Her şey derin, esiri bir sessizliğe dalmıştı. Mikaloviç arkamda oturmuştu. Kendisini göremiyordum. Fakat salonun bu yarı karanlık içinde bulunan her tarafında, piyanodan çıkan iniltili sedalarda, kendimde onun varlığını hissediyordum. Nazarlarını, hareketlerini fark edememekle beraber bütün bunları kalben duyuyor gibiydim. Bana notasını getirip te onunla ve sadece onun için öğrendiğim "Mozart'ın" fantezi sonatını çalmaya başladım. Artık ben çaldığım havayı düşünmüyor, bununla beraber fena çalmadığımı ve piyanodan Mikaloviç'in hoşnut olduğunu zannediyordum. Bana baktığını ve mutlu olduğunu artık açıkça hissediyordum. Birden, elimde olmadan, çalmakta devam ederek, başımı çevirdim. Bulunduğu tarafa bir bakış attım. Bu şeffaf gecenin aydınlığının derinliğinden başını kaldırdı. Eli yanağında olduğu halde oturmuş, ateşli nazarlarını sakin halde üzerime dikmişti. Bu bakışların karşılaşmasıyla ben tebessüm ettim. Çaldığım parçayı bıraktım. O gülüyor, azarlayıcı bir tavırla, devam etmem için nota defterini gösteriyordu. Sonatın sonlarına geldiğim zaman mehtap mine renkli gökte tamamıyla yükselmişti. Süslü ve altın gibi parlak ışınları mumların zayıf ışıklarına karışarak odayı gümüşe benzer bir nur ve ışık dalgasıyla kaplıyordu. Katya pek fena çaldığımı söylerken Mikaloviç bilakis bu akşamki kadar mahirce ve ustaca bir şekilde hiçbir zaman bu sonatı çalmadığımı temin ediyordu. Mikaloviç gezinmeye başlamıştı. Yemek odasından salona geçerken benim tarafıma geldikçe bana bakıyor, tebessüm ediyordu. Ben de tebessümlerine karşılık veriyor hatta – hiçbir sebep olmadığı halde – kahkaha ile gülmek için güçlü bir arzu hissediyor, bugün gerçekleşen şeylerin genelinden kendimi oldukça bahtiyar buluyordum. O, yemek odasından çıkar çıkmaz derhal piyanonun yanında duran ve bana yaklaşan Katya'yı kucakladım. Çenesinin altındaki o pek sevdiğim tombul boynuna bir öpücük kondurdum. Bu esnada Mikaloviç içeri girdi. Hemen yeni bir tavır takındı. Fakat şunu da itiraf edeyim ki dökülmeye hazır bir kahkahayı zabtetmek için çektiğim zorluk beni pek gülünç bir hale koymuştu. Katya Mikaloviç'e sordu: - Bugün bunun nesi var? Mikaloviç hiç cevap vermedi. Yalnız bana baktı ve tebessüm etti. O bugün benim ne olduğumu pekâlâ biliyordu. Mikaloviç salondan terasa geçilecek kapının önünde biraz duraksayarak… – Bakınız, dedi, ne latif, ne de ruha ferahlık veren bir gece! Gerçekten şimdiye kadar böyle güzel ve büyüleyici, böyle latif ve şaşaalı bir gece görmemiştim. Dolunay halinde bulunan ay evimizin üstünde bulunuyordu. Onun için henüz görünmüyordu. Fakat terasın bir kısmı ay ışığıyla aydındı. Etrafı çiçeklerle süslü, sisler içinde kaybolmuş geniş yol üzerinde dalya fidanlarının gölgeleri şekilleniyor, dalların arasından limonluğun parlak çatısının mehtabın ışığının yansımasıyla parladığı görülüyordu. Daha öteden gittikçe yoğun bir sis tabakası yükseliyor, kısmen çiçekleri dökülen çıplak leylak ağaçlarının dalları üzerinde çiy etkisiyle nemlenen salkımlar seçiliyordu. Gölge ve ışık yollarda öyle hayali etkilerle birleşmişti ki ağaçlar, yollar fark olunmuyor, fakat latif ve yumuşak bir çalkantılı beşik içinde sallanan kulübelerin mehtap nurlarıyla parlayan yüzleri gözüküyordu. Sağ tarafta, evin gölgeli tarafında her şey karanlıklı, meş'um ve korkutucuydu. Diğer tarafta kavak ağacının mağrurane yükselmiş aydın tepesi bu karanlığın derinlikleri içinde şekilleniyordu. Şu şekillenmeye karşı insanın kendi kendine: ((Niçin bu ağaç daha yükseklere, mavi göğün derinliklerine doğru yükselecek yerde - sanki böyle donuk bir nur ve ışığın çarpışma yeri içinde yıkanmak için – evimizin boyuna kadar yükseldikten sonra bitap şekilde yükselmesine son veriyor?)) diyeceği geliyor. Bu gecenin muhteşemliklerinden istifade etmek maksadıyla: - Haydi, dışarda bir parça gezelim… Katya takunyalarımı giymek şartıyla bu teklifi kabul etti. Ben buna lüzum olmadığını, Mikaloviç ile kol kola gezeceğimizi söyledim. Mikaloviç'in kolları nasıl olur da benim ayaklarımı rutubetten korur? Bunu düşünmüyordum. Fakat bu teklif her üçümüze pek doğal göründü. O, şimdiye kadar bana hiç kolunu takdim etmemişti. Bu akşam ben kendiliğimden koluna girdim. Şu hal Mikaloviç'e hiç garip görünmedi. Her üçümüz terastan indik. Şimdi gök, bahçe, soluduğum hava, etrafı kuşatan cisimler… Hâsılı bütün kâinat bana büsbütün yeni ve başka görünüyordu. Takip ettiğimiz ağaçlı yolda ileriye baktığım zaman artık ötede hiçbir şey olmadığını, hakikat âleminin şuracıkta bitiş noktasına geldiğini, bütün muhteşemliğiyle bu gecenin sonsuza kadar devam edeceğini zannediyordum. Bununla beraber biz ilerliyorduk. Ve bizim ilerlememiz için, bütün bu gecenin muhteşemliğinin hayal süsleyen duvarı geri çekildikçe biz her tarafta daha ruh okşayan bahçeler, daha latif ağaçlar, daha ferahlatıcı yollar buluyorduk. Hakikatte ise ayaklarımızın altında aydın ve karanlıklı daireleri çiğneyerek, geçtiğimiz yere tesadüf eden kabarık kırı yaprakları ezerek bir yoldan diğer bir yola gidiyorduk. Mikaloviç yanımda olduğu halde sessiz ve eşit adımlarla yürüyor, yavaşça kolumu tutuyordu. Katya da yanımızda ayaklarıyla çakıl taşlarını çatırdatarak yürüyordu. Yüksek semadan kıymetli mehtap damlaları, sessiz dalların arasından, üzerimize dökülüyordu. İleriye veya geriye attığım her adımda hayal süsleyen duvarın kapandığını hissediyor, artık ilerlemenin imkânsız olduğunu anlıyor, gördüğüm ve duyduğum şeylerin bir hakikat olduğuna inanamıyor, bütün bunların büyüleyici ve aldatıcı bir şiir allığı ve hayalden başka bir şey olmadığına inanıyordum. Katya birden bire: - Ah, bir kurbağa, diye bağırdı. Elimde olmadan düşündüm: - Evet, bir kurbağa… Fakat bu kadar korku ve telaşa ne lüzum var? Bu esnada Katya'nın bu gibi hayvanlardan korktuğunu hatırlayarak yere baktım. Küçük bir kurbağa sıçrayarak ayaklarımın önünde durmuştu. Mikaloviç bana sordu: - Siz kurbağadan korkmaz mısınız? Gözlerimi üzerine diktim. Bulunduğumuz yolda ıhlamur ağacı bulunmadığı için dostumun yüz çizgilerini açıkça fark ve ayırmaya güç yetirebiliyordum. Simasını o kadar güzel ve o kadar mutlu buluyordum ki kalbim tatlı bir saadetle titriyordu. Mikaloviç bana: ((Kurbağalardan korkmaz mısınız?)) demişti. Bunu söylerken konuşma edasında öyle anlatılamaz bir heyecan ve sevda titremesi hissettim ki, duygularını, fikrini, bana ne demek istediğini anlamıştım: Seni seviyorum muazzez çocuk! Seni seviyorum! Seni seviyorum! Mikaloviç'in nazarlarında bu şiir ve aşk parçasını okuduğum gibi… Işık, gölge, hava, çevre… Bütün bunlar da bana sanki bu aşk ezgisini tekrar ediyordu: Seni seviyorum! Böyle hülya ve sevda mestiyle, bahçenin her tarafını dolaştık. Katya daima yanımızda yürüyor, yorgunluktan soluyordu. En sonunda içeri girmek zamanı olduğunu söyledi. Kendisine acıdım ve kendi kendime düşündüm ki: Ya Rabbi! Niçin o bizim hissettiklerimizi duymuyor, niçin herkes bu gece benim onun kadar mutlu değildir? Eve girdik. Fakat Mikaloviç horozların ötmeye başladığına, bütün evin derin bir uykuya daldığına rağmen uzun bir müddet daha bahçede kaldı. Katya, uyumak için vaktin geçtiğine önem vermek istemeyerek bir müddet daha beraber oturduk, uzun uzadıya konuştuk. Şafak sökmeye ve horozlar üçüncü defa olarak ötmeye başladığı zaman Mikaloviç gitmek için kalktı. Saat üç idi. Bir adet, hiçbir şey söylemeksizin, vedalaştı. Gitti. Lakin – bilmem neden – bu andan itibaren onun tamamıyla bana ait olduğunu ve hiçbir şeyin onu benden ayıramayacağını anlıyordum. Artık şimdi itiraf edeyim ki Sergey Mikaloviç'i seviyordum. Bu şerefli sırrı Katya'ya söylemekte kuvvetli bir ihtiyaç hissettim. O, aşk itiraflarımdan etkilenip, şaşırdı. Fakat hissettiği etki ve hayret bu gece güzel bir istirahatle uyumasına engel olamadı. Bana gelince; daha bir müddet teras üzerinde dolaştım. Sonraya bahçeye indim. Biraz evvel beraber gezdiğimiz yollarda tekrar gezdim. Bu esnada onun, en ufak ayrıntısına varıncaya kadar söylediği her bir sözü hatırlamaya çalışıyor, bütün tavırlarını, hareketlerini hayalim önünde canlandırıp tespit etmeye çalışıyordum. Hayatımda, ilk defa olarak, bütün geceyi uykusuz geçirdim ve doğuşu temaşa eyledim. Şimdiye kadar böyle aydın ve lahuti ne gece gördüm, ne de sabah. Kendi kendime diyordum: ((Niçin bana doğrudan doğruya sevdiğini söylemiyor? Niçin kendi kendine hayali engeller icad ediyor? Niçin genç ve güzel olduğu halde kendisini yaşlı gösteriyor? Niçin altın gibi kıymetli, ihtimal bir daha ele geçmesi imkânsız olan bu saygın zamanları beyhude kaybediyor? Niçin bana ((Seni seviyorum!)) demiyor? Niçin önümde kızarıp gözlerini indirmiyor? Niçin bakışlarım kalbinin derinliklerini titretmiyor? Bütün bunları kendisine söyleyeceğim. Oh! Hayır, bunları söylemeye güç yetiremeyeceğim. Fakat onu kucaklayarak en samimi gözyaşlarımla ağlayacağım. Lakin ya aldanıyorsam! Bu şüphe beynimden bir şimşek şiddetiyle geçti. Artık kalbimin hislerinden korkuyordum. Cenab-ı Hakk acaba beni böyle nereye kadar götürecek? Meyve bahçesine atladığım zaman onun hissettiği buhranı ve benim duyduğum heyecanı hatırlayarak kalben üzülmeye, Cenab-ı Hakk'a yalvarmaya başladım. Gözlerimden üzüntü damlaları dökülüyordu. Aniden fikrimden bir ümit, bir acip fikir geçti: "komünyon" ayini için hazırlanmaya, doğum günümde icra edilecek bu ayin esnasında Mikaloviç ile de nişanlılığımızın yapılmasına kalben karar verdim. Neden fikrimden böyle bir düşüncenin geçtiğini ve bu düşüncelerimi nasıl faaliyete geçireceğimi bilemiyordum. Odama döndüğüm zaman büsbütün gündüz olmuş, herkes uykudan kalkmıştı. 4 Büyük perhiz zamanında bulunuyoruz. Hiç kimse beni "komünyon" için hazırlanmakta olduğumu görerek şaşırmıyordu. Mikaloviç bir hafta bize gelmedi. Bu halden üzüntü duymadım. Bilakis bu ihtiyatlı hareketini takdir ettim. Ziyaretini doğum günüme kadar erteleyeceğini anlıyordum. Bir hafta her sabah erkenden kalkarak yapyalnız bahçede dolaşıyordum. Bu sabah gezmelerinde, bir gün önce yapmış olduğum hataları derpiş düşünerek, doğum günüm için birçok düşüncelerde bulunarak, ayinden sonra vicdanıma azap verecek en ufak bir günahta bile bulunmayacağıma katiyen karar vererek kalbimi tasfiye, vicdanımı tenkit etmeye çalışırdım. Bu sabah Katya'yı yüklü hazırlanmış uzun yazlık arabasının bahçeye girişiyle, bütün bu düşünce ve hislerim silinmiş oldu. Ben hemen arabaya atladım, bakıcımın yanına oturdum. Bu şekilde, üç kilometre uzakta bulunan kiliseye gidiyorduk. Şimdi bana öyle geliyordu ki artık daha akıllı ve ciddi olmam için ufak bir çaba ve gayret yeterli olacak. Kiliseye yaklaştıkça dindar duygularımın arttığını hissediyordum. Kilisede on kadar köylü ile bizden ve hizmetçilerimizden başka kimse yoktu. Köylülerin selamlarına tam bir yumuşaklık ve iltifatla karşılık veriyordum. Çara özel kapılar açıktı. Kilise mihrabının annem tarafından nakşedilip süslenen örtüsü gözüküyordu. Daha ötede dua okunan yerin arasında vaftiz suyunun korunduğu kabı gördüm. Vaktiyle ben de burada vaftiz olmuştum. İhtiyar rahip mihraptan çıktı. Rahibin üzerinde ölü babamın tabutunu örten çuhadan yapılmış bir elbise vardı. Kendimi bildiğim günden beri tanıdığım aynı seda ile papaz efendi ruhani ayine başladı. Rahibin ağzından çıkan her bir kelimeyi gayet dikkatle dinliyor, bu sözlerle armoninin bana verdiği hislerden etkileniyordum. Rahip vaftizden önce okunması adet olan duaya başladığı zaman bütün geçmiş hayatımı hatırlamaya başladım. Bu masumane geçmiş olan çocukluk hayatı şimdiki ruhumun şaşaalı saflığına nazaran o kadar karanlık geliyordu ki titreyerek, korkarak günahlarıma ağlıyordum. Fakat aynı zamanda hissettim ki bütün günahlarım affolunacak. Rahip efendi ayinin bitiminden sonra ((Cenab-ı Hakk'ın lütuf ve yardımı üzerinizdedir.)) dediği zaman saadet ve gönül ferahlığından doğan doğal bir his ile beni ruh sefasına daldırdı. Kalbimin derinine sıcak bir ışığın nüfuz ettiğini ve orasını nur ve şaşaaya gark ettiğini hissediyordum. Ruhani merasim son buldu. Papaz efendi bana yaklaşarak ilk duayı evde tekrar etmemi söyledi. Bu mültefit özel ilgiden dolayı kalbimin tüm samimiyetiyle kendisine teşekkür ettim. Ve bizzat kiliseye geleceğimi beyan ettim. Cevaben: - Niçin buraya kadar gelmek zahmetini çekeceksiniz? Dedi. Kibir ve gururla bir günah işleyebilme korkusu ne şekilde cevap vereceğimde beni kararsız bıraktı. Katya bana refakat etmediği için arabayı kiraya göndererek yalnız başıma yürüyerek geri döndüm. Yolda tesadüf ettiğim köylüleri gayet mütevazı olarak selamlıyordum. Bu anda bütün insanlar hakkında kalbimde öyle derin ve sınırsız bir muhabbet ve rikkat kaynıyordu ki herkese karşı yardımlaşmak ve faydalı bir varlık olmak için en ufak bir fırsatı bile kaybetmemeye çalışıyordum. Bir akşam idare müdürümüz günlük jurnalini Katya'ya vermek üzere bize geldiği zaman, mujik "Simeon"un vefat eden kızının tabutu için tahta ve ruhani ayin için de bir ruble istediğini ve talebini yerine getirdiğini bakıcıma söylüyordu. Ben bunu işitir işitmez en derin bir üzüntüyle bağırdım: - Bu zavallılar bu derece fakir midirler? İdare memuru cevap verdi: - Evet, pek fakirdirler, matmazel! Hatta tuz almaya bile kudretleri yoktur. Üzüntü ve rikkatten kalbimin ezildiğini hissettim. Bununla beraber memnun da oldum. Katya'ya gezmeye gideceğimi söyledim. Odama koştum. Paramın hepsini aldım. Bahçeden çıkarak "Simeon" kulübesine doğru yürümeye başladım. O daima aşağıdaki odada oturuyordu. Bahçeden içeriye girerek pencereye yaklaştım. Pencerenin kenarına paraları koyarak camı vurdum. Kapı gıcırdayarak açıldı. Birisi camı kimin vurduğunu soruyordu. Fakat ben hiçbir kelime bile söylemeyerek, bir cinayet eylemişim gibi korkudan titreyerek eve kaçtım. Katya nereye gittiğimi ve başıma ne geldiğini bilmek için beni sorguya çekti. Hiçbir şey söylemeksizin ondan kaçtım. Söyleyeceği sözlerin manasını anlamaktan acizdim. Bulunduğum çevre birden bana küçük ve sefil, adi ve alçak göründü. Bu halin sebeplerine bakamayarak, fikrimi bir noktada sabitlemeye muvaffak olamayarak, duçar olduğum hislerin hakikatine vakıf olamayarak uzun süre odamda kaldım. Pencerenin kenarına terk edilen paranın bilinmez sahibi hakkında bu çaresiz ailenin kendisiyle duygulanacağı minnettar ve teşekkür edici hisleri büyük bir sevinçle düşünürken parayı Simeon'a bizzat teslim etmemekten dolayı üzülüp teessüf ediyordum. Fakat sonra düşündüm ki Mikaloviç bu hareketimi kendisine söyleyecek. Bu hareketi kimsenin bilmeyeceğini düşünmekten derin bir haz duyuyordum. Oh! Bu anda ne kadar mutu idim. Öyle zannederim ki ben de dâhil olduğum halde bütün insanlar oldukça fenadır. Bununla beraber varlığımı taciz eden ölüm fikrinin bana bir mutluluk rüyası gibi görünmesi için kendimi ve diğerlerini bu kadar lütufkâr bir şefkatle uslamlamamak bence kabul edilemezdi. Cenab-ı Hakk'a dua ederek yalvarıyor, gözyaşları arasında gülüyor, benliğimden bütün dünyayı kuşatacak gibi bir coşkulu bir aşkın taştığını hissediyor ve kendimi gittikçe derin bir rikkat ve şefkat içinde buluyordum. Dua esnasında İncil okuyordum. Bu kitap gittikçe benim için açılıyordu. Bu lahuti hayatın hikâyesi bana gayet sade ve etkileyici; bu kutsal kelamda bulduğum düşünce ve duyguların derinliği manasının hakikatine nüfuz edilemeyecek derecede yüksek görünüyordu. Lakin buna karşın, İncil'i okuduktan sonra etrafıma baktığım ve fikrimi günlük hayata yönelttiğim zaman bütün bunlar bana gayet sade ve kolay görünüyordu. Bana öyle görünüyordu ki insan için akraba ve yakınlarını sevmek ve sevdirmek kadar sade ve kolay bir şey yoktur. Herkes benim hakkımda o kadar şefkatli, o kadar lütufkâr olmuştu ki hatta ders verdiğim Sotya bile değişmişti. Verdiğim dersleri tamamıyla anlamaya çalışıyor ve beni sıkmıyordu. Diğerleri de lütufkâr ve övücü muamelelerini benden esirgemiyorlardı. Sonra düşmanlarımı düşündüm. Bunlardan af talep etmeliydim. Bir genç kız hatırladım ki bu, vaktiyle komşumuzdu. Takriben bir sene önce, beraber kalabalık bir yerde bulunurken onun hakkında münasebetsiz bir şakada bulunmuştum. O zamandan beri bize gelmiyordu. Kendisine mektup yazdım. Kabahatimi itiraf ederek af talep ettim. O da bana gönderdiği mektupta tamamıyla af ettiğini bildirmekle beraber benden de af temenni ediyordu. Manasında derin ve samimi bir rikkat hissi bulduğum bu saf ve taze satırları aşırı etki ve sevinçten, ağlayarak okumuştum. Bakıcımdan da af talep ettiğim zaman o, ağlamaya başlamıştı. Kendi kendime soruyordum: - Niçin benim hakkımda bu kadar lütufkâr davranıyorlar? Onların sevgilerini hak etmek için ben ne yaptım? Elimde olmadan Mikaloviç'i düşünmeye başladım. Onu düşünmekten mümkün değil kendimi engelleyemiyor ve bunun günah olmasına ihtimal veremiyordum. Fakat ilk defa olarak kendisini sevdiğimi kalben itiraf ettiğim geceden beri onu büsbütün başka, kendimi düşündüğüm gibi düşünmeye başlamıştım. Artık yaşının benden büyük olmasından dolayı duyduğum sıkıcı his bana azap vermiyordu. O, adeta benim akranım olmuştu. Fikrimin seviyesini arttıran yükseklikleri hep kendisine bağlıyor, bütün ruhuna etki etmeye çalışıyordum. Önceden bana kapalı ve garip görünen halleri, sözleri şimdi tamamen açıklığa kavuşmuştu. "Hayatta saadet bir başkası için yaşamaktan ibarettir" sözünü Mikaloviç'in niçin sürekli tekrar eylediğini ilk defa olarak şimdi anladım. Ve fikrine tamamen katıldım. Bana öyle geliyordu ki her ikimiz sonsuz ve sıkıntılardan uzak bir saadetle bahtiyar olacağız. Onun samimiyeti etrafında bulundukça ne seyahat etmeyi, ne dışarı çıkıp gezmeyi, ne süslenmeyi arzu ediyorum. Yalnız saf ve geniş bir aile hayatı, sıcak ve sükûnetli bir yuva, karşılıklı ve ebedi bir fedakârlık içinde samimi ve ebedi bir aşk… Kiliseden dönüşümde öyle bol ve tükenmez bir saadet hissettim ki bu özel saadetin çok devam edememesi ihtimali beni titretti. Evimizin bahçesine girdiğim zaman, tanıdığım iki tekerlekli bir arabada gürültüyle avluya giriyordu. Arabadan inen Mikaloviç yanıma gelip doğum günümden dolayı tebriklerde bulunduktan sonra doğruca salona girdik. Birbirimizi tanıdığımız zamandan beri, bu sabahki kadar, huzurunda böyle büyük bir itidal ve lakaytlık göstermedim. Sanki bütün manevi varlığım değişmiş, nüfuz etmesi imkânsız bir muamma halini almıştı. Artık heyecan ve buhran duymuyordum. Mikaloviç kalbimin derinliklerinde gömülü sırları keşfetmek için fırsatçı idi. Piyanonun yanına gittim. Fakat o, kapağı kilitledi ve anahtarı cebine koydu. Dedi ki: - Ruhunuzdaki sakinlik ve asayişi bozmayınız. Çünkü orada bütün bu maddi müziğin üzerinde ilahi bir yüksek ahenk işiteceksiniz. Bir müddet sonra yemeğe çıktı. Yemek sırasında özel günümden dolayı tebrik görevini, ertesi günü Moskova'ya hareket etmeğe mecbur olduğu için de veda merasimini ifa etmek için geldiğini beyan etti. Bu sözleri söylerken Katya'ya baktı. Ve sonra bana çekingen bir bakış fırlattı. Bu nazar Mikaloviç'in yüzümde üzüntü ve heyecan alameti görmekten korktuğunu bana anlatmak içindi. Fakat ben ne şaşkınlık eseri ve ne de üzüntü alameti gösterdim. Hatta Moskova'da uzun süre kalıp kalmayacağını bile sormadım. Gidişini bana söyleyeceğini ve fakat hareket etmeyeceğini ben önceden biliyordum. Bunu nasıl keşfettim? İzah etmek benim için şimdi mümkün değildir. Yalnız şunu biliyorum ki hayatımın en güzide saatlerini oluşturan bu şerefli günde olan şeyleri anlamış ve olacakları da bir önsezi ile anlamıştım. Öyle güzel bir mutluluk rüyası içinde bulunuyordum ki orada benim için gelecek, mazi gibi belirli ve açık idi. Mikaloviç yemekten sonra gitmek istedi. Fakat Katya kilisede geçirilmiş bir sabah ile yorgun olduğundan uyumaya gitmişti. Veda merasimini ifa için onu beklemeye mecbur olmuştu. Salon güneşli olduğu için terasa indik. Ben tamamen lakayt görünüyordum. Daha bir kelime bile konuşmuyorduk. Kısa sohbetimize, tamamıyla beni konu alacak bir şekil vermeye muktedirdim. Mikaloviç karşımda oturmuştu. Parmaklığa dirseğini dayamış, kendisine doğru bir leylak dalı çekerek yapraklarıyla eğleniyordu. Söze başladığım zaman tuttuğu dalı bıraktı. Elini başına koydu. Edindiği şu vaziyet ya son derece dingin bir adamın alması lazım gelen bir hal idi veyahut bilakis, şiddetli bir heyecan ve buhranın pençesi altında ezilen bir varlığın… Birden sordum: - Niçin gidiyorsunuz? Bunu söylerken her kelimenin hecelerini uzatarak söze başka bir kuvvet vermeye çalışıyor ve karşıdan kendisine bakıyordum. Birden bire cevap vermedi. Bir müddet sonra, gözlerini yere eğerek: - İşlerden dolayı, dedi. Kendisine derin bir samimiyetle sorulan bu soruyu kapalı bir cevap ile savmak için ne kadar sıkıntı çektiğini görüyordum. - Beni dinleyiniz, dedim, bu günün hayatımda ne kadar kıymetli bir özel önemi olduğunu biliyorsunuz. Böyle özel bir günde daima bulunduğunuz ortamda bulunmaktan büyük bir mutluluk zevki hisseden ve sizi seven bir zayıf varlığı birden terk ederek Moskova'ya gitmek için nasıl bir mazeretiniz olmalıdır? Rica ederim söyleyiniz bunu bana! Gidişinizin sebeplerini bilmek isterim. - Gidişimin gerçek sebeplerini size söylemek benim için güç bir şeydir. Bu hafta sizi ve kendimi pek çok düşündüm. Ve en sonunda seyahat etmeye mecbur olduğuma karar verdim. Niçin böyle bir karar aldığımı anlayabilirsiniz. Eğer beni severseniz artık ısrar etmezsiniz. Eliyle alnını ovuşturdu. Sonra elini gözlerine getirdi. Ve ilave etti: - Son derece üzgünüm. Siz niçin gittiğimi anlıyorsunuz. Kalbim şiddetle çarptı. Cevaben dedim ki: - Anlayamıyorum. Dediğinizi anlayamıyorum. Yalvarırım size! Hepsini söyleyiniz. Bana söyleyeceğiniz her bir sözü gayet sakin ve soğukkanlı bir şekilde dinlemeye gücüm var. Vaziyetini değiştirdi. Leylak dalını üzerine doğru çekti. Kendisine kuvvet ve cesaret vermeye çalışan bir seda ile: - Söylenecek şeyin gülünç, sözle ifadesi imkânsız ve benim için üzücü olmasına rağmen söylemeye çalışacağım, dedi. Ve maddi bir sıkıntıya uğramış gibi kaşlarını çattı. Yüzünü buruşturdu. - Pekâlâ, söyleyiniz, dedim. O devam etti. - Gençliğe veda etmiş, artık olgunluk yaşına erişmiş bir erkek ile bir de genç, dilber, tamamen mutlu, henüz hayatı ve insanları tanıyamamış bir kız tasavvur ediniz. Bunlar aile münasebetiyle birbirlerini iyi tanırlar ve hatta erkek bu genç ve dilber kızı bir derin babalık hissi ile sever. Fakat bir gün bu muhabbet hissinin ansızın değişip başka bir tarzda tecelli edeceğini hiç düşünemez. Sustu. Ben hiç cevap vermedim. Bir dakika sonra kesin bir tavırla, bana bakmaksızın, sözünde devam etti: - O erkek, genç matmazelin, hayatı henüz bir oyuncaktan ibaret zannedebilecek derecede çocuk olduğunu ve bu güzide kız hakkında duyduğu babalık sevgisinin kolaylıkla başka bir hisse çekileceğini unutmuştu. O, ansızın kalbinde ortaya çıkan bu sevda hissini duyduğu zaman yanıldığını anlamış ve şiddetli bir korkuyla titremişti. İşte bu zavallı erkek, dostane samimi alakalarının bozulacağından korktuğu için şerefli ve namuslu hislerini korumak için gitme kararını verdi. Mikaloviç bu sözleri söylerken yeniden kendinden geçere, hissiz ve düşüncesiz, gözlerini kapadı. Ben yavaş, üzüntü ve heyecanımı barındıran bir ses ile: - Fakat niçin, dedim, o erkek o kızı sevmekten bu kadar korkuyor? Tahkir edilmiş bir adam tavrıyla cevap verdi: - Siz gençsiniz. Ben ise… Siz benimle oynamaktan başka bir şey arzu etmiyorsunuz. Hâlbuki ben başka bir şey istiyorum. Oynayınız. Evet, oynayınız. Fakat benimle, benim kalbimle değil… Çünkü ben bu oyunu ciddiye alabilirim. İşte o zaman sefil, bedbaht olurum. Sonra hatta siz de… Fakat artık bütün bu çocuklukları bırakalım. Niçin gitmek istediğimi tamamıyla anladınız değil mi? Rica ederim, artık ondan bahsetmeyelim. - Hayır… Hayır… Bahsedelim. Söyleyiniz, rica ederim. O erkek, o genç kızı seviyor mu? Söyleyiniz, bir kelime: ya hayır ya evet… Mikaloviç cevap veremedi. Ben devam ettim: - Onu sevmiyorsa niçin onunla bir çocuk gibi oynadı? Sözümü keserek gayet istekle dedi ki: - Evet, evet… Fakat aralarında her şey bitti. Bir dost gibi birbirlerinden ayrıldılar. - Lakin bana söylediğiniz şu söz pek müthiştir. Bu hal başka bir şekilde neticelenemez miydi? Söylediğim şeyden korktum. Mikaloviç heyecanın sıcak etkisiyle yanan yüzünü kapayarak, nazarlarını gözlerimin derinliklerine dikerek cevap verdi: - Evet, bu başka türlü sonuçlanabilirdi. Bunda yapılabilecek iki şey vardır. İzah edeceğim. Yalnız rica ederim sözümü kesmeyiniz. Gayet sessiz ve soğukkanlı beni dinlemeye gayret ediniz. Ayağa kalkarak, acı ve sinirli bir tebessüm ile gülmeyi taklit ederek devam etti: - O iki halden biri: Matmazeli sevdiği için o adam çılgın olmuştur. Genç matmazel ise bu çılgın adamın şu haline alaycı tebessümlerle gülerek kalben memnuniyet hissetmiştir. Bu, genç kız için eğlenceli bir şaka, zavallı erkek için de hayatını uçurumlara sürükleyen tehlikeli bir cazibeden başka bir şey değildir. Titredim, sözünü kesmek istedim. Fakat buna engel oldu. Elinin elimin üzerine koyarak titrek bir seda ile: - Dinleyiniz, dedi, ikinci halde: Matmazel o mösyöye merhamet eder. Bunun üzerine o zavallı adam sevildiğini ve matmazelin zevci olabileceğini hayal eder. O zaman bu zavallı çılgın zan eder ki hayatını uçurumdan kurtarıyor. Lakin o genç kız bunun aldatıcı bir seraptan başka bir şey olmadığını açığa vurmak için gecikmez. Sonra güya sözüne netice vermiş olmak için ilave etti: - Artık bundan bahsetmeyelim. Sesi kısılmıştı. Yavaş yavaş önümde dolaşmaya başladı. O ((Artık bundan bahsetmeyelim.)) derken ben tamamen anlıyor hissediyordum ki cevabımı ruhunun bütün kuvvetiyle bekliyordu. Ve ben de söylemek istiyordum fakat güç yetiremiyordum. Kalbim ezilmiş, sıkışmıştı. Kendisine baktım. Benzi bir ölü gibi sararmıştı. Dudağı titriyordu. Bu haline acıdım. Bir olağanüstü gayretle bu beni üzen sıkıcı suskunluğu birden ihlal ettim. Tam bir sükûnet ve metanetle dedim ki: - Bir üçüncü hal daha vardır ki… Devam etmek için kendimde kuvvet ve cesaret bulamadım. Mikaloviç şimdi sessizliği koruyordu. Ben kuvvetli bir çabayla tekrar söze başladım: - Üçüncü hal de şudur: O erkek genç kızı asla sevmemiştir. Ayrılmaya karar vermekle iyi bir şey yapıyorum zannederken bilakis pek fena hareket etmiştir. O, bu hareketinden mağrur da olmuştur. Gitmekten memnun olan sizsiniz. Bana gelince: Ben sizi ta ilk günden beri sevdim. Bu son kelime sakin ve mutedil sesimi – bizzat beni korkuya uğratan – vahşi bir bağırtıya değiştirdi. O, önümde ayakta duruyordu fazlasıyla. Sararmıştı. Dudaklarının çırpıntılı titreyişleri belli oluyor, iki gözyaşı tanesi yanağından akıyordu. Varlığımdan sıyrılmış, boğazımı tıkayan üzüntü hıçkırığından boğulacak bir hale gelmiş olduğum halde bağırdım: - Bu haliniz pek takatsizdir. Niçin böyle? Bu esnada kendisinden uzaklaşmak için kalkıp gitmek istedim. Fakat vakit bulamadım. Başı dizlerimin üzerinde idi. Titrek dudakları, döktüğü gözyaşlarından ıslanan ve titreyen ellerimi öpüyor ve: - Oh ya Rabbim! Bu saadet gerçekten tasavvurum üstündeydi, diyordu. Ben: - Niçin, niçin şüphe ediyorsunuz, dedim, görmüyor musunuz, ruhumda saadet nuru nasıl parlıyor? Beş dakika sonra Sotya Katya'nın yanına koşarak bütün evdekilere işittirecek bir şekilde bağırıyordu: - Biliyor musunuz? Haberiniz var mı? Maşa Mikaloviç ile izdivaç ediyor. 5İzdivacımızı ertelemek için hiçbir sebep yoktu. Ne Mikaloviç ne de ben beklemek arzu etmiyorduk. Şüphesiz Katya çeyizimi almak için Moskova'ya gitmek istiyordu. Nişanlımın annesi oğlunun yeni bir araba alması, mefruşatın yenilenmesi ve duvarların boyanması fikrinde ısrar eyliyordu. Fakat biz ilk önce evlenmek, sonra da ev eksiklerin tamamlamak fikrinde aynı fikirdeydik. Nişanlım ile ben evliliğimizin iki haftaya kadar tam bir sükûn ile çeyizsiz, ziyafetsiz, şampanyasız hâsılı bir düğüne eşlik eden bütün zevk ayrıntılarından özgür olarak icrasını istiyorduk. Bu fikrimize muttali olan kayınvalidemin pek üzüldüğünü Mikaloviç bana söyledi. Bununla birlikte o, gizliden gizliye gerekli tedariklerde bulunuyor, halıları, perdeleri, tabakları yeniliyor, birçok düşüncelerle meşgul oluyordu. Ve ben saadetimizin gerçekleşmesi için neden böyle maddi şeylere gerek görüldüğünü anlayamıyordum. Diğer taraftan, Katya da evimizi süslemek ve döşemek için uğraşıyor, düğünün parlak olması için heyecanlı bir faaliyet içinde bulunuyordu. Biz ise bütün bu maddi işlere karşı ilgisiz, ateşli bir hummalı bekleyiş içinde düğünümüzün gerçekleşme zamanını bekliyorduk. Nişanlımın validesiyle bakıcım Katya düğünümüze ait planlarla o kadar meşgul idiler ki "Pokrovsko"da bulunan yazlığımız ile "Nikoloskov"daki malikâne arasında bütün bu plan ve tedariklere ait geniş bir haberleşme kapısı açmaya mecbur oldular. Katya ile kayınvalidem arasındaki münasebet gittikçe samimi şeklini arttırıyordu. Ben de Mikaloviç'in validesi "Tatyanasa Mivnovna" hakkında derin bir hürmet ve muhabbet besliyordum. Gerçekten kendisi ciddi, vakarlı bir ev hanımı olduğu gibi asrımızın da en büyük bir kadınıydı. Mikaloviç annesini yalnız uysal ve vefalı bir evlat sıfatıyla değil, kadınlığın bütün güzellik ve özelliklerini kendisinde gören kadınların faziletlerine tutkun bir erkek haliyle seviyordu. Kayınvalidem bizim, özellikle benim hakkımda pek iyiliksever bulunuyor, oğlunun izdivaç etmek üzere olduğunu görmekten aşırı sevinçli görünüyordu. Mikaloviç'in nişanlısı sıfatıyla ziyaretine gittikçe, hal ve tavrıyla, güzide bir geline sahip olduğunu bana hissettirmek istiyor gibiydi. Artık kayınvalidemi mükemmel bir şekilde anladım ve tamamen fikrine nüfuz eyledim. Evlilikten iki hafta önce nişanlımı görür idim. O, akşam yemeği için bize gelir ve gece yarısına kadar kalırdı. Fakat bensiz yaşayamadığını daima söylemekte olmasına rağmen hiç olmazsa bir defa olsun, bütün bir günü tamamen yanımda geçirmedi. İlişkimiz – eskisi gibi – resmi bir şekilde idi. Daima birbirimize "siz" diye hitap ediyorduk. Hatta elimi bile öpmüyordu. Benimle yalnız kalmak çarelerini aramak şöyle dursun baş başa kalacağımızdan çekiniyordu. Çoğunlukla hislerinin fışkırmasından korkuyordu. İkimizden hangimizin değiştiğini bilmiyor fakat kendisinin tamamıyla akranı olduğunu hissediyordum. Önceden bana korku veren bu erkekte, kalbimi sıkan yapmacık tavır ve vaziyetler yerine şimdi, dibimin yanında saadetten mest ve şaşkın itaatli ve mütevazı, bir çocuk incelik ve samimiyeti görüyordum. Artık nişanlımın tamamen kalp ve ruhunu anlamıştım. Anladığımdan emin olduğum bu şeffaf ve hassas kalp doğama ve zevkime pek uygun geliyordu. Gelecek hayatımız için Mikaloviç'in tasarladığı planlar bile benimkilerle mutlu bir uyuşma noktasında birleşiyordu. Havalar fena gittiği için günlerin çoğunluğunu evde geçiriyorduk. Gayet tatlı ve samimi olan sohbetlerimiz, salonun piyano ile pencere arasındaki – o aşk yuvasına benzeyen – köşesinde gerçekleşiyordu. Mumların ışığı çatıdan akan yağmur damlalarının gürültüyle fışkırdığı karanlık camlarda gölgeleniyor, sular gürültü ile oluklardan akıyor ve dışarının şu rutubeti salonun bulunduğumuz şu muazzez köşesini bize daha neşeli, daha sıcak ve nurlu gösteriyordu. Bir akşam, salonda piyano yanında, sohbetimiz âdetinden fazla uzadığı bir zamanda dedi ki: - Biliyor musunuz, birçok zaman vardır ki size bir şey söylemek isterim. Her ne zaman piyano çalsanız bunu düşünürüm. - Söylemeyiniz. Hepsini keşfettim. - Evet, hakkınız var. Ondan bahsetmeyelim. - Hayır, hayır, bilakis bahsediniz, söyleyiniz. Maksadınız nedir? - Şimdi siz yaşlı mösyö ile genç ve güzel matmazelin hikâyesini pekâlâ, hatırladınız. - Bu gülünç hikâyeyi daima hatırlayacağım. Bu kadar parlak bir başarı ile neticelendiğinden dolayı bu hikâyenin kahramanları cidden bahtiyardır. Evet, biraz daha bütün mutluluğumu harap edecektim. Siz beni kurtardınız. Fakat asıl önemli olan şey benim o zaman size yalan söylememdir. Şimdi bilesiniz, nasıl büyük bir mahcubiyet hissediyorum. Bütün bunları size izah etmek istediğimin sebebi de budur. - Rica ederim, artık susunuz. (Tebessüm ederek): - Ne korkuyorsunuz? Kabahatimi affettirmek, terbiye eylemek istiyorum. Rica ederim beni mazur görünüz. Evet… Ben o zaman pek fena düşünmüş idim. Hayatımın bütün ümitsizliklerinden, bana tamiri imkânsız gibi görünen hatalarından sonra, o gün evime geri döndüğüm zaman sevmemin, bu yoksun aşkı kefenlemek için kesin kararda bulunmuştum. Artık açıkça anlıyordum ki benim için yalnız bir vazife kalmıştı: Namuslu bir adam gibi hayatıma son vermek. Fakat kararım o kadar katiyetle tutuklanmıştı ki uzun süre beni size doğru sürükleyen hislerin künhüne vakıf olamadım. Bu halin beni nereye kadar sürükleyeceğini de bilemiyordum. Ümit etmeye cesaretim olmadığı halde ümit ediyordum. Ancak bir dakika devam eden bir sessiz duraksamadan sonra ilave etti: - Bazen bana öyle geliyordu ki siz, işveli, şık, daima kendini beğendirmeyi arzulayan hafif ruhlu bir varlıktan başka bir şey değilsiniz. Ve bazen de zannederdim ki ve beni seviyor gibisiniz. Bu zıt hisler karşısında ne yolda hareket etmek lazım geleceğini seçmekte zorluğa düşüyordum. Fakat o "gece" den sonra… Hatırlıyor musunuz, bahçede şairane gezdiğimiz o şeffaf geceyi? Evet, o geceden sonra, korkmaya başladım. Mutluluk rüyam hakikate dönüşmek için bana pek büyük göründü. Yalnız kendimi, aşkımı düşünüyordum. Zira ben fena, menfaatçi bir adamım. Sustu, bana baktı ve tekrar söze başladı: - Bununla beraber büsbütün haksız da değildim. Başarısızlığımdan, aşkımın bozulmasından korkmak için hakkım vardı. Sizin benim üzerimde oluşturduğunuz etkiyi ben sizde oluşturabilir miydim? Siz henüz bir çocuk… Açılmaya hazır bir goncasınız. Siz ilk defa olarak seviyorsunuz. Hâlbuki ben… Oh! Bana bütün hakikati söyleyiniz. Fakat birden, vereceği cevabın kalbimde oluşturacağı etkiden korktum ve hemen: - Hayır, hayır… Hiçbir şey söylemeyiniz, dedim. Fikrimi kavradı: - Siz tabi aşk zevkini şimdi tattığımı öğrenmek istersiniz. Bunu size söyleyebilirim. Emin olunuz ki şimdiye kadar hiçbir kadına sevgi ilanı yapmadım. Hiçbir varlık sizin hakkınızda duyduğum güzel duyguları bana vermedi. Birden fikrine hücum eden bir takatsiz hatıranın etkisiyle kederli bir şekilde ilave etti: - Sizi sevebilmek hakkını bahşetmeniz için bana kalbiniz lazımdır. Görüyorsunuz ki size aşkımı itiraf etmezden önce iyice düşünmek vazifemdi. Hayatınızda mühim bir etki oluşturmak için size ne arz edebilirim? Aşk işte bu kadar… Bakışların tesadüf etmesi için gözlerinin içine baktım ve sordum: - Bu yeterli değildir? - Hayır, yeterli değildir, azizem… Bu, sizin için yeterli olmaz. Siz genç ve güzelsiniz. Telaşlı bir güzelliğe, gösterişli bir gençlik tazeliğine sahipsiniz. Gelecek hayatımızı düşünerek, mutluluğumuzu hayal ederek bazen geceleri uykusuz geçiriyorum. Çok yaşamış olduğum için olsa gerek, öyle zannederim ki ben asude bir hayat ile mutlu olabilecektim. Mesela mümkün olduğu kadar köylülere yardım ederek, çalışarak köydeki yuvamızda vakit geçirmek. Yalnız tabiat ve kitap ile musiki ve aşk ile ruh ihtiyaçlarını tatmin eylemek… - Pekâlâ, böyle bir hayat yaşamaklığımız için bir sebep var mı? - Benim için yok. Çünkü gençlik nurum sönmüştür. Hâlbuki sizinki bütün olgunluğuyla şaşaalı. Siz daha henüz hayatı tanımadınız. İhtimal ki siz saadeti başka şeylerde aramak arzusuna düşeceksiniz. Ve yine ihtimal ki hayatınızın sonuna bu saadeti aramakla meşgul olacaksınız. Şimdi siz tamamıyla mesut olduğunuzu zannediyorsunuz. Zira beni seviyorsunuz. - Hayır, hayır… Ben daima asude ve sakin bir hayat hayal ederim. Bir aile, bir yuva hayatı… Sizi sevdiğim için, göreceksiniz ki düşünce ve hayallerim sizinkiyle aynı olacaktır. Düşünür, tekrar söze başladı: - Siz böyle zannediyorsunuz, azizem… Fakat bu, sizin için yetersizdir. Siz genç ve güzelsiniz. Bana itimat etmediğinden, gençlik ve güzelliğimi daima yüzüme vurduğundan dolayı pek üzüldüm. Dalgın bir tavırla sordum: - Niçin seviyorsunuz beni? Gençliğimden dolayı mı yoksa bizzat benim için mi? Gözlerimi karşı konmaz bir şekilde kendisine doğru sürükleyen derin bir bakış dökülmesiyle dedi ki: - Sizi niçin sevdiğimi bilmiyorum. Bildiğim bir şey varsa o da size bütün ruhumla perestiş ettiğimdir. Cevap vermedim. Sustum. Birden bire garip bir hisse kapıldım: Önceden beni kuşatan şeyler bana karşı silindi. Sonra Mikaloviç'in siması kayboldu. Artık gözlerimin önünde parlayan gözlerinden başka hiçbir şey görmüyordum. Burgulu nazarları ta kalbimin derinliklerini kaplamıştı. Bu nazarların büyüleyen etkisiyle, vecd ve istiğraklar içinde, hissettiğim korku titremesinden kurtulmak için gözlerimi indirmeğe mecbur oldum. İzdivacın belirlenmiş gününden bir gün önce gökyüzü açılmıştı. Çoktan beri yağmayan yağmur, soğuk ve berrak sonbaharın ilk akşamına nasip olmuştu. Her taraf nemli bir tazelikle doymuştu. İlk defa olarak, bahçenin parlak yollarında, çıplak ağaçların etrafında titreyen sonbahara özel mavi bir şeffaf allık görünüyordu. Gökyüzü saf idi. Gece, düğün günü havanın pek güzel olacağını tefekkür etmekten oluşan bir mutlulukla, uyudum. Güneşin doğuşuyla uyandım. Hemen bahçeye indim. Henüz ufukta bulunan güneş, ıhlamur ağaçlarının sarı ve çıplak arasından ziyalar saçıyordu. Yollar çıtırdayan yapraklar ile örtülüydü. "Üvez" ağaçlarının erguvanlı meyveleri kırmızı renklerini sermişti. Sapları kurumuş dalya ağaçları simsiyah olmuştu. Kış, ilk defa olarak soğuk tozunu nemli çimenlere saçmıştı. Bugün evlik merasimimin yapılıyor olmasına inanamıyor, saadetime bu kadar emin olmak için sorun yaşıyordum. Kendi kendime soruyordum: - Mümkün mü ki artık bu akşam kendi odama karşın Nikaolskoy'daki büyük yabancı evde yatayım? Artık Sotya ve Katya'ya her akşam ondan bahsetmeyeyim? Onun ile piyanonun yanındaki o muazzez köşede oturup konuşmayayım? Karanlıkta evine döndüğü zaman artık onun için kalbimde bir korku titremesi yaşamayayım. O vakit hatırladım ki dün giydiğim düğün elbiselerini Katya üzerimde denerken yarın gelin olacağımı söylemişti. Bu esnada düğünümün pek yakın olduğunu anlamış, fakat biraz sonra yine bundan şüphe etmeye başlamıştım. Yeniden kendi kendime düşünüyordum: - Nasıl ya Rab! Bugünden itibaren artık orada, kayın validem ile beraber, Katya ile diğer arkadaşlık ettiğim ve sevdiğim insanlardan uzak olarak mı yaşayacağım? Her akşam yatmazdan önce şefkatli dadıcığımı kucaklamayacak mıyım? Artık onun yatarken bana: Geceler hayırlı olsun kızım, dediğini işitmeyecek miyim? Artık Sotya'ya ders veremeyecek ve onunla oynayamayacak mıyım? Odam ile onun odası arasındaki duvarı vurarak eğlenmeyecek, onun duru kahkahalarını işitmeyecek miyim? Nasıl, bugün yabancı bir adamın mı olacağım? Rüyalarımı, hülyalarımı, ümitlerimi hakikate dönüştüren yeni bir hayat gözlerim önünde açılacak mı? Ve bu yeni hayat ebediyen devam edecek midir? Bütün bu hayallerle beraber, ateşli bir hummalı bekleyiş içinde, Mikaloviç'in ulaşmasını bekliyordum. Mutluluk vakti geldi. Ben ancak onun huzurunda hülyalarımın hakikate dönüştüğünü ve onun eşi bulunduğumu hissettim. Yemekten önce ölü babamın ruh istirahati için yapılacak ayinde hazır bulunmak üzere hepimiz kiliseye gittik. Pederimin en saygın dostu olan nişanlımın koluna dayanarak ve hiçbir kelime alışverişinde bulunmayarak eve dönerken kendi kendime düşünüyordum: Ah! Pederim hayatta olsaydı. Saadetimi görseydi. Kilisede ayin yapılmaya başladığı zamanda birden sevgili babamı hatırlamıştım. Öyle zannediyorum ki ruhu şu seçimimden dolayı beni takdir ve takdis eyliyor. Bana şimdi öyle geliyordu ki kolumu verdiğim bu şerefli varlık, şu anda bütün hislerimi anlıyor ve üzüntüme katılıyordu. Nişanlım ağır ve sakin adımlarla yürüyordu. Uzun aralıklarla, yan gözle baktığım simasında, sevinçle hüznün ahenkli karışımından doğan bir heyecan eseri buluyordum. Birden bire bana doğru döndü. Bir şey söylemek istediğini anladım. Pederimden bahsederek: - O, birgün bana: "Maşa" ile evlen, demişti. Elimle kolunu şiddetle sıkarak dedim ki: - Pederim bugün ne kadar mesut olacaktı! Gözlerimin içine bakarak: - Evet, dedi, siz o vakit henüz bir çocuk idiniz. Pederinizin gözlerine benzettiğim için o zaman bu gözleri çok sever ve öperdim. Bir gün bu gözleri bizzat kendisi için seveceğimi düşünmekten uzak bulunuyordum. Sizi "Maşa" diye çağırırdım. - Niçin bana "sen" diye hitap etmiyorsunuz? - Tamamıyla benim olduğunu hissettiğim, çekici bakışlarının sakin ve mutlu, üzerime yöneldiğini duyduğum şu dakikada ben de sana tekil muhatap siygasıyla hitap etmek üzere idim. Hasat zamanından beri tarlada baygın baygın bırakılmış samanların ortasından… Çayırların, otların arasından yürüyorduk. Seslerimizin ve dilsiz adımlarımızın sesinden başka bir şey işitmiyorduk. Diğer yönden esmer bir tarla çıplak küçük ormana kadar yayılıyor, önümüzde bir çiftçi, daima genişleyen siyah daireler çiziyordu. Keçiler otluyor, ayakları ile tohumları saçıyor ve insana bu sevimli hayvancıkları tutmak, şefkatli bir şekilde oynamak için bir arzu geliyordu. Öbür taraftan da evimizi çevreleyen bahçeye doğru diğer siyah ve ekilmemiş bir tarla uzanıyordu. Zayıf güneş bulanık ve dağınık bir hava içinde ışık saçıyor, her taraftan birbirini boyuna kesen küçük bakir ormanlar güneş ışınının tesiriyle parlıyor, başımızın üzerinde sıcaklık yayan güneş gözlerimize, saçlarımıza, elbiselerimize giriyordu. Mikaloviç ile konuştuğumuz zaman sedalarımız garip tınlamalarla titriyor, sanki havada asılı kalıyordu. Hayatın hayhuylarından uzak bir uzlet köşesinde bulunuyoruz gibi bir hisse sahiptim. Yalnız mavi göğün altında can çekişen güneşin solgun tebessümlerini topluyorduk. Ben de Mikaloviç'e "sen" diye hitap etmek istiyordum. Fakat tahlilinden aciz kaldığım bir utan hissi beni bundan menediyordu. En sonunda tam bir cesaretle ve yarım sesle, mümkün olduğu kadar hızlı: - Niçin o kadar çabuk yürüyorsun, dedim ve kızardım. Mikaloviç adımlarını ağırlaştırdı. Ve derin bir vecd ve aşk istiğrakı içinde, mutlu ve şefkatli bir nazarla baktı. Eve dönüşümüzde nişanlımın annesi ile davetlileri hazır bulduk. Bu dakikadan itibaren kiliseden dönüşümüze kadar Mikaloviç ile bir ana bile yapyalnız kalmaya muvaffak olamadım. Nikâh merasiminin icra edileceği kiliseye girdiğim vakit hemen kimse yok gibiydi. Köşeden kayınvalidemi gördüm. Kendisi şarkıcıların yanında ayak üzerinde duruyor ve onun yanında da gözyaşları yanakları üzerinde akan Katya bulunuyordu. Hâsılı beni meraklı gözlerle inceleyen bir ki hizmetçimizden başka kimse yoktu. Mikaloviç'e gelince: Varlığını hissetmek için ona bakmak ihtiyacını hissetmiyordum. Duaları büyük bir dikkatle takip ettim. Bununla beraber bu dualar kalbimde bir karşılık bulamıyordu. Dua etmeye muktedir bir halde değildim. Baygın ve şuursuz, kilisedeki mukaddes tasvirlere, büyük mumlara ve başkalarına bakıyordum. Yalnız, kalbimi dolduran bazı fevkalade şeyler hissediyordum. Rahip haç elinde bize doğru yönelerek takdis merasimini icra ederken, Katya ile kayınvalidem beni ve zevcimi öpüyor "Karakuvar" da arabacımızı çağırıyordu. Bütün bunlardan evlilik merasiminin bittiğini anladım ve korktum. Bu sırada zevcim de beni öptü. Fakat kendisine iade ettiğim buse – bilmem neden – bana pek garip, hislerimin şiddetine göre pek sönük geldi. - Bu yalnız bundan mı ibaretti? Diye, kendi kendime düşündüm. Kiliseden çıktığımız zaman saf, taze bir hava dalgası yüzümüze çarpıyordu. Mikaloviç şapkasını giydi. Arabaya binerken bana yardım ettikten sonra kendisi de girdi, yanıma oturarak kapıyı kapadı. Bu anda bir şey kalbimi ısırdı. Araba kapısının kapanması beni titretti. Tekerlekler çakıl taşları üzerinde gıcırdamaya ve bir müddet sonra da yumuşak toprak üzerinde dönmeye başladı. Artık yoldaydık. Arabanın köşesine büzülmüş, pencereden dışarıya bakıyor ve kendi kendime düşünüyordum: - Bu kadar tahammülsüz bir bekleyişle beklediğim bu şerefli ve kıymetli saat, nasıl ya Rabbi, yalnız bundan mı ibaretti? Kendimi böyle yapyalnız onun yanında bulmak birden bana pek aşağı göründü. Bir şey söylemek fikriyle onun tarafına doğru döndüm. Fakat kendisi hakkında beslediğim şefkat ve sevda hisleri şimdi büyük bir çekingenlik ve korkuya dönüştüğü için buna muvaffak olamadım. Attığım bakışa cevap vermiş olmak için yavaşça dedi ki: - Bu ana kadar saadetime emniyet ve itimat edemiyordum. - Evet, azizim, fakat… Bilmem neden… Ben korktum. Dudaklarına getirmek için elimi alarak: - Benden mi korktun cicim? Dedi. Elim elinde mecalsiz ve hareketsiz kaldı. Kalbim sanki soğuk bir sıkışıklıkla acıyla karışık bir şekilde sıkıştı. - Evet, diyebildi. Fakat aynı zamanda kalbim şiddetle çarpmaya, elim zevcimin eli içinde titremeye başladı. Tatlı, korku taşıyan bir saadet hissi bütün varlığıma yayıldı. Gözlerim bakışlarını aradı. Birden hissettim ki artık kendisinden korkmayacağım. Deminki korku ve çekingenliğin aşktan, yeni, ter ve taze, eskisinden daha şefkatli ve kuvvetli bir aşktan ileri geldiğini anlamakta gecikmedim. Bütün ruhumla ona ait bulunduğumu ve bu aidiyetten dolayı tamamıyla mutlu olduğumu açıkça hissettim. (Birinci Kısmın Sonu)İKİNCİ KISIM1 Köydeki iki aylık dingin hayatın haftaları, günleri benim için hissedilemeyecek derecede hızlı geçti. Zira bu iki ayın varlığıma bahşettiği aşk hisleri ve sevda heyecanları bütün bir hayatı mutlu etmek için yeterli idi. Geçinme tarzımız önceden plan ve tertip eylediğimiz programa uygun şekilde gerçekleşmiyorduysa da hayallerimizin altında da değildi. Nişanlı iken hayal ettiğim ve birçok güzide insanlık faziletleriyle süslediğim düzenli çalışma hayatı nerede kaldı? Bütün bunların yerine karşılıklı bir aşkın menfaatperest hisleri, sevilmiş olmak arzuları, sebepsiz ve sınırsız bir neşe, ona ve bana ait olmayan her şey hakkında bir mutlak unutkanlık hüküm sürüyordu. Ha doğru, bazı kere Mikaloviç çalışmak için çalışma hücresine girer veyahut işlerini düzenlemek ve düzeltmek maksadıyla şehre iner veya mal ve çiftlikleriyle uğraşırdı. Fakat bunlar için benden nasıl güçlükle ayrıldığını hissederdim. Kendime aidiyeti gerçekleşmeyen her bir şey kendisine öyle manasız, öyle hiç görünürdü ki bunlarla meşgul olmanın pek faydasız olduğunu daima bana itiraf ederdi. Bu benim için de böyleydi. Piyano çalar kayınvalidem ile meşgul olur, köydeki çocuklara dersler verirdim. Fakat bütün bunları onun bir takdir kelimesine mazhar olmak için yapardım. Zevcimin hoşuna gitmeyen ve arzusuna uymayan şeylerle meşguliyet benim için imkânsızdı. İhtimal ki şu hareket tarzı fena ve menfaatçi idi. Bununla beraber beni mutlu ediyor, kadınlık kimliğimi her şeyin üstüne yükseltiyordu. Benim nazarımda bütün kâinat yalnız ondan ibaretti. Katımda insanların en güzidesi, en mükemmeli oydu. Hâsılı o, benim her şeyimdi. Bu dünyada ancak kendisi için yaşıyordum. Mikaloviç için de ben, kadınların en nefisi, en güzel ve olağanüstüsü idim. Katında en kıymetli kadınlık özellikleriyle süslenmiş bir inci, en kendinden geçiren iffetli kokular sürünmüş bir çiçek gibiydim. Bir gün dua ederken odama girdi. Ben kendisine doğru bir bakış fırlatmakla yetinerek duama devam ettim. O beni sıkmamak için, masanın yanına oturdu. Bakışlarının ağırlığını üzerimde hissediyor, gözlerimi onun tarafına çevirmekten kendimi engelleyemiyordum. Zevcim tebessüm ediyordu. Ben de gülmeye başladım. Öyle bir dakika geldi ki artık duaya devam etmek benim için imkânsız oldu. Kendisine sordum: - Sen dualarını bitirdin mi? - Evet, sen devam et. Ben gidiyorum. Başka bir söylemeksizin gitmeye kalktı. Fakat ben engel oldum: - Azizim! Eğer beni memnun etmek istersen benimle beraber dua et. Yanımda diz çöktü. Biraz tereddütten sonra, yüzü ciddi, duaya başladı. Bu esnada bana doğru döndü. Nazarlarımda bir teşvik ve takdir manası aradı. Duayı bitirdiği zaman zevcimi kucaklayarak gülmeye başladım. O, ellerimi öperek: - Hiç değişmemişsin. Daima benim bildiğim on yaşında mini mini menekşesin, diyordu. Bulunduğumuz hane köyün eski evlerinden biri olup burada vaktiyle aynı aile hayli nesillerden beri karşılıklı samimi pek çok aşk ve hürmet görmüştü. Her tarafta duvarların saygın ve iffetli hatıraları nazar-ı dikkate çarpıyordu. Kayınvalidem Tatyanasa Mivnovna, evi eski bildiği yöntem şekliyle idare etmekte devam ediyor, her köşede takdir edilesi bir düzen ve temizlik görünüyordu. Salon resimlerle süslenmiş, halılarla döşenmiş, güzel ve süslü iskemlelerle başka döşemeler düzenli ve uygun bir muhteşem ahenkte yerli yerine konulmuştu. Kayınvalidem, farklı duvarların çeşitli tarz ve üsluptaki en güzel döşemelerini benim odaya yerleştirmişti. Bu, benim için büyük bir lütuf idi. Tatyanasa Mivnovna evde varlığını hissettirmezdi. Bununlar beraber her hizmetçi işini bir saat gibi muntazam görür idi. Bütün hizmetçiler bu muhterem ihtiyar kadın hakkında hürmet ve tazim ile karışık bir korku ve çekingenlik hissederlerdi. Her cumartesi günleri düzenli olarak tahta silinir, halıların değneklerle tozları alınırdı. Her ayın ilk günü de özel ayin icra edilirdi. Zevcim ev işlerine asla müdahale etmiyordu. Yalnız tarla işleriyle meşgul oluyor, köylüleri gözlüyordu. Sabahleyin – kışın bile – erken kalkardı. Ben uykudan uyandığım zaman o, işinin başında bulunurdu. Bir müddet sonra birlikte çay içmek için eve geri dönerdi. Bu esnada son derece neşe ve sevinç gösterirdi. Çoğunlukla ne iş gördüğünü kendisine sorardım. O zaman bana öyle tuhaf ve garip hikâyeler naklederek beni eğlendirirdi ki gülmekten bayılırdım. Bazı kere de o günkü işlerin özetini söylemesini, ısrarcı ve ciddi talep ederdim. O vakit zapt edilmiş bir tebessümle, bir günlük olayları bana anlatırdı. Ben gözlerinin içine bakar, ne dediğini anlamaksızın dudaklarının hareketlerini takip ederdim. Fakat ona böyle bakmaktan ve sesini duymaktan mutlu idim. Hikâyesini bitirip te bana: - Peki… Şimdi söylediğim hikâyeyi sen de tekrar et bakalım, dediği zaman ne söyleyeceğimi şaşırırdım. Bize, aşkımıza ait olmayan sözler derin bir umursamazlık hissettiğim için olmalı, söylediği hikâyeleri anlamaz, fakat – bilinmez neden – lezzetle dinlerdim. Kayınvalidem öğle yemeğine kadar odasından dışarıya çıkmazdı. Kendi kendine çay içer ve hizmetçisiyle halimizi sordururdu. Bir gün sabahleyin Mikaloviç ile sohbet edip latifeleşirken birden oda kapısının yanında, kayınvalidem tarafından halimizi anlamaya çalışmaya memur edilen hizmetçi kadını gördüm. Ben bir kahkahayı zapt etmek için zorluk yaşıyordum. O, vakarlı ve hürmetli, köşede duruyor, gayet tuhaf ve ciddi bir sesle diyordu: ((Madam Tatyana dün yaptığınız gezintiden sonra bu gece rahat uyuyup uyuyamadığınızı sorduruyor. Kendisi geceyi pek fena geçirdiğini, sabaha kadar havlayan köpekten uyuyamadığını bildiriyor. Bir de bu sabahki küçük ekmekleri nasıl bulduğunuzu öğrenmek istiyor. Zira bu defa bu ekmekleri "Taras" değil "Nataşa" pişirip yaptı. Madam ekmekleri fena bulmuyor. Fakat bisküvilerin çok piştiğini söylüyor.)) Yemeğe kadar zevcimle nadiren beraber bulunuyordum. Ben piyano çalar veya kitap okurdum. O da ya yazı yazar veyahut tekrar dışarıya çıkardı. Saat dörde doğru öğle yemeği için toplanmış halde yemek salonunda buluşurduk. Her gün düzenli olarak, zevcim yemeğe giderken kolunu annesine takdim eylerdi. Diğer kolunu da bana vermesi için kayınvalidem zevcimi zorlardı. Üçümüz kapının her iki tarafına çarparak, sıkışarak yemek salonuna girerdik. Sofraya kayınvalidem önderlik ederdi. Konuşmamız esaslı ve ruhlu mevzular üzerine dayanıyordu. Zevcimle gizlice konuştuğumuz bazı sözler, bu uzun yemek sohbetinin monoton üslubunu letafetle keserdi. Bazı kere anne ile oğul arasında şakayla karışık bir konuşma geçerdi. Bu sevimli latifeleri pek sevdiğim için can kulağıyla dinlerdim. Bu sıcak ve samimi şakalar Tatyana ile Mikaloviç'i birbirine bağlayan derin sevgiyi diğer şeylerden fazla belli ediyordu. Yemekten sonra annemiz salondaki büyük koltuğa uzanır, tütünü ufalamakla veyahut yeni gelen kitapların yapraklarını kesmekle meşgul oluyordu. Biz ise yüksek seda ile kitap okurduk yahut piyanonun bulunduğu bitişik odaya geçerdik. Evlilik hayatımın ilk aylarında eşimle beraber pek çok kitap okuduk. Bununla birlikte en fazla ruh zevkini musikide bulduk. Musiki her gün kalbimizde yeni tesirler, titreşmeler uyandırıyordu. Ve bizi birbirimize daha büyük bir açıklıkla ifşa ediyor gibiydi. Kendisinin sevdiği seçili parçaları çaldığım vakit piyanodan epey uzak olan bir mindere oturur, kim bilir nasıl bir samimi his ile müziğin kalbinde oluşturduğu etki ve his fışkırışını zapt etmek için kendini zorlardı. Fakat ben çoğunlukla bu sırada piyanodan kalkar, usulcacık yanına gider, sesinde beliren heyecan eseri ile gözlerinden sızan nemli parlaklığı – bütün bunları bütün bunları saklamak için gösterdiği her türlü gayretlere rağmen – keşf eylerdim. Kayınvalidem bizi daima piyanoda görmek isterdi. Bununla beraber rahatsız etmekten korktuğu için yanımıza gelmez, bize bakmaksızın lakayt ve vakarlı, salondan geçmekle yetinirdi. Gece herkes büyük salonda toplanıyordu. Çayı bardaklara ben dolduruyordum. Bu vazifeyi zannetmeyiniz ki çekincesiz ve korkusuz yapıyordum. Bilakis büyük bir korku ve mahcubiyet içinde bu şerefe layık olmadığımı anlıyordum. Semaver musluğunu açarak çayı bardaklara düzenli olarak doldurmak için kendimi henüz pek genç ve sersem buluyordum. Çay bardaklarını koymak için önümde tepsiyi tutan Nikola diyordu: - Bu bardak Piyer İvanoviç için… Öteki Mary Mincina'ya özel… Sonra herkese de sormak gerekiyordu: - Çaylarınızın lezzeti iyi midir efendim? Bütün bu işleri bitirdiğim zaman zevcim: - Pekâlâ… Pekâlâ… Her şeyi büyük bir ev kadını gibi ifa ettiniz, derdi. Kayınvalidem bir müddet daha salonda oturarak iskambil kâğıtlarıyla Mary Mincina'nın gelecekten haber veren safsatalarını dinledikten sonra geceyi rahat geçirmemiz için dualar ederek bizimle vedalaşırdı. Biz de odamıza çekilirdik. Gece yarısına kadar odamızda oturur, konuşurduk. Bu zaman, hayatımızın en şerefli ve güzide dakikalarını oluştururdu. Mikaloviç bütün safhalarıyla geçmiş hayatını naklederdi. Beraber planlar kurar, felsefeden bahs açardık. Tatyana'nın gevezeliklerimizi işitmemesi için yavaş, gayet yavaş konuşurduk. Zira kayınvalidem daima erken yatmamızı tembih ederdi. Bazı kere acıkırdık. Gece yarısı bütün o derin bir uykuda iken usulcacık beraber yemek odasına iner, "Tiktiya" nın suç ortaklığıyla edinebildiğimiz nevaleyi tam bir istek ve heyecanla odamıza getirir, yalnız küçük bir mumun latif ışığı altında tatlı bir iştiha ile yerdik. Bazı defa zevcimde gördüğüm sükûnet ve mülayimlikten bir umursamazlık kokusu hissederek üzülüyor, bu umursamazlık eserinin kendimde de bulunduğunun farkına varamıyordum. Zevcim bana kararsız, gelgeç meşrep bir varlık gibi görünmeye başlıyordu. O, bir arzusu olup ta açıklamaya cesaret bulamayan bir küçük çocuk gibiydi. Bir gün kendisinin bu umursamazlığından, aşırı sakinlik ve yumuşaklığından şikâyet ettiğim zaman bana cevaben: - Ah sevgilim, dedi, o kadar kendinden geçiren bir neşe havası içinde bulunuyorum ki saadet yorgunuyum. Halimde hissettiğiniz yorgunluk ve lakaytlık sevinç ve aşktan mest olmaktan ileri geliyor. Şunu da itiraf edeyim ki bu aşırı mutluluk beni korkutuyor. Kapının çalındığını işittiğim, adıma gelen bir mektubu aldığım, uykudan uyandığım zamanlar şiddetli bir heyecana duçar olduğumu sana söylesem bilmem inanır mısın? Evet, korkuyorum, korkuyorum. Zira yaşamak isterim. Zira ufak bir şey hayatımı büsbütün değiştirebilir. Hiçbir şey anlamaksızın sözünü kabul eder gibi göründüm. Ben de mutluydum. Fakat bana öyle geliyordu ki herkes te hayatında bir defa benim gibi aynı tarzda bahtiyar olmuştur. Mutlaka başka bir mutluluk daha olmalıdır. Şüphesiz bu da o kadar büyük değildir. Fakat herhalde başkadır. Evlilik hayatımın iki ayı bu şekilde geçti. Sonra soğuklarıyla, karlarıyla kış başladı. Yavaş yavaş – zevcimin daima yanımda bulunmasına rağmen – kendimde derin, acı verici bir yalnızlık hissetmeye başladım. Günlerin aynı şekilde tekrar etmek olduğunu, kendimde ve eşimde artık bir yenilik bulunmadığını, bilakis daima tekdüze adımlarla hayatı geçirmekte olduğumuzu anlıyor gibiydim. Mikaloviç işleri için eskisinden fazla zaman ayırmıştı. Kendisini ikinci defa olarak, bana açmak istemediği bir dünya sırların derin gizliliklerinde görüyorum zannediyordum. Zevcimin bu sarsılması imkânsız sıkıcı sükûneti sinirime dokunuyordu. Mikaloviç hakkındaki muhabbetim eksilmemişti. Aşkı daima beni mutlu ediyordu. Fakat sevdalı hislerim kuvvet ve şiddetini artırmıyordu. O, sükûn ve durgunluk halindeydi. Kalbimin aşk etkisiyle titreyen bir köşesinde beni kederlendiren bir şiddetli arzunun doğduğunu hissediyordum. Sevmek saadeti artık bana yetmez olmuştu. Bu sakin monoton hayat benim ruh ihtiyacımı tatmin etmiyordu. Bana hareket ve faaliyet lazımdı. Aşkım heyecanlara, tehlikelere, fedakârlıklara susamıştı. Bazı kere Mikaloviç'ten saklamak için kendimi tuttuğum kalbi bunalımlara duçar olur, bazı defa da eşimi şaşırtan asabi ve aşırı bir şefkat ve neşe girdabı içinde bulunurdum. Bu garip buhran halini benden önce hisseden eşim kışı şehirde geçirmemizi teklif etti. Fakat ben saadetimizin yok olmasından korktuğum için, hayatımızın akış tarzına sapma darbesi vurulmamasını istirham ettim. Gerçekten ben mutluydum fakat bu mutluluğun bir fedakârlık, bir daimi çaba neticesi olarak oluşmaması beni üzüyordu. Zevcimi seviyor, bütün ruhumla onun olduğumu biliyordum. Lakin ben aşk zaferimin – hiçbir engel ve fedakârlığa uğramaksızın böyle kolaylıkla – temin edilmesini görmek istemiyordum. Kalbim ve ruhum tatmin edilmişti. Bununla beraber varlığımın derinliklerinde ateşli bir gençlik suyu kaynadığını hissediyor, temin edilmeyen derin bir faaliyet ihtiyacı duyuyordum. Kendi kendime: - Niçin o kadar arzu ettiğim şehre gitmek için teklifte bulundu? Diyordum. Zevcim eğer böyle bir teklifte bulunmamış olsaydı ihtimal ki ben, beni sıkan bu çılgın arzuların birer tehlike olduğunu ve ısrarlı bir şekilde yapmak istediğim fedakârlığın bana şu şekilde görünmesi gerekeceğini anlardım: Bütün bu sıkıcı hisleri boğmak… Fakat şehirde geçirilecek şaşaalı hayatın beni bu sıkıcı can sıkıntısından kurtarabileceği ümidi, istemediğim halde, düşüncemi zapt etmişti. Bununla beraber Mikaloviç'i – sadece çılgın heveslerimi tatmin etmek için – sevdiği bütün şeylerden mahrum etmek vicdanıma azap veriyordu. Bu tereddüt ve bunalımlar arasında vakitler geçiyor, kar evimizi gittikçe yoğun bir beyaz tabaka ile örtüyordu. Ve biz daima birbirimizin çevresinde, daima aynı yüzlerin huzurunda sıkıcı ve monoton bir hayatı sürüklemekte devam ediyorduk. Hâlbuki orada şaşaalı şehirlerin derinlik ve güzelliklerinde baygın insanlar böyle sessiz ve bilinmez, yaşayan varlığımızı hissedemeyerek yaşıyorlar, sıkıntı çekiyorlar, mahvoluyorlar. Hiçbir kuvvet ve etkinin değiştiremeyeceği bir tarzda akan bu sıkıcı yeknesak hayata bizi mahkûm bir şekilde bağlayıp sabit bırakan esaret ve ülfet zinciri her dakika hissetmekten aşırı derecede üzülüp acı çekiyordum. Aşkımız bu huzurlu ve değişmez asude hayatın bizzat esiri oluyordu. Böylece biz sabahleyin şen ve neşeli görünürken öğle yemeğinde ciddi ve hürmetkâr bulunur, akşam da şefkatli ve yumuşak olurduk. Kendi kendime düşünürdüm: ((Nasıl yaşamalıdır? Eşimin dediği gibi masum ve namuslu yaşamalıdır. Ben de bunu cidden arzu ederim. Fakat bütün hayatımız bu tekdüze hayatı sürüklemekle geçiyor. Hâlbuki bizim şimdiki gücümüz başka bir hayat istiyor.)) Mücadele etmeye, çırpınmaya, didinmeye ihtiyacım vardı. İstiyordum ki hayatım kalbi duygularım ile etkilenip heyecanlansın. Duygularımın hayat tarzımı etkilemesiyle gelişmesini arzu etmiyordum. Mikaloviç'i uçurumun kenarına götürüp ve ona: ((İşte bir adım daha… Uçuruma yuvarlanıyorum. Yalnız ufak bir hareket mahvolmam için yeterli…)) demek isterdim ki kendisi benzi sararmış olduğu halde kuvvetli kollarıyla beni yakalayarak bu korkunç düşmekten kurtarsın. Gayet güvenli bir emniyet kenarına atsın. Bu bunalımlı manevi hal sağlığım üzerinde fena bir etki oluşturdu. Aşırı bir sinirin altında adeta çılgın olmuştum. Bir sabah Mikaloviç'in hiddetli olarak – bu hal kendisinde pek nadir oluşurdu – çiftlikten dönüşü beni alışılmışından fazla bir sinirli bunalıma soktu. Birden şu hiddeti hissederek sebebini sordum. Fakat cevaben bunun nakledilmek zahmetine değer bir şey olmadığını söyledi. Kendisinin üzüntü ve hiddet sebebi olan halin ne olduğunu pek çok sonra anladım. Köyün polis komiseri "İzpiravnik" in zevcim hakkındaki bakış ve hisleri fena idi. İstifa etmek hakkına sahip olduğu halde adamlarımızdan vergi almak için onları çağırıp davet etmişti. Buna Mikaloviç'in aşırı canı sıkılmıştı. Fakat bu işlere ait ayrıntılarla beni de üzmek istemiyordu. Ben, beni alakadar olduğu işleri anlamaya kabiliyetsiz bir çocuk sayıyor, bütün bunları bana nakletmek zahmetini seçmeyi fazla ve gereksiz görüyor, zannettim. Hiçbir şey söylemeksizin odadan çıktım. Beraber çay içmek için bizde misafir olan Mincina'yı çağırdım. Sonra misafir salonuna gittik. Orda onunla her türlü ruh ve faydadan uzak, cidiyetsiz sözlerle gevezelik etmeye başladım. Mikaloviç odada büyük adımlarla yürüyor, zaman zaman bize bakış atıyordu. Bu nazarlar bende öyle garip etki oluşturuyordu ki gevezeliğimi büsbütün artırıyor, sinirli kahkahalarla gülüyordum. Söylediğim her söze, nadiren Mary Mincina'nın söylediği fikre, alaycı kahkahalar katıyordum. Eşim sesini çıkarmaksızın odasına girdi ve kapıyı kapadı. Onu gözümden kaybeder etmez bütün bu çılgın, sinirli sevinç ve neşe eserleri mahvoldu. Muhatabım derin bir hayret içinde, şu ansızın değişmenin sebebini soruyordu. Hiçbir cevap vermeksizin mindere oturdum. Ağlamak için kuvvetli bir arzuya kapıldım. Kendi kendime diyordum: ((Niçin zevcim ciddi ve vakur duruyor? Bir hiç kendisine gayet mühim bir iş gibi görünüyor. Ne olduğunu bana söylese haksız yere üzülmekte olduğunu ikna edici delillerle ispat edeceğim. Fakat beyefendi zannediyor ki hiçbir şey anlayamam. O, sıkıcı sakin âdetiyle bana azap verip aşağılamak ve sonra da mazur görünmek istiyor. Pekâlâ, öyleyse ben de mazurum. Aynı çevrede mıhlanmaktan doğan can sıkıntısı ile faydasız ve neticesiz, senelerin akış hızını hissettiğim zaman ben de gösterişli bir zevk ve neşe hayatı istemekte, öyle ise, mazurum! Her gün ileriye yürümek arzu ederim. Her saat bir yenilik isterim. Kendisinin yalnız bir emeli var: Aynı hal ve çevrede kalmak ve beni orada o sıkıntılı çevrede, sakin ve hareketsiz tutmak… Hatta beni alıp şehre bile götürmeyecek. Bana daima sade ve asude olmamı söylüyor. Fakat kendisi bana bizzat örnek olmuyor. Hayır… O hiç saf ve asude değildir.)) Gözyaşlarımın kalbimin derinliklerinden fışkırmakta olduğunu ve zevcime son derecede gücendiğimi hissediyordum. Bu hiddet ve kızgınlıkla üzgün ve şaşkın, Mikaloviç'in çalışma odasına girdim. O, masa başında oturmuş, yazı yazıyordu. Ayak seslerimi işitti. Bana ilgisiz, sakin bir bakış attı. Ve sonra yine işine devam etti. Bu nazar beni çıldırttı. Fena halde kızdım. Yanına gideceğim yerde masanın yanında durdum. Bir kitabın yapraklarını çevirmeye başladım. Yeniden gözlerini kaldırdı ve bana doğru çevirdi: - Maşa, pek neşesiz görünüyorsun! Yönelttiğim soğuk nazarla cevap vermek istiyordum: Bu soruya ne gerek var? Başını eğdi ve şefkatli tebessüm etti. İlk defa olarak tebessümü karşılıksız kaldı. Ciddi ve serzenişli, sordum: - Bugün size ne oldu Allah aşkına! Niçin bana hiddet ve içerlenmenizin sebebini söylemek istemiyorsun? - Önemsiz şeyler, polisim… Ufak bir sıkıntı… Şimdi sana her şeyi söyleyebilirim: İki köylü şehre gitmişler… Sözünü keserek dedim ki: - Niçin bu sabah çay vakti sorduğum zaman bunu bana söylemedin? - Beynim sersemdi, pek hiddetliydim. Onun için… - Fakat ben ne olduğunu o zaman anlamak isterdim. - Niçin? - Sen de niçin sana nasihat verebileceğimi, yol gösterebileceğimi asla ummuyorsun? Kalemini bırakarak cevap verdi: - Fakat emin ol ki senin hakkında böyle bir zan daima beslerim. Sensiz yaşamaya gücüm olmadığını pekâlâ bilirim. Sen yalnız benim müsteşarım değil, her şeyimsin. (Gülerek) Bana her şeyi güzel ve muhteşem gösteren senin huzur şiirindir. Şimdiye kadar bende ilk defa olarak gördüğü garip bir tavırla dedim ki: - Evet, anladım. Ben güzel bir kızcağızım ki… Bir tereddüt duraksamasından sonra ilave ettim: - Bulunduğun şu sakinlik hali bana aşırı azap veriyor. (Can atarak) – Pekâlâ! Şimdi bütün bu işleri sana nakil ve izah edeceğim. Sonra sen de bana fikrini söylersin. Artık bunu anlamak için tadım ve düşkünlüğüm yok. Gerçekten bu vakayı daha önce öğrenmek için çılgın bir arzu duymuştum. Fakat şimdi… Pek az devam eden bir çekingenlikten sonra bir cesaret hamlesi ile ilave ettim: - Bu hayat pek monoton geliyor bana. Başka türlü – bilmem nasıl tarif edeyim – seninle bir akran gibi yaşamak istiyorum. Kalbinin üzüntü ve acısı açıkça belli olan yüzünden derin bir acı hissolunuyordu. Sözlerimden ne derece acı duyduğunu görerek, devam etmek için artık kendimde cesaret bulamadım. Bir vakit sustum. O sordu: - Fakat sen neden benim akranım değilsin? İzpiravnik ve köylülerle işim olduğu için mi? - Yalnız bu değil… - Ruhum, işlerin oluşturduğu meşguliyet gürültüsünden dolayı rahatsız olmakta olduğunu bilirim. Fakat emin ol ki sana ait aşkım benim bütün hayatımdır. Yüzüne bakmaksızın cevap verdim: - Siz zaten daima mazursunuz. Benim hissettiğim hiddet ve öfkeye rağmen şimdi zevcimde yeniden gördüğüm neşe ve asudelikten memnuniyetsiz oldum. - Maşa! Ne'n var? Niçin gücendin bana? Çabuk cevap verme. İyice düşün. Bana darıldın, elbette bunun için bir sebep olacak. Rica ederim haksızlıklarımı söyleyiniz. Kendisine nasıl olduğu gibi kalbimi açabilirdim? Ciddi bir tereddüt ve endişe ile: - Hakkında hiçbir şeyim yoktur, dedim, yalnız sıkılıyorum ve sıkılmaktan kurtulmak istiyorum. Bununla beraber siz, bunda mazursunuz! Bu sözleri söylerken gözlerimi ona doğru kaldırdım. Oh, maksadıma nail olmuştum. Artık eşimin sakinlik ve itidali kaybolmuştu. Bütün yüz hatlarından acı bir heyecan eseri sızıyordu. Titrek, yavaş bir seda ile dedi ki: - Maşa! Artık bu, bir şaka olmak sıfatından çıktı. Rica ederim cevap vermezden önce beni dinle! Niçin vicdanıma azap vermek, kalbimi kanatmak istiyorsun? Sözünü kestim. (Soğukça): - Zaten hak kazanacağını, tavır ve hareketlerinin tümünde mazur görüneceğini önceden biliyordum. Artık bana hiçbir şey söyleme. Sen haklı ve mazursun! (Gayet titrek bir sesle): - Ah ne yaptığını bilmiş olsan… Ben ağlamaya başladım. Bir parça hafiflik hissettim. O hiçbir şey söylemeksizin yanımda oturuyordu. Hareketimden aşırı utandım. Kendisine bakmaya cesaret edemiyordum. Zannediyorum ki beni şaşkın ve kızgın bir tavırla inceliyor. Fakat bir aralık yüzüne baktığım zaman bana yönelmiş nazarlarında af talep eden şefkatli ve sakin bir yalvarma manası hissettim. Derhal zevcimin elini elimin içine alarak dedim ki: - Affet beni. Ne dediğimi bilmiyordum. - Evet… Fakat ben biliyorum. Sen doğru söylüyordun. - Ne diyordum? Şimdi Petersburg'a gitmeliyiz. Artık burada yapılacak hiçbir işimiz yoktur. - Eğer sen arzu edersen gidelim. Bunun üzerine beni kucakladı. Ellerimi samimi öpücüklere boğdu. Ve dedi ki: - Rica ederim beni affet. Senin karşında ben pek suçluyum. O gece Mikaloviç – âdeti gereği – odada kendi kendisine mırıldanarak büyük adımlarla gezer iken… Ben ona repertuvarda bulunan bütün parçaları çaldım. Çoğunlukla eşime kendi kendine ne söylediğini sorduğum zaman o, bir dakika düşündükten sonra hepsini bana anlatırdı. Bazen şiir söyler, bazen de tuhaf bir hikâye naklederdi. Bu gece de ne mırıldandığını sorduğum zaman birden durdu, düşündü. Sonra güler yüzlü ve iltifat ederek Lermontov'un iki beyitten ibaret bir şiirini tekrar ettiği şu mealdeydi: "Fırtınada sakinlik ve asayiş bulunurmuş gibi kendisi, çılgın ve hevesli, bir fırtına istiyor…" Kendi kendime dedim ki: ((Artık hiçbir şeyi saklamaya gerek yok. O hepsini biliyor.)) Piyanodan kalktım. Koluna girdim. Ayaklarımı adımlarına uyuşturarak beraber yürümeye başladım. Bu esnada o, soru sorar bir tarz ile: - Evet, dedi ve tebessümle baktı. Ben de elimde olmadan: - Evet, diye mırıldandım. Her ikimiz, ansızın çılgın bir neşenin kasırgalarına kapıldık. Gözlerimiz gülüyor, adımlarımız aşırı şekilde uzanıyor, kalplerimiz sanki mest edici bir salıncağın heyecanlı kucağında sallanıyordu. Bu hal ile yemek salonuna gittik. Kayınvalidem sabırsızlıkla bizi bekliyordu. Yemeği neşeli ve gümbürtü koparan kahkahalar arasındaydık. İki hafta sonra paskalyayı geçirmek üzere St Petersburg'ta bulunuyorduk. 2 Bir hafta Moskova'da kaldıktan sonra Petersburg'a ulaştık. Yeni apartmanımızı döşeyip süsledik. Akrabalarımızı ziyarete başladık. Gördüğüm yabancı yüzler, yeni manzaralar o kadar neşeli, huzur ve sevgileriyle o kadar sıcak… O kadar çeşitli ve hoş idi ki köyde geçen dingin ömrümüz bana çok zamandan beri mazi olmuş faydasız ve manasız etki hayatını icra ediyordu. Herkesi bana karşı büyüklük taslayan ve soğuk tavırlı göreceğim yerde güya bütün bu yeni dostlarımın beni görmekle mutluluklarını arttırıyorlarmış gibi hakkımda aşırı samimi bir sevgi ve iltifat eseri gösterişleri cidden hayret ve hoşnutluğuma sebep oluyordu. Hakkımda gösterilen iltifat eserlerini yalnız akraba ve yakınlarımda değil bana tamamıyla yabancı olan kişilerde de görüyordum. Zevcim de her an birden, şimdiye kadar bana asla bahsetmediği dostlar buluyor ve bu, benim hayret ve teessüfüme sebep oluyordu. Mikaloviç bana karşı latif ve nezaketle davranan gençler hakkında pek katı fikirler taşırdı. Benim hoşuma giden erkeklere gayet soğukça hareket etmesine ve onlardan uzak durmasına pek şaşıyordum. Köyümüzden hareket etmezden önce zevcim bana demişti ki: - Petersburg'da nasıl vakit geçireceğimizi ve ne kadar süre kalacağımızı bilmek ister misin? Biz burada zenginler gibi geçiniyoruz. Fakat orada öyle yaşayamayacağız. Adeta fakirler gibi geçineceğiz. İşte bunun içindir ki uzun süre orada kalamamak mecburiyetindeyiz. Hayat âlemine karışmaktan, eğlence ve balo yerlerinde arz-ı endam etmekten uzak kalmamız lazım. Aksi takdirde pek çok sıkıntı çekeriz. - Hayat âlemine karışmanın ne gereği var? Biraz tiyatroya gideceğiz. Operada müzik dinleyeceğiz. Akrabalarımızı ziyaret edeceğiz. Sonra hemen köye döneceğiz. Fakat biz Petersburg'a ayak atar atmaz bütün düşüncelerimiz, planlarımız altüst olmuştu. Orada kendimi büsbütün yeni bir zevk ve sefa âleminde buldum. Bu zevk ve neşe girdabının beni uçuruma doğru sürükleyeceğinden gafil ve habersiz, kendi kendime düşünüyordum: ((Meğerse hayatı hiç tanımamış bir çocuktan farkım yokmuş. Gerçek hayat sahnesi, ilk defa olarak, şimdi hayret ve tutkunluk nazarımın önünde kendini gösteriyor. Herhalde bu benim için büsbütün yeni sahneyi doya doya seyretmeliyim.)) Bu şekilde düşünüyor ve kendimi haklı buluyordum. Köyde beni tutuklayan can sıkıntısı, kalbi bunalım şimdi tamamen silinmiş, onun yerine derin bir şevk ve neşe geçmişti. Zevcim hakkındaki kalbi sevgim gittikçe sükûnet bulmuştu. Acaba beni daha az mı seviyor diye kalbime – eskiden olduğu gibi – hiçbir soru sormuyordum. Bütün istek ve düşüncelerimi keşfettikten ve bütün hayatıma katıldıktan, en ufak bir arzumun hemen gerçekleşmesi için kuvvetli bir istek gösterdikten sonra artık şefkat ve muhabbetinden şüphe edebilir miyim ya! Sakinliği artık yok olmuştu. Yahut bu sıkıcı sükûnete artık bana azap vermeye başladığı için ihtimal ki ben öyle zannetmiştim. Petersburg'a ulaşmamızdan biraz sonra annesine mektup yazdı. Mektubu okumama müsaade etmeyerek yalnız dipnot yazmamı söyledi. Fakat ben okumak için ısrar ettim ve başarılı da oldum. Annesine diyordu ki: ((Siz Maşa'yı şimdi görseniz mümkün değil tanıyamazsınız. Hatta ben bile tanıyamıyorum. Bu necip ve zarif serbestliği, bu iltifatlı ve lütuflu davranışı ve herkesin doğasına, ruh haline göre hareket etmeyi nereden öğrendi. Bütün bu özellikler o kadar sade, o kadar doğal bir şekilde gösteriyor ki herkes onun yanında bulunmaktan aşırı mutlu ve hoşnut görünüyor.)) ((Nasıl? Bu kadın ben miyim?)) diye düşündüm ve çılgın bir sevinç hissettim. Öyle zannettim ki şimdiye kadar zevcimi asla bu kadar sevmemiştim. Herkes yanında böyle gösterişli bir başarı kazanacağımı doğrusu hiç ümit etmiyordum. Her taraftan bana söyleniyordu ki amcam en fazla benim huzurumdan hoşnut oluyor. Yengem en fazla benimle konuşmaktan zevk alıyor. Hatta bazen bütün Petersburg'da benzeri bulunmaz güzide bir kadın olduğum söyleniyordu. Diğer bir kadın da beni temin ediyordu ki hayata tutkun insanlara şevk ve neşe vermek benim elimdedir. Hayat şu haneye son derece meyilli olan eşimin teyze çocuğu madam, zevk ve safa âlemlerinden, bu âlemlerin sonsuz zevklerinden öyle canlı bir şekilde bahsederdi ki bu, beni baştan çıkarmak için yeterliydi. Bu teyze çocuğu ilk defa olarak, beni baloya davet ettiği zaman doğrudan doğruya zevcime hitap etti. Mikaloviç bana doğru dönerek ince bir tebessüm ile karışık şeytani bir tavırla sordu: - Baloya gitmek ister misin? Bir baş sallamasıyla meramımı anlatmak istedim. Lakin bu an içinde kıpkırmızı olduğumu hissettim. Lütufkâr bir tebessüm ile dedi ki: - Aldığınız tavırla, işlediği cinayeti itiraf eden bir zanlı gibisiniz. Yalvarma manası saçan bakışlarımın gülüşüyle cevap verdim: - Zevk ve safa hayatına karışmayacağımızı zira bu gibi eğlence ve kalabalık yerleri sevmediğinizi bana söylemiştin de… - Eğer baloya gitmek için büyük bir arzu hissediyorsan gideriz. - Hayır, evde kalalım. İhtimal ki bu bizim için daha iyi ve uygundur. Yeniden sordu: - Baloya gitmek istiyor musun? Söyle bana! Cevap vermedim. O, dedi ki: - Eğlenceye, baloya gitmek büyük bir felaket değildir. Fakat eğlenmek zevkli ve neşeli bir gösterişli hayat içinde yaşamak büsbütün tehlikeden de ari değildir. Neyse… Bu baloya gideceksin. Öyle gerekiyor. - Doğru mu söylüyorsun? Oraya gitmek için büyük bir heves ve arzum var. Hiçbir şey bana bu kadar kuvvetli bir arzu vermemiştir. Baloya gittim. Bu balo bütün ümitlerimin üstünde idi. Orada cazibe ve perestiş çevresinin seçkin merkezinde bulunduğumu, daha büyük bir açıklıkla hissettim. Hatta bütün bu şaşaalı ve muhteşem salonun gözleri kamaştıran şaşaalı ışıklandırma ve süslemelerinin şaşaası varlığımın şerefine bağlıyor, orkestranın yalnız benim için ruhnüvaz ahenklerle neşe ve sevinç verdiğini zannediyor, bütün davetlilerin yalnız beni takdir etmek için burada toplandığına hüküm veriyordum. Öyle hissediyordum ki bütün erkekler, dans eden delikanlılar – salonda bulunup oyuna katılmak isteyen ihtiyarlar bile – bana aşk ve muhabbetlerini göstermek için derin, karşı konmaz bir arzuya kapılıyorlardı. Teyzekızım, baloda dönen sözlerin hep bana ait olduğunu söylüyordu. Ben diğer kadınlardan hiç birine benzemezmişim. Ben pek güzide ve müstesna bir varlıkmışım. Bende öyle sade ve doğal, öyle neşeli taze şeyler varmış ki bütün bunlar insana, şeffaf bir gök altında saf bir köyü hatırlatırmış. Bu kış daha iki üç defa baloya gitmek arzu eylediğimi serbestçe zevcime itiraf edebileceğimi düşünerek, bu başarımdan pek mağrur ve müftehir oldum. Mikaloviç zevk u safa âlemine daldığımız ilk günlerinde bana ciddi ve hakiki bir hoşnutlukla eşlik ediyor, eğlenmeme müsaade ediyordu. Sanki o, başarımdan memnun ve mağrur, önceki düşüncelerini tamamen unutmuş veyahut bertaraf etmiş gibiydi. Fakat biraz sonra canı sıkılmaya başladı. Bir derecede ki bu hayat kendisine tahammülsüz bir felaket darbesi gibi görünüyordu. Ben ise kendimi diğer şeylerden korumak için, pek meşgul ve dalgın idim. Göz ucuyla sitemli ve soru soran bir bakışla bana doğru yönelmiş derin ve ciddi bakışlarına tesadüf ettiğim zaman artık bunların bana ne demek istediğini anlayamıyordum. Her taraftan gördüğüm iltifat çabaları ilk defa olarak soluduğum bu yeni ve zarif süs ve safa havası bütün fikirlerimi karıştırmıştı. Artık zevcimin bundan pek büyük olmasından doğan ümitsizlik ve ıstırabı hissediyordum. Balo salonuna girer girmez bütün takdir ve perestiş nazarlarının üzerimde toplandığını gördüğüm zaman hoşnut ve mağrur olmamak benim için mümkün değildi. Eşim ise bütün bu kalabalık karşısında, kendisine ait olduğumu itiraf etmekten sanki utanır, bu siyah elbise yığınları arasından silinmek için büyük bir atılım ve acele gösterirdi. Artık öyle bir devre geldi ki başarılarım beni hoşnut etmemeye başladı. Çünkü düşünüyordum ki bir gün ben onun için bütün bu zevkleri, başarıları feda edeceğim. Bu zevkli hayat şu hanede korkup çekinebileceğim yegâne bir tehlike varsa o da salonlarda tesadüf ettiğim delikanlılardan birine tutkun olmak ve zevcimin kıskanç hislerini tahrik etmek ihtimaliydi. Fakat o, benim için öyle büyük bir itimat besliyor, hakkımda o kadar yumuşak ve lakayt davranıyor ve bütün bu gençler zevcimin yanında öyle manasız ve önemsiz görünüyordu ki bu yegâne tehlike de bana korku verici görünmüyordu. Bununla beraber bu genç, neşeci ve keyifçi erkeklerin üzerime yöneltilmiş takdir ve perestiş nazarları beni aşırı hoşnut ediyor, izzet-i nefsimi okşuyor, kalbimi gıcıklıyor ve zevcim hakkında beslediğim aşka onların layık olduğunu bana sezdiriyordu. Fakat Mikaloviç te bana büyük bir müsamaha ve umursamazlık gösteriyordu. Bir gece balodan dönüşte parmağımla onu tehdit ederek dedim ki: - Oh… Nasıl bir istek ateşi içinde madam N… ile sohbet ettiğini gördüm. Bu sözlerimle Petersburg asiller derneklerinde tanınan bir kadını ima etmek istemiş, dikkat ve tecessüs nazarını çekmek için şu ince sözü fırlatmıştım. Zira o, insanı usandıran ve canı sıkan sessiz bir varlık idi. - Ah, neden böyle söylüyorsun, Maşa… Nasıl sen bana bu gibi bir isnatta bulunuyorsun? Bu kelimeleri dişleri arasında söylerken öyle bir yüzünü ekşitti ki sanki maddi bir sıkıntı altında ezildiği hissolunuyordu. Devam etti: - Bırak şu başkalarına ait sözleri. Senin ile benim aramda hiçbir şey bulunamaz. Bu tarz hayatımız bizim eski ve samimi ilişkimizi asla bozamaz. Ben şu hareketimden mahcup ve pişman, sustum. O, sordu: - Neden böyle düşünüyorsun? Nasıl, dediğim doğru değildir. - Samimi ilişkimiz hiç değişmedi. Ve asla değişmeyecektir. Şimdi bu sözleri söylerken pek samimiydim. O, diyordu ki: - Bununla beraber burada canım sıkılmaya başladı. Artık köye dönmeli… Tam zamanı… Ben bu cevap üzerine kendi kendime söylendim: ((O burada sıkılıyorsa ben de onunla beraber köyde yalnız sıkılmayacak mıyım?)) Kış bu şekilde geçti. Önceki düşüncelerimizin aksine olarak paskalyadan bir hafta sonra hareket etmeye karar verdik. İşlerimiz toplanmıştı. Zevcim köydekilere herkesin haline uygun birer hediye almıştı. Kendisine köyde lazım olan eşyayı da tedarik etmişti. Bütün bu eşyayı, memnun ve mutlu paket ediyor alışılmıştan fazla şen ve hoşnut görünüyordu. Hazırlanıp ta tam harekete hazır hale geldiğimiz bir zamanda teyzekızı Konts'ın vereceği müsamerede bulunmamız için gidişimizin ertelenmesini rica etti. Konts müsamereyi sadece benim için icra edecekmiş. Zira bir baloda beni gören ve Rusya'nın en güzide kadını sayılan Kontm bu müsamere vesiesiyle bana takdim olunma istiyormuş. Teyzekızı diyordu ki: - Bütün Petersburg bu müsamerede bulunacak. Eğer sen bulunmayacak olursan müsamere pek tatsız olacak. Zevcim salonun öbür köşesinde diğer biriyle konuşuyordu. Teyzekızı benden ısrarla soruyordu: - Değil mi Mary? Geleceksiniz, değil mi? Zevcime bakarak kapalı ve tereddütlü bir tavırla: - Yarından sonra köye dönmek fikrindeyiz, dedim. Bakışlarım zevciminkilere tesadüf etmişti. Teyzekızı dedi ki: - Burada kalmanız için Mikaloviç'e rica edeceğim. Cumartesi günü müsamereye gideceğiz, olmaz mı? - Lakin paketlerimiz hazırlanmış, işlerimiz bağlanmıştır. Eşim birden salonun öbür köşesinden, sordu: - Eşimin bu akşam konut cenaplarına ihtiram ve saygı sunması daha uygun olmaz mı? Sakin ve mutedil görünen sedasında şimdiye kadar hiç tanımadığım gizli bir fırtına, bir heyecan var gibiydi. Teyzekızı gümbürtü koparan bir kahkaha arasında: - Ha! Ha! Mikaloviç pek kıskançtır. Fakat bu konut cenapları için değildir. Burada bir müddet daha kalmasını Mary'den rica etmemiz sırf bizim içindir, dedi. Soğuk bir tavırla: - Karar ona aittir, dedi. Ve odadan çıkıp gitti. Anladım ki Mikaloviç pek üzüldü. Ben de kederlendim. Teyzekızına bu konuda hiçbir vaatte bulunmadım. Derhal eşimin yanına gittim Mikaloviç tefekkür denizine dalmış olduğu halde büyük adımlarla odada dolaşıyordu. Beni görmemesi için yavaş yavaş ayağımın ucuyla odaya girdim. Yüzüne bakarak kendi kendime: ((Galiba kendisini ((Tikolosko))daki sevgili evinde, hayattan memnun ve mutlu, sabah kahvesini içtiği odasında zannediyor. Tarlalarıyla, köylüleriyle tekrar buluşuyor, salondaki sıcak sohbetlerimizi ve gizlice tedarik ederek tatlı bir iştihayla yediğimiz gece yemeklerini düşünüyor.)) dedim. Kendisine, müsamereye gitmek istemediğimi, köye dönmek istediğimi söyledim. Beni görür görmez suratını astı. Simasındaki tefekkür nüktesi silindi. Bakışının manasında yeniden kendini koruyan bir sükûn ve endişe okur gibi oldum. Bana doğru, boşlayan ve umursamaz, dönerek kendisine has bir sakinlik tavrı ile sordu: - Nedir bu, azizem? Cevap vermedim. Pek kızgın idim. hakkında gösterdiğim samimiyete karşın bana böyle kurum satması doğrusu pek canımı sıktı. Tekrar dedi ki: - Gitmek istiyor musun? - İsterim. Fakat sen arzu etmiyorsun. Hem de zaten bütün eşyamız hazırlandı. Şimdiye kadar bana asla bu defaki gibi soğukça bir cevap vermediği gibi böyle donuk bir yüz ile de bakmamıştı: - Salıdan önce gitmeyeceğim. Denklerin açılması için şimdi emir vereceğim. Bundan dolayı sizi bu müsamereye gitmekten hiçbir şey menedemez. Âdeti üzere, üzgün ve heyecanlı, düzensiz adımlarla odanın içinde dolanıyor, hiç bana bakmıyordu. Ben dedim ki: - Sözlerinden hiçbir şey anlamıyorum. Hâlbuki kendinin daima itidal sahibi olduğunu söylüyordun. Niçin bana bu kadar tuhaf ve gülünç bir tavırla lakırdı söylüyorsun. Ben senin memnuniyet ve hoşnutluğun için her şeyi feda etmeye hazırım. Neden şimdi bu kadar hiç tanımadığım alaycı bir tavırla benim müsamereye gitmemi zorluyorsun. - Ne fedakârlık yaptın? (Bu kelimeye dayanarak) Ben de bu şekilde birçok fedakârlıklarda bulundum. İlk defa olarak ağzından kaba ve sert lakırdılar işitiyordum. Bu alaycı ve küçültücü sözler aşırı derece beni kızdırdı. Sarf ettiği küçük düşürücü kelimeler beni korkutmadı fakat mağlup eyledi. Bir derin ah ile: - kalben pek değişmişsin, dedim, neden yanında daima zanlıyım. Bana darıldığın sebebi yalnız bu müsamere meselesi değildir. Bana gücenmek için daha başka önemli sebepler olacak. Niçin her şeyi, olduğu gibi, söylemiyorsun? Aramızdaki samimiyetin sarsılmasından korkan sen değil miydin? Öyle ise her şeyi bana açıktan açığa söyle. Nedir darılmaya sebep? Odanın orta yerinde, yanımdan geçmeye mecbur olması için, ayakta duruyor ve cevabını bekliyordum. Kendi kendime diyordum ki: ((Şimdi yanıma gelecek. Beni kucaklayacak ve her şey bitecek.)) Fakat o, ilerleyip yanıma geleceği yerde odanın diğer ucunda durdu. Bakışını üzerime dikti: - Daima hiçbir şey anlamayacak mısın? Dedi. - Hayır. - Pekâlâ! Öyle ise ben izah edeyim. Nefret edip ve tiksiniyorum. İlk defa olarak derin, yok olması mümkün olmayan bir nefret duyuyorum. Hissetmekten kendimi alıkoyamadığım bu etkilerden son derece tiksiniyorum. Sustu. Sesindeki değişiklik ve titreklik kendisine dehşet veriyordu. Tahkir edilmekten doğan kızgınlık ve güceniklik yaşları gözlerimde olduğu halde sordum: - Bu derece nefret ve üzüntünü icap ettirecek sebep olan şey nedir? - Konutun seni pek güzel bulduğunu, senin de – sadece bunun için – zevcini, kadınlık haysiyetini unutarak tam bir can atışla onun ayakları önüne koştuğunu, varlığını unutarak necip kadınlık hislerini kaybettiğin zaman zevcinin hissetmeye mecbur olacağı can yakıcı üzüntüyü anlamak istemediğini görmekten derin, sonsuz bir nefret ve üzüntü duyuyorum. Bana karşı her türlü fedakârlığı yapmaya hazır olduğunu söyleyen sensin, değil mi? Pekâlâ… Bu, ne demektir bilir misin? Demek istiyordun ki: ((Kendimi konut cenaplarına takdim etmek benim için büyük bir şeref ve saadettir. Fakat işte bu şeref ve saadeti sadece, anlıyor musun, sadece senin için feda ediyorum.)) Konuştukça konuşma edasında daha fazla zayıflık ve heyecan eseri hissediliyor, konuşma ahenginde daha fazla bir alay ve tahkir kokusu duyuluyordu. Şimdiye kadar zevcimde asla böyle bir hal görmediğim gibi bana bu şekilde söz söylemesine de hiç ihtimal vermezdim kanım kalbime doğru saldırıyordu. Korkuyordum. Fakat birden, haksız olarak uğradığım küçük düşürülme ve tahkirle yaralanan onurum, kadınlık gururum beni öfkelendirdi. İntikam almaya karar verdim. Dedim ki: - Uzun zamandan beri zaten böyle bir hareketi bekliyordum. Söyle, söyle… - Senin neden böyle bu hareketi beklediğini bilmem fakat ben her şeyi bekleyebilirdim. Senin her gün daha güçlü bir düşkünlükle bu sefahat ve özgürlüğe, bu kirli zevk hayatına daldığını görerek… Evet, ben aldanmıyordum. İşte şimdi bu ana kadar duçar olduğum bir azap ve utanç hissi ile güçsüz ve alt üst olmuş bir haldeyim. Bana kıskançlıktan bahsettiler. Evet, ben kıskancım. Fakat kimin için? Ahlaki kimliği belli olmayan sefahatçı bir konut için. Sen bütün bunları bildiğin halde… Bu mudur fedakârlığın? Kendi kendime düşünüyordum: ((Ah, işte eşlerin kudret ve hâkimiyetleri… Bir zevç zevcesini tahkir ve rezil eder de zevce karşılık olarak kabahatini itirafla üzüntü ve pişmanlığını bile söyleyemez. Hayır, bu defa kendisine itaat etmeyeceğim.)) Yüksek sesle: - Hayır, dedim, senin için hiçbir fedakârlıkta bulunmadım. Zannettim ki kan yanaklarımda bir iz bile bırakmayarak çekilip gitti. Gerçekten benzim bir ölü gibi sararmıştı. İlave ettim: - Cumartesi günü Kont R...nin müsameresine gideceğim. - Pekâlâ… Allah selamet versin. Git istediğin kadar eğlen. Fakat aramızda her şey bitti. Bu sözleri zaptına muvaffak olamadığı şiddetli bir hiddet ve öfke fışkırışıyla söyledi. Sonra da: - Hayır, sen bana artık azap veremeyeceksin, dedi. Dudakları şiddetle titriyor, devam etmemek için büyük bir çaba gösteriyordu. Bu an ve dakikada Mikaloviç'ten korktum ve nefret ettim. Kendisine pek çok şeyler söylemek, bütün bu küçük düşürme ve rezil etmenin intikamını almak istiyordum. Fakat ağzımı açacak olursam – iyice hissediyorum ki – hemen boşanacak, hüngür hüngür ağlayacak ve bu sebeple onun indinde bir kat daha hor, aciz olacağım. Hiçbir kelime söylemeksizin odadan çıktım. Bu esnada Mikaloviç'in de ayak sesini işittim. Gayet dehşetle dönüp baktım. İlişkimizin ebediyen kırılması ihtimalinden korktum. Öyle bir rabıta ki vaktiyle beni mutlu etmeye yeterli oluyordu. Kendi kendime düşünüyordum: (( Acaba kendisine baktığım ve elimi uzattığım zaman beni anlamak için soğukkanlı olacak mı? Benim yüksek cenabımı takdir edecek mi? Yoksa üzüntü ve ıstırabımın söndüğünü mü zannedecek? Yahut pişmanlığımı kabul ederek gururlu bir sükûnetle beni af mı edecek? Neden bu kadar sevdiğim bir adam beni böyle aşağıladı ya Rab! Odama girdim. Orada birçok süre kaldım. Bu mücadele esnasında kullandığım her bir kelimeyi gayet nefret ve tiksinme ile düşünerek ağladım. Bu pis sözlerle önceden gösterdiği samimi iltifatları karşılaştırarak dehşet ve fecaat hakikati tamamıyla anlıyor ve aşağılandığımı açıkça hissediyordum. Akşamüzeri çay içmek için aşağıya indim. Eşimi misafiri mösyönün yanında gördüm. Mikaloviç'i görmekle aramızda açılan müthiş uçurumu tekrar duydum. Misafirimiz ne vakit gitmek istediğimizi bana sordu. Cevap vereceğim bir zamanda zevcim dedi ki: - Salı günü hareket edeceğiz. Konts S..nin hanesinde verilecek müsamereye katılacağız. Bana dönerek ilave etti: - Nasıl, oraya gitmeye niyetin var değil mi? Gayet sade ve doğal olmakla beraber söylenen şu sözlerden korktum. Gözlerimi kocama doğru kaldırdım. Bakışlarımız tesadüf etti. Tavrı pek alaycı, sedası pek soğuktu. - Evet, dedim. Misafirimizin gitmesinden sonra Mikaloviç yanıma geldi. Elini uzatarak dedi ki: - Rica ederim, yalvarırım sana, bu sabah söylediğim sözlerin hepsini unut. Elini aldım. Hafif bir tebessüm dudaklarım üzerinde titredi. Gözyaşlarım akmaya başladı. O sanki duygusal ve üzücü bir sahne izlemekten korkuyormuş gibi, benden epey uzak, bir koltuğa oturdu. ((Acaba hala kendisini haklı zannetmekte ısrarcı mı?)) diye düşünüyordum. İstediğim açıklama, müsamereye gidilmesi için edeceğim ricalar dilimin üzerinde duraksıyordu. Bu esnada Mikaloviç: - Anneme hareketimizin ertelenmesini yazalım. Zira merak eder, dedi. - Ne vakit gitmek istiyorsun? - Salı günü balodan sonra… - Zannederim ki sadece benim için kalmıyorsunuz. Bunu söylerken gözlerinin içine bakıyordum. Fakat bakışlarının ifadesinden hiçbir şey anlayamıyordum. Sanki onlar şimdi bana karşı katı bir örtüyle örtülmüş gibiydi. Yüzü – bilmem neden – birden bana gayet ihtiyar ve nahoş göründü. En sonunda müsamereye gittik. İlişkimiz görünürde samimiliğine geri dönmüştü. Fakat bu samimiyet eskisi gibi değildi. Baloda diğer madamlarla beraber oturan Konut S…nin yanında bulunuyordum. Bu sırada Kont bana doğru ilerliyordu. Ayağa kalkmaya mecbur oldum. Selamına karşılık verdiğim zaman hakkımda aşırı nezaket eseri gösterdi. Bu dakikada elimde olmayarak zevcimi araştırdım. Salonun diğer ucundan beni gözetlediğini ve sonra döndüğünü gördüm. Birden öyle bir utanç pençesi ve yürek darlığı altında ezildim ki Kont'un nazarları karşısında ateşli bir kızıllaşmanın bütün yüzümü istila eylediğini hissettim. Çektiğim ıstıraplara rağmen benimle büyüklük taslayarak konuşan Kont cenaplarını dinlemek icap ediyordu. Konuşmamız çok devam etmedi. Yanında bulunmaktan incindiğimi şüphesiz hissetmiş olmalı ki evde serbestçe hareket edemiyordu. Geçen haftaki balodan, yazlığımızdan ve diğer bu gibi önemsiz şeylerden bahsettik. Sonra benden müsaade elde ederek zevcimin yanına gitti. Salonun öbür köşesinde konuşuyorlardı. Kont şüphe yok benden bahsediyordu. Başını çevirerek güler yüzle bana bakması bu zannımı teyit ediyordu. Kocam kızardı. Veda âdetini gerçekleştirmeden Kont'tan ayrıldı. Mikaloviç'in nezaket kuralına aykırı olan şu hareketinden dolayı pek mahcup oldum. Öyle zannettim ki zevcimin Kont'a karşı gösterdiği soğukluk kadar benim utanışım da herkes tarafından hissedildi. Bu hal nasıl anlaşılacak? Mikaloviç ile olan çekişmemizi herkes keşfedecek mi? Eve teyzekızı ile beraber geldik. Yol esnasında sohbetimizin konusunu eşim oluşturdu. Bu uğursuz müsamere sebebiyle oluşan esef verici sahneyi ona naklettim. O, karı koca arasında bu gibi hallerin çok yaşandığını, böyle şeylerin hiçbir önemi bulundurmadığını öne sürerek beni tatmin etti. Sonra zevcimin ahlakını, mesleğini, hareket tarzını izah etti. Eşimin pek mağrur olduğunu, fikir ve hislerini pek az açığa vurduğunu söyledi. Fikrine tamamen katıldım. Eşimi pekiyi anladığıma, tam bir sükûn ve itidalle akıl yürüttüğüme inandım. Bununla beraber Mikaloviç ile beraber kendimi yapyalnız bulduğum zaman hakkındaki hislerim bunalımlı bir cinayetle vicdanımı ezerdi. Birbirimizi ayıran o vakit bir kat daha genişlediğini hissederdim. 3 Bugünden itibaren hayat ve ilişkilerimiz tamamen değişti. Baş başa edilen o samimi sohbetler eski güzellik ve şiiriyetini kaybetmişti. Şimdi çekindiğimiz birçok mesele vardı. Başka birisinin yanında yalnız olduğumuzdan bin kat fazla serbestlik ve neşe ile konuşuyorduk. Balodan, köy hayatından bahsedildiği zaman derin bir üzüntü hissediyor, gözlerimizi – tesadüf etmesi için – yapmacık bir şekilde çeviriyorduk. Artık birbirimizi ebediyen ayıran bu müthiş uçurumu tam bir açıklıkla duyuyor, oraya yaklaşmaya korkuyorduk. Zevcimin gayet mağrur ve hiddetli olduğuna artık tam bir kanaat hâsıl etmiştim. Zayıflık ve düşkünlüğünü iyi idare etmek için tedbir ve uyanıklık üzere hareket etmek gerekiyordu. Eşim de hayat âlemi dışında yaşamaya artık gücüm olmadığına, köy hayatının ruhi ihtiyaçlarımı tatmin ve ikna edemediğine, arzu ve isteklerime vakıf olmak ve ona göre hareket etmek kendisinin vazifesi bulunduğuna tamamen emin olmuştu. Duygularımızı her ikimiz de serbest söylemekten çekiniyorduk. Mikaloviç'e en mükemmel bir erkek nazarıyla baktığım, benim de onun indinde en güzide bir kadın olduğum zamanları kıyas ile meşgul oluyor ve karşılıklı gizli hükümlerde bulunuyorduk. Hareketimiz için belirli olan günden evvel ben hastalandım. Nikoloskoy'a döneceğimiz yerde yazı geçirmek için Petersburg civarındaki villaların birinde zarif bir köşk tuttuk. Annesini görmek için yalnız Mikaloviçi gitmeyi kararlaştırdı. Hareket ettiği gün kendisine eşlik edebilecek derecede afiyetim yerinde değildi. Fakat o, sağlık durumumdan dolayı istirahat etmemi tavsiye etti. Anladım ki beni köyde can sıkıntısı içinde görmekten korkuyordu. Ben de ısrar etmedim. Kocamın yokluğu esnasında hayat bana pek boş göründü. Yalnızlıktan pek sıkıldım. Fakat dönüşünde hissettim ki o, varlığıma hiçbir şey ilave edemedi. En naçiz, en manasız duygu ve düşüncelerimi bile, olduğu gibi kendisine açıklamazsam vicdanen güçlü şiddetli bir azap ve ıstırap hissedecek… En önemsiz bir sözü, en ruhsuz bir tavrı bana seçkin bir olgunluk örneği gibi görünecek, çılgın kahkahalarla gülmek için yalnız bakışlarımızın karşılaşması yeterli olacak derecede derin ve samimi olan aşkım mahvolmuştu. Artık Mikaloviç te ancak çocuklara özel neşesini, canlı meşrebini kaybetmişti. Vaktiyle izdivacımın il mutluluk döneminde, kalbimi tarif edilemez bir heyecan ve saadet titremesiyle titreten o derin ve şeffaf nazarlarına şimdi tesadüf edemiyordum. Artık beraber dua etmiyor, istiğrak vecdleri içinde aynı sevda heyecanı ile etkilenmiyorduk. Daha doğrusu birbirimizi pek az görüyorduk. Beni yalnız bırakmaktan korkmadığı zamandan beri her bir bahane ile evde durmaz, bir hayat âlemi içinde eşimden daha iyi vakit geçirirdim. Artık aramızda ne acı veren bir sahne vuku buluyor, ne de sıkıcı bir sitem… Ben onu – mümkün mertebe – memnun etmeye çalışıyor, o da bütün arzularımı yapmak için can atıyordu. Hâsılı birbirimizi seviyor gibi gözüküyorduk. Yalnız kaldığımız dakikalarda – bu dakikalar pek nadirdi – zevcimin bulunmasından ne sevinç, ne heyecan, ne de endişe hissediyordum. Sanki yalnızmışım gibi Mikaloviç'in varlığı kalbimde hiçbir etki oluşturmuyordu. Bazen öyle sakin, öyle siyah dakikalar olurdu ki kalbimin sıkıştığını hissederdim. Öyle anlıyordum ki bu hal böyle ebediyen aramızda devam etmeyecektir. Aynı hisleri Mikaloviç'in bakışlarından da okuyor gibi idim. bizim şefkat ve sevgimizde şimdi bir daire vardı ki Mikaloviç o daireyi aşmak istemezdi. Artık hiçbir şey düşünmek istemiyor, hislerimi dinlemek için vakit bulamıyor, ilişkimizin ahengindeki bu büyük değişimin getirdiği ümitsizlik ve kederi unutmaya çalışıyordum. Asla yalnız kalmıyor ve kalmak ta arzu etmiyordum. Zira ruhi halimi incelemekten korkuyordum. Sabahtan ta gece yarısına kadar olan zamanım – dışarıya çıkmadığım, baloya gitmediğim vakitlerde bile – tamamen doluydu. Bu hayat bana ne neşeli, ne de sıkıcı görünüyordu. Bu hayatın daima böyle olacağını, daima böyle devam edeceğini düşünüyordum. Hayat tarzımız üç sene bu şekilde aktı. Zevcim ile olan ilişkilerimiz aynı noktada mıhlandı. Sanki bu ilişkiler olduğu yerde donmuştu. Ne iyileşiyor, ne de fenalaşıyordu. Bu üç senelik zaman fasılası arasında – hayatımın akış tarzını düzeltmeyen – aile hayatına temas eder iki önemli vaka orta çıktı: İlk defa olarak anne oluşum. Kayınvalidemin vefatı. Annelik duygusu başlangıçta o kadar şiddetle beni büyüleyici etkisi altına aldı, öyle bir vecd ve hayret denizine daldırdı ki önümde yepyeni bir seçkin ve çekici hayatın açıldığını hissettim. Fakat iki ay sonunda, hayat alemine dönebilecek bir hale geldiğim zamanda, bu şerefli hisler yavaş yavaş eski şiddet ve kuvvetini kaybederek adeta tam bir sükun ve itidalle yapılan bir vazife hükmünü giydi. Zevcim ise bilakis ilk çocuğumuzun doğumundan beri yine dingin ve merdümgiriz hayatına geri döndü. Şimdi olanca şefkat ve sevincini evladına veriyordu. Çoğunlukla müsamere ve eğlenceye giderken çocuğumu öpmek ve kutsamak için balo tuvaletiyle odasına girdiğim zaman pederini oğlunun mini mini karyolası yanında bulur ve eşimin bakış ifadesinde bir azarlama ve sitem manası hisseder gibi olurdum. Beni zabteden vicdan azabından aşırı üzgün ve ciğerparem hakkında gösterdiğim umursamazlıktan cidden üzüntülü ve nahcup oluyor , ((Acaba ben diğer kadınlardan daha çok fena mıyım?)) diye vicdanıma karşı bir içsel hitapta bulunuyordum. Kendi kendime: ((Ne yapayım? Çocuğumu seviyorum. Lakin daima yanında bulunmaya da muvaffak olamıyorum. Canım sıkılıyor. Yapmacık tavırlar, sahte şefkatler göstermeyi asla sevmem.)) diyordum. Kayınvalidemin vefatı Mikaloviç için büyük bir üzüntü darbesi oldu. Onsuz Nikolosko'da yaşamanın kendisi için pek tahammülsüz olacağını söylüyordu. Bana gelince: Zevcimin üzüntü ve matemine katıldım fakat – bilmem bir gizili his ile – köyde evin yegâne amir ve sahibi olacağımı düşünerek gizli bir memnuniyet duymaktan kendimi alıkoyamıyordum. Biz bu üç senenin büyük kısmını şehirde geçirdik. Bu müddet zarfında Nikolosko'da yalnız iki aylık bir zaman geçirdik. Üçüncü senenin sonunda yabancı şehirlere yönelerek hareket ettik ve bütün bir yazı sahil şehirlerin birinde geçirdik. Ben o zaman yirmi bir yaşındaydım. Servetimiz pek yolunda idi. Yahut bana öyle görünüyordu. Artık varlığıma hiçbir zevk ve neşe dökemeyen aile hayatını hatırıma bile getirmiyordum. Bütün tanıdığım insanlar beni seviyor gözüküyordu. Sağlık durumum memnuniyete değer bir derecede idi. Tuvaletlerim bulunduğum şehrin en güzide, en zarif tuvaletleri arasında seçkin bir gösterişle parlıyordu. Güzel olduğumu bütün kalbimle duyuyordum. Saatlerim pek şerefli ve kıymetliydi. Bir incelik ve zinet havası bütün benliğimi kuşattı. Mutlu ve neşeli olduğumu hissediyordum. Bununla beraber bu zevk ve neşe önceden Nikolosko'da ilk defa olarak hissettiğim şevk ve saadet gibi değildi. Mutluluğuma bizzat kendim sebep olduğum o saygın zamanlarda duyduğum samimi hoşnutluğa karşın şimdi hissettiğim hayat sevinci hiçtir. Fakat bu mutlak hiçlik içinde şu halden memnunum. Artık fazla bir şey istemiyor, fazla hiçbir şey ümit etmiyor ve hiçbir şeyden korkmuyorum. Bana hayatım tam, vicdanım ise dingin görünüyor. Şehirdeki delikanlıların hiçbiri bana diğerlerinden farklı ve üstün görünmüyordu. Bütün bu gençlere karşı benimle âşıkça latifelerde bulunan ihtiyar Baron K… gibi hareket ediyordum. İyi tanıdıklarımdan, yalnız çenesinden bırakılmış sakalıyla genç bir Fransız'la sarışın ihtiyar bir İngiliz vardı. Bunların ikisi de bende aynı önemsiz etkiyi yapıyordu. Bununla beraber beni saran bu zevk ve neşe hayatının oluşmasına hep bu gibi ruhsuz adamlar sebep oluyordu. Bütün bunların arasından yalnız biri – hakkımda hissettiği hürmet ve perestişi gösterdiği cesaretten anladığım bir İtalyan markisi – özel şekilde dikkatimi çekiyordu. Bulunduğum yerde bulunmak ve benimle konuşmak… Ata binmiş olarak yaptığım gezintilerde bana eşlik etmek… Gazinolarda bana tesadüf etmek ve güzel olduğumu daima söylemek için en ufak bir fırsatı bile kaybetmiyordu. Birçok defalar hotelin etrafında meraklı ve serseri dolaştığını pencereden gördüm. Onun sabit ve hoş olmayan bakışı çoğunlukla beni kızartır, bakışımı başka tarafa çevirtirdi. Bu genç ve zarif İtalyalı latif tebessümüyle, alnının ifade ettiği özel işaret ile – gayet güzel bir adam olduğu halde – zevcime benziyordu. Beni şiddetli, hırslı bir aşk ile sevdiğine emindim. Bazı kere bu genci mağrur bir acıma ile düşünüyor, bazı defa da sevdalı heyecanını sakinleştirmek, kendisini güvenilen ve sakin bir dost hükmünde tutmak çarelerini aradım. Fakat o, bütün bu fikirleri, teşebbüsleri şiddetle reddeder, her dakika kaynamaya hazır olduğunu hissettiğim gizli aşk ile kalbimin sakinlik ve istirahatini – hoş olmayan bir şekilde – karıştırmaya devam ederdi. Bu adamdan korkuyordum – bunun nefsime karşı itiraf etmek istemiyordum – arzu etmeyerek çoğunlukla onu düşünüyordum. Eşim diğer genç delikanlılara göstermediği soğukluğu bu İtalyalı marki hakkında gösteriyordu. Mevsimin sonuna doğru hastalandım. İki hafta odadan dışarıya çıkamadım. Kulübe gidecek derecede iyileştiğim zaman anladım ki keyifsizliğim esnasında güzellik ve olgunlukla meşhur bir kadın, çoktan beri gelişi beklenilen Lady S… gelmişti. Kulüpte beni çevreliyorlar, beni aşırı güzel karşılıyorlardı. Fakat iltifatların en parlağı yeni kadının şaşaası etrafına serpiliyordu. Ondan, onun güzelliğinden başka bir söz işitmiyordum. Kendisini bana göstediler. Gerçekten pek güzel ve sevimli idi. Fakat çehresinde belli olan gurur ve iftihar eseri kalbimde fena, hoş olmayan bir tesir oluşturuyordu. Bu kadını düşünmekten kendimi alıkoyamıyordum. Vaktiyle bu çevrede beni hoşnut ve mutlu eyleyen şeyler bugün bana pek tatsız ve cazibesiz görünüyordu. Ertesi günü Lady S… civar şatoda bir eğlence tertip etti. Bu eğlenceye – bilmem neden – katılmaya karar verdim. Az olan sevenlerimden yalnız biri bana sadık kaldı. Bu andan itibaren gözlerimin önünde her şey değişti. Bütün bu adamları ruhsuz ve sıkıcı buluyor, daima ağlamak arzu ediyordum. Şimdi en mümkün hızla Rusya'ya dönmek şiddetli bir istek duyuyordum. Kalbime büsbütün yeni bir his – şimdi bu hissi kendime karşı itiraf etmek istemiyorum – nüfuz edivermişti. Sağlık durumumu bahane ederek artık kulübe devam etmemeye başladım. Kardeşim matmazel L…M… beraberimde olduğu halde yalnız civarda gezmek ve iyi su içmek için evden çıkardım. Eşim yanımda değildi. O birkaç gün için Heidelberg'e gitmişti. Tamamıyla iyileştikten sonra Rusya'ya dönecektik. Bir gün Lady S… tanıdığı bütün erkek ve kadınları eve sürükledi. Ben yine matmazel L…M… ile beraber şato civarında bir gezinti yapmayı tercih ettim. Batan güneşin zinde renkleri altında bize tebessüm eyleyen "Badn"ın latif ve şiirli civarı iki tarafına yaşlı kestane ağaçları dizilmiş engebeli yolu takip eden arabamızdan görüldüğü zaman kendimizden geçmiş yoldaşım ile ciddi bir konuşmaya dalmıştık. İlk defa olarak kardeşimde yanında her şeyden bahsedilir ve çabuk dost olunur bir kadın ruh ve özelliği keşfettim. Aile hayatından, çocuklardan, sahil memleketlerde sürülen ömrün boşluğundan bahsediyor, Rusya'ya dönmek arzusunu açığa vuruyor ve derin, samimi bir hüzün ve duygu ile duygulanıyorduk. Eski şatoya girdik. Avluda her şey serin ve gölgeli idi. Hâlbuki güneş hala bu harabelerde ışık saçıyordu. Açık kapının arasından "Badn"ın manzarası bir levha gibi görünüyor, daha ilerden bilinmez ayak ve seda gürültüsü işitiliyordu. Dostum ile beraber akşam yemeğini yedik. Vecd ve istiğraklar içinde batışı izledik. Şimdi işittiğimiz sedalar bize pek açık geliyordu. İsmimin söylendiğini duyar gibi oldum. Bu sedalar artık benim için meçhul değildi. Bunlardan biri markid… Diğeri de iyi tanıdığım bir Fransız idi. Benden ve Lady S…den bahsediyorlardı. Fransız Lady'nin güzellik ve olgunluğu ile benimkini izah edip kıyaslıyordu. Fransız bana ait hakaret içeren bir kelime sarf etmedi. Fakat – bilmem neden – onu dinlerken kanımın kalbime doğru saldırdığını hissettim. Fransız, İtalyalı markiye simamız arasındaki farkları, işaretleri, incelikleri inceden inceye tahlil ediyordu: Ben henüz bir çocuk imişim. Lady S… ancak on dokuz yaşında imiş. Benim örmem gayet güzelmiş. Rakibimin endamı da pek zarif ve hoşmuş. O, asil ve güzide bir varlık "senenki" – böyle ifade ediyordu – şimdiye kadar burada görülmemiş Rus prenseslerden biri. En sonunda Lady S… ile rekabet etmediğimden ve merdümgiriz bir şekilde yaşadığımdan dolayı beni överek hüküm ve kıyaslamasını bitirmiş oldu. Bunun üzerine İtalyan: - Ona acıyorum, dedi. Fransız (neşeli ve alaycı bir kahkaha ile): - Belki o, hiç olmazsa sizinle teselli bulmak istiyor. İtalyan (titrek bir seda ile): - Eğer buradan giderse takip edeceğim. Fransız (gülerek): - Geçici mutlu! Hala sevmekle uğraşıyor. İtalyan: - Sevmek mi? Bir süre sustu. Sonra tekrar devam etti: - Sevmeksizin ben asla yaşayamam. Aşksız hayat neye yarar? Bu dünyada hoş ve perestiş etmeye değen yalnız bir şey vardır: Hayatı sonsuz bir roman yapmak. Ben romanı asla yarıda bırakmayacağım. Bu roman neticeye kadar mutlak devam edecek. - Cenab-ı Hak başarılı kılsın, dostum. Artık bir şey işitmedik. Fakat biraz sonra sağdan ayak sesleri merdivenlerde tınladı. Fransız ile İtalyan kapıdan dışarı çıkarken avluda birden bizi görerek aşırı hayret gösterdiler. Marki bana doğru ilerleyince kıpkırmızı oldum. Elini bana uzatmak küstahlığında bulunur bulunmaz pek korktum. Bununla beraber reddetmeye muvaffak olamadım. Beraber ilerde bizi bekleyen arabaya doğru yürümeye başladık. Dostum, Fransız'ın eşliğinde önümüzde yürüyordu. İtalyan'ın hiddet ve öfkemden korkmadığını, söylediği sözlerin hepsini işittiğimi bildiği halde hiç önem vermediğini görerek sıkılıyordum. Fransız'ın sözleri – ihtimal doğru olmakla beraber – kadınlık gururumu yaralamıştı. Fakat markinin küstah fikirleri, cesaretli tavırları beni şaşırtmış, öfkelendirmişti. Kendisine hiç bakmadığım ve hiçbir cevap vermediğim, tuttuğu elimi bir bahane ile çekerek güya kulağımı kaşıdığım halde yine onu bu kadar yanımda görmem bana kendisini pek iğrenç gösteriyordu. Onu dinlememek, dostuma yetişmek maksadıyla adımlarımı hızlandırmıştım. O, bana tabiatın mükemmelliklerinden, güzel manzaralardan, bu beklenilmeyen tesadüfün meydana getirdiği mutluluktan, hâsılı birçok şeylerden bahsediyor fakat hiçbirisini işitmiyordum. Ben zevcimi, oğlumu, köyümü düşünüyordum. Vicdansız bir utanç hissi, itiraf edilmeye cesaret olunamayan keder ve hevesler, beni üzüyordu. Kalbimin sükûnetini karıştıran bu heyecan veren hisler arasında kendimi toplamak için bir an evvel odamda yalnız bulunmayı arzu eyliyordum. Dostum arzumun tersine olarak pek yavaş yürüyordu. Arabaya yaklaşmamız için kat edilecek daha hayli mesafemiz vardı. Marki beni bir müddet daha zaptı altında tutmak için kasten adımlarını ağırlaştırıyor gibiydi. Kendi kendime: Bu, böyle devam edemez, dedim ve kesin bir karar ile hızlı hızlı yürümeye başladım. Fakat o, beni bırakmamakta ısrar ediyor ve hatta elimi tutarak sıkıyordu. Yolun dönüm noktası bizi dostumdan büsbütün ayırdı. Yapyalnız kaldık: İtalyan ve ben… Birden şiddetli bir korku ve heyecan hissettim. Soğukça: - Mazur görün beni, dedim ve elimi çekmek istedim. Maalesef kolumdaki dantela elbisesinin düğmesine ilişti. O kadar yakın üzerime eğildi ki göğsü bana dönüyor, yenimi düğmesinden kurtarmak bahanesiyle eldivensiz parmakları elime temas ediyordu. Korku ve haşyet ve hoşnutluk zevki ile karışık – benim için büsbütün yeni – bir his, bir donuk bir titreyiş ile bütün vücudumu dolaştı. Hakkında hissettiğim nefret ve iğrenmeyi anlar ümidiyle markiye tahkir eden bir bakış fırlattım. Fakat bu nazar ona büsbütün başka bir şey ifade etti: Korku ve heyecan… Parlak ve nemli bakışları hırslı bir aşk ile yüzümü sanki yutmak istiyor, sıcak elleri tam bir yumuşaklıkla bileğimi okşuyor, dudakları ((seni seviyorum)) teranesini mırıldanıyor, kendisine ait olduğumu söylüyor, ellerimi kuvvetle sıkarak ateşli bir istekle bana bakarken vücuduma temas edecek derecede yaklaşıyordu. Akıcı bir ateş damarlarımı dolaştı. Gözlerim kararmaya, kalbim titremeye başladı. Kendimi savunmak için söylemek istediğim sözler kurumuş boğazımda söndü. Birden yanağımda bir öpücüğün ateşini hissettim. Donuk ve titrek, yolun üzerinde durdum ve markinin yüzüne baktım. Artık kendimde ne söz söylemek için kudret, ne de yürümek için kuvvet hissediyordum. Korkak ve şaşkın, ne beklediğimi, ne arzu eylediğimi bilmiyordum. Bütün bu sahne ancak bir dakika kadar devam etmişti. Fakat bu dakika benim için hayatımın pek korkunç bir dakikası oldu. Bu kısa süre arasında yüzünü tam açıklıkla inceleyip tahlil ettim. Hasır şapkasının kenarı altında belli, eşime benzeyen, kısa alnının, deliklerinden hafif bir hırıltı işitilen güzel burnunun, ince uzun parlak bıyıkların, yalnız çenede bırakılmış sakalın, güneşten yanan renkli yanakların ne ifade ettiğini anladım. Bilinmeyen bir şahıs gibi bu adamdan nefret ettim ve korktum. Fakat bu esnada – nasıl oldu bilinemez – bu iğrenç adamın aşk heyecanı kalbimde akis yeri buldu. Ve beni etkisi altına aldı. Bu güzel fakat kalın dudakların öpücüklerine, bu beyaz ince damarlı ellerin kıymetli yüzüklerle kapalı parmakların kucaklamalarına kendimi bırakmak için şiddetli bir arzuya kapıldım. Çılgın bir heves, beni ihtirasım önünde ansızın açılan yasak zevkler girdabına korkusuz atılmamı zorluyordu. Kendi kendime: - Zaten ben bedbahtım, dedim, öyle ise bütün bu dünyanın felaketleri başımın üzerine yıkılsın. Evet, öyle ise bütün alçaklık ve günah üzerimde toplansın. Genç İtalyan yüzüme doğru eğilerek, eşimin sesine benzer bir sesle: - Sizi seviyorum, dedi. O zaman eşimi, çocuğumu hatırladım. İşte benim için yalnız iki şerefli varlıklar ki ben onları iyi zamandan beri görmüyorum. Bu esnada yolun dönüm noktasında beni çağıran dostumun sedasını işittim. Kendime geldim. Bütün bir şiddetle tekrar elimi çektim, markiye bakmaksızın arkadaşıma yetişmek için hızlı ve art arda adımlarla yürümeye başladım. İtalyan'a yalnız bir defa bakışımı yönelttim. Şapkasını çıkardı, tebessümlü ve hürmetli, bir soru işareti şeklini aldı. Bu esnada hakkında hissettiğim tarif edilemez nefret ve tiksintiyi keşfedemiyordu. Of! Hayatım bana ne kadar sefil ve bedbaht görünüyordu. Gelecek ümitsizliklerle dolu… Mazi bir karanlık… Dostum yanımda sürekli lakırdı söylüyordu, ben dinlemiyordum. Bana öyle geliyordu ki o, hakkımda hissettiği nefret ve tiksintiyi saklamak için özel bir lütuf olmak üzere benimle konuşuyordu. Bunu sözlerinden, bakışlarından anlıyordum. Of! Bu öpücük acı verici bir azap ve utanç ateşi gibi yanağımı yakıyordu. Artık zevcimi, ciğerparemi düşünmek için kendimde iktidar hissedemiyordum. Odamda rahat edeceğimi, mevkiimi düşünebileceğimi ümit etmiştim. Fakat bu defa da yalnızlık beni korkutmuştu. Getirilen çayı bitirmek için vakit bulamadım. Heidelberg'te zevcimle karşılaşmak için akşamki trene yetişmek maksadıyla – hummalı bir faaliyet içinde – yolculuk ihtiyaçlarımı, eşyamı hazırlamaya başladım. Hizmetçimle beraber kompartımanda bulunuyordum. Lokomotif yürümeye, iyi ve taze bir hava açık pencerelerden girerek yüzümü okşamaya başlamıştı. İşte bu esnada kendime gelmeye, geçmiş ve gelecek hayatımı düşünmeye muvaffak olabildim. Petersburg'a ulaşmamızdan beri bütün hayatım bana yeni bir âlem sunuyor, vicdanım ise derin bir azabın ağırlığını hissediyordu. İlk defa olarak sahra hayatını, saf ve güzel hülyalarımızı hatırladım. Ve yine ilk defa olarak kendime soruyordum ki bu müddet zarfında zevcimi mutlu etmek için yaptığım şeyler nedir? Kendisine karşı zanlı olduğumu hissediyordum. Fakat niçin o da uçurumun kenarında beni durdurmuyor, niçin bana karşı fikir ve hislerini saklıyor? Niçin istediğim her ayrıntı ve izahları boşlayan bir cevap ile savıyor? Niçin beni tahkir ediyor? Yoksa beni hiç sevmiyor mu? Bununla birlikte onun bütün bu haksızlıklarıyla beraber o yabancı adamın öpücüğü yanağımı yakıyordu. Bu öpücükten daima bir azap yarası hissediyordum. Tren Heidelburg'a yaklaştıkça eşimin hayali gözlerim önünde daha büyük bir açıklıkla cisimleşiyor, karşılaşmamız gittikçe bana daha dehşet saçıyordu. Her şeyi söylemeye karar vermiştim. Evet, her şeyi… Pişmanlık gözyaşlarıyla hatalarımı tamir edeceğim, günahlarımı söyleyeceğim, kendimi affettireceğim. Bu şekilde teselli buluyor ve fakat kendisine söylemek istediğim bu ((her şeyi))n neyi barındırdığını bilmiyor, Mikaloviç'in affına mazhar olacağımı ümit etmiyordum. Lakin eşimle karşılaşıp ta, dalmış olduğu şaşkınlık ve hayrete rağmen, sakin ve kaygısız yüzünü gördüğüm vakit anladım ki ona nakledecek, itiraf eyleyecek, hatta af talebinde bulunacak hiçbir şeyim yoktur. - Böyle ansızın buraya dönmek fikrini sana kim verdi? Yarın ben gelecektim. Mikaloviç bu sözleri söyledikten sonra yüzümü inceleme ve merak süzgecinden geçirdi. Korku ve heyecanı gösterir bir tavırla bağırdı: - Ne var? Ne oldu sana? Kuvvetli bir çaba ile gözyaşlarımı tutmaya muvaffak olarak: - Hiçbir şey, dedim, senin için geldim. Eğer istersen yarın Rusya'ya geri döneriz. Kılı kırk yarar ve vesveseli bir bakışla bir müddet beni süzdü. Hiçbir şey söylemedi. Sonra tekrar sordu: - Fakat söyle bana… Ne oldu sana? Elimde olmayarak kızardım ve gözlerimi indirdim. Bakışında tahkir eden bir vesvesenin parladığını gördüm. Şimdiki gelen fikirlerini düşünerek korku ve çarpıntıya duçar oldum. Cahilce cevap verdim: - Hiçbir şey olmadı. Kendi kendime canım sıkıldı. Geldim… Seni, beraber yaşadığımız hayatı çok düşündüm. İyi zaman var ki huzurunda zanlı olduğumu hissediyorum. Evet, birçok vakit var ki haksızlıkları mı hissediyorum. Oh! Köyümüze, yuvamıza dönelim. Sonsuza kadar orada yaşayalım. Yeniden gözlerim sulandı. Mikaloviç soğukça dedi ki: - Azizem, bu duygusal sahneleri lütfen bırak. Köye dönmek arzu edersin, değil mi? Pekâlâ… Bu uygun… Çünkü işlerimiz yolunda gitmiyor. Fakat orasını her vakit istemeli. Geçici bir vakit için değil. Neyse bu da başka bir hikâye… Şu anda senin yapacağın en iyi şey çay içmektir. Garsonu çağırmak için ayağa kalktı. Şimdi, benim için zevcimin ne fikirler beslediğini düşünüyordum. Mikaloviç'e yükleyip bağladığım bana ait fikir ve hisler… Gözlerime tesadüf etmesinden derin bir utanç hissediyormuş gibi başka bir tarafa yoğunlaşmış nazarlarından sızan ifadeler beni soğuk bir korku titremesiyle sarsıyordu. Kendi kendime: ((Hayır, beni anlamak istemiyor, beni anlamıyor.)) diyordum. Çocuğumu görmek bahanesiyle odadan çıktım. Ağlayabilmek… Sürekli ağlayabilmek için yalnız kalmak arzu ediyordum. 4Uzun süreden beri derin bir terkedilme rüyası altında uyuyan Nikolosko'daki hanemiz yeniden hayat kazandı. Fakat bu mutlu yuvadaki şevk ve neşe canlandırılamadı. Kayınvalidem artık yoktu. Şimdi eşimle yalnız bulunuyordum. Lakin artık her ikimiz de uzlet ve inzivadan zevk alamıyorduk. Bilakis bu uzlet hayatı bizim için bir işkence oluyordu. Kış o kadar hüzünlü ve katı idi ki daima hasta idim. ikinci çocuğumun doğumundan sonra ancak afiyet kazanabildim. Zevcimle ilişkimiz şehirde geçirdiğimiz hayat esnasında aldığı soğuk tarzı şimdi koruyordu. Aramızda affı mümkün olmayan bit cürüm vardı. O, bu aşk günahını keşfetmemiş görünmekle bana azap etmek istiyor gibiydi. Tamamen bana kendini bırakmamakla bana yaraşır cezayı veriyordu. Gerçekten artık zevcim – eskisi gibi – bana ruhunu vermiyordu. Bazı kere düşünürdüm ki: Gösterdiği şu umursamazlık lüzum görürcesine sadece bana azap vermek içindir. Eski his kendisinde şimdi gizlice vardır. Bu umutlu düşünce ile kalbine birkaç aşk hatırası kıvılcımı sıçratmaya çalışırdım. Fakat o, olduğu gibi, kalbini açmak, serbest cevap vermek istemiyordu. Daima benden fikir ve meramını, kalbi sırlarını gizliyordu. Tavrıyla, bakışıyla bana: ((Her şeyi… Evet, her şeyi biliyorum. Bana söylemek istediğin her şeyi biliyorum. Onun için senin söylemen fazla ve faydasızdır.)) demek istiyor gibiydi. Başlangıçta Mikaloviç'in samimiyet ve serbestlikle hislerini söylemekten çekinmesini görmek beni pek üzmüştü. Fakat sonra anladım ki bu hal samimiyetsizlikten değil, fikir ve duygularını beyan etmek gereklilik ve ihtiyacını hissedememekten kaynaklanmıştır. Hayatımızın geçiş tarzı pek kuru idi. Zevcim, bilmek ve bakmak istemediğim işleriyle meşgul iken, ben zamanımı tembellik ve durgunlukla geçirdim. Fakat bu tembellik ve durgunluğum – eskisi gibi Mikaloviç'in dikkatini çekmez ve bunun için bana darılmazdı. Çocuklarım da henüz, eşimle benim aramda bir samimiyet bağı oluşturabilmek için pek küçüktü. İlkbahar tekrar geldi. Katya ile kardeşim yazı köyde geçireceklerdi. Hanemizi tamir etmek gerektiğinden biz de çocuklarımızla beraber yazı geçirmek üzere Pokrovsko 'ya gittik. Evimizi bahçesiyle, terasıyla olduğu gibi buldum. Işıklı salondaki açılır kapanır yuvarlak masayla piyano aynı yerde, beyaz perdeleriyle, genç kızlık hayatına özel beyaz rüyalarıyla odam aynı halde… Bu odada şimdi biri büyük, diğeri küçük iki karyola vardı. Önceden bana ait olan büyüğünde büyük oğlum Nikola'm, küçüğünde güçlükle güzel yüzünü fark edebildiğim henüz kundaktan çıkmış mini mini İvan'ım yatıyordu. Her akşam uykuya dalan bu iki çocuğum üzerinde kutsama merasimi yaptıktan sonra çoğunlukla bu sakin odada bir süre dururdum. Birden duvarlarda, perdelerde hâsılı şerefli odamın en gizli, en sırlı köşelerinde şimdi benden pek uzak bulunduğunu – kalbimde derin bir yara ile – hissettiğim taze, emel veren hayallerin esiri uçuşunu görür gibi oluyordum. Mazinin ilham ettiği bütün bu hisler, sesler genç kızlık şarkılarını hatırlatıyordu. Şimdi bu saf ve nermin hayaller nerede? Şerefli ve ruh okşayan şarkılar… Siz ne oldunuz? Pek küstah ve korkusuz olan ümitlerim, mübhem ve karışık rüyalarım, hülyalarım şimdi bir hakikat oldu. Fakat bu hakikat meğerse sert, zorlu, tatsız bir hayattan başka bir şey değilmiş. Benim etrafımda hiçbir şey değişmemişti. İşte aynı bahçe ve pencere, işte bahçedeki aynnı dar yoku, aynı sırayı görüyordum. Havuzunu kenarında bülbüller aynı ezgileri tekrar ediyorlar, aynı leylaklar çiçeklerini açıyorlar ve aynı ay da üstümüzde parlıyor. Ve bununla beraber her şey değişmişti. Bir daha dönmesi muhal olarak, hiçbir ümit emaresi bırakmayarak değişmişti. Pek güzel ve ruh okşayıcı olabilmesi mümkün olan her şey, şimdi pek tatsız ve soğuktur. Önceki gibi salonda Katya ile yalnız kalıyor ve Mikaloviç'ten bahsediyorduk. Fakat Katya'nın yüz hatları hayattan bıktığını ima ediyor, kurşun rengi siması üzerindeki gözler hiçbir ümit ve sevinç şulesi ile artık parlamıyordu. Tavrının manasında, benim dertlerim için dalmış olduğu samimi acıdan başka hiçbir şey hissedilmiyordu. Eskiden olduğu gibi, artık biz Mikaloviç'in maddi ve manevi meziyetlerine hayran ve tutkun değildik. Kalbimizin derininden taşan mutluluk feyzini birbirimize sezdirmek için artık ihtiyaç duymuyorduk. Mikaloviç yine eskisi gibidir. Yalnız kaşlarını ayıran buruşukluk daha derin çukurlaşmış, şakakların etrafındaki beyaz saçlar daha fazla çoğalmıştı. Derin, meraklı nazarları benim için daima gizliydi. Sanki aramızda yoğun bir bulut, hareketsiz duruyor. Ben de hiç değişmedim gibi. Lakin artık kalbimde ne aşk var, ne de sevda arzusu… Kendimden hiç memnun değilim. Mikaloviç hakkında önceden hissettiğim aşkın heyecanı, eskiden tanıdığım hayatın doluluğu şimdi bana pek uzak, ulaşması pek imkânsız gözüküyor. O vakit bana gayet açık ve doğru görünen bir şeyi şimdi anlamaktan acizim: Oh! Diğerler için yaşamak saadeti! Lakin kendim için yaşamak kuvvet ve cesaretine olamadıktan sonra başkaları için nasıl yaşayabilirim? Köyden hareketimden beri piyanomu büsbütün terk ve ihmal etmiştim. Fakat Pukrosko'ya dönüşümde yaşlı piyanom ile eski not defterleri bana tekrar musikiye dönmek arzusunu verdi. Yeni inşaatı incelemek üzere zevcim Katya ve Sotya ile birlikte Nikolosko'ya gittikleri bir gün ben evde yalnız kalmıştım. Dönüşlerini beklemek için salona indim. Piyanonun başına geçtim. "Kasya Ona Fantazya" sonatını aldım ve çalmaya başladım. Beni dinlemek için salonda hiç kimse yoktu. Hiçbir gürültü işitmiyordum. Pencereler bahçeye doğru açılmıştı. Sonatın latif, sevimli sedaları odanın içine bir acı "tan tan" sesi ile yayılıyordu. Eski bir alışkanlığın vermiş olduğu bir hamle ile bitap ve mecalsiz, sonatı bitirdiğim zaman, önceleri piyano çaldığım esnada Mikaloviç'in mevki aldığı yere, o şerefli ve mutlu köşeye doğru bakmak için elimde olmayarak döndüm. O, artık orada değildi. Sandalyesi şimdi eski yerindeydi. Pencereden leylak fidanlarını görüyordum. Günbatımının ziya saçan çekiciliği, akşamın tazelik ve güzelliği açık pencerelerden içeriye giriyor, bende garip ve güzel bir etki oluşturuyordu. Dirseğimi piyanoya dayadım. Yüzümü ellerimle örttüm. Sonsuz deniz tefekkürlere daldım. Uzun süre bu şekilde hareketsiz ve sakin kaldım. Geri dönmesi imkânsız mazinin şerefli hatıralarını derin bir acıyla düşünüyor ve mahcup ve çekinik, gelecek için hülyalar kurmakla meşgul bulunuyordum. Fakat önümde artık hiçbir şey göremiyordum. Ne bir ümit parıltısı, ne de bir emel ışığı… Bana karşı her şey karanlıklıydı. Kendi kendime tam bir dehşetle: ((Mümkün mü, gençliğin en seçkin devresi böyle boş ve faydasız geçmiş bulunsun!)) diye söyleniyordum. Ansızın başımı kaldırdım. Üzerime saldıran bu sıkıcı fikirleri defetmek, kişiliğimi unutmak için bir kere daha aynı sonatı – şiddetli bir sinirli bunalım içinde – çalmaya başladım. Kendi kendime: - Ya Rabbim, diyordum, eğer töhmetli isem beni affet. Mutluluğumu, ruhumun zarif rahatlığını iade et yahut yeni bir hayata başlamak için ne yapmak lazım geldiğini bana göster! Bahçede sonradan büyük kapının merdivenleri önünde tekerlek gürültüsü işitildi. Sonra tanıdığım ayak sesleri teras üzerinde yankılandı. Fakat bu adımlar önceden uyandırdığı güzel ve heyecanlandırıcı hisleri kalbimde artık meydana getirmiyordu. Çaldığım parçayı bitirdiğim vakit arkamda birisinin yürümekte olduğunu ve sonra da bir elin omuzumun üzerine konduğunu duydum. Zevcim: - Bu sonatı çaldığın için ne kadar nazik ve lütufkârsın! Dedi. Ben hiçbir cevap vermedim. - Şimdi daha çay içmediniz mi? Henüz işaretleri yüzümde yok olmayan üzüntü ve heyecan eserlerini görmemesi için gözlerimi kendisine doğru kaldırmaksızın, içmediğime delalet edecek bir işaretle başımı salladım. - Katya ile Sotya şimdi dönecekler. Hayvan serkeşlikte bulundu. Caddeden yürüyerek gelmeyi tercih ettiler. - Çay içmek için onları bekleyelim, dedim. Beni takip eder ümidiyle balkona çıktım. Fakat o, çocuklarını görmek için odalarına gitti. Yeniden varlığı, güzel ve samimi sesi beni temin etti ki hiçbir şey kaybetmemişti. O, gayet alicenap ve saf bir eş, şefkatli bir pederdi. Bana neyin eksik geldiğini bilemiyordum. Terasa geldim. Mikaloviç'in bana ilk defa olarak aşkını itiraf ettiği zaman bulunduğum kanepeye oturdum. Güneş batıyor, karanlık yavaş yavaş başlıyordu. Bir ilkbahar bulutu bahçemizin üzerinde, asılı duruyor fakat ağaçların üzerinden şeffaf bir gök köşesi görünüyor ve bu mavi gökte, sönen şafak nurları yerine yıldızlı bir manzara yayılıyordu. Bir bulut gölgesi, her şey üzerinde gergin duruyor ve gayet tatlı bir bahar yağmurunun yağacağını vadedip müjdeliyordu. Rüzgâr esmiyordu. Ne bir yaprak, ne de bir filiz kımıldanıyordu. Leylaklarla diğer çiçekler o kadar canlı açılmışlardı ki havanın çiçekten olduğuna insanın inanacağı geliyordu. Bu çiçekli hava muntazam etkilerle artıp eksilen bilinmez kokular yayıyordu. Ben, gözlerim kapalı, ne bu mest eden çiçekleri görmek, ne de koklamak arzu ediyordum. Yalnız bu tatlı kokunun çiçekli havasında bulunmak, o havayı – adeta içercesine – solumak ihtiyacını hissediyordum. Oval dairelerinde sıralanmış gülfidanları hafif bir tazelik esintisi ile kımıldanıyordu. Kurbağalar yağacak yağmurla suya atılmaya hazır, havuz kenarında sürekli devam eden vakvaklarıyla ahenk yapıyor, bütün bu gürültüler bir hıçkırık gibi havaya yükselerek uzun bir şikâyet inlemesi yayıyordu. Bülbüller kısa fasılalarla birbirlerini çağırıyorlar, acı bir uçuşla karışık bir yerden diğer bir yere uçuyorlardı. Bütün bu mükemmellik karşısında rahat olmak sebebini arıyor, kederlerimin arasından bazı şeyler ümit etmeye cesaret ediyordum. Zevcim yanıma gelmiş ve oturmuştu: - Katya ile Sotya'nın yağmura tutulmalarından korkuyordum. - Ben de… Aramızda uzun, sıkıcı bir sessizlik başladı. Rüzgârın dağıtamadığı bulu gittikçe artıyor, her yer gittikçe derin bir sükûnete dalıyordu. Birden büyük bir damla tentenin üzerine damladı. Bir diğeri çakıl taşlarla örtülü yola düştü. Şimdi şiddetli, taze bir yağmur gittikçe artar bir kuvvetle yağmaya başlıyordu. Bülbüller ve kurbağalar sustular. Yalnız uzaklarda yağmur gürültüsü arasında bir kuş, şüphesiz dallar arasında kalmış kuru yapraklar üzerinde kendisine bir sığınak arayan bir bülbül ahenkli ve sürekli devam eden nağmelerle ötüyordu. Mikaloviç'e: - Nereye gidiyorsun, dedim. Bir yere gitmemesi için ekledim: - Burası o kadar iyi ki… - Hizmetçi ile Katya'ya şemsiyesini göndermek istiyorum. - Hiç gerek yok. Yağmur şimdi donacak. Fikrimi onayladı. Beraber terasın kenarında kaldık. Elimi ıslak parmaklığa dayadım, başımı dışarıya eğdim. Yağmur saçlarımı ve boynumu ıslattı. Yağmur gürültüsü durdu. Artık yapraklardan düşen birkaç damladan başka bir şey işitilmiyordu. Kurbağalar kendi âlemlerindeki konsere tekrar başladılar. Bülbüller şen ve neşeli, tekrar canlandılar. Önümüzde her şey parlıyordu. Mikaloviç parmaklığa yaslanarak ve elini nemli saçlarım üzerinde unutmak isteyerek: - Hava ne kadar güzel, dedi. Bu sade iltifat bende bir kederlendirme etkisi yaptı. Ağlamak istiyordum. Mikaloviç ekledi: - İnsana bundan fazla bir şey lazım mıdır? Ben bu anda o kadar memnunum ki hiçbir eksiklik hissetmiyorum. Tamamen mutluyum. Kendi kendime: ((Bu söylediğin sözlerde önceden bana mutluluğundan bahsettiğin zaman kullandığın kelimelerdeki samimiyet sıcaklığı yok. Evet, sen pek memnunsun. Kalbimde itiraf edilmesi başarılamamış geçek pişmanlığın acı veren ağırlığını, gözlerimde akmasına izin verilmeye cesaret edilmemiş yaşların zehir ateşini hissettiğim vakitten beri, evet, memnun ve rahatsız.)) - Ben de havayı pek güzel buluyorum. Etrafımda her şey o kadar güzel ki hüzün ve üzüntü ile titriyorum. Kalbimde daima birçok arzular, ümitler duyuyorum. Sen de mümkün müdür ki tabiat harikalarından lezzet aldığın zaman hiçbir hüzün ve üzüntü hissetmeyesin? Elini başımdan çekti. Biraz durdu. Sonra dedi ki: - Evet, bu hal, özellikle ilkbaharda, bende de gerçekleşirdi. Ben de geceleri arzu ve ümitlerle geçirirdim. Bu geceler hayatımın en tatlı, en şerefli, en müstesna geceleriydi. Fakat o zaman bütün hayatım önümdeydi. Şimdi ise köydedir. Şimdi sahip olduğum şeylerle kendimi memnun etmeyi biliyorum. Ve işte onun için memnun ve rahatım. Bu sözleri Mikaloviç öyle doğal ve içi rahat bir tavırla söylüyordu ki bundan hissettiğim hüzün ve üzüntüye rağmen kendisinin samimiyetinden şüphe etmeye muvaffak olamadım. - Artık hiçbir şey arzu etmiyor musun? Diye sordum. Fikrimi keşfederek dedi ki: - Mümkün olmayacağını bildiğim hiçbir şey arzu etmiyorum. Beni bir çocuk gibi okşayarak, elini yeniden iltifat edercesine saçlarım üzerinde gezdirerek: - Başını ıslatmışsın, dedi. Ben boynu üzgün ve kederli bir eda ile birden sordum: - Geçmişe ait hiçbir üzüntü ve özlemin yok mu? Düşünmek için derin bir sükûnete daldı. Sonra, üzgün ve hazin bir konuşma ahengiyle: - Hayır, dedi. Kendisine doğru dönerek, nazarlarımı gözlerinin içine dikerek: - Söylediğin doğru değil... Doğru değil… Diye bağırdım. Sen maziye acımıyor musun, teessüf etmiyor musun? Bir defa daha: - Hayır, dedi, mazi için minnettar hislerle duyguluyum. Fakat onun batmasına esef etmiyorum. - Nasıl, mazinin dönmesini arzu etmiyor musun? Yüzünü çevirdi. Nazarı bahçede, başıboş dolaştı. Sonra: - Hayır, mazinin dönüşünü asla istemiyorum, dedi. - Maziye tekrar dönmek için sen orada hiçbir şey bulmuyor musun? Mazinin batışına esef göstermiyor musun? Bundan dolayı beni hiç suçlamıyor musun? - Asla! Doğrudan doğruya bana bakmaya mecbur olması için kolunu tutarak: - Dinle, dedim, dinle. Niçin nasıl yaşamaklığımı arzu ettiğini bana söylemedin? Niçin bana faydalanmasını bilemediğim bir serbestlik verdin? Niçin beni hayatta yalnız olarak bıraktın? Eğer istemiş olsaydın, eğer elimden beni tutmuş bulunsaydın hiçbir şey olmayacaktı. Hiçbir şey… Bana doğru dönerek, şaşkın, sordu: - Ne oldu ki? Ya rab, beni hala anlamıyor mu? Yahut – daha fenası – beni hala anlamak istemiyor mu? Artık gözlerim sulanmaya başlamıştı. Sitemli bir tavırla sordum: - Eğer bir şey olmamış olsaydı hakkımda gösterdiğin hakaret ve umursamazlık ile bana acı verir, bana hayatta şerefli görünen her bir şeyden beni çeker miydin? Ne istediğimi anlamıyormuş gibi:- Ne'n var azizem, dedi. - Her şeyi söylememe müsaade et. Hiç zannetme ki geçen bütün şeylerden sonra yine beni sevmiş olasın. Hayır, (sözümü kesmek için harekette bulundu) uzun süreden beri kalbimde sakladığım her bir şeyi şimdi sana söylemem gerekiyor. Henüz hayatı tanımadığım halde yapyalnız serbest gezmeme müsaade etmeniz benim hatam mıdır? Hakkımda gösterdiğim samimi muhabbete rağmen gösterdiğin sükûn ve lakaytlıktan ben mi mesul olacağım? Her ikimizin felaket sebebi olabilecek bu serbest hayata beni atmak için sen bütün iktidarını kullandın. Asla kendisinde görülmeyen bir dehşet ile: - Fakat bütün bunları sen nereden anlıyorsun? Diye bağırdı. Ben cevap verdim: - Köyde kalmak istemediğini, kışı Petersburg'da geçirmek arzu ettiğini daha dün söyleyen sen değil misin? Bilmiyor musun ki şehirden nefret ediyorum. (Ciddi ve soğuk): - Yeter… Yeter… Kendi kendime derin bir üzüntü ile: Haksızlığını, bana karşı bakış ve duygularının gayet fena, kirli olduğunu düşünüyordum. En sonunda dedim ki: - Rica ederim, beni hiç sevmediğini söyle. Evet, itiraf et bunu. Samimi hıçkırıklarla gözlerimden yaşlar akıyordu. Yüzümü mendil ile kapayarak, çığlıkları zapt etmek için çalışarak: ((Oh ya Rabbim! Beni nasıl anlıyor?)) diye düşünüyordum. Bu anda kalbimde bir seda titredi: Her şey bitti… Her şey… Mikaloviç teselli etmek için bana yaklaşıyordu. Söylediğim sözler onun onurunu kırmıştı. Sesi sakin ve kuru idi. - Neden beni aşağılamak ve kederlendirmeye çalıştığını bilemiyorum. Eğer bu eskisinden daha az söylediğini düşünmekten ileri geliyorsa… Acı bir hıçkırıkla: Ah, sevilmek, dedim ve acı gözyaşlarıyla mendilimi ıslattım. - Mademki serbestçe her şeyi söylememi istiyorsun, öyleyse dinle: - Seni ilk defa olarak gördüğüm dakikadan itibaren gecelerimi yalnız seni düşünerek büyülenerek geçirmeye başladım. Gittikçe şiddetlenen ve beni hükmü altına alan bir aşkın tahammülsüz etkisi ile bitkin idim. Petersburg'da da, yabancı memleketlerde de bana acı verip perişan eden bu aşkı kırmak, yok etmek için nefsimle mücadeleler ederek siyah ve büyüleyici geceler geçirdim. Oh… Fakat o aşkı tamamen mahvedemedim. Bunula beraber gizliliği bitirdim. Sani daima severim. Fakat başka bir aşk ile… - Buna aşk mı diyorsun? Benim için bu, bir işkenceden başka bir şey değildir. Niçin o kadar helak edici ve zehirli bulduğun halde hayat âleminde serbestçe yaşamama müsaade ettin? Ve sonra da bu hayattan memnun göründüğümden dolayı beni sevmemeye başladın? - Bu sebepten dolayı değil, azizem… Ben söylemekte devam ettim: - Niçin üzerimde bütün kuvvet ve iktidarını kullanmadın? Niçin beni kendine bağlamadın? Niçin beni öldürmedin? Evet, beni mutlu eden her şeyden mahrumiyete ölümü tercih ederdim. O zaman beni öldüren, acı bir azap içinde öldürerek yaşayan bu utanç ve pişmanlık hissine uğramazdım. Yeniden yüzümü örttüm. Hüngür hüngür ağlamaya başladım. Bu esnada Katya ile Sotya gelerek yağmurdan ıslandıklarından memnun, terasa koştular. Aramızda uzun bir sessizlik devam etti. Fakat bizi görür görmez sustular ve derhal çekildiler. Aramızda uzun bir sessizlik devam etti. Bütün gözyaşlarımı döktükten sonra ufak bir rahatlama eseri duyar gibi oldum. Zevcime baktım. O, oturmuş ve başını omuzu üzerine yaslamıştı. Bakışıma cevap vermek istiyor fakat yavaşça ah etmekten başka bir şeye muktedir olamıyordu. Yavaşça kendisine yaklaştım. Kolunu çektim. Düşünceli gözleri üzerime yoğunlaşmıştı. Düşüncelerini takip ediyormuş gibi: - Evet, dedi, siz kadınlar… Gerçek hayata dönmezden önce hayatın hiçliğini tatmaya büyük bir ihtiyacınız vardır. İçinde gayet çekici bulduğum bu hayat şu hanedan öyle hissettim ki seni men etmek hakkına sahip değilim. Onun için sana müsaade ettim. - Ah! Mademki beni seviyordun niçin bu faydasız hayat şu haneye beni sevk ettin? Mademki perestiş ediyordun… Niçin beni böyle tehlikeli bir hayatın cehennemi zevklerine terk ettin? Niçin? - Sen istediğin için, o hayata yaklaşmamaya muktedir olamadığın için… Anladın mı? Hayatı, bu faydasız ve helak edici hayatı sana bizzat tattırmak gerekiyordu. Ve sen şimdi onu öğrendin. - Ah, sen çok haklısın, pek çok… Tekrar yeniden sessizlik başladı. Nihayet cevap verdi: - Söylediğin şey pek acıdır. Fakat bir hakikattir. Ayağa kalktı. Teras üzerinde dolaşmaya başladı. Birden karşımda durarak dedi ki: - Hayır, hata bende. Sizi böyle şiddetli, cansız bir aşk humması ile sevmeyecektim. Evet, bu benim hatam. Tam bir korku ve çekinceyle: - Hepsini unutalım, dedim. - Hayır, artık geçmişin mutluluğu bir daha geri gelmeyecek. Söylerken sesi gayet tatlı bir şekilde değişmeye başlıyordu. Elimi omuzuna koyarak dedim ki: - Fakat şimdi her şey dönmüştür. - Hayır, geçmişin batışına yazıklanmadığımı söylemekle hakikati itiraf etmiş olmadım. Oh, evet… Bu, canlandırılması artık mümkün olmayan defnedilmiş aşkın matemini en acı ıstıraplarla tutuyorum. Mazinin mutlu zamanlarına derin bir teessüf ve üzüntü nazarıyla bakıyorum. Hata kimindir, bilmiyorum. Aşk daima vardır fakat bu eski aşk değildir. Artık bu eski aşkın kuvveti, hayat özü yok. Yalnız latif hatıraları kaldı. Hepsi bundan ibaret… Sözünü keserek dedim ki: - Oh, böyle söyleme! Her şey eskiden olduğu gibi olacak. Her şey yeniden diriltilebilir, değil mi? Bunu sorarken gözlerine sıcak ve ateşli bir arzu ile baktım. Dingin nazarlarında – eskiden olduğu gibi – artık derin ve ateşli bir bakış manası yoktu. O vakit anladım ki arzularım beyhude ve istediğim şeyin diriltilmesi imkânsızdır. Mikaloviç sakin ve şefkatli bir tebessümle cevap verdi. Fakat bu tebessüm bana bir yaşlı handesi şeklinde göründü: - Sen hala ne kadar gençsin. Ben ise ne kadar ihtiyar! Artık senin bütün ruhunla istediğin şeyi ben vermeye muktedir değilim. Artık birbirimizi aldatmayalım. Eskiden hissettiğimiz heyecan ve acıları şimdi tanıyamadığımızdan dolayı birbirimizi tebrik edelim. Artık arayacak, isteyecek hiçbir şeyimiz yoktur. Aradığımızı biz bulduk. Saadetimiz pek küçük değildir. Şimdi o, bize bu mini mini varlık için bir ülfet ve muhabbet yolu bırakıyor. Bana kollarında küçük İvan ile gelen ve terasın girişinde duran sütanneyi gösteriyordu. Sözünü bitirmiş olmak için ilave etti: - İşte böyle azizem… Sonra bana doğru ilerleyerek beni öptü. Fakat artık bu, genç bir aşığın ateşli busesi değil, belki ihtiyar bir sevenin hararetsiz ve tatsız bir busesiydi. Gecenin kokulu tazeliği – daima kuvvetli ve etkili – bahçeye yayılıyor, sesler daha kuvvetli, doğanın uğraşıları daha muhteşem oluyor, semada cisimler daha ziyade parlıyordu. Zevcime baktım. Ruhumda bir hafiflik, bir rahatlık duydum. Sanki beni acısının pençesinde ezen şiddetli sinir mahvolmuştu. Mikaloviç: - Tam çay içilecek zaman, dedi. Beraber küçük salona girdik. Kapının eşiğinde yeni sütannenin kucağında mini mini İvan'a tesadüf ettim. Çocuğumu kollarımın arasına aldım. Çıplak ve pembe bacaklarını gayet dikkatle açtım. Sıkıştırdım, sevdim… Dudaklarımla öptüm. Uyandı. Mini mini ellerini parmaklarıyla beraber kımıldattı. Endişeli gözlerini açtı. Birden bakışları üzerime yöneldi. Yarı açık dudakları arasından masum bir tebessüm belirdi. ((Bu mini mini varlık benimdir ha…)) diye düşündüm. Bütün varlığımı titreten şiddetli bir saadet heyecanı içinde İvan'ı göğsümde öyle samimi bir şiddetle, öyle tarif edilmez can atıcı bir analık hissi ile sıktım ki yumuşak ve nazik vücut azalarını incittim diye korktum. Mini mini soğuk ellerini öpmeye başladım. Başına varıncaya kadar bütün nazik ve minyon vücudu saçlarımla örtülüydü. Eşim yanıma yaklaştı. Çocuğuna hitaben: - İvan Sergoviç, dedi. Fakat ben ((İvan Sergoviç))e böyle hitap edilmesinden, yüzünün açılmasından müteessir oldum. Benden başka hiçbir kimse onu uzun süre, böyle derin vecd ve istiğraklar içinde, temaşa etmeyecek. Bu esnada zevcim bana bakarak gülüyor. Birçok senelerden beri ilk defa olarak zevcimin bu bakışının tesadüfünden derin bir hoşnutluk hissettim. Bugünden itibaren kahramanları zevcim ile benden ibaret olan roman… Evlilik hayatımın romanı bitti. Eski hayat ancak bir geçmiş hatıra kabilinden başka bir etki bırakmadı. Yeni bir his, çocuklarım ile pederlerinin muhabbeti gözlerim önünde yeni bir hayat ufku açtı. Büsbütün başka, mutlu ve eskisinden farklı bir hayat… Ve ben bugün o hayat yolunda sebatkâr adımlarla şimdi yürüyordum. SON

Son Durak - Tolstoy'un Son Yılı,,- tam metin, sesli okunuşunu YouTube' tan dinleyenilirsimiz-