Mezarlıkbaşı Soğuk Sokak (Tam Metin)
MEZARLIKBAŞI
SOĞUK SOKAK
Gündüzün üstü, siyah örtülerle örtüldü. Gece olmuştu. Geç saatti. Sokak direğinin solgun sarı ışığının altında; Kürt Salih, Siirt’li Abdülbaki ve Sivri muhabbet ediyordu. Kürt Salih, geceleri rüyalarına giren, yeşil gözlü çingene kızını sevdiğini ama karşılık bulamadığını eğer kızı gözlerden uzak bir yerde yalnız yakalarsa; açıkça sevdiğini söyleyeceğini, parlak yeşil gözlerine baktığında mutlu olduğunu ve bu gözlerin mutlu bir yaşam müjdelediğini; ballandıra ballandıra anlatıyor; onunla yeni bir zamana gireceğini söylüyordu. Duvara sırtını vermiş Bafra sigarasını tüttüren Sivri:
- ‘’Boşunu heveslenme ya! Annen sana o kızı almaz.’’
-‘’ Neye almasın len? Kızın nesi var? Adamı tav etme. Siktir git.’’ Salih böyle bir ihtimali düşünmek istemiyordu besbelli. Siirt’li Abdülbaki de, çırak olduğu ayakkabı imalathanesinde rahat olmadığını, haftalığının yetmediğini, ustaların iş yaparken içki içtiğini, çalışmaktan ziyade horlanmasının kendini üzdüğünü küfürler ederek anlatıyordu. Bu küfürleri ustası duysa, sanırım Abdülbaki’yi ayakkabıya taban olarak çakardı. Sivri gamsız mıydı ne? Anlatılanları pek kazımıyordu. Biten sigarasını yere attı. Ayağıyla söndürdü. Ahmet Sezgin’in ‘’Şu uzun gecenin gecesi olsam’’ türküsünü, mırıldanmaya başladı. Anlatılanlara ve geceye fon müziği yapıyordu sanki. Sivri’nin sesi kadife gibi, inceden okşayıcıydı.
Ben… Ben ise dinliyorum… Sokakta bizden başka kimseler yoktu. Karşı köşede Çomar, arka ayakları üzerine oturmuş, bize bakıyor, arada bir havlayıp hemen susuyordu. ‘’Kuçu, Kuçu ! …’’ dedim. Gelir gibi yaptı sonra vazgeçti… Birkaç sokak ötede bağıran salep satıcısının sesi kulağımıza geliyordu ayaz gecenin içinden… Hava nemlendi, kırağı yağıyordu; üzerimizde ince buz billuru oluştu. Hava soğumuştu. Salep satıcısı gelir miydi? Gelse, cam bardakta tarçınlı salebi dudaklarım yanarcasına yudumlasam; sıcak bardağı avuçlarımın arasında tutsam, ellerimi ısıtsam… Uzun süre sokağa baktım. Neler olmuştu bu sokakta? Yolun taşları yağmur altında ıslandıklarında bile; taşlar arasından akan su, haberleri sokağın öbür ucundaki taşa götürüyordu. Her şeyi her taş ve herkes duyuyordu.
Kunduracı Memet’in Hatiye’ye sevdasını, merdiven altında Savaş’ın Nercivan’ı kıstırmasını, Kürt Salih’ın yeşil gözlü çingen kızıyla evlenmek istemesini, Siirt’li Dila’nın peşine takılan saçları limonla parlatılmış uzun boylu –mahallenin ismini öğrenemediği- adamı. Acayip! Ama ne? Anlatılanlar kalpten, güftesi yazılmış şarkı belki. Burada dekor drama hep uygundu. Sonra acının geçip, neşenin anlatıldığı repliklere de… Sokak lambası sönüyor. Kim tamir eder? Kore savaşında kafayı kıran Muzaffer mi? Saçları sıfır numara- uzun hatırlamam- koca elleriyle bizim evin elektrik lambasını tamir etmişti. Bizi aydınlatan fakat kendi içini bilemediğim. Direğin ucundaki çıplak ampul yalabık oldu. Dağılıyor gençler evlerine. Sarılıyorlar soğuk yorganlarına, bedenleri ısıtıyor döşekleriyle beraber geceyi… Sessizlik.
Gerilere gittim. Tahta divanın kenarına sandalyeler dizer, divanı genişletirdik. Altımıza yorgan veya şilte atar, annemle yatardık. Annem, bazı geceler dua ettirirdi. Duadan sonra rahatlar içim sevinç dolu olarak anneme sırtımı verir yorgana sarılırdım. Ne olduğunu bilmediğim bir coşku ve huzur ile önümde ışıltılı bir yol görüyor gibi olurdum… Şimdi döşekler yere serilmiş. Ortak yataklara yatıyorduk. Kuzine tarafına yattım.
Yatak soğuk. Kuzinenin ateşi sönmeye yüz tutmuş. Üst kapağın açık kalan aralığından alevin ışığı tahta tavana titreyerek vuruyor. Duvarda gölgeler oluşuyor, sonra birden parçalara bölünüyor. Askıda pantolon, kancaya insan geçirmişsiniz gibi… Avluya bakan pencere-zaten tek pencereydi- camında ışığın yansıması avluyu aydınlatıyor. Odanın dışında ışık topları. Toplar bazen büyüyor avluya sığamıyor, camın yüzünde garip renk oyunları yaparak, odaya giriyor duvarlara çarpıyor. Alev bitkin. Oda gölgeleniyor, sönüyor ışıklar. Göz kapaklarım kapanıyor. Karanlık kül rengini alıyor…
-----------------------------------------------------
Gökyüzünde bulutlar birikmişti ve güneş, arada bir kendini gösteriyor; sonra bulutlar arasında kayboluyordu. Bu hava galiba değişmeyecek. Saçak altında gizlenmiş serçeler. Yeni gün hayat savaşı gölgesinde. Ahmet Coşo ince teker, kontra frenli, ikinci el, ön tekerleğin üstünde bulunan levhada ‘’ Ne ka ekmek oka köfte’’ yazılı gri bisikletine binip, sokakta rast geldiklerine ‘’sabahlar hayr olsun’’ temennisinde bulunarak; işine çoktan varmıştır. İnşallah helalar boştur. Helalar aile evinin bir ucunda. Erkeklere ait iki hela var. Kapısı açık olandan daldım… Güneş, yeni yeni bahçeye düşüyor. Bahçenin ortasında yükselen gövdesi kalın kavak ağacının dallarda kalan sararmış yaprakları sabah rüzgârının değmesiyle oynaşıyor. Yazın tüm mahalleyi kokusuyla mest eden yasemen, kaç kez geçmişimdir altından, açık hava sinemasından çıkanların, kokusuna dayanamayıp gelip çiçeğini kopardığı; çoktan, sadece dal kalmıştı. Aileevinin bir köşesinde Kasımpatıları coşmuş, mavi ve pembe renkleriyle kendilerini aileevi sakinlerine sevdiriyorlardı.
-------------------------------------------------------
938 sokak 52 numaralı Aileevi, Romalılardan kalma Agora harabelerin üstüne kurulmuş, öylesine, gelişigüzel, derme çatma bina. İzbe yerleri pis kokulu, rutubetli, örümcek ağları olan. Ağlara takılıp kalacağımı sanırdım. Girişin sağında sokak lambası; solda, Osman Ağa suyu akan sokak çeşmesi. Kapısız.
Ortada koca avlu, çevresine dizilmiş büyükçe odalar. Her odada bir aile. Her oda ayrı dünya. Her şey orda. Mutfak, yatak odası, çocuk odaları hepsi orda. Avlunun sağında odalar iki kat. Alt katta en büyük yer odabaşına ait. Kiraları o toplar mülk sahibine verirdi. Odabaşı Fatma abla yaşlı annesiyle beraber oturuyordu. Subay erkek kardeşi başka şehirdeydi. Afyon’dan gelmişlerdi. Yaşlı annesinin yağmur bulutlarından kara gözleri vardı. O yaşta canlıydı, merhametle bakardı. Yemenisinin altından alnına ve şakaklarına düşen beyazlaşmış saçları, pembeye çalan beyaz teni ile, sevimli bir ihtiyardı.
Üst kata tahta merdivenle çıkılıyordu. Altı oda vardı. Yalnızlar bu odalarda. Aile evinin bekârlar bölümü. Çıkarken gıcırdayan tahta merdivenlerin bitiminde koridora ulaşıyorsunuz. Karşıda, Kars’tan İzmir’e liseyi okumaya gelen Cengiz abi oturuyor. Tek pencereli ufak oda. Yatak olarak kullanılan, bir kişinin yatabileceği divan; önünde anca dönebileceğiniz, yolluk döşeli alan. Cengiz abi, Atatürk Lisesine gidiyor. Yatılı kısmı da olan; çalışkan, seviyesi yüksek talebelerin okuduğu bir okul… Biz çocuklara ders çalıştırırdı. Bana çok yardımcı olmuştur. Ufak odasında ders çalışmak benim de sevdiğim şeydi. Aklınıza gelen soruları – her türlü – sorabilirdiniz. Kendime uygun küçük kelimelerle sorular sorardım. Galiba bazen küçük kelimeler büyük anlamlar yüklü olabiliyordu. O zaman, uzun uzadıya anlatmaya başlar bir yerden sonra anlamını yitirmiş kelimeler duyardım. Kelimeler büyük büyük anlamlar taşıyarak ufak odaya sonra ailevine dolar daha sonra havada kaybolup giderdi. Odanın duvarlarında çerçevelettiği birkaç resim asılıydı. Biri Samsun’da at üstündeki Atatürk heykeli, diğeri Bodrum Kalesi- Bodrum’un bir belde olduğunu o zaman öğrendim- diğer iki resim natürel renkli manzara. Cengiz Abi bedenen de çalışıyor. Pazar günleri Tepecik pazarına gider önceden paketlediği baharatları satardı. Birkaç kez beni de götürdü onun kadar satamamıştım. Gurbet elde yalnız mücadele, sahnedeki somut varlık, basit odasında üç beş eşya ile yalnız geçirdiği saatler… Şimdilerde sönük, zayıf bir yaşam. Gelecek onun umudu… Geceleri ışıksız koridorda hissettirmeden yürüyemezdiniz. Tahtakurularının yuvası tahtalar hüznü hatırlatan derinden ses verirdi. Bu ritmik sese uyarsınız. Cengiz abiye akşamları gideceğim vakit, aşağıdan seslenir onun odanın kapısını açmasını, koridorun odadan taşan ışıkla aydınlanmasını beklerdim. Şavkın değmesiyle kapkara olmuş tahtalar griye dönerdi.
Koridorun sağında, ikinci bitişik oda Salih amcaya aitti. Salih amca, makinaların bozulan motorlarını tamir eder. Elektrikle çalışan bu motorların içinde bulunan bobinajlara bakır tel sarar çalışır hale getirirdi. Odası mı? Dükkânı andırır. Kapı girişinin karşısında pencere önünde çalışma masası – üstü karmakarışık – yanda, öbür pencere önü karyolası dururdu. Karyolayı hep örtülü ve düzgün gördüm. Öteki kısımlar raflarla dolu. Dinamolar, ufak motorlar, motor parçaları, yerde büyükçe birkaç motor. Salih amcanın mesleği para kazandırır. O zamanlar İzmir’de usta yok denecek kadar az demek, fabrikalar dahil – kaç fabrika var ki? –çoğu iş yerinin bozulan motorları buraya gelirdi… Sadece ismini bildiğim bu insan nerden gelmiş neyin nesi bilmiyorum… Penceresinden daha çok kadınların gelip iş gördüğü aile evinin çeşmelerini kuş bakışı görüyordu. Salih amca röntgenci miydi? Acaba? Bilinmez. Yukarıdan laf attığı şakalaştığı kadınlar olurdu. Az önceki psikolojik bir soruydu. Kaçamak bakışlarla baksa da yazın açık penceresinden, çeşmeye gelen, diri vücutlarını tüm hatlarıyla belli eden yazlık entarileri içindeki bazı kadınları gözetliyordu. Belki birkaç kadın, şuh oluşlarını göstermek, içten gelen ve tenlerini yakan ateşi, çeşme başında söndürürken hissettirmek istiyorlardı. Salih amcanın kesin içi ürperiyordu. Bir seferinde iltifat babında o kadınlardan birine laf atmıştı. O sırada ailevine girmiş bulunan babam – her zaman sınır kat sayısı yüksek ve bela çıkarmaya müsait ve ahlak koruyucu düşünce yapısıyla –Mehmet’e ‘’Git şu adamı pencereden aşağı at ‘’ diye bağırarak emir verdi. Mehmet içinde kabaran korkuyla tahta merdivenleri hızla çıktı. Bunu yapmasa laf dinlemedi diye dayak yerdi. Çok geçmedi kafasından kanlar akarak aşağıya indi. Babam(Ahmet Coşo) Mehmet’i böyle görünce hemen yukarıya çıktı Salih amcanın kapısına dayandı. Ben de peşindeydim. Zorlamasına rağmen kapı açılmadı. Arkasından kapıyı sağlamca kapatmış. İçerden ‘’ Bas git ‘’ diyordu. Ahmet Coşo aşağıya indi. Salih amca; Mehmet kapısına dayanınca, kapıyı açıp elindeki çekiçle kafasına vurmuş… Mehmet, gözleri yumulu taş basamakta, sessiz ve kaskatı oturuyordu. Avluda fazla insan yoktu. Kalktı yavaş adımlarla yürüyerek sokağa çıktı. Eczaneye pansuman yaptırmaya gitti. Ahmet Coşo aşağıdan kapalı pencereye bağırıyordu. Bağırmak rahatlatmıştı. ‘’ Boş ver ’’ dedi içinden. ‘’Suç bende. Bana ne elin adamından. Onun yüzünden çocuğu belaya soktum ‘’ Taş basamakları çıktı evine girdi. Karısı Hayriye yarı açık kapıdan olanları gözetlemişti. Doğuştan sinirli kocasının normal halleri değil miydi? Yine de tedirgin oluyordu. Ahmet Coşo kuşlara çıktı. Hava kararmadan yemlerini verecekti. Sularını kontrol etti. Mısırinin ayağına ‘’ Akşam kahveye gelicen mi? yazdığı kağıt parçasını bağladı, havaya bıraktı. Güvercin arkadaşı lokantacı Mehmet’in evine yöneldi. Yemekten sonra İkiçeşmelik Camisinin altındaki kuşçu kahvesinde buluşacaktı iki kuşçu. ..Kuşlarla oyalandıktan sonra kümesi kapadı, aşağıya indi, büyük sayılabilecek tek oda evine girdi. Bu odayı önü açık bahçe kısmı var diye tutmuştu. Ağaç direklerin üstüne taraça yaptı. Güvercinlerin kafeslerini oraya yerleştirdi. Taraça yüzünden odaya güneş giremiyordu. Bir duvarı devamlı rutubetliydi. Annem: ‘’ Bu rutubet beni hasta etti’’ derdi.
Odamızı Prizren’den getirdiğimiz kuzine ile ısıtıyorduk. Sobayı girişin soluna yerleştirmiştik. Prizren’de kalan akrabalarımız ‘’Orada, acaba ne haldedirler, sıkletleri var mıdır? Derler mi? Tek oda tomarla hikâye doluydu. Annem anlatmaya başladığında yaşantımızın ufunetini hissediyordum. Annem için buranın bir kış günü Prizren’in bir kış mevsimine bedeldi. En kötüsü arada hasretlik vardı. İnsanın mesafelere lanet edesi gelir! Altı nüfus burda; kapalı kaldığında, küf kokan bu yerde yaşamak mecburiyetindeydi. Aile evinin sakinleri, hepsi yurtlarını terk edip buraya, İzmir’e gelmişlerdi. Kederleri yok mu? Olmaz mı?
Bize bilmem kaç sene hizmet eden kuzine yandığında etrafında toplanır iliklerimize kadar ısınırdık. Kuzinenin kuvveti kesilinceye kadar nemli odamız ruhumuzdan taşan sevginin sıcaklığıyla beraber ısınırdı. Kökünden koparılmış ağaç gibi çılgın adam sanki hazine aramak üzere yanına bizi de katarak gelmişti.
-----------------------------------------------------
Bir oda işte! Sevinç, hüzün orda. Dışına taşan ümitler. Mümkün olabilecekler için mücadele. Hazin bir yaşam. Hep hasret hep hasret. Yine de yaşamaktı bu… Sıkıntıların içinde bir sevinç her zaman hissediliyordu. Muharrem, haftalığından artırabildiği parayla Siera marka radyo almıştı. Değişik megahertzlerde yayın yapan üç dalgası vardı. Orta dalga kısa ve uzun dalga diye adlandırılan; kasası siyah önünde beş beyaz tuşu olan radyo, duvarın yüksekçe yerine monte edilmişti. Sabah saat:10 da ‘’Arkası yarın’’ adıyla program vardı. Klasik romanlar uyarlanıyordu. Roman karakterlerini, ses tonları iyi olan kişiler seslendirirdi. Heyecanla beklenirdi bu; iyi kötü çatışmasını anlatan programlar. Her bölüm ne olacak sorusunu akıllara getirmeden bitmezdi… Annem türküleri dinlerdi; özel ördüğü dantelalı örtülü bu radyodan. Türküler tasalarını unutturur, yüzünü tebessüm ettirirdi. İnsanların türküleri kendilerinden güzel, daha umutlu kendilerinden…
Kapının karşısında kuzinenin yanından başlayan; çift kişilik, yine memleketten gelen kocaman karyolaya kadar uzanan divan; saman yastıkları vardı. Annem üstlerine geçirilen beyaz etamine nakış orlonundan güller işlemişti. Üstüne kilim serili taban tahtaydı. Divanın karşısında pencere önünde yer minderi. O minder üstünde çocukluk kalbimin rahatlığıyla uyuduğum çoktu.
Ahmet Coşo ve karısı hazin yaşantılarına katlanmak zorundaydılar. Kime şikayet edeceklerdi? Aileevinin her odası koca bir dünya. Dünyalar birbiri içinde. Her ailenin özel dünyası orada yaşadığı hayatı.
Yaz ayları neyse de kışlar gamlı bir kaside. Uçmayarak çatıya konan güvercinlere atılan taş veya başka şeylerden ötürü kırılan çatlayan kiremitlerden odaya sızan yağmur sularının altına leğen, kova, maşrapa koyulurdu… Isınmak için yakacak odun bulmak bazı kış günleri zor oluyordu. Babamın dostluk kurduğu kişiler yardımcı olurdu. Tanıdık marangoz atölyelerinden talaş ya da tahta parçası alıyorduk. Soğuk bir günün akşamı, ısınmak için Kemeraltı’nda bulunan balıkçıdan boş balık kasaları almaya gönderildim. Islak kasalar soğuktan buz tutmuştu. Zorla taşımış eve geldiğimde sağ elim donmuştu. Parmaklarımı oynatamıyordum. Yanan kuzinede ısıtayım dedim, acımaya başladı. Sonra suya soktum. Düzeldi.
Biz batıdan gelmiştik, buranın ayinini bilmiyorduk. Bu barakalarda, yokluk içinde yaşayacak; varlığı umut edecektik. Yüksek tavanlı evimizi ısıtmak kolay değildi.
Aileevi! Geniş avlusu çiçekli- bizimki böyleydi- kuytu köşeleri bitli - pireli, kendine has kokusu olan, çoluk-çocuklu, kadınlı erkekli bir yaşam. Kış gecelerinde çişin geldi mi yandın. Birde yağmur varsa, dip köşesinde bulunan, koca delikli helalara koşman, karanlıkta işini görmen gerekli. Delikten koca fare çıkmışsa; şansına. Ben korkardım.
----------------------------------------------------
Ahmet Coşo, bulaşıkçılık yapıyordu bir çorbacıda. Muharrem marangozhanede ustalık öğrenecekti. Mehmet aynı yerde ayak işlerine bakıyordu. Ferit, ilkokul dördüncü sınıftan terk etti; Nil laboratuarında (Mimar Kemalettin) çalışmaya başladı. Pisliğe bulaşması çok mümkün olan Mezarlıkbaşı’nda temiz kalmasını isteyen babası tarafından baskı görüyordu. Tazyik fazlaydı. Bundan inanılmaz rahatsızdı. Ben ise okuyacaktım… Öyle… Mecbur… Okuyamazsam oto tamircisine çırak verilecektim. Üstüm yağ-pas içinde, ne kadar yıkasam da izi kalan yağlı ellerimle eve gelecektim.
Bu mahallede herkes birbirini tanır. Herkes aşinaydı. Hele ailevinde herkes akraba gibi… Daha kimler vardı? Siirt’li Yaşar, Terzi Orhan, Kunduracı Nuri Abi, yan bitişik komşumuz Şambalici Mehmet; öksürdüğünde bizim evde öksürüyor sanırdınız. Sattığı tatlıyı kendi yapar, kara fırına götürür pişirtirdi. Şambalici Mehmet abi, tahminen kırk yaşlarında, saçları kırçıl, bekar yaşayan kendi halinde biriydi. Tavşan boku gibi ne kokar ne bulaşır. Üç tekerlekli el arabasının üstüne şambali tepsisini koyar erkenden işe çıkardı. Aileevinin kapı eşiğinden arabayı indirirken denk gelirsem ucundan tutar yardımcı olurdum. Kadınların muhabbetlerinde Şambalicinin evlenmek istediğini duymuştum. ..Evlendi…Yaşına uygun, bakımlı, konuşkan bir hanım aldı.
Mahallenin asil insanları, çingene aile. Doğuştan yetenekli çalgıcı aile. En ufak kızlarına keman çalmayı öğretirlerdi. Baba keman ve cümbüş, oğullardan Zeki kanun, Erdinç darbuka çalar, anne de def. Büyük kız Gülseren kına gecelerinde dansözlük yapardı. Ortanca kız Atiye marazlıydı. Genelde kadınların eğlencesi kına gecelerine kadınlardan oluşan çalgıcı grubu gider onların arasında Gülseren her zaman bulunurdu. Gülseren düşünebildiğiniz; sınırları olmayan hayalleriniz kadar, güzel mi güzel bir kız. Dış hatları ve cezbeden dansıyla sanatkârane bir yaratık. Alımlı rakkase. Kara kirpikleri kendinden. Ela gözleri menevişlenen. Üst dudağı ucunda tüyler… Gazinocular kralı F. Aslan onu gazinolarında sahneye çıkarmak istedi. Fakat Gülseren abla bu cazip teklifi kabul etmedi. Bu aile içlerinde olan coşkuyu; erkekler çalgılarıyla, kızlar danslarıyla dışa vurabiliyordu.
Biz çocuklar evlerine rahatlıkla girip – çıkabiliyorduk. Bir akşamüstü bilmem ne için gitmiştim. Ufak kız yerde uzanmış radyoda çalan oyun havasına oynuyordu. Sormayın, yılan gibi yerde öyle ritmik hareketler yaptı ki, hayretle izledim. En son sırt üstü göğsünden aşağı dalgalandı, müzik te son bulmuştu noktayı koydu. Babaları usta kemancıydı. Kemanın tellerinin ortasına pudra döker, omuzuna yerleştirir konuşturmaya başlardı. En elit gece kulüplerinde zor dinlerdiniz böyle ruha işleyen keman sesini…
------------------------------------------------------------------
Sessizlik uğramazdı aileevine hatta Mezarlıkbaşı mahallesine… Sokaklarında tekdüzelik yoktu. Bazan hüzünlü bazan tebessüm ettiren olaylar, kavgalar, kederler, neşeler, düğünler, ölümler, doğumlar, sevgiler, aşklar; her bir şey iç içeydi. Benim sünnetimde komşu kızları odamızı geceleri dahi durmaksızın süslemişlerdi. Unutamıyorum, Servet Halanın kızı Sebahat ve Gülseren en fazla uğraşanlardı.
Artık gün benimdi. Duvarlarımıza süsler takılmıştı. Karyolam, iğne oyalı parlak kumaşlı, el işi işlemelerle bezekli. İnanamamıştım. Sünnet olan ben miydim? Evimizde tatlı telaş, tebessümlü simalar. Eski tanıdıklarımız geldi. Dostlar şimdi daha yakın. Bu yakınlık ruhuma gurur verdi. Uzaklardan babamın arkadaşı Ahmet Dupelanka geldi. Camparalarla (zil ) oynadı. Ilıktı, sıcacıktı akşam; neşeliydi. Ramiz Çingene keman çaldı Kara Cafo darbuka. Babam-ilk ve son- Ferit’le Çaçak oyun havamızı oynadı. Karşılıklı. Ayak hareketleri ikisinde de uyumlu. Horo teptiler; taban tahtaları çatırdadı. Annem de dahildi Horo’na. Neşe, sevinç sokaklara taştı. Babam, koca elli kollarını açtı, Kasap oynadı. Aynalı Pembe’yle devam etti. Coşmuştu Coşo, Kılıç havasıyla bitirdi. Terlemişti boncuk boncuk, gözlerinin içi gülüyordu. Bir-iki gün daha sürer mi?... Sürdü de; yemekler, börekler yapılmıştı el birlik…Mutlu bir zaman; yeni şeyler müjdeler sanki; masallaşacak belki hayatımızda.
Ellerime kına yakılan akşam, bahçe ortasında, canlı müzik eşliğinde oynanıyordu. Atiye’nin kara sevdalısı Kunduracı Memet kurudan- suludan ne bulduysa içmiş, kafayı bulmuş sünneti dağıtacak. Duvarın üstünde caz yapıyor. Sevdiği kız Atiye oynuyor eğleniyordu. Memet’in bağırmalarına tedirgin oldu kenara çekildi. Memet sevmişti bir kere. Atiye güzel mi? Bilmiyorum. Güzelliğinde hüzün vardı. Kunduracı Memet, Atiye’nin aşkından kendini jiletlerdi. Mahallelinin dilinde dolaşan aşktı bu. Kara sevda, kapkara bir aşk. Akşam güneşinin azalan ışıklarında köşe başına gelir dikilirdi… Saçları briyantinli, elleri ceplerinde, kızlara caka satan gençlerden değildi. Eğer olsaydı, Atiye’yi alıp giderdi… Sarhoşa kız verilir mi? Atiye’nin annesi, odasını kederle süslediği o uzun gecelerde çok düşünmüştü. Nasıl olacaktı? Kızı başkasına verseler; Memet yine de pislik yapardı. Rahat yüzü göstermezdi; hem kendilerine hem kızına… Güvenebilse! Buğulu gecelerde yorgun gözlerle Atiye’yi koruması için yüce Allah’a dualar ederdi.
-------------------------------------------------
Aileler birbirleriyle iyi yardımlaşırdı. Afyon’dan gelen Fatma Teyze, Musevi Servet Hala, Siirt’ten gelen ve başka şehirlerden… Servet Hala, anneme çok yardımcı oluyordu. Dertlerine ortak olur moral verirdi. Annem ferahlar; zor kış günleri, bahar günleri gibi gülmeye başlardı. Dertleşmesi, tebessüm ettiriyor teselli veriyordu. Servet Hala, merhamet ve sevgiydi. Annem ne yapsın? Hiç görmediği kendine göre itici insanların yaşadığı – yaşam tarzlarıyla – aileevine alışmaya çalışmak hiç kolay değildi. İlk kez gördüğü; banyosu, çeşmesi, helası, çamaşırhanesi ortak kullanılan, derme çatma yapılmış; her odasında bir ailenin oturduğu bu ailevine ne kadar alışabilirdi? Yine de zar zor… Aynı yerde oturan bu insanlar, geldikleri bölgelerin adetlerini yansıtır bir kaynaşma oluşurdu. Birbirlerini örseleseler de zamanla birbirlerine sabretmeyi öğreniyorlardı. Servet Halanın kocası, Hüseyin, Türk’tü… Kısa boylu, tıknaz. Kafasını daima usturaya vurdurur. Sevimli, şakacı, orta yaşa ulaşmış bir adamcağızdı. Bir hastanede çalışıyordu. Bana’’ Yeni makine geldi. Senin boyunu o makineyle uzatıcaz ’’ der. Gülerdi. Bize yakın dost gibiydiler… Kışın, alçak tavanlı odalarını akşamdan hazırlanan kömür mangalı ile ısıttıkları evlerine sıkça gittiğimiz, mangalın köz olmuş ateşi kenarında cezvede pişirilen köpüklü has kahvelerin ufak fincanlarda içildiği; Siirt’li Dila varsa, kahve fallarına bakıldığı, hayattan neyi beklediğini henüz bilemediğim çocuk ruhumla, huzurlu olduğum, hatırladığımda sevinç duyduğum sıcak bir odada geçirilen kış geceleri…
Hüseyin abi, karısı, beş çocuğu (Abdullah, Sebahat, Mustafa, Savaş, Makbule), yaşlı anası birde sakat oğlan kardeşi birbirine ekli üç odadan oluşan bu evde kalıyordu. Servet Hala vefakâr bir kadın. Fotoğraflarda görünen renkli kadınlardan değildi. O kadınlar yapmacık. Gerçek kadın; yaşamın sillesini yemiş, sendelemiş, yıkılmamış, yediği sillelerin karşılığını vermeyi hiç düşünmemiş, sabretmiş… Servet Hala aileevinde olması gerekendi. Ruhu zengin gerçek kadın. Daima komşularına yakın. Onlardan biri olduğunu her zaman hissettiriyordu. Evde, kocasının sakat kardeşi Hasan’a ve ihtiyar kaynanasına bakıyordu. Yıllardır her sabah Hasan’ın yemeğini yediriyor, hazırlıyor öyle sokağa salıyordu. Hasan’ın iki eli sakattı, çişini dahi kendi edemez, birinin düğmeleri açıp yardım etmesi lazım. Sakat elleriyle çiklet kutusunu tutar işe çıkar, gün kararmadan da evine dönerdi. Hasan’ı kızdıranlar oluyordu, ‘’Yağmur yağacak’’ dendi mi Hasan kızar, ağzı çarpılmış gibi olur anlaşılmaz küfürler savururdu. Servet Halanın iki kızından küçük olan Makbule hastaydı… Yüzü değişik renkler alıyor, halden hale giriyor… Radyoda Yıldıray Çınar’ın söylediği, zamanın dinlenen ‘’Portakalı soyamadım baş ucuma koyamadım’’ türküsünü severdi. Makbule dinlerken Servet Hala mahzunlaşır, üzüldüğünü belli etmez, orta da mangal varsa maşayı alır ateşi karıştırırdı… Makbule uykuya daldığı zamanlar da baş ucuna oturur dua ederdi. O an her şey hüzünle örtülmüş olurdu… Ben de içimden ruh-u canımla dua ederdim. Makbule’nin göğe yükselip insanüstü varlıklara karışacağına inanırdım… Makbule öldükten sonra, Servet Halanın iki kızı daha oldu, belli aralıklarla. Birine Makbule ismi verildi, diğerine Nil.
-----------------------------------------------------------
Sokak lambalarının kül rengi gecede zor aydınlattığı; kasaba yolları gibi Arnavut kaldırımlı dar sokakların; neler geçmişti üstlerinden, ağıtlar, hüzünler, katiller, keşler, sevenler-sevilenler; ama gene sessizce bekler. Geleceği bekler dar sokaklar. Mahalle; kahvesi, mescidi, ilkokulu, karakolu her şeyin satıldığı alış veriş yeri Havra Sokağı ile eski mahalle… Doğumların ölümlerin ve düğünlerin ortak olduğu, sevinç ve hüznün pay edildiği, ezelden sevdalı yaşam hokkabazı insanların yaşadığı…
Hakikaten bazı şeyleri hatırlamak için onlardan uzaklaşmak, biraz unutmak gerekirmiş.
--------------------------------------------------
İzmir Belediye Başkanı Osman Kibar’ın Arnavut kaldırımı yolların üstüne asfalt döktürüp, biz çocukların ceviz ve meşe oynarken pek hoşlanmadığı ama top oynarken rahat ettiği sokaklarında; eşekleri, iki tarafında taşıdığı küfelerinde patates dolu, aynalı eşekleri- semerleri aynalı, süslü- her zaman görmek mümkündü. Mahallenin kedisi de boldu onlara kızan köpekleri de… Ben kuduz köpek bilmem, görmedim ama onlardan korunmasını bilirdik. Biz sokakların çocuğuyduk.
İnsanların, özellikle komşuların birbirlerine şefkati pek genişti. Lakin aşkların ıstırabı ‘’ yerim böyle aşkın ıstırabını’’ dedirtirdi hep. Aileevinde odalar üst üste konsa apartman olurdu. Olurdu da o zaman da kim kime- dumduma olurdu. Merdiven çıkmanız, yöneticiye aidat ödemeniz icap ederdi. Gideceği işinin yolunu bilen ama düşünceleriyle uzak diyarlarda olduğu açıkça belli olan komşularımızı, sabah mahmurluğuyla gözlerini ovuşturarak, yüzünü yıkamaya çeşmeye inen ve akşamdan kafayı çekmiş- Nuri Abi gibi - koşarak tuvalete giden bazı komşuları göremez, onlara ‘’ İyi sabahlar’’ diyemezdik… Herkesin kendi düşünü ve kendi hayatını kurduğu bu yer ayrıcalıklıydı. Ömürleri tatlı ıstıraplarla geçen, küçük şeylerden mutlu olan bu insanları kendilerinden başka kim anlayabilirdi? Hele Ahmet Coşo’nun azap veren yaşantısını tenkit etmek hatta alaya almak kolaydı! Pis mahallenin gece kuşları yoktu ki haykırsın… Geceyi ürperten, gençlerin canlı sesleriydi. Bağrışlarına kahkahalarına mahalleli aldırmaz, ses etmezdi. Mahallenin ritmi iyi sayılırdı. Ahengini bozan, bazen şeytanın kuyruğuyla dokunuşlarıydı…
Korkunç mutsuz anlarında Ahmet Coşo’nun yüzü kararır, hareketsiz tunç heykellere dönerdi. Sert iklimin mert adamına yaşamak zordu. Cennet memleketini bırakıp bu kara yüzlü insanların olduğu, köhne evlerin dar sokakların bulunduğu boklu yerde yaşamak mecburiyetinde kalmıştı. Ortasından dere akan, zümrüt misal ağaçlarla dolu dağların çevirdiği kasabasını özler olmuştu. Lanet olsun topraklarını ellerinden alan o komünistlere. Kendi toprağını ekip biçen orta halli biriydi. Geçinip gidiyordu. 2. Büyük Savaş’tan sonra oluşan Tito Yugoslavya’sında, toprağı elinden alınmış, kendi topraklarında ırgat olmuştu. Polis korkusu ise başının üstünde balyoz gibi duruyordu. Özgür doğduğu Kosova’nın Prizren kasabasını bırakmış buralara gelmişti. Irgatlık devam edecekti. Böyle devam etmek zorundaydı. Kendi elleriyle kurduğu kümese benzer bir çatı altında yaşasa; her sabah tarlasına gidebilse, mutlu olurdu. İçindeki düştü bunlar. Lisanı duygularını ifade edemiyordu. Öyle de kalacaktı.
-----------------------------------------------------------
Odamızdan çıkıp da; yedi belki sekiz taş basamağı indikten sonra, taş avluyu yürüyerek sokak kapısına varıyordum. Sokağa çıktığımda içimden yokuş aşağı koşmak gelirdi. Kollarımı yana doğru kaldırır uçarcasına koşar yokuşun bitimine ulaşırdım. Kamyonlar bu yokuşu, gürültüleri etrafı rahatsız ederek çıkardı. Yokuşun ortasında çoğu kamyon pes ederdi. Şaraphanenin koca kamyonları yarıya kadar çıkar arka tekerlerinin altına takoz koyarlar öyle dururlardı. Aile evine bitişik iniş aşağı sağ tarafta Sevilen şaraplarının iki kapılı, gri renk boyalı büyük binası vardı. İçinde beton bölmelere üzüm doldururlar ayaklarına plastik çizme giymiş çalışanları bunları çiğner suyunu çıkartırdı. Nasıl şarap olurdu bilmiyorum. Kırmızı ve sarı şarapları vardı, cam galonlar içinde. Böyle gördüm. Hatırlıyorum çeken çökerdi. Çek-çök hatta yamul şarabı. İçip de pelte gibi duvar diplerine sızanlar, altına işeyenler vardı.
Sokağın iniş aşağı solunda, ayakkabı imalat atölyesi sonra tütün deposu ondan sonra iki katlı aileevi ve fotoğrafçı; yanında tıraşcı dediğimiz erkek berberi. Bizim berberimiz. Babamın talimatıyla alabros keserdi saçlarımı. Bu Amerikan tıraş modelini hiç sevmezdim; o kıvırcık saçlarıma yazık olurdu, uzayınca da öğretmen döverdi… Şehit Fethi Bey İlkokulu, öğretmenimiz her zaman sinirliydi. Bilmem neden gözaltları siyahlaşmıştı. Bir gün karatahtaya yazarken beyaz tebeşiri iki defa kırdı. Fazla mı bastırıyor ne? Bir defasında uzayan saçlarımı söylemesine rağmen kestirmeyince, fena dövdü. Bizi koruyan anne- baba da yoktu. Galiba koruyamıyorlardı. Hem babam ‘’Eti senin kemiği benim’’ demişti; okula kaydım yapılırken. Öğretmene mi güveniyordu? Yoksa kendi yetersizliğini mi ortaya koyuyordu? Çocuk aklım kavrayamamıştı. Öğretmen ne dövmüştü beni ya… Bu berber, mecburiyetten bizim berberimiz, dedikodu yapan mahalle kadınlarından beterdi. Gündüz ne oldu bitti, akşam iş dönüşü babama okurdu. Pis berber, adi ispiyoncu… Kavga ettiysek, küfür savurduysak babam aynen bilirdi. Bunalımlı bir hava çarpardı odanın duvarlarına ve yüzüme. Hızla dışarı kaçardım. Servet Hala oralarda ise arkasına saklanır, dayaktan kurtulurdum. O beni koruyandı. Babam kadınlara, becere bildiği kadar saygılıydı. Annem hariç!
Ortamımızda kavga hiç eksik olmaz küfür gırla giderdi. Mahallenin olmazsa olmazıydı bunlar. Küfrün literatürü vardı. Özel…
-----------------------------------------------------------
O ayakkabı imalathanesi erkek ayakkabısı yapardı. Sokağa açılan kapısı ve tek penceresi olan bir oda; ortada alçak ufak bir masa, etrafında, oturulan hasır örgü dört tabure. Ustalar bu taburelere oturur, ağızlarına bir avuç ince çivi alırlar ellerinde çekiçleri ile sayaları, ağaç kalıba çekerlerdi… Ritmik vuruşlarla çekicin tak-tak sesi kimseyi rahatsız etmez, kulağa hoş gelirdi. Bir ahenkle çalışırdı kunduracılar. Vuruşlar ustalıktı. Yapıştırıcı solüsyon kokusu sarardı benliklerini. Duvarlarında, artist resimleri; çizgilerle yılan gibi kadınlar; içi hicran dolu şiirler… Ve tek seda. Tak tak. Ustalardan biri, beyaz kâğıt üzerine sağ ayağımı koydurup etrafından çizdi, ölçü almıştı. Babam da yanımdaydı. Ayakkabı yapacaktı. Nedenini bilemiyorum ayakkabı yapılamadı.. Bekledim. Belki…
--------------------------------------------------
Bu mahallede ayakta kalabilmek için kendinizi geliştirmeniz gerekirdi. Akıllı olmanız, başınızı belaya sokmadan yaşamak; bu şarttı. Hem akıl hem fizik olarak gelişmeniz buralarda hayatın devamını sağlıyordu. Yardım aldığınız zamanlar olsa da kendinize yaptığınız yardımı başkası yapamıyordu. Her şeye siz karar vermeliydiniz. Kavgalardan galip ayrılmak şarttı. Sokaklardan çekilmek zor. Hiç yoktan kavga bulurdu sizi. Bela her yanınızdaydı. Hayat pandispanya değil. Kavgalarda madara olmamak esas… Bela bela içinde. Biri taş atsa, başını korkmadan taşa karşı tutan kafasını kıran olurdu. Çocuklar – Nanay, Baki, Ölü, Ali, Yaşar, Ben- sokakta oynuyoruz. Tanımadığımız bir amca, şişmanca, orta yaşlarında; nedendir bilmiyorum bize kızdı, bağırmaya başladı. O sırada oradan geçen Kürt Sebo ‘’ Çocuklara ne bağırıyon’’der demez adama kafayı geçirdi. Adamın dudağı kanamaya başladı. Kürt Sebo tabana kuvvet naş. Amca arkasından, biz çocuklarda peşlerinden. Kürt Sebo sokağı döndü toz oldu. Amca bağırarak sağa sola baktı, artık bizi görmüyordu, çekti gitti. Bizim mahallede yabancılar efelik yapamaz. Her horoz kendi çiftliğinde öter hesabı. Bazıları hariç, başka yerlerde de çıyanlaşırdı. Bizimkilerden Ferit, Antonyo Hikmet, Ramiz ve Mehmet Abimin arkadaşı Kazım en akla gelenlerdi.
-------------------------------------------------------------------------------
Ötekisiydiniz arada bir hissettiğiniz. Ötekileştiriliyordunuz. Ve tüm benliğinizle ve yaradılıştan gelen tüm içten gücünüzle öteki olmamaya hatta ötekileştirme ve üstün olmaya çabalıyordunuz. Bu zorunluluk hissediliyordu. Baskılar çoktu; aileden gelen, mahalleden gelen. Bir yandan ailede baba yola sokmaya çalışır, öte yandan mahalle kendi düzeni içine almaya… Kültür seviyesi düşük bir mahalleydi. İnançların çoğu hurafelere dayanıyordu.
Şiddetin egemen olduğu sokaklarında, insanlar diğerini nasıl alt edeceğini düşünür, güçlü olduğunu bir şekilde göstermek isterdi. Genelde bu pazı gücüyle olurdu… Sokaklar, gençler ve berduşlarındı. Sıkışmışlık vardı mahallede. Bir şeyleri tırmalamak mecburiyetindeydiniz. Umutlar mı? Çatının çatlaklarından ışığın girmesiydi… Ötekiydik. Dağların ötesinden; Balkanlar’dan geldiğimizden, bir ölçüde yabancıydık, herkes tarafından kabul görmemiz mümkün değildi.
Dayak yememiz, babamızın korkusundandı. Babam Ahmet Coşo; çocuklarının kötü olmasından, kötü yola düşmesinden, kötü alışkanlıklar edinmelerinden korkuyordu. Terbiye metodu olarak sert olmayı; dayak atmayı seçmişti. Babamızın baskısı yanında anne şefkati vardı. Ailemizi bir arada tutan bu şefkatti. Annemiz sıkışmış olduğu bu mahalleden kaçamıyordu. Nefret de edemiyordu. Akrabalarından uzaktaydı. Arafda kalmıştı. Ne ordaydı ne burada… Duman grisi karanlıklarında, gözünde biçimsizleşmiş insanlar; kimi uzun, kiminin bacakları eğri; kimi dazlak; kimi esmer, daha çok esmer. Duman grisi karanlıklarında biçimsiz görünmelerine rağmen kendi insanlarıydı artık. Çünkü beraberdiler. Zamanla biçimsizlikleri de gözüne batmıyordu üstelik. Annem nasıl alışsındı? İçinde fırtınalar. Kapısını kapatıp hiç çıkmasın mı? Bitkinleşirdi. Başını öne eğip gizlemeye çalıştığı o anlarda iki damla yaş sızardı buğulu gözlerinden. Ağlamalarını yutardı, boğazı düğümlenerek. Ama kendi dayanma gücünü bulmuştu. Kendisiyle oyalanıyordu. ‘’ Esme be deli rüzgâr yârim yoldadır’’ türküsünü söylediği bu zamanlardı. Viran evler. Evlerden yükselen sesler, dar sokaklarda gezinerek havaya yükseliyor varıp bir yerlere iniyordu. Viran evler içinde; koca dünyalar. Annemin dünyası, dört duvar, kokladığı hava da mahallenin ufuneti… Pisliğin olduğu, temiz sokağın olmadığı bu yerde normaldi…
---------------------------------------------------
Mezarlıkbaşı’ında, duvar köşelerini ya da kıyılarını kimsesiz göremezdiniz, sahipleri vardı. Eroini çeken, çift kâğıtlıyı içen, hapı atanlar, yere yapışırcasına köşe başlarını tutardı. Bela, köşe başlarındaydı.
Başka manzaralar da vardı. Ahmet Şekerci’nin kız kardeşi Seher, beyaz tenli, sarı saçlı on iki yaşlarında sevimli bir kız; çorapçıda çalışıyor. Akşam dönüşü kapıdan ağlayarak içeri girmiş. Ahmet bunu görünce ‘’ Ne oldu kim yaptı’’ Seher kapı aralığından köşeye çökmüş iki genci gösteriyor.’’ Onlar laf atıyor takip ediyor’’ Ahmet, yanlarına giderek, façası bozuk olana var gücüyle tekmeyi sallamış, nefesini kesmiş. Öbürü de anında tüymüş...
----------------------------------------------------------
Ne öğrendiysek bu mahallede öğrendik. Kırmızı, kırık kiremit parçasıyla; duvarlara, yollara adımızı yazdık. Ama annemizin öğrettikleri yine de temel ölçümüz olmuştur. Babamızdan hep sinir kaldı. Ara sıra tutuyor. Mezarlıkbaşı’nda delikanlılığın kitabı yazılmıştır. En kıyak arkadaşlıklar, gerçek dostluklar burda yaşanmıştır. Bu mahallede yani insanlardan çekinmek, temas etmemek, temastan müteessir olmak hastalığı yaşanmıyor, yaşanamıyor. Büyükler biz çocuklara kol kanat olurdu. Hayatta aç kalmazdık. Kayıntı yapan oradan geçen çocuğu çağırır, doyururdu. Yabancı delikanlılar mahalle güzellerine askıntı olamaz, racona ters gelirdi. Kavgalarda gençler birlik olur; harbiden kavga edilirdi. Kimse kimseyi satmaz, satanın güveni sıfıra iner onu artık tanıyan olmazdı. Bütün bunlar hayatın hayhuyu arasında duvara kazınmış güzelliklerdi. Temiz insanlarla alakan kalmadığına yemin edemezsin… Buralarda değerli ve önemli olan, sözüne sadık kalmaktı.
---------------------------------------------------
Yıllar sonra göç ettiğimiz yerlerden gelen dostlar, akrabalar; kara bulutlar arasından yüzünü gösteren güneşin etrafı aydınlatması, ısıtması gibiydi. Gelmeleri hüznü artırır, gitmeleri ise hasreti. Göğsümüzün daraldığı işte bu anlardı. Gözyaşlarımız, annemin ve benim istemesek de yağmur gibi boşalırdı. Ahmet Coşo(Babam) Kosova’dan gelmeyebilirdi. Ona dokunan olmamıştı. Eski Yugoslavya’da yeni düzenin sancıları olmuştu. Halk sıkıntı çekmesine çekmişti, fakat Ahmet Coşo’ya ilişmemişlerdi. O salt Türk bayrağı altında yaşamak istediğinden Türkiye’ye gelmişti. Oysa ne yazık ki buraların insanları ıstıraplara karşı kayıtsız, nefislerine düşkün kalbsiz insanlar gibiydiler. Kunduracı Memet, Arap Kadir hapı attı mı çevresine ıstırap verirdi. Bana göre kendilerine düşmandılar.
Ahmet Coşo sıkılıyordu. Bakışları soğuyordu. Kafası boşalıyor. Başını eğip yürüyor. Anlıyordum. Hayalen eski zamana çok defa özlemle gidiyordu. Sıkıntılar içinde bir sevinç arıyordu. Kış tam bastırdı. Kara kışın hiddetli soğuklarına dayanamıyordu. Veya içi mi donmuştu ne. Çisenti altında, avlu taşlarına hızla basar, sokak kapısından başı önde çıkar, yokuş aşağı, sol omuzu eğik, sol kolunu sallayarak iner köşeyi dönerdi. Babam hep böyle mi yürürdü? Kosova’dan olur da mektup gelirse, kara kış günleri bahar günlerine döner; hüzünlü bir gülümsemeyle gülerdi. Yağan yağmurlarda sokak sessiz oluyordu. Sokak geçen sene de aynıydı. Babamız bu mahallede olabilecek en zor şeyi; adam olmamızı isterdi. Eli ağırdı alışkın olsam bile dayak zoruma giderdi… İçim ezik kalırdı, unutamazdım ama acısını sokakta çıkarırdım. Kavgasız olmak tasalanmaktı. Kavgalar canlılık verirdi! Herkesin yaptığı; ıslah edilmemiş içgüdüsüsün dışa vurumuydu? Kördüğüm! Bir şeye inanarak yapılan, bir aşk- bir duygu cebelleşmeleri değildi. Berduş kavgaları. Uzun süre kavgasız olmuyordu. Sokağa çıktığım anda, kavga yanımda. İlgisiz kalamam, kalbim çarpar kafadan dalardım. Sonra bir bağrışma. Kavgayı ayıran kesin oluyordu. Dayak yemeden kurtulman gerek; bu şart. Varoştu buralar. Alsancak seçkin sayılıyordu. Gerçi o günlerde iyi semt bulmak zor. Tepecik mi?(Yenişehir) İkiçeşmelik mi? Eşrefpaşa mı? Kadifekale mi? Neresi?
-----------------------------------------------------
Burda yaşamak; dallarındaki dikenlere aldırış etmeden, gülü sevmekti. Ben seviyordum mahalleyi… İyilik yapmak isteyenler fazlaydı… Gençler genelde iyi sayılırdı. İçlerinde bir-iki tane külyutmaz geçinen ama mangal boynunda dolaşan olsa da; Arap Kadir bunlardandı. Hiç unutmam yakıcı bir yaz öğleninde, şişeden doya doya su içiyorum, sen gel şişenin dibine vur. Güldüğümde görünen o güzelim dişi kır… Dünkü gün sokakta bağırıyor. Koştum. Yokuşun başında elinin içinde zulasından aldığı paslanmış bıçak… Üst dudağı kan içinde’’ Erkeksen şimdi gelsene ulan. Delikanlı adam gelir’’ Yokuşun aşağısında uzun boylu atletik yapılı yüzü aydınlık bir genç buna tebessüm etti, yol verdi gitti… Arap Kadir yırtıyor kendini, sesi gittikçe yükseliyor. Küfürün bini bir para… Dayağı yemiş, bıçağı kapınca efeleniyor. Adam çekti gitti, da tantana yapıyor. Kavganın nedenini öğrenemedim. Sorayım dedim küfürden fırsat bulamadım.
-----------------------------------------------------------
Soğuk günlerle başlayan uzun gecelerin ortasında duvar dipleri, yağmur çiseliyor olsa da sahiplerini buluyordu. Mahallede rast geldiğim kişilerdi; örtüsüz pencere camlarından, dışarıya vuran ışığın aydınlattığı sokağın, loş kenarlarında duranlar… Gözleri çukurlaşmış, avurtları çökmüş, eroinin çarpmasıyla nevraljik bir sessizliğe düşüp duvar diplerine çökmüş, insanların hayal kırıklıkları içinde sayılabilecek, elinin üstüne koyduğu toz eroini çektiğinde, ani iç coşmasıyla pembe bulutlara yükselişi… Kırıklık ve boş vermişlik içinde varoluş.
Kösnüllük durumlarında dahi beyazı burun deliklerinin, derinliklerine doğru tüm nefesiyle çektiğinde; bacak, ense, karın kasları çözülür, tutsak gücü özgür kalır. Hayalen her bir şeyi, istekle yapar. Artık onu işkillendirecek, kararsız kılacak ayrıntılar yoktur. Sonra bulutlardan; önce olduğu gibi, duvar dibine düşer. Bazıları soğuk, saçakların buz tuttuğu, titreten ayaz gecelerde donar kalırdı. Sabah okula giderken umursamaz bir tavırla önlerinden geçerdik. Fazla eroin içtiğinden mi ölmüş; ne farkeder! Ölmüş bir kere. Kaldırımda yatıyor… Bulutları kovan o duru ve sakin ayaz onu alıp götürmüştü. Ertesi sabah, acaba başkası? Belki, birisi gün ağarmadan uyanıp gitmişti.
-------------------------------------------------------------
Yine bir kış günü akşamı, Ferit ve Mehmet abim, Mantocular Çarşısının (Şadırvan Camisinin çevresi) arkasındaki marangozlardan talaş ve tahta parçalarını çuvala doldurup kuyumcular sokağından eve dönerken, kahverengi resmi üniformalı siperli şapkasının üstünde koca metal bir yıldızı olan bir yanında çakaralmaz tabancası bir yanında meşe odunundan dizine kadar inen copu bulunan, geceleri bekleyen bekçi, yollarını çevirmiş. Mehmet’in çuvalını yere dökmüş de Ferit karşı gelmiş, efelenmiş. Sarı Ferit asi, deli mi deli haksızlık karşısında volkan, kimseye temenna etmez. ‘’ Biz hırsız mıyız? Eve odun götürüyoz. Ne yapıyoz yani?’’ diye dikilmiş. Balıkçının ve marangozun verdiği tahta parçalarıyla ısınacak; sıcaklığın, sevginin sıcaklığı olduğunu daha sonra anlayacaktık.
Üstünde sineklerin uçuştuğu bok dolu sokaklarında kirlenen çocukların, yıkanınca pencere önlerine asılan giysilerinin halinden fakirliği anlamak mümkündü. Bu fakirlik burada, Mezarlıkbaşı’nda, biz çocuklar dışında herkesi eziyordu.
Kaldığımız bu salaş aileevinde tahtakurusu boldu. Yattığımız ağaçtan divandan gırç gırç sesler gelirdi. Ağacı yeme sesleri bize ninni gibi mi gelirdi ne? Arada dolaşmaya çıkan tahtakurularını bir terlik vuruşuyla kanlarını duvara çıkartırcasına öldürürdük.
---------------------------------------------------------
Kış mevsiminin güzel bir günü, dış kapı önünde ikindi sonrası birkaç çocuk ve Hüseyin Amca altımıza karton almış oturuyorduk. Saray sinemasında Kartal Tibet’in başrol oynadığı Tarkan filmi gösterime girecek. Çocukluk zihnimizle film hakkında sevimli hayaller kuruyoruz. Tarkan’ın koca orduyu yendiğini, atının yarış arabalarını bile geçebileceğini dillendiriyorduk. Hüseyin Amca, ‘’Arap hapisten çıkmış, fazla durmaz bu kışta tekrar içeri girer’’ dedi. Arap, berberi geçmiş yokuş yukarı geliyor. Kapkara bir şey… Genç sayılır; en azından Hüseyin Amca’dan. Arap, harbi Çingen. Kömür gözleri, çakar şimşekler gibi parlıyordu. Siyah saçları kısa – hapiste kesiyorlarmış - Arap da her yol varmış. Ama bunlar az ceza verilen suçlarmış. İçki, esrar içmezmiş. Adamın cebinden çaktırmadan parasını yürütürmüş. Öyleymiş, Hüseyin amca anlatıyor. Kışın zindanlarda kendine yer ayırtır. Ufak suçlar işler, bir-iki ay yatar çıkardı. Ne tür suçun kaç ay cezası olduğunu biliyordu. Konuştuğunuzda avukat sanırsınız. Yatacak sıcak yatağı yok. Hapishaneler onun için saray sayılırdı. Gerçekte onun olan, gerçekten ona ait olan, bir tek şey, canıydı. Benim fark ettiğim, göğsünü kabartarak yürümesiydi. Kuşku duymadığı tek şey kendine ait âlemiydi. Gece ay ışığı, gündüz güneş, yağan yağmur onundu. Şu dünyadan özel bir dünyası var… Yaşamak keyfiyeti gönlüne tabi…
Al işte! Mahallemizin olmazsa olmazı, vazgeçilmesi Piç Kemal geliyor. Bu Kemallerin piç olanı. Yanında Avanta Kemal bir de Yahudi Kemal var. Piç Kemal efsane. ‘’Hüseyin Amca bunun babası belli değil mi?’’ ‘’Yok be oğlum, belli. Lakabı öyle. Öyle diyorlar’’ Piç Kemal elektrik direklerinin duvara yakın tarafından geçerdi. Bizim aileevinin kapı başındaki direk duvara çok yakın olduğundan arasından geçemiyordu.’’ Sevda geçmiş başından. Kara sevda. Sevdiği kızı ailesi vermeyince, az ayarı bozulmuş. Kızı başkasıyla evlendirince de kafayı sıyırmış.’’ Hüseyin Amca burda kesti, uzatmadı. Piç Kemal’in nerde yattığını bilen azdır. Üstü başı temiz sayılır. Ben onu hep yürür gördüm. Yolda düz yürürken hemen tornistan yapar ne kadar dar olursa olsun direkle duvar arasından geçer devam ederdi. Nedenini bilen olmasa da polislerin elinden kaçışı dillerde dolaşırdı.
Adı geçti. Yahudi Kemal. Yahudi değil aslında. Çalıştığını görmedim paspal giyindiğini de. Temiz ve süslü giyinir. Aynen filinta. Saçlarını düzgün tarar. Evinden başı dik çıkar. Eğer üstünde ceket varsa yokuşun başına gelinceye kadar muhakkak düğmeleri iliklemiş olurdu. Siyah ayakkabıları boyalıdır… Onun için; huzursuz ve sıkıntılı bir günün öğlen vaktinde kafayı çekmeye başlamış . Matiz mi matiz. Akşamüzeri, keski elinde, Saray Sinemasının yan sokağında (şimdilerde katlı otopark) günahsız bir adamı bıçaklıyor. Adamın barsaklar dökülmüş. Sonradan gördüm Allah’tan ölmemiş, yaşamaya devam demiş. Kafayı çeken icraata çıkıyor anlayacağınız… Önemli önemsiz gider olaylar peşi sıra… Günahlarının çirkin karartısı gitmez kalblerinden…
Mahalle yine de bizim mahalle… İçlerine dönük yaşamları olmayan Musevi ailelerin bulunduğu bitişik aileevinde, Toto, karısı ve iki kız evladıyla oturuyordu Seyyar satıcıydı. Dört lastiği bisiklet tekeri olan arabayla mutfak eşyaları satardı. Gece vakti, Toto’nun bir takım bulanık hayallerin, gözlerinin önünde belirmesine neden olmuş; bitişik odada oturan Musevi genç kızın; odasının soba önüne koyduğu geniş saç leğende banyo yapması. Körpe kız, suyu başından aşağı her boca ettiğinde, kulağına gelen su sesi; içini gıcıklıyor, aklını çeliyormuş; rönt geçmeye başlamış, oda kapısı çatlağından. Gözlerinin önünde beliren bulanık hayaller kaybolmuş… Susarak… Yavaş yavaş… Toto ısınmış, hararet yapmaya başlamış, bir yerleri şişmiş. Nasıl olduysa kız da bunu fark etmiş. Vay! Mahalle ayağa kalktı. Göbekli Toto, bundan sonra meşhur oldu… Her şey normale dönmüştü. ‘’Torototonun taşakları’’ lafı ağızlarda sakız oldu. Gençler ‘’ Ne haber ulen? Torototonun taşakları. Nasıl gidiyo ‘’ yollu birbirlerine takılıyorlardı… Zıd duygular yaşamak olasıydı bu mahallede… Kızı pavyonda çalışan baba; tanıdığım bu babanın yüzü, sabah kalktığında annesinin yüzüne benzerdi. Pis herif. Zevksiz gecenin mahsulü… Kızı, aç gözlerin önünde ‘’Yedi tül dansı’’ yapar, pavyonun erkek müşterisini artırırdı. Baba baba mıydı? Yoksa- kızının elinden parasını alan- patronu muydu? Zıd duygular. Çok ruhun ve vicdanın kaldıramayacağı… Burada komşular birbirlerine kara sürmez; herkesin karası açıktı; kendinindi.
Ferit, bir akşam eve dönerken, birisinin; tanıdığı, bir mahalleliyi dövdüğünü görmüş. Dayak yiyenin karısı da sokak başında, köşeden, gizlice seyretmekte hem de gülmekteymiş. Ferit olayı anında çakar. Kadın nikâhlı kocasını dostuna dövdürüyormuş. Kadını çağırmış. ‘’Utanmıyor musun? Paçoz karı. Rezil’’ diye fırçasını kaymış. Kadın ‘’ Kime ne’’ dese de… Ferit tav olur böyle şeylere. Kadının dostunu fena dövmüş ve kovalamış. Kalın sesini hafiften yükselterek ’’ Siktir git. Bi da seni buralarda görmeyim. Görürsem, da fena yaparım’’… Kadın, Salome’nin Mezarlıkbaşı uyarlaması. Aşkın gizemiydi bu, ölümün gizemimden büyük olan… Çok aklın anlayamayacağı. Tutkundu kadın, başka bir erkeğe. Damarlarında ateş dolaşıyordu. Bu ateşi ne yağmurlar ne de denizler söndürebilir. Şehvetin esir aldığı kadın, onu yakan aşktan vazgeçebilir miydi?
-----------------------------------------------------
… Ferit haksızlığa gelemez hemen parlar, ateş olur yakar. Korkusu yoktur. Kaç kişi olursa olsun, gözlerini kırpmadan dalar… Sabırsız… Bağırıp durduramazsınız; adamın kafasını gözünü patlatır, gövdesini uygun biçime sokar bir anda. Ferit, insan azmanı değildir ama güçlüdür. Kavga onun merakı mıydı?... Hayır hayır ama onu rahatlatıyordu sanırım. Kadınların yeni yeni kısa kollu giyebildiği zamanlar. Erkeklerin tahrik olduğu şeyler fazlaca. Yine bir gün belediye otobüsünde, adamın biri kadına dayamacılık yapıyor. Ferit atlıyor adamı pata küte dövüyor. Arabadan atıyor… Bela ondan uzak değil; her gün çok defa beraberdi… Ferit, ‘’ kaynak başında meyvalı bir dal; onun filizleri duvarın üzerinden aşar. O sular gibi oynak değildi. Elleri ve bazuları kuvvetli idi. Öfkeliydi ama vahşi değildi. Annesinin hayır dualarından yüce oldu.’’ Yakışıklıydı. Saçlarını ince diş, kırılmaz tarakla tarar; parlaması ve rüzgârdan dağılmasını önlemek için de zeytinyağını limon suyu ile karıştırarak sürerdi. Saçlarını soldan sağa yatırır; kâkülünü, tarakla bastırıp alnına düşürürdü.
--------------------------------------------------------------------
Yaşamak denen, hüzün, sevinç, merhamet, acımak ve daha bir sürü; insana has özellikler içeren olgunun tüm versiyonları, İzmir’in bu mahallesinde görülüyordu. Pavyonda, genelevde çalışan bir takım aşüfteler vardı. Bu kadınların buralara düşmesi, yaşamların ayrı bir boyutuydu. Çoğu veya benim tanıdıklarımdan bazıları; çocuk büyütüyor, bazıları hasta bir anaya bakıyor; hele uzak yollardan gelen biri; kız kardeşini okutmak için çabalıyordu. Gideceği yeri, geçeceği yolları pek bilememiş olan, aslında saygı duyulası insanlardı. Aralarında çok delikanlı kadınlar vardı. Yüce bir kalb taşırlar… Üstelik kendilerini diğerlerinden ayıran çekicilikleri var. Güneyden gelen birinin, evlenerek mutlu aile kurmak, ev hanımı olmak istediğini duymuştum. Hayat yaman; dağdağalı, fırtınalı. Bu kadınları seviyordum. Onlar da beni, yeşil gözlü kumral kıvırcık saçlı bir çocuk olduğum için severlerdi… Hayat burda melodram. İnsanların, elemleri, kederleri, hüzün ve sevinçleri boyunlarına asılmış.
Kadınların bazıları, hele biri var; beyaz tenli olanı; erkeklerin hayallerinde gezen; dağların koklanmamış beyaz zambağı; saçlarını ıslatarak çıkar, çevresine can çektirirdi. Yağmurlu havalarda, keklik gibi taştan taşa sekerek yürür, dolgun ve diri vücudu daha yakıcı olurdu… İri gözleri, insana mutluluk veriyordu. Baktığınızda, sizi içine çeken duru suya düşmüş gibi olurdunuz. Burda anlamını yitirmeyen apak tenli güzel; masum tazelik… Ayva tüyü sarı kılları vardı üflendiğinde dalgalanan… Süslü ve alımlı manita, maharetle işlenmiş dantelalı köşe yastığı… Aşklar; her daim platonik… Kadın… Kadın en büyük! Onun için şiirler yazılır, heykeli yapılır adı; duvarlara, ağaçlara kazınır. Ölünür öldürülür. Bazı erkekler sevdiğinin ismini koluna, göğsüne dövme olarak yazdırırdı. Yazdırıyorlardı. Aşklar bu sıkışmışlıktan kurtulmanın, rahatlamanın, nefes almanın yoluydu. Aşklar, döner bıçağı gibi deşer acıtırdı, ama vazgeçilmezdi. Kaçmak isteyip de kaçamayanların tutkuları neydi? Adlandırmak zordu. Güzel yüzler aşık ister. Esmer tenli, yeşil gözlü, nadide güzellerin mutlaka sevenleri vardı. Olmazsa normal dışı olurdu. Delikanlılar, cehennemde olmadıklarını ancak güzel gözlü dilberlere baktıklarında anlardı.
Gençler kadınlara açıkça yanaşamaz. Ya kadın izin vermez ya da dostu. Çünkü çok erkeğin - evli de olabiliyorlardı - dosttakisi vardı. Mahallede etik bir anlayış öyle ya da böyle vardı. İşler racona bağlanmıştı. Her şeyin bir raconu oluyordu. Ne bileyim çocuk aklım, çözmeye çalışıyordu. İleri zekâlılar da yok değildi. Cepçi bir amca vardı. Bir gün denk geldi, işinin püf noktalarını biz çocuklara öğütler vererek anlattı. ‘’ Cüzdanı arka cebine koyucan, çalacak el değdiğinde hissedersin. Ceketin iç cebi güvenli olmaz, ordan aşırmak bizim için kolay’’ Bilmem. Doğru mu söyledi bu cepçi amca? Bunları bu işlerden vazgeçirmek oldukça zor. Hapise girmekten de korkmuyorlar. Bazılarının kaçınılmaz kaderi olsa gerek! Bir şekilde ekmek parası çıkacak. Bunun için eşek gibi çalışanlar vardı. Kıçları yamalı hamallar vardı. Herkül filmini gördükten sonra bunların daha fazla ağırlık kaldırdığını düşündüm.
Yırtık giymenin ayıp sayıldığı devirlerdi. Çalışan bir şekilde ekmeğini çıkarıyordu. Derler ya ‘’ Ekmeğini taştan çıkarıyor’’ aynen öyle. Ahmet Coşo’da böyleydi işte…”
------------------------------------------------------------
Günlük meşgalelerin arasında ezilen bu insanlar, memleket meselelerine kayıtsız değillerdi. 1960 ihtilalinden sonra ilk seçimler yapılacaktı. Babam Balkanlardan gelen göçmenlerin çoğunun tuttuğu parti olan DP (Demokrat Parti)’nin devamı partiye, Adalet Partisine oy verecekti. Adnan Menderes’in asılmasına karşıydı. Her ortamda da söylüyordu. Oy atma günü, aileevimizin eski odabaşının oğlunun, oy kullanma kabininden çıkarak ‘’ Mührü doğru mu bastım?’’ bahanesiyle tercihini CHP(Cumhuriyet Halk Partisi) den yana kullandığını açık etmesi, canını sıkmıştı. ’’Odabaşı Adil’in oğlu Erdoğan böyle yaptı. Yanlış yapıyo. Yugoslavyada gençler hep komünist, böyle yaptılar’’ şeklinde yorumunu açıklamıştı. Babam Ahmet Coşo kavi adamdı. Kararsızlıkla bakmıyordu. Geldiği yerde deneyimleri olmuştu. Alnı açık olarak tehditkâr zorlamalara tavır koyabiliyordu.
En gıcık olduğu da bu memlekette bir zamanlar ezanın yasaklanmış olmasıydı.’’ Tito bile yasaklamadı. Bayraklı camisinde okunan ezanı bütün Prizren dinlerdi’’ cümlesini savunma amaçlı sık sık söylerdi. Babamın riyakârlığı yoktu. Pek kurnaz da değildi. Doğrusunu söylemek gerekirse vicdanı sağlamdı. Alabildiğine civanmert. Ne yazık; toprağını beğenmeyen bir ağaç olmuştu. Yadırgıyordu. Fırtınada dalları çatırdayan koca ağaca benziyordu. Çöl bitkisi çölün rüzgarlarına kolay mı alışmıştı?
Yalnızlık. Kalabalıklar içinde yalnız. Alışmak zordu buralara, dışarlıklılar ve orta yaşlarda olan biri için. Yabancı olmamaya çalışıyordu ama yabancılaştırma vardı. Alışamamak, yabancı kalmaktı. Karısı Hayriye’yi ve dört erkek çocuğunu alıp Prizren’den İzmir’e gelmesi hayallerinin en güzeli miydi? Hülyalarının masalının sonu bu mu olacaktı? Masalı hep keder oldu. Aynı çemberin içinde didindi durdu. Özgürlüğü uğruna gelmişti. Olağan üstü bir durumdan, komünist bayrağı altından kaçarak, geniş ufuklara geldiğini sanmıştı. Ölünceye kadar ufku aynı kaldı. ‘’Bak yapamadı, geri geldi’’ demelerinden çekindiğinden geri dönmeyi kabul edemiyordu.
Abisinin ölüm haberini bildiren mektup geldiğinde derinden derine kalbi acıdı. Vatanının bozulmasıyla müteessir olduğunu anladı. Mektubu Muharrem okumuştu. Hiç unutamam… Yıkılmıştı… Hasret buydu… Ağlayamadı. Bağıramadı da… Acıyla kalbi burkulmuştu, belliydi. O an, nevraljik bir sessizlik… Sılası olan gurbet… Prizren’in dumanlı dağları ancak hüznü giderebilirdi. Hüzün ve duman… Ne tuhaftı hayat! Oysa mektuplar ferahlı hüzündü. Bir mektup geldiği vakit güvercinleri haber veriyor gibi gelir, hüzünlerine ilaç olurdu. Yüzü berraklaşır, içten tebessüm ederdi… Bu son mektup, ağıttı… El üstünde çepel sokaklarda yol alan, yeşil örtülü tabut geldi hayaline; derenin öte yanında, canlı yeşil ağaçlarla dolu mezara götürürlerdi muhakkak. Salası acaba hangi camide verildi? Bayraklı olsaydı keşke…
-----------------------------------------------------------------
Ahmet Coşo ne istiyordu, ne yapması gerekmekteydi? Kalbine cesaret tavsiye ediyordu. Kalbinin derinliklerinde kimseye hissettirmediği memleket hasreti vardı. Karşı konulan bir arzu nasıl daha şiddetle istenirse; hasret de öyle şiddetleniyordu. Arzunun olmamasıyla hasretin bitmesi mümkün görünmüyor. Aynı şiddetle burada; var olma ve yaşama arzusu kuvvetleniyordu…
------------------------------------------------------
Ahmet Coşo öncelikle ev yapmalıydı. Bunu herkese söylemişti. Hayriye de ‘’Bir ev, alnının terinden olan, lüks değil gerekli bir şey, hayvan gibi değil de insan gibi yaşanacak, başımızı sokacağımız bir yer ‘’ Ama bu emelin gerçekleşmesi zaman alabilirdi. İşe girdiği çorbacıda bulaşıkçılık yapıyordu. Mesai sabah erken başlıyor akşamı buluyordu. Çorbacı İsmet, meşhurdu. Kafası kıyak olanların ayılmak için geldiği mekâna İzmir’in her tarafından müşteri geliyordu. Akşamdan kalanlar sabah sarımsaklı paçayı içince ayılır; kimisi evinin, kimisi dükkânının yolunu tutardı. Ahmet Coşo meşhur Çorbacı İsmet’in bulaşıkçılığını devam ettirecekti. Bu işler bu dünyevi meşgale onu yormuştu. Böyle kötü bir yorgunluğu daha önce hiç yaşamamıştı. Bu ufunetli tarz daha ne kadar sürecekti?
Kader merhamet eder miydi? Tek tesellisi kuşlarıydı. Hava kararmadan gelir önce güvercinlere çıkardı. Tek odalı evinin önündeki bahçeye taraça yapmış tahta kafesleri bir güzel yerleştirmişti. Yukarıya tahtalardan çaktığı merdivenle çıkılıyordu. Üzerinde yürürken sallansa da yıkılmazdı. Güvercinleri her şeyiydi; onlarla rahatlıyordu. Kafeslerinde acıkmış güvercinler, yemleneceği zaman, kapıya üşüşürler, kümesin kapısı açılır açılmaz, dışarı topluca çıkarlardı. Önce Ahmet Coşo’nun üstüne uçarlar, uçmaya yeni başlamış yavrulardan birkaçı başına ya da omuzlarına konardı. Güvercinleri her saldığında taze hayaller kurar, onların canlı-parlak renkleriyle salınarak kibirli ve güvenli yürüyüşlerini; cezbedarane cıvıldaşmalarını ve tüylerini kolayca oynatmalarını seyrederdi. Coşo ailesinin eski zamandan beri bireyleri sayılan bu yaratıkların perisi, Ahmet Coşo’ya dokuz yaşında rast gelmiş, daha peşini bırakmamış. Bizlerle gelmişlerdi Türkiye’ye; seçilmiş güvercinler. Değerliydiler. Beyaz başlı ufak gagalı Mısıriler, Alacalar, gözleri yakut gibi parlayan süt beyaz Paçalılar, Kaplanlar, Beyaz kuyruklular, Tepeliler, Dönekler. Güvercinleri asildi. Tahtadan yapılmış kafeslerinde rahat ve mutlu otururlardı. Dönekleri havada seyretmek ayrı bir hazdı. Sini gibi yusyuvarlak olurlar; bazıları çözülemez, dönerek kiremit çatıya çarpardı.
Refah ve temizlik içinde yaşama hakkını nasıl, ne şekilde temin edecekti, kestirmek zordu. Dağları bırakıp gelmişti. Ortasından dere akan kasabasını, tertemiz havasını, suyunu terk etmişti. Kanı onu bu memlekete sürüklemişti. Ayaklarını doğduğun yerin toprağında sürüklemek arzusu gelirse, kendi kendine de ki: ‘’Rüzgâr beni buralara savurdu’’ Hasrete düşmek varmış. Mahzunlaşsan da dik dur. Ve kadere eyvallah de…’’
Bulaşıkçılıktan sonra; büyük ihtimal, kuşçu kahvesinde tanıştığı soy ismini merak edip öğrenmediğimiz; ilk bakışta bir ağırlığı olduğunu hissettiren her zaman iyi ve temiz giyimli üst düzey memur İrfan Bey’in – yaşamın karşısına çıkardığı en iyi dostuydu – vasıtasıyla Amerikalılara ait salt İzmir’de yaşayan Amerikan vatandaşlarının alış veriş yapabildiği bir süpermarketin ambarında hamal olarak çalışmaya başladı. Yükleri kaldırmak hayvanların işiydi. Ama insanlar bu işi de hayvanlardan almıştı. İnsanların hayvanların elinden aldığı hamallık işini yapacaktı Çocuklarının nafakasını çıkarmak; akşam eve dönerken, elinin boş gitmemesi için yük taşıyacak, para kazanacaktı. Mecburdu, şartlar onu zorluyordu. Nato’da, biz Nato diyorduk çalışacaktı bundan sonra. Alsancak semtinde; burda yaşayan, genelde görevli Amerikan vatandaşlarına Amerika’dan gelen malların depolandığı bir yerde hamallık yapıyordu artık. Lakabı ‘’Pehlivan’’ olmuştu. Memleketinde çiftçi burda pehlivan hamal ! Hamal camal çoktu… Bu işi çoğunlukta Konya’dan göçenler yapıyordu. Zaten anneleri onları ‘’ Büyük şehre gidince inşallah hamalbaşı olursun’’ diye dua ederek gönderiyordu. Hamalbaşı olmak büyük iş. Hele bir incir işleme firmasındaysan; komisyonunu alırsın. Her çuval başına paranı alır, hiç yük taşımadan parayı kaparsın.
-----------------------------------------------------------------
Ahmet Coşo, asabi, inatçı ve sertti. Kızdığında gözü hiçbir şeyi görmezdi. Ne kaybedebileceğinin hesabını yapmazdı.
Aynı aileevinde oturan, komşumuz Kunduracı Nuri abi, akşamüstü, penceresinin kenarında masasını düzmüş, rakısını içiyor. Ahmet Coşo da dışarıdan geliyor. Evinin penceresinden öyle bir laf etti ki Coşo küplere bindi. Pencerenin önünde veranda şeklinde tahta çıkıntıyı geçip pencereden dalacaktı… Nuri abinin lafı da laf değildi ya. ’’Bu memlekete geldiniz bizim ekmeğimizle oynadınız. Adam oldunuz. Göçmenler. Gelmeseydiniz daha rahattık.’’ Uzun boyu, dik başı, kabarmış göğsü ile aslan gibi ileri atılıp pencereden girecekti. Nuri abi pencereyi kapatmak zorunda kaldı… Ahmet Coşo’nun sanki yüzüne tükürmüştü. Hürriyeti uğruna her türlü ıstırabı çekmeyi göze alan iri, kavi, sinirli adama bu laf ağır geldi. Alçalma, düşüklük. İşte bu çileydi. Göğsünü kabartıp ölüme mi gitseydi? Ahmet Coşo göğü yere indirdi. Bağırıyor, çağırıyor. Delirmişti. Polis geldi, ikisini de Mezarlıkbaşı karakoluna götürdü. Kodese atmadı. Komiser odasına çekti ikisini… İnceden sorguya çekmeye başladı. Babam bir ara oturmak istedi. Geniş masada oturan Komiser izin vermedi. Açık kapıdan izliyordum. Üzüldüm. Aşağılandığımı hissettim. Kızmıştım. Dışarı çıktım eve doğru yürüdüm. Babam sadece oturmak istemişti. Yüzü sararmıştı sinirinden. Otursaydı titremesi geçer, rahatlardı. Saatler geçti, yaşamdan kopuk. Gece yarısına yakın geldi babam. Rahatlamıştı galiba. Komiser ikisini barıştırmış, nasihat edip göndermiş. Karısı ‘’ Her şeye kızıyon. Alış artık. Bazı şeyleri duyma.‘’ Yine de Nuri abiye küstü. Ahmet Coşo küs olduğu dağın odununu yedi yıl yakmaz, sekizinci yıl düşünürdü. Yaşamında affetmek yoktu. Sildi attı.
------------------------------------------------------------------
Sormayın? Ne ümitlerle, ne enerjiyle, göğsünü kabartan en büyük bir istekle, saadeti yakalarım umuduyla gelmişti. Neşeliydi. Şenliklere de hazırdı… Prizren’den ilk gelenlerden bir iş hanında tuvalet çalıştıran Kara Şüco(Şükrü), hemşehrilerinin bütün dertleriyle ilgilenen arayıp soran Recep Amca, Başdurak Camisinin altında ‘’Bizim Aşçı’’ adıyla çorbacı dükkânı olan Cemil Abi, Kara Niyazi’nın oğlu ayakkabıcı Enver, çok iyi cümbüş çalan marangoz Ziyaeddin abi ve Nuri Mataracı bir araya gelir eğlenirlerdi. Haftada olmasa da ayda bir kere Prizren’liler günü yapılırdı. Dertleşirler, eskileri yâd ederler. ‘’Yad eller aldı beni’’ şarkısını ve kendi havalarını çalar, söylerler, oynarlardı.
Kadınlar da boş durmaz kendi günlerini yapardı. Recep abinin karısı Sadber yenge büyük kızı Hilmiye, Cemil abinin karısı Bedriye kızı Nilgün, Ziyaeddin abinin karısı Fico(Fikriye) kızları Fatma ve Aliye, Tabelacı Ahmet’in annesi Naciye yenge, annem ve daha adını bilmediğim hatırlamadığım tanıdıklar. Usta olan dayre(Def) çalar hep beraber türkü söylerlerdi. ‘’Oğlan oğlan hovarda çoban, kolum sana yastık saçlarım yorgan’’ türküsü kesin söylenirdi. Annemin sesi güzeldi. ‘’Yağma yağmur esme be deli rüzgar, yârim yoldadır’’ türküsünü kadife sesiyle, herkese dinlettirirdi. Fico, erkek gibi giyinir oynardı. Mukallit kadın, herkesi güldürürdü. Kadınlar mutlu oluyordu. Ben dahi çocukluk ruhumla bir tat alırdım. Bu eğlence amaçlı muhabbetlere komşu kadınları da gelirdi. Hele; Gülseren annesiyle geldiyse! Erkek gözlerden uzak… Kalçası üstüne bağladığı yemeninin içine; eteğini de biraz çeker özgürce raks ederdi. Raks Gülseren’e yakışıyordu. O vahşi bir tazelikti. Biz çocukların bağrışmaları durmaz kimse de duymazdı. Yeni yaşam başlayacak bundan sonra göçmen kadınları için. Umuluyor değişecek her şey!
Gençler de genelde hafta sonları bizim evde toplanır, darbuka def çalar şarkı söyler oynarlardı. Ahmet Coşo işten yorgun gelse de gençlerle şakalaşır, onlarla oynar neşelenirdi. Memleketinin Kasap havasını ve Aynalı Pembe’yi oynamadan ayrılmazdı. Sonrasında İkiçeşmelik’ teki kuşçular kahvesine veya Prizren’li dostlarıyla buluşmaya giderdi. Gençler gönüllerince vur-patlasın çal oynasın; sabahlar olmasın. Bazı haftalar saksofon çalan Rüştü gelirdi. Gençler; Muharrem, onun cankuşu İhsan, Ferit, Mehmet, Tabelacı Ahmet, marangoz Kemal, Tekin, Sivri, Saldıray, Arif, eğlenir coşarlardı.
------------------------------------------------------------------------------------------
Ama bazen; işte o, bazenler de güneşe karşı duvara yaslanmış kediyi kıskandığı oluyordu Ahmet Coşo’nun. Zaman onu sarmış, duygularını törpülemiş, ruhunu harabeye çevirmişti; insan olarak bir şey hissetmek istemiyordu. Buranın arslan delikanlıları onun memleketinde kedi bile olamazdı. Memleketinde yiğit arslan burda pis göçmen. Ahmet Coşo acaba ihtiraslarının karşı konmaz ateşine kapılıp mı gelmişti? Bu asla böyle değildi. Türk bayrağının altında ölmek istemişti. Çocuklarını düşmandan korumak, emin olmak yarınlardan güven duymak istediği için; dünya meşakkate katlanarak, hasrete düşerek hayalinin peşinden koşmuştu. Prizren’de ezilmek isimsiz kalmaktansa, buralarda sürünse de başı dik yaşayacaktı. Güvercinleri sonsuz göklere yükseldiğinde ruhu da kanat çırpıp yükselir, içi ferahlardı… Dünyanın acıtmaları hiç bitmediğinden mi nedendir bilinmez… Büyümeye durmuş çocuklarını koruması; iblisin kurbanı olmalarını engellemesi, Mezarlıkbaşı’nda zordu. Bataklıkta yaşıyordu. Esrar içenlerin şarapçıların olduğu, kavgaların eksik olmadığı yerde yaşamak maharet istiyordu. Ahmet Coşo sevmişti buraları; severek tuttukları ellerini kanattı, parçaladı. Bazen ellerini kopardı.
Birbirine benzemeyen alın yazıları var, insanların… Ortam böyleydi. Acı, tatlı yaşanacak. Ahmet Coşo’nun bilemediği-belki kendine özgü- acımsı bir tattı… Ara sıra güneşin, bulutlar arasından yüzünü gösterdiği bir günün akşamı; annem kuzineyi az yakmış; odanın, havası ılık. Yer sofrasının etrafına tüm aile dizilmiştik. Sofra örtüsünü dizlerimizin üstüne çekmiş derince bir tabağa konan yemeği ellerimizle böldüğümüz ekmekle çalakaşık yiyorduk. Sofrada ayran ve tatlı da eksik değildi. Babam yemekten iki kaşık aldı almadı, sofra örtüsünü dürüp, tepsiyle kapının dışına attı. Ben sinmiştim. Titredim. Güzel bir akşam yemeği olabilirdi! Renkli kareli sofra örtüsü; sıcaklığı, neşeyi, huzuru odanın içerisinden toplayıp, kapının dışına koydu. ‘’Ben tatlı ağzımı ne diye acılaştırayım’’ dedi babam. Sesi gergindi. Babam acı sevmezdi… Acı, akşamı tatsızlaştırmıştı… Oda, soğudu buz kesti. Abim Muharrem bir hışımla-kızdığı belliydi- bir şey söylemeden kalkıp gitti. Benzeri olmayan bir adamdı Ahmet Coşo. Öyle ya; kızmak için her zaman bir nedeni vardı asabi adamın…
------------------------------------------------------------
Hafakanlarının bastığı an güvercinlerine bir şey olduğu andı. Güvercinlerinden birinin çevrede bulunan başka kuşçular tarafından ayar verilip yakaladığında veya haylaz bir kedi, güvercini parçaladığında; kanı başına yükselirdi… Sarı erkek kedi, doğal refleksini göstererek bir güvercinini yedi… Kediyi yakaladı - ne hikmetse- onun da kaçası yoktu. Kuyruğundan tuttu yere çarptı, kedinin gözleri dışarı fırladı. Kediyi yakalamasına ben de yardımcı olmuştum… Başımı öne indirdim, yerdeki kana baktım, çirkindi; çirkinliği örtmek lazımdı. Gözüm kedi ölüsüne kayıyordu hep… Dayanamadım. Aile evinin dışına, sokağa çıktım. İçimden pişmanlık geçti. ‘’Keşke kediye, sinsice yaklaşmasaydım, kaçsaydı. Kuyruğunu dikip salına salına yürüseydi ’’ Bol suyla kanı temizledim. Kedi leşini Agora harabelerinin içine gömdüm. Son görevimi yapmıştım. Vücudumda bir hafiflik hisseder gibi oldum.
Günlerden bir gece; yatmıştık, taraçada, güvercinlerin kafesinden kulak tırmalayan sesler gelmeye başladı. Çırpınan hayvanlar belli kaçmak istiyor, karanlıkta kafeslere çarpıyordu. Hızlı kanat çırpmaları aşağıdan duyuluyordu. Ayaklanmıştık. Ahmet Coşo çıplak ayaklarıyla hızla yukarı çıktı. Kafesin lambasını yaktı içeri girdi, bize de ‘’ Kapıyı sıkı tutun, aralık kalmasın ‘’diyerek emirler veriyordu. Son sözlerini sessizliği bozan bağrışla söylerdi. Güvercinlerini yerde ölmüş halde görünce delirmişti sanki… Ve çirkindi. Çıplak ayakları kalın kalındı. Gözleri çakmak çakmak olmuş, çehresi kızarmıştı. Kopuk kopuk soluyor arada tıkanıyordu. Babam hiç hoşuma gitmiyordu. Koca elini bir kafesin arkasına soktu, güvercinlerini boğarak öldüren Sansarı, boğazından yakalayarak çıkardı. Karşı koyamadığı sınırsız öfkesiyle, sansarı birkaç kez yere çarptı. Hayvanın sonu da sarı kedi gibi oldu. Delilik değil miydi bu? Başımı kaldırdım. Parça parça bulutlar tez gitmek için uçuşuyorlardı gökyüzünde… Aşağı inip yorganın altına gizlenircesine yattım. Karanlığa gizlenmek istiyordum. Uyumak zordu. Böyle bir hayatın resmini kafamın içinde düşündüm. Hiç birisi net olmuyordu. Kuma çizilen resmi; dalga siliyordu. Baharın resmini çizemiyordum. Denedim, tekrar tekrar. Güneşi ve denizi arzuladım. Başımı ellerimin üstüne koydum. Gücüm neydi ki? Gözlerimi yumdum. Uyumuşum… Birkaç gün sonra hayvanın içini temizledi, saman doldurdu, odanın duvarına astı. Her gelen misafire anlatacak heyecanlı bir hikâyesi olmuştu… Ben bu güvercinlere artık dayanamıyordum. Biliyorum ailenin diğer bireyleri de dayanamıyor. Güvercinler bize çektiriyordu. Dondurucu kış günleri onlar için deniz kıyısından deniz kumunu elimle toplamak, aile bütçesinin darlığından; ucuz, ama çuvalla yem almak ve onu sırtımda – ağırlığından ezilerek - taşıyıp eve getirmek, özensiz hayatı daha da karanlıklaştırıyor, çekilmez kılıyordu.
Ahmet Coşo, başına buyruk özgür yaşamaya alışmış; özgür adam için, özgürlük olmayan her şey ölüm demektir. Özgür yaşamış bir yılı, ezilerek yaşanan bütün bir ömürden yeğdi. Avlunun ortasındaki yüksek kavak ağacının tepesinde dolaşan rüzgâr bile aşağılara inmeye tenezzül etmiyordu. O, sadece acınacak halleri, yapraklara değmesiyle söylüyordu.
Karısı Hayriye, çocukları uğruna katlanıyordu böyle sefil yaşama… Ahmet Coşo, ‘’Türkiya’ya gitmek ister misin?’’ sorusunu sormamıştı. Hayriye de’’ Kısmet böyleymiş. Ne yapayım?’’ Katlanıyorum çocuklar için’’ diyordu. Kadın dayanıklıdır; zor şartlara alışır; evinde huzur olduktan gayri. Belliydi, uzak yola çıkmıştı. Görünürde, yakın dostlar yoktu. Duacıları geride kalmıştı. Anahtarsız kapanan kapılar, gaz lambasının solgun ışığında; yabancıydı, evlerden yükselen türküler… Sabah başını kaldırdığında içinde garip bir ürperti olur, birden kanatlanıp uçmak, İzmir’i bırakıp gitmek isterdi… Ahmet Coşo(kocası) sinirli olmasa; olur olmadık kızmasa; hayat daha yaşanır olurdu muhakkak… Fakirliğin olduğu Türkiya’da çalışan insan bir topan ekmeği evine götürebiliyordu. Kocası, çocuklarını aç bırakmazdı.
Hayriye kendine küs ve dargın. Gelirken yollarda, tren istasyonlarında, insanları alttan alttan süzmüştü. İnsanlar karanlıktı; kara kara… Anadolu bozkırlarının yüzlerini yaktığı, güneşten kara boya almış insanlar. ‘’Allah Kerim’’ diyor umut ateşini söndürmeden, razı olurcasına, trenin geride bıraktığı mesafeleri, pencereden her şeyin bir an görünüp kaybolması. ‘’ Değişiyor işte anbean… Alnımızda ne yazdıysa o. Allah iyi yazılar yazmıştır.’’ Kendisine küs ve kocasına dargın. Onmaz düşüncelerinde, beliren sisler arasında; coşmuş renkleriyle kendini sevdiren avluda ki çiçeklere bakardı. Merhametle bakan, kurumuş deniz yosunu rengi gözlerine baktığımda, içim ısınır, tüm güzellikleri kalbimde duyardım… Hayriye; Prizren’i yüz üstü bırakıp gelmişti. Onsuz neye benzeyeceğini düşünmedi bile. Saçlarını ördüğü karşı komşu kızına elveda diyemedi. Prizren’nin dar sokaklarında kaldı anıları. Hava koyuydu. Karanlık basıyordu pencere camlarına. Yağmur yağacaktı galiba… Üşüme geldi. Kuzine önünde duran yer iskemlesine sırtını dönüp oturdu. Eline örgüsünü aldı, ilmek ilmek dizmeye başladı. Kırmızıyı seven Mehmet’e yelek örüyordu. Kar olmasa da ayaz üşütmesin. Çocukların, dikişi sökük tabanları aşınan ayakkabılarının tamiri mümkün; İzmir yağmurunda su almasın yeter. Kuzinenin üst kapak aralarından sızan ışıklar, odanın mavi badana duvarlarında ölgün titreşiyordu… Ne yapsın yaban ellerde gözleri nemlenmişti. Kapıyı, yan komşu Şambalicinin karısı açtı. O da kuzinenin önüne kuruldu. Muhabbete daldılar. Hayriye duygularını açığa vurmamak için zorluyordu kendisini. Radyoda çalmaya başlayan türkü ruhuna hoşnutluk verdi. Yeleği yaz gelmeden bitirmeliydi.
Şambalicinin karısı ile muhabbeti, biçareliğin içini kurcalamasından kurtarmıştı. Hayriye kendini güçlü tutabilirse çocuklarına hatta çevresine yardımcı olabileceğini hissediyordu…
Kadın kocasından dert yanmaya başlamıştı. Hayriye ona yardımcı olmaya çalışıyor, akıl veriyordu.
‘’ Sabır et. Düzelir her şey. Ne yapıcan?’’
‘’ Sabır sabır. Nereye kadar? Ben yaşamak istiyom bu yaştan sonra.’’
‘’ Şambalici böyle alışmış, o da düzelir, sen de alışırsın.’’
‘’ Ya! Adam boğazımızdan bile kısıtlıyo. Sabah para istiyom, beş lira veriyo. Ne yapılır bu parayla?’’
Kadın, bu insanla yaşadığına kendi kendini inandırmak istemiyordu.. Kadın görmüş geçirmiş; kendine göre, özgür. Akşam şambalicinin yanına yatmağa da mecbur hissetmiyor kendini, besbelli. Şambalicinin, para koklatmadığını inatla tekrarlıyordu. Ee, bakımına para lazım. Şambalici çok para biriktirmiş, bankaya yatırmış… Kadın bu yaşta sefalette kalmak istemiyordu.
… Anneler, merhamet kahramanı. Tüm güzellikleri gölgede bırakan, manevi güzelliği var annelerin. Hayriye de öyle. Onun yaptıkları fedakarlık dolu muhabbetten başka bir şey değildi. Biz çocuklarına her zaman kol kanat oldu; yuvadan uçmayı öğrenmeden kaçmamamız için… Bizleri, ailesini mutlu etmek uğruna fedakârlığını, karşılık beklemeden yaptı. Fedakârlığının manevi güzelliği efsunlu bir sis gibi etrafa yayılıyordu. Bu güzellik, bütün kelimelerin, şüphelerin üstündeydi. Gurbette hüznün nasıl yaşandığını annemden öğrendim ben. O; başlı başına bir hikayeydi; düz yazıydı, bir şiirdi bazen.
Teyzemin kızı Hasibe bizleri ziyarete gelmişti. Bir ay kaldı. Onu garajdan yolcu ederken, ben çok ağlamıştım. Annem’’ Siz böyle yaparsanız ben ne yapayım’’ dedi. Dik durdu. Kıyıdaydı ama dalga alıp götüremiyordu. O; binlerce çakıl taşı arasında sıradan bir çakıl değildi.
----------------------------------------------------------------
Çocukluğun içe sığmaz coşkusunun en ufak şeylerin zevk kaynağı olduğu o günlerde , ruhumun tazeliği, benim için bir enerji bir bitmez güçtü. Gözlerimin içinde sevinçli hatta haylaz parıltıların belirdiği… Annemin göğsüne başımı koyduğumda hissettiğim mutluluk… Pis mahalle, çocukluğumun bu paklığını kirletememişti. Babam korkutucuydu. Yaptıkları salt bizi korumak amaçlı olsa da, sertti. Annemin tatlı sesi, çocuk yüreğime, şefkatin, merhametin, efsunlu bir üflemesi gibi gelirdi. Bu ses neler neler söylerdi yüreğime… Annem ‘’Erken yatın erken kalkın, kısmetinizi kaçırmayın hem kafanız daha iyi çalışır’’ derdi. Onun yanında yattığım gecelerin güven ve mutluluğu içinde derin uykulara dalardım. Kuzinenin sıcaklığı ile tatlı bir hülyaydı. Kuzine, Prizren’den bizimle gelmişti. Kalın saç ve demirden, büyükçe. Sol tarafında odunların yandığı kısım, sağ tarafında fırın. Ateşin alevi fırının üstüne ve altına yetişiyor. Etrafta böyle soba yok. Göçmen sobası da diyorlar. Onun kurulması ayrı bir tantana. Geçen kış bitiminde boruların içini, ucuna koca yumak yapılarak bağlanan bezin olduğu sopayla temizlemiştik. Önce kurulacak yer hazırlanır, oraya yerleştirilir, boruları takar, tekrar ıslak bezle siler, sağını solunu süpürürdük. İlk yanması bayram. Çalı çırpı çıtırtısı, ateşin gürlemesi, odun kokusu; gürül gürül yanardı. Kış günleri sokakta oynadıktan sonra, üzerine, üşüyen ellerimi tutup ısıtmayı severdim. Sobanın sıcaklığını sevip dışarı çıkmak istemediğim olurdu bazen. Yattığımda, gözlerimi yumar, gözlerimi açıp sobanın üst kapaklarından sızan, ışıkla aydınlanmış tavana bakmaya, bir gereksinim duyardım. Portakal ve elma kabuklarını sobanın üstüne attığımızda sıcağın etkisiyle kuruyan kabukların kokusu odayı doldururdu. Külüne soğan ve patates gömerek, onları piştikten sonra zevkle yerdik. Lezzet buydu. Onun üzerinde pişen kestanenin lezzeti hiçbir şeye değişilmez… Çocuk musun? Haylazlık olacak. Üzerine kolonya dökerek alev denemesi yapardım. Bir seferinde limon kolonyasını bitirmiştim. Sobanın borusunda bulunan çamaşır kurutma tellerine asılı elbiselerimiz. Sabah okula giderken okul önlüğünü oradan alırdım. Sıcak olur, tenimi ısıtırdı. Okul dönüşü yağmur varsa ayakkabım su aldığı için ıslanan ayaklarımı sobaya uzatarak ısıtırdım…
Annem ufak iskemlesini önüne koyarak sırtını sobaya verip kemiklerine kadar- öyle ısıtırdı ve ısınırdık- ısınması, eline de örgüyü alması, radyoda hoş türküler söylenirken, somut olan soyut hikâyelere döner, konuları zihnine rahatlık, içine ılık bir huzur verirdi. Gün boyunca soba önünde durur, kalkmak gereksinimi duymadığı olurdu… Su güğümü her zaman üstündeydi. Sıcak su hazır. Yemek onun üstünde pişer, böreğimiz olurdu. Çayımız bile üstünde demlenir; sabah sobanın yanında kahvaltı; üstünde kızaran ekmek dilimleri… Akşamları, kapakları çürümüş, dört ayaklı - biri kırılmıştı destek yapardık- mangalımıza kor ateşi çıkartılır; onun kenarında,
köpüklü kahveler pişirilirdi… Kuzinenin aksilik ettiği zamanlar da yok değildi. Tüttüğünde odayı duman kaplar, kapı pencere açılır, temiz havanın içeri girmesi sağlanırdı. Sobaların yandığı o soğuk kış günlerinde, sokağa girdiğimizde genzimizi yakalayan duman kokusu olurdu. Kışın, en sevdiğimizdi soba; ona, günlük özlemlerimiz olurdu. Dışarda soğukta kaldıysak, üzerine eğilip- içine girecekmişçesine- odun kokusu alır, ellerimizi; sonra, tüm bedenimizi ısıtırdık. Ve avucum içinde sıcaklığını tutardım. O, bizim uğurumuzdu.
Ailemizin diğer bireyi de sırtında siyahı olan sevimli beyaz kedimizdi… Avcı kedi farelere aman vermezdi. Onun mır mırlarını dinler, ne diyor acaba diye yanıma alırdım. Zaten o çoktan sokulmuş olurdu. Temiz, saf, sevimli yaratık. Evimizin vazgeçilmez dostu. Sobanın söndüğü, sıcaklığının azaldığı zamanlar altına yatar; gerilir, esner, başını ön patilerinin üstüne kor, uyurdu; keyfine düşkün kedimiz.
--------------------------------------------------------------------
Mahallemiz; şiddetin, evlerden taş döşeli sokaklarına taştığı mahallemiz. Orda bitmeyip devam ettiği, sığamayarak tekrar evlere girdiği… Bir defasında babam, akşam iş dönüşü eve gelirken hava karardı kararacak beni sokakta oynar bulunca- eski bir baraka olan kunduracı dükkânının altına oyun meşem kaçmıştı onu almaya çalışıyordum- haberim olmadan vurdu. Apansız; fenaydı, acıdı. Ben de kaçtım. Gece oldu sokaklardayım. Mahalle gençleri Heykel’de (Cumhuriyet Meydanı-Kordon) buldular. Eve getirdiler. O gece Servet Hala da kaldım. Ertesi gün Recep Amca geldi. Babamı yatıştırdı. Olaya bak. Görüyor musun?
Dünya zarafet dolu bir yer değil. İyilere, saflara, temiz kalplilere zor. Ahmet Coşo, basit bir insandı. Hile nedir bilmez, her işi dosdoğruydu. Kalbi ve lisanı birdi. Dünyası bok püsür dolu bu yer, sert olmasını icap ettiriyordu, anlayışı, ailesine şiddetli davranmasına neden oluyordu. Ailesine sahip çıkmak cahilliğiyle olacağı güç olan işti. Onun; zümrüt yeşili ormanlarla çevrili, ortasından saf su akan Prizren’e özlemi bitmemişti. Bunu çocuk aklımla, yüzünde görüyor anlıyordum. Hatıraları, dolapta saklanan kırılmasından korkulan cam eşyalardı. Düğünlerde memleketinin havalarını bir başka oynardı. Hele kasap havasını; koca elli kollarını açar; dönüşlerinde kâkülü alnına düşer, dalgalanırdı. Omuzlar dik, başı dik, kolları; müziğin ritmine uyarak; özgür kartalların, havada kanat oynatmasını andırırdı. Uzun boylu adama yakışırdı oynamak. Onun yaşantısı, içine Hayriye’nin de dâhil olduğu, mevsimler senfonisiydi.
-----------------------------------------------------------------------
Hayriye’nin kışı-yazı karışmıştı. Neye sevinsin neye üzülsün bilemiyordu. Bahardan kalma bir gün ısıtan güneşe karşı kapı önünde taş basamağa oturmuştu. Şambalicinin karısı elinde tahta bavulla yanında durdu. Her zaman boyadığı saçlarını boyamamış, aklar çıkmıştı…’’Gidiyom Hayriye’’ ‘’Nereye? Neden?’’ ‘’Bu yaşta çekemem. Ben yaşamak istiyom’’ Hayriye bir şey diyemedi. Kafasında sorular vardı. Nasıl olurdu? Cevap bulamıyordu… Şambalici parayı koklatmamış. Çekti gitti. Nereye? Söylemedi… Hayriye çekip gitmeyi aklına dahi getiremiyordu. Nasıl olurdu? Olamazdı!
--------------------------------------------------------------------------
Ahmet Coşo çevresinde ’’Pehlivan’’ lakabıyla anılırdı. Kahvede kafasını duvara dayarmış, duvar ile kafası arasına da kağıt koymuş; birine, kulaklarından çektiriyormuş; adam, var gücüyle asıldığı ve çektiği halde kafasını oynatamamış; kağıt, yere düşmemiş. Ne kulak ama! Çevresine toplananlar ‘’Helal Pehlivan. Valla kulaklar sağlam’’ demişler. Kahvede bulunan yirmi kadar müşteriye; kaybeden, çay ısmarlamış. Pehlivan Ahmet bu! O sıralar Tercüman gazetesinde tefrika halinde eski güreşleri anlatılıyordu. Usta güreşçinin ismini her tefrikada yeniden öğreniyordu okuyucu. Gazetenin bu kupürlerini kesiyor, sıraya koyuyor, biriktiriyorduk. Misafirlerimize okuduğumuz oluyordu. İçinin ezikliği nispeten gidiyordu galiba… İşte bu zamanlar babamın büyüdüğü, adam azmanı olduğu günler gibi gelirdi bana. Zihnimde soyut hikâyeler, masal tadında konular oluşuyordu.
Ahmet Coşo, abim Ferit’le belediye otobüsüne (Troleybüs) binmiş. Şoför dışında görevli biletçiler var. Parayı alır, bileti verirdi. Ahmet Coşo kendi şivesiyle ‘’ İçi bilet verır mısın? ‘’ Biletçi de, ses tonu alaycı şekilde ‘’Verim Arnavut abey’’ demiş. Ferit biletçiye okkalı bir yumruk geçirivermiş. İnmişler tabii. Sonra Coşo ‘’Sen devletın adamını nicin dügeysın be!’’ diyerek Ferit’e çıkışmış… Yalın konuşmaları büyük ölçüde çözerdi Ahmet Coşo… İroni anlatımlar onun için zordu. Kinayeli cümleleri çözemez, kızar ’’Bunlar hep yalan konuşi be’’ deyiverirdi. Söylenecekleri düz söylemeli. Hele abuk sabuk konuşmaları hiç benimsemezdi. Ahmet Coşo farklı renk. Değişik renkler arasında sert ve tonu koyu olandı. Göze batıyor, ayrılıyordu. Zihni her şeye açık değildi. Zaten asabi oluşu buna engeldi.
2.BÖLÜM
Ben çocukluğumun verdiği tazelik ve gamsızlıkla sevinç içinde günlerimi geçiriyordum. Salt sevgiye gereksinim duyardım. Annem sevecenliğini, sevgisini açıkta belli ederdi. Babam sevgisini içine gizlemişti… Çocukluğumun masum neşesi hiç bitmezdi. Çocukluk çağından üstün bir çağ; bir zaman dilimi yoktur. Galiba onun için; herkes çocukluğunun o masumluğuna, neşesine, gamsızlığına özlem duyuyor. Okuldan sonra, sokaklar benimdi. Çelik-çomak oynamak, meşe oynamak, koşmak terlemek az bulabildiğim para ile dondurma veya şeker kamışı almak. Sopa gibi şeker kamışından satıcı biraz keser, iki üç saat o parçayı ağzımda tutardım. Şeker kamışının kabuğunu dişlerimle soyuyor suyunu iştahla emiyordum. Baymayan bir tadı vardı. Bir de bölmeli tablada satılan her bölmede başka renk şekerli macun olan ve kalem gibi bir çomağın ucuna sarılan ağdalı tatlı vardı. Yala dur. Sokak satıcıları meşhurdu. Yeni Sinemanın köşesinde şambalici; beyaz önlüğü, başında yine beyaz kukuleta, her zaman traşlı, tertemiz; müşterisine, tatlıyı maşa ile verir ‘’Arayanlar soranlar tanıyanlar bilenler’’ kulağa hoş gelen nağmeli bağrışıyla, harika Şambali satardı.
Yeknesaklığın olmadığı mahallede çocukların top sevdası olmasa olmazdı. İkiçeşmelik yokuşunu heyecanla çıkar Cici Park’a (Damlacık mahallesi) sevinçle varır; bir kaleyi, iki ağaç arası diğer kaleyi koyduğumuz iki taş belirler, adımlarla sayışır, kazanan ilk tercihini yapar en iyi futbolcuyu alır, sırayla bir o bir diğeri oyuncular alınır beş kişilik veya altışarlı maçlara hemen başlardık. Top taşların belirlediği kaleye girdiğinde tartışma çok oluyordu. Yok taşın üstünden gitti yok yukardan gitti, gol oldu olmadı, kavgayla sonlandığı zamanlarda bile maça devam. On iki gol atan galip. Takatten kesilinceye değin koş babam koş; çökerek toprağa dinlendiğimiz dakikalar az; gelen falsolu-düzgün topumuz olmadı- topa var gücümüzle abanarak ya da topla koşarak; çalıp atma sevdasıyla varyete yapmak; on iki gollü maç, biter mi? Terden sırılsıklam olmuş; yorulmuş ama neşeli eve dönerdik. Mahalle maçlarını da Cici parkda yapardık. Skor tabelamız sokak direğinde asılı dururdu. Yapacağımız maçları da oraya tebeşirle yazardık. Gol attığım maçların skorunun, yeryüzünün silinip gittikten sonra bile, o skor tahtasındaki; önemini yitirmeyeceğine inanırdım. Bazı Pazar günleri dükkanlar kapalı olduğundan Şekerci’ler içinde, sokakta, futbol maçı yapardık. Mahallemizin Pele’si Nanay, sokak maçlarında ustaydı. Bol gol atardı. Bizim mahalleden sadece Zeki, futbolcu oldu. Altınordu genç takımına seçildi. Mücadeleci topçuydu; forvetlere adım attırmazdı.
Kızlar evcilik oynardı. Eski bir kilim bulurlar, yere serer resmen oda yaparlardı. Orası onların hayallerinin eviydi. Süslerler, geçip otururlardı. Plastik bebelerini ellerinde ya da ayaklarında sallarlardı. Bebeklerine diktikleri renkli elbiseleri giydirirler, ninniler söylerlerdi. Onların erkek çocukları gibi kavgaları olmazdı. Arada uzun sürmeyen ağız dalaşı yaparlardı. Kızlarla kesin ayrıldığımız, salgın halini alan Hulahup çevirme oyunu vardı. Bellerine geçirdikleri plastik çemberi ritmik; kalçalarını sağa-sola oynatarak, ince bellerinde çevirirlerdi. Mahallenin üç-beş kızı bir araya gelir, hem kendileri döner hem Hulahup çevirirlerdi. Gülseren abla göğüs hizasına kadar çıkarabiliyordu bu nesneyi. Ben bir seferinde denedim; kızlar gülmekten yerlere yattı. Kızların oyunları kendilerine göre, onlara yakışan oyunlardı…
İnce metal telleri kıvırarak araba yapar; daha kalın bir teli de ona bağlar, boyumuza uygun uzunlukta ayarlayıp direksiyonunu yapardık; bozuk yollar, gitmesini engellediğinden belli yerlerde oynardık. Çember çevirirdik. Çember çevirmek yorucu; İzmir’i turladığımız olurdu; akşamı ederdik.
Eve hava kararmadan girmeliydim Ahmet Coşo sağır ve dilsiz! Bağışlamaz. Beni evde görmeli. İşten gelişini hesap ederdim. Ondan sonra eve girersem paso dayak… Aile evine girmeden önce solda sürekli akan Osman Ağa suyundan doyasıya içmeden de girmezdim. Haşlama, tertemiz kaynak suyu. Babam, hiçbir şeyi olduğu gibi kabul edemiyor, alışamıyordu. Gündelik hayatın olayları karşısında üzüntüye belki pişmanlığa kapılıyordu. Kader ona terslik ediyordu. Nasıl alışsın? Memleketinde alıştığı bir yaşam vardı. Tito’nun zulmünden kaçmış ancak katmerli başka bir tarzda sıkıntıya girmişti. Yaşı ilerlemiş dil bilmez yol bilmez, şivesi değişik ve harfleri söyleyiş tarzı farklıydı. ’’İzmir’in insanları yalancı’’ derdi. Nasıl alışacaktı? Kozmopolit insanların olduğu Mezarlıkbaşı’na nasıl alışsındı? Ona zor gelen hasretti, kardeşi Sinan Mera’nın oğlu Faridin geldiğinde- ki onu büyütendi -şoka girmişti. Kendini kaybetti. Belli; içi yanıyordu, yüzü kor alevinin sararmasına benzemişti. Geçim sıkıntısı olmasa; sıkıntı olmayabilirdi. Ev kirası var elektrik parası var. Masraf bitmiyor. Boğaz direkt para.. Muharrem marangozda çalışıyordu, sıcak soğuk demeden inşaatlara gidiyor kapı pencere takıyor. Ferit ilaç laboratuvarında; Mehmet marangoz çırağı; Ben ise ilkokul öğrencisi. Abilerim çocukluktan gençliğe geçtiği devredeydiler… Pis mahallede, iyilik ile kötülük iç içeydi, her şey olabilirdi. Kötü alışkanlıklar edinebilir hatta cinayet işleyebilirlerdi. Başkalarına zarar vermekten önemlisi kendilerini korumaları; kötü maksat gütmeden, çalışmaları gerekiyordu. Çalışmadan yaşamak zor. Okumak; eve, para getirmekten sonra geliyordu. Katkı yapamayan; gereksizleşir; ailesi için de, mahallesi için de gereksiz bir adam olurdu. Birçok aile çocuğunu okutmuyor sanata gönderiyordu. Ne de olsa zanaat altın bilezikti. Okula gitmek aileye yük; o kadar sene kim dayanırdı buna.
Gençliğin sınırsız arzularını kontrol etmeleri Ahmet Coşo’nun sertliği sonucu olabiliyordu. Çoğu isteklerini bastırıyorlardı. Onlar için ilerisi, kimi zaman zifiri karanlık görünüyordu. Neden görünmesin ki, insanca olmayan her çeşit duyguların hükmettiği, kısır fikirlerin havada uçuştuğu bu yerde normal olan buydu. Aydınlık olan sanıyorum salt hayallerdi. Burda yine de-aile kavramı – öyle ya da böyle vardı. Bu anlayış aileevinin her odasındaydı. Ahmet Coşo’ nun maaşı dört yüz liraydı. Bunun elli lirası kiraya gidiyordu. Güvercinlerinin masrafını unutmamak lazım. Fakirlik içinde olsa da çocukları tertemiz giyinirler ve karınları doyar. Mezbelelik içinde onlar ak-paktı, odaları ve kendileri… Evin, ruhu zengin kadını, Hayriye olmasa çok şeyin yarım kalacağı kesindi. Hayriye’nin kalbi sıcacık fırındı. Bütün ham olanları pişiriyordu… Kurumuş deniz yosunu rengi gözleri olan annem benim…Ahmet Coşo meymenetsiz bir zamana rast gelmişti. Zihni kapalıydı. Hem buranın yaşamı müsait değildi. Kokladığı havada zamanın ufunetini hissediyordu. Bu mekâna göre seçilmiş bir nesne değildi. Yatağa başını koyduğunda esen rüzgarlar kapı ve pencereden girseler de ona yetmiyordu. Kışın bile taraçanın altına yaptığı yatağında yatıyordu. Gamlı çehresini güler yüze çevirecek zaman ve mekan, uygun ve yeterli değildi. Sert adam, tatlı dile, güler yüze, temiz maziye önem veren sert adam, sert oluşundan ruhunun olan güzelliklerini dışarı çıkaramıyor, önemsediği tatlı dil, güler yüz kendisinde pek seyrek oluyordu. Mazi ise Prizren’di. Geldiğine memnun muydu? Pişman mıydı? Kimse bilemezdi. Arkasına dönüp bakmadı. Memleketi göz erimi mesafede de değildi. Dağların, kara gölgelerini aşmak hayalen bile zor geliyordu. Didindi durdu. Yaşamaya çalıştı. İçi aydınlık ela gözleri, çok şey anlatmak istercesine bakardı. Severek isteyerek gelmişti. Geldiği bu yerde Leyla’sını arayan Mecnun’a döndü. Kafasındaki düşünceler engin denizlerdeki gece karanlığı gibiydi. Karanlık karanlık içinde… Düşman bayrağı altında, sahip olduğu gurur ve kibiriyle nasıl yapar nasıl yaşardı? Düşman elinden kaçmış, çocuklarına onurlu yaşam düşünmüştü. Türkiye onu, oltanın ucunda alev alev yanan yedi renk ışık saçan zoka gibi kendine çekmiş, gözünü almıştı. Baba olarak ailesiyle alakadardı. Aldığı terbiye, zaten bunu gerektiriyor; ailesinin saadeti onun mutluluğu. Tek derdi çocuklarını beladan kurtarmak. Yalnız nasıl koruyacağını bilemiyor. Geliştirdiği yöntem kızmak ve dayak. Başka ne beklenebilir… Neyse o… Bu kadar… Ferit’e küstü; yüzünü ölünceye kadar görmek istemedi… Çocuk, hayallerin en güzel mevsimidir, baharıdır yazıdır… Oğlu Ferit onun kışıydı. Kabahatli mi? Kabahat; olayların ters gelişindeydi. Kalbinde olamazdı. Bir düş kurmuştu. Kara trene atlayıp gelmişti. Şimdi seraplar görüyordu. Ahmet Coşo; burda nasıl değişecekti? Buranın çeşitliliğine alışmak onun için devenin hendek atlamasından zordu. Yokluğa- fakirliğe düşmüştü. Ailesinin sefalette kalabilme ihtimali, endişeye düşürmüş, onu sinir yapmıştı… Mezarlıkbaşı’nda her şey bir lokma ekmek içindir… Çocukların haftalıkları kendilerine zor yetiyor. Muharrem çalıştığı marangozdan para bile alamıyor; sanatı aç karnına öğreniyordu… Ailenin yaşantısını değiştirecek parayı bulmaları zor oluyordu.
Mahallede yanıltmalı yansımalar ara sıra oluyordu. Kendi hesabına mutlu olanların mutluluğu, dertli şarkıları değiştirmiyor; sahip oldukları para, görünüşe biraz renk katıyordu.
Sepette çifte kavrulmuş fıstık satan, cebimizdeki paraya göre bize- bazen bana parasız- fıstık veren biri vardı. Spor- Toto dan dan on iki tutturmuş iyi para almıştı. Evini değiştirdi; daha geniş, yeni yer kiraladı. Karısı Tavuk Emine, geniş kıçını sağa sola sallayarak yürümeye başladı. Tavuk Emine, derdi mahalleli; aklınca biçimlendiriyordu yaşamını, gerçek varlığını bulmuşçasına; parayı düşünerek, yiyip- içerek, başı dik, böbürlenerek yürüyordu. Yine de; ne olursa olsun, bizi bu sokağa bağlayan bağ değişmiyor. Belki daha kuvvetleniyordu. Birbirimize bağlanıp, her yeni gün, tekrar sokağa dökülüyorduk. Mahallenin şarkısını kendi şivemizle söylemeye devam edeceğiz şüphesiz…
BÖLÜM 3
Gecenin karanlığı gündüzü içine dürerek sürüyor, devran dönüyor. Hayat nehri şimdiki hali maziye bırakarak; günler, haftalar, seneler, seylap oluyor; zaman, akıp gidiyordu. Manevi duygularla fazlaca ilinti kurulduğu Ramazan ayı geldi… Kış olması iyi, günler kısa, iftar çabuk oluyor. Manevi hava kendini hissettiriyor. Berduşlar dahil genelde herkes özen gösteriyor, dikkat ediyordu. Karşılıklı küfürler dahi azalıyor ramazan sonrasına erteleniyordu. Ben orucu öğlene kadar bazı günler tutuyordum. Annem ‘’ Bir başında, bir ortasında bir de sonunda tut tamam olur ‘’ diyordu. Bir sefer tam gün tutmuştum. Akşam iftar hoş olurdu. Ramazan bereketli, soframızın etrafında dizilir çala kaşık iftarımızı açardık… İyi olurdu be, hem de çok iyi. Yiyeceklerin tadı iki kat artmış olurdu… Ve aile hep bir arada… Her gün olmasa da çoğu teravihe gidiyordum. Namazı çabuk kıldıran hocaya denk gelmek isterdim. Hisar camisinin büyüklüğü, süslemeleri ve onun gece vakti ışıkları beni çekerdi. Gece mavisi içinde semaya yükselen dualar şehrin üzerine rahmet dökerdi. Orta kubbenin altında dururdum namaza… Mutluluğun sıcaklığını üstümde hisseder, çocukluğun tez canlılığıyla namazın bitmesini, mutluluğu da dışarı taşımayı düşlerdim.
Bayrama az kalmış ramazan ayı başlarındaki kalabalık kalmamıştı. Hisar camisi yarı yarıya doluyordu. Arkadaşlarımdan bir kaçıyla teravihe gittik. Arka safta sıralandık. Osuruk Osman da gelmiş. O da yanıma gelip durdu. Namaz başlamış olmasına rağmen ben yer değiştirdim. Osurduğunda nasıl olsa kaçacaktım. Biz çocuktuk, yaramazdık. Rahat duran yoktu. Namaza durmuş başlarında şapka olan amcaların şapkalarını birbirleriyle değiştiriyorduk. Namazı bozamadıklarından istediğimiz gibi oynuyorduk. Şapkaları kendi başımıza taktığımız da oluyordu. Çocuktuk biz, yaramazlık yapmasak, çocuk olmaktan çıkarız. Kimi dışarı çıkıyor kimi cami içinde yer değiştiriyor kimi gülüyor. Çocukluk neşemizi kafası kızıp bozan olmadı hiç… Camiye babamla gittiysem, böyle şeyler mümkün değildi tabii.
Yine bir akşam, Tabelacı Ahmet abi, Boşnak Selami ve ben, çoğu mahallelinin gittiği Hisar camisine gitmedik. 3. üncü Beyler sokağının arkalarında küçük, bahçesinde fıskiyeli havuzu olan, asırlık selvilerin çevrelediği bir camiye gittik. Çoğu insan ramazan boyunca değişik camilere gider teravih namazı kılardı. Biz de öyle yaptık. Ben Ahmet abinin solunda tam imamın arkasında namaza durduk. Teravih uzun, imam da yavaş kıldırıyor. İmam rekâtlar bitiminde dönüp Ahmet abiye bakıyor. Birkaç kez döndü baktı. Rükûa giderken de bakmaya başladı. Secdeye gittiğimizde Boşnak Selami bir avuç çerez uzatmış Ahmet abiye. Ahmet abi o zaman anlamış; Boşnak’ın, imamın kafasına çerez attığını... Mihrabın dibi nohut, leblebi, fındık, fıstık dolu.
Bayram yaklaşıyordu. Sevinci, coşkuyla içimi doldurmaya başlamıştı bile. Yeni giyecekler ve ayakkabı alınacaktı. Kemeraltı bir baştan bir başa dolaşılacak, ucuz olan bulunacak alınacaktı. Bu kesin; şart… El mecbur… Nedendir? İçim güçleniyor yavaş yavaş huzura dönüyordu. Bayram sevinciydi bu; çok seneler sonra arayacaktım belki. Bilinmez… Kemeraltı İzmir’in tek çarşısı. Eskiden diyorlar kemerler vardı, adını da ondan böyle koymuşlar. Kemerler, ne kadar yıllar öncesi? Alış verişler burda yapılırdı. Bayrama bir hafta kala işportacılar yolun ortasını, Kemeraltı girişinden ta Mezarlıkbaşı çıkışına kadar sıra sıra dizilerek doldururlar yol çift yönlü olurdu kendiliğinden. İnsan seli; akıyor. İğne atsan yere düşmez dedikleri gibi… Kaliteli mi değil mi? Bilmeden; keseye uygun olması önemli. Kemeraltı bu; her keseye her paraya uygun bulmak olası. Bu gibi günlerde yarını düşünen olmazdı. Yarının ne getireceğini kim biliyordu ki? Bayram, ağız tadıyla geçirilsin yeter…
Annem mağazalara pek girmiyordu. Vitrinin dışında durur, bakardık. Mezarlıkbaşı (şimdi katlı oto park) girişinden çarşıya girdik. Meşhur Şen Çerezci’ de kavrulan fıstık kokusu burnumuza gelmişti. Sıradan ayakkabıcılar vardı. Beyaz bir kundura aldım şöyle afilisinden, bağcıklı. En güzel kundura benimkisiydi. Tabanı japon köselesinden. Annem parasını saydı. Paraları göğsüne soktuğu keseden çıkardı. Üç beş kuruşu var. Onu da çaldırırım korkusu. E ne yapsın? Dolaşıyoruz, orta yerde duran işportacıdan kum beji gömlek; pantolonu da tanıdık Yahudi’den aldık. Seviniyordum. Ağzım bir karış açık belki. Beyaz ayakkabı üstüne siyahımsı pantolon, üstüne kum beji gömleğim. Heyt be! Mahallenin yakışıklısı. Kim tutar?
Kemeraltı, herkesin tek caddesi, sair zamanda, iki üç kere volta atın aynı yüzleri yine görürdünüz… Bayram arifeleri alış veriş çılgınlığı, canlılık… Yeni Sinemanın (şimdi Tezcan iş merkezi) Kemeraltı’na çıkan sokak köşesinde duran meşhur Şambalici ‘’Arayanlar soranlar tanıyanlar bilenler’’ bildik tekerlemesini söylüyordu; ikişer dilim aldık, üstü tarçınlı… Bugün, gezme günü. Annem Şadırvanaltı Camisinin altında eşarpçıdan kendine uygun birkaç yemeni aldı.-kenarlarına oya işliyordu- Gülseren’in kalçasına bağladığı yemenilerden. A işte! Dilenci Salih. Eski Foça’lı. ‘’Verin Salih’e gitmez yabana. Cebinde bozuk para yok mu? Verin Salih’e gitmez yabana’’ der dilenirdi. ‘’ En fazla parayı nerde kazanıyon diye sorsan.’’ ‘’ Kemeraltı’nda. Bu hafta iyi vuli (vole) vurdum’’ cevabını verirdi…
Zincircioğlu Pasajı’nın çıkışında dilenen kör kadın; gözünde kara gözlüklerle… Önüne koyduğu kiloluk boş boya kutusuna; Tabelacı Ahmet abi; cebine doldurduğu gazoz kapaklarından önce bir tane atmış. Şangırr. Dilenci ‘’Allah razı olsun’’ ‘’İkinci bir tane daha; yine duayı almış. Ondan sonra cebindeki bütün kapakları atmış. Şangır- şangır. Kör dilenci avucunu kutuya daldırınca bedduaya başlamış. ‘’Allah belanı versin’’ Annem hem sadaka olsun hem de bayram diyerek sarı 25 kuruş attı kutuya. Dilenci ‘’Allah razı olsun’’ dedi. Biz ilerledik. Kemeraltı karakolunun oraya çıktık. Annem elbise bakıyordu kendine; beğenmedi. Mavi, ufak beyaz çiçekli bir kumaştan terziye diktirdiği diz altı boyunda elbiseyi ‘’Giyerim’’ dedi. Ajurlu yeleğiyle de uyumlu… Yürüdük kalabalığı yara yara… 2. Beyler sokağının başında şerbetçiden Demirhindi şerbeti istedim. Annem kırmadı, o da içti… Annem dönelim artık diyordu. Ara sokaklardan, kestirmeden gitmek zorundaydık. Yoksa geceye kalırdık. Köşe başını tutmuş olan Hafız’in sokaktan (1. Beyler) daldık. Hafız, hiç kalkmadığı alçak iskemlesinde oturan yüzü- çiçek hastalığından delik delik- olmuş bir ama. Tablası dizlerinin üstünde. Sesi, hafif titrek, yalın, acındırmasız. ‘’Çakmaklara gaz. Çakmaklara gaz. Ayna var tarak var’’… Ben onu Kuran okuyan sanırdım meğer adı Hafız’mış. Biri tablaya para koymuştu. Parayı aldı yere attı. ’’Çakmaklara gaz çakmaklara gaz’’
O sokak senin bu sokak benim Havra sokağına vardık. Ucuzluk devirleri. Bolluk var. İşiyle gücüyle uğraşanlar az para ile paşa gibi geçinebiliyordu. Parayı kuruş kuruş kazanan fakirler çok defa birikim yaparak, ev veya ev yapacağı bir arsa alırdı. Lüzumsuz şeyler yoktu. İhtiyaç neyse o alınırdı. Aileler tutumlu yaşamaya özen gösteriyorlar. Daima herkes için, kazanılanla harcanan arasında – cepte kalan- bir fark vardı. Lüks yoktu. Tüm kazanılanı yutan o lüks harcama asla olmuyordu. Hayat ucuzdu; yokluk Türkiye’sinde. Ticaretle uğraşanlara para tomarla gelir kuruş kuruş giderdi…
Annem sebze ve meyve aldı. İki file doldurmuştuk. Havra sokağında salt yiyecek satılıyor. Sakatatçıdan işkembe de aldık. Nohutlu işkembe iyi olur; ağızlara layık… Sokağın ucundan gelen, başının üstünde taşıdığı tablaya, gevrek ve kumruları dizmiş; kalın sesiyle, almazsanız döverim etkisi veren satıcıdan; annem yanımda varken, bir kumru almamak olmazdı. Annemin hayır demeyeceğini biliyordum. Acıkmıştım da. Seslendim. ‘’ Abi, bir kumru versene ‘’ Satıcı, taze olduğu belli olan gevrek ve kumruların yansıttığı etkiyi görmek istermişçesine yüzüme baktı. Kumrunun içini bol domatesle doldurmuş; peynir de tulum galiba. Arasındaki sivri biberi çıkardım. Acı olabilirdi. Annem, az kopardı; kalanı, iştahla yedim. Kumru, çarşının lüks yiyeceği sayılırdı…
--------------------------------------------------------------
Arife günü… Tasasız, düşünmeksizin. Odamızın aydınlığı donuk olmasına karşın, sabah anlamlıydı. İçim titrek. Kalbimin sevinçli atışları… Bayramlık elbiselerimi bir an önce giymek arzusu… Dayanamadım, annemin karşı koymalarına aldırmadan, akşam, pantolonumu, üstüne gömleğimi giydim, afili ayakkabılarımı da ayağıma geçirdim sokağa çıktım. Annem arkamdan bağırıyor ‘’ Kirletçen şimdi; yarına kadar sabredemedin’’… Ufaktan şöyle sokakta dolaştım. Çok mutluydum çok. Rahat uyudum. Tılsımlarla dolu bir geceydi… Abilerim, haftalıklarından aldıkları giysileri; Ferit, terzide özel diktirdiği, yakaları büyük, gizli düğmeli gömleği giymişti. Pantolonlar ütülü; jilet… Bayram sabahı erken kalkılır. Bayram namazına gidilir. Namazdan sonra, evde bir kahvaltı… Ve hemen akraba, dost, tanıdık gezmesine… Babam bayram ziyaretlerine önem verirdi. Ah! Tatlı ıstıraplardan başka neydi ki, bayram… Bizleri anlayan kimselere gidiyor, bayram hürmetine küçük bir refaha fit oluyorduk… Annem evde kalır- kapı kapanmaz- gelenleri karşılar, hamurunu kendi açtığı kırk kat olmasa da yaptığı lezzetli baklavasını ve gül şerbetini ikram ederdi… İlk günü, gezmeler anca biterdi. İyi de olurdu; el öper, para verirlerdi.. Ertesi günü mahallede birkaç kapı daha yapardım, paraları çoğaltmak için. Para rahatlık. Akide şekeri, gofret, macun ve meşe alırdım. Cam meşe bir avuç; birkaç kallavi meşe almadan da olmaz. Meşelerin içi renkli, bakmak hoşuma giderdi. Meşe yutmacasına oynardık. Çocukluk çağı; her yanı, aydınlık. Evin arkasında boş arsaya gider uzuneşek, arada saklambaç bazen sidik yarıştırırdık. Nasıl olurdu? İyi beceri. Biz çocuklar mutluyduk. Orta yaşlı bir aşçı amca vardı. Dükkânının arka penceresi oynadığımız arsaya bakardı. Pencereden kızdırırdık. ’’Amca amca taşakları tabanca’’ Bizi koşturup yakalaması zordu… Topladığımız bayram harçlıklarını bitinceye, züğürt kalıncaya kadar harcardık. Yukarı İkiçeşmelik’e çıkar; parasını verip aldığımız çıkma rulman tekerlekli tahta arabalarla –düz bir tahta parça, arkada bir önde iki tekerlek – yokuş aşağıya inerdik; hızla. Yollarda makine azdı. Otoban sayılırdı asfaltlı yollar…
Bayram birkaç sayılı gün; sevincimin içine az hüzün bulanmış, nedense; içerisine tat katmak için mahallemizin bakkalından dört tanesi beş kuruşa akide şekeri alırdım, cam meşelerim misali, renkli renkli içleri… Bir gün ekmek almaya gitmiştim. Beş ekmek alırdık. 600 gramlık ekmekler anca yeterdi bize. Eve geldiğimde ekmek beş değil dört, ben de anlamadım. Babamla bakkala gittik söyledik. Bakkal ‘’ Yolda düşürmüştür ‘’ dedi. Parayı mı düşürdüm de dört ekmek parası kalmıştı cebimde ya da gelirken yolda koltuğumun altından biri ekmeği mi yürütmüştü? Bilemedim. Birde yaşlı bir bakkalımız vardı. Kaşık suratlı. Fincan kadar, ufak tefek. Ondan aldığımız ihtiyaçlarımızı yazdırırdık. El kirinden kapkara olmuş borç defterini tezgahın altından çıkarır eski rakamlarla yazardı. Osmanlıca rakam yazılışlarını bilmediğimizden ne çizdiyse kabul ediyorduk. Zaman içerisinde annemde kuşku uyandırmış. Annem kafasından birkaç günlük alışverişi hesap etmiş. ’’ Bu bizi kandırıyor. Ne yazdığını da anlamıyom. Ortadan böldürüp aldığımız Sana yağlarını belki de tam yazıyo.’’ Bundan sonra kaşık suratlı bakkalımızdan paramız olunca veya ihtiyaç duyulursa alıyorduk. Bu mahallede gözün açık olacak. Yoksa yandığının resmidir. Güven duyduğumuz, sevdiğimiz tek bakkalımız Muhittin bakkaldı. Annemin, içinde paranın olmadığı muhabbetler yapabildiği, aldatılmadan alışveriş yaptığı Bakkal Muhittin, dürüst insandı. Yokuşun çıkışındaki dükkanı kendi gibi temiz ve tertipliydi.
------------------------------------------------------------
İşte böyle! Gençlerin birçoğu ortama uyarken, kendi bildiğinden şaşmayan, kesinlikle boyun eğmeyen buranın yaşamına teslimiyet göstermeyen gençler de mevcuttu. Bunlar isyankâr ruhların deliliğiydi. Rahat içinde yaşamak, para içinde yüzmek isteği, çok güçlü dürtüydü. Bu dürtü insanı alanın ve zamanın dışına atabiliyordu. Hatta kimseye eyvallah etmeden kafasına göre dünyayı dolaşmayı tercih eden deli-kanlar vardı. Sonunda sürünmek olsa da kafasına göre takılmak esastı. Heybesini sırtına vurup dünyayı dolaşmayı tercih edenler, özgür kalacağına inananlar yanında, sonunda pis bir hayatı yaşamak zorunda kalanlar da vardı. İstanbul’a gidip mafya babalarına takılan, esrar içen, sigara kaçakçılığı yapan, karı satanlar oluyordu. Burda kalan, cigaralığı çektiğinde güzelleşen; Marlon Brando gibi, olan gençler mi? Esrar ya da kokaini çeken; kesme taş döşeli dar sokaklarda, bir o yana bir bu yana, nereye gittiği belli olmadan sarsak sursak bir yürüyüşle giderdi… Gençler, burdaki gençler, kolay bir saadet istiyor. Gençlik kibriyle, hırslarının verdiği doymak bilmez arzularıyla tatmin olmak, her şeylere kavuşmak istiyorlardı. Bunun için düşledikleri saadete kavuşmak uğruna akıl almaz mücadeye giriyorlardı. Öte yandan Ferit’in durumu endişe veriyordu. Zıpkın delikanlı her dala konabilirdi. Onu zapt etmek güç oluyordu. Güzel kadın, güzel gömlek istiyordu -araba uzaktı, hayallere zor giriyordu- Gömleklerin yakaları geniş, arkadan daraltılmış olacak, bedene yapışacaktı. Zülüfler kulak hizasını az geçecek, briyantin yoksa, saçlara limon suyu ile şekil verilecekti. Hoşa giden şeylerdi bunlar, her genç için…
Yeni ermiş, çocukluktan gençliğe geçmiş gençler. Her şeyi yapabilirlerdi. Enerjilerini genelde mahalle kızlarını kuytu bir köşede kıstırarak atarlardı. Servet halanın oğlu Savaş, çingene kızına sarkmıştı. Bu yüzden anneler çocuklarına çok kızar, bağırır-çağırırlardı. İnsanca olmayan duyguların yoğunlaştığı, fikrin iradeye hâkim olmadığı deneyimsiz gençler.
Yahut gençler; meslekte aldıkları rengi, mahalle yaşamında alıyorlardı. O meslekte nasıl boya alırlarsa. Öyle!
Muhit, farklı yerlerden gelen insanlar ile doluydu. Cahil bir muhitti, İzmir’in diğer muhitleri gibi. Muhitlerin darlığı nedeniyle, dünyada olup biteni, birbiri arkasına gelen yeni fikirleri, kafa mideleri alıp hazmedemiyordu. Oysa bir mumluk bir ışık gelse belki de herşeye yetecekti.
-------------------------------------------------------------
Gençlerin gururu vardı, aşklarından üstün… Gururları, acizliklerinden fakirliklerinden geliyordu. Zaafları gösteren kibirleri, bir o kadar yapmacık hareketleri vardı. Zorla bir şeyleri daha iyi göstermeye çabalıyorlardı. Açız ama delikanlıyız ayağı hep yapılan, takınılan normal durumdu. Gençlerin yükleri ağırdı ve önleri karanlıktı. Tüm olumsuzluklara rağmen buradaki gençler gündüz de yanardı, gece ışıklar sönünce de…
------------------------------------------------------------
Dedim ya belacı mahalle. Bela eksik olmuyor. Akşamlardan bir serin akşam, döşek anca ısınmaya başlamıştı. Aileevinin dışında gürültüler. Her zamanki gibi herkes sokağa. Yurdar ( Yurdaer) gömleği faryap etmiş, evinin önünden yukarıya bağırıyor. Üst katta Arap İzzet bir ara pencereye çıktı.’’ Ne tatava yapıyon oğlum’’ diyerek bas bariton sesle küfür ekleyerek bağırdı. Yurdar ‘’ Delikanlıysan in aşaya’’ falan filan, haybeden külhan, efelik yapıyor. Kapkara adam Arap İzzet, elinde ekmek bıçağıyla kapının önünde belirdi. Ve film sahneleri… Arap hafiften sallıyor. Yurdar eller açık, dizler az bükülmüş geri geri kaçıyor. Bir hamle daha. Arabın besbelli vurası yok. Yokuşun aşağısına kadar indiler. Karılar da indi.. Arabı engelliyorlar. Arap İzzet’in çok karısı vardı. Bilmiyorum artık belki kız kardeşleri. Arap kavga etti mi kadınların hepsi birlik, ellerinde sopalarla iner, yaygara ile karışık Araba arka çıkarlardı. Arap İzzet galiba pezevenkti. Takım elbise giyerdi. Kapkara saçları ince diş tarakla taranmış olurdu.
BÖLÜM 4
Sevdiğim mevsim, baharın kokusu hissediliyor; çiçekler coştu; ağaçlar canlandı; yaprakları latif rüzgârın değmesiyle dans ediyor. Üç gündür nisan yağmurları; çiseliyor… İnce ince yağan yağmuru seviyorum. Baharı ve yağmurunu seviyorum. Yağan yağmurda saçak altında durmak, hoşuma gidiyor. Sokağa bakıp beklerdim. Taşlar arasından yol bularak akan yağmur sularını seyrederdim. Zihnimde soyut öyküler oluşurdu. Yağmur tanelerini getiren meleklerin beni alıp göklere çıkarmasını isterdim; gönlümden. Çiseleyen yağmur altında yürür, ıslanan saçlarımı elimle düzeltirdim; hoşuma giderdi bu. Kunduramın bir yerinden yol bulup içeri sızan yağmur; işte o… Islak ayaklarla; ritmik yürüyüşle, biriken sulara da girip çıkarak… Yüreğimde hafiflik. Mutluyum… Kışın son günleri çiseleyen yağmurlarla geçti. Güneş, bulutlar izin verdiğinde, yüzünü gösteriyor gülümsüyordu. Yazı bekleyen yasemin ağaçları, kireç badanalı duvarlar, sokak taşları ve çeşme hiçbir şey yitirmediler kendilerinden. Asıl sokak değişmedi. Yakındı güneşli günler…
---------------------------------------------------------
Canlanıyordu yaşam, her duvarı başka renk boyalı mahallede. Gökyüzü mavi, açık gri bulutlu bazen ve hava ılık… Latif ve hafif rüzgâr dokunmasıyla tenleri okşuyor, gamlı kalbleri sevinçlere döndürüyordu. Kapı önlerine kilim atıp oturmalar başlamıştı. Kadınlar ya da kızlar sokak kapısı önlerini sular, süpürür tertemiz yapar kilimi sererdi. Yaşlı, genç otururlar; demlenmiş çaylarını çaydanlıkla ortaya koyarlar, ellerinde bir avuç gün aşığı adındaki çiçeğin çekirdekleri, muhabbetin dibine vururlardı. Akşamın sokak muhabbetleri, zevkli geçerdi. Hiçbir kadın cigara tellendirmezdi –kapı önü sokak sayılır – Yaz sıcaklarında bu muhabbetler gece yarılarına değin sürerdi. Gün aşığı adındaki çiçeğin çekirdeklerini dişleri arasında kırıp, kabuklarını önlerine toplarlardı. Çekirdek biterdi, muhabbete doyum olmazdı. Arada tekrar biri kalkar kovaya su doldurur sokağı sulardı. Neler konuşurlardı kadınlar? Daha çok günlük olaylar, az- biraz dedikodu, kulaktan dolma çoğu uydurma magazin haberleri. Çın-çın öten seslerle ahenkli konuşan kadınlar, anlatımlarının gücünü el kol hareketleriyle artırırlardı çoğu kez. Bir evde pikaba konan günün sevilen bir şarkısının sokağa taşıp kulaklarına değmesi, sevinçleri artırır, içlerini güçlendirirdi. Umuyorum. Yok biliyorum. Yabancılık kalkar tüm şehir onların ve benim olurdu. Arkasından kovaladığım kara saçlı çocuk da dostum -yarın tekrar kavga olasılığı olsa da – Gece olmuş evin adamı gelecekmiş kimin umurunda? Çoğu kaytan bıyıklı, ufaktan ufaktan evlerine gelenler ya kilimin kenarına ilişir ya da evlerine girerdi.
İnsanların kendilerini evlerinden dışarı attığı, vakitlerini sokaklarda geçirdiği, yaz mevsimi kapılardan içeri girmişti artık. Özlediğim güneş… Güzel duyguların yaşandığı mevsim… Sıcak günler aileler için de nimetti. Çünkü kıştan daha az masraflıydı. Ve ömürlerinin güneşli günleriydi. Buraları Mezarlıkbaşı değil yeryüzü sığınağıydı artık.
----------------------------------------------------------------------
Yazlık sinemalar açılmış, filmler gösterime girmeye başlamıştı. Eğlencenin tek adresi; beyaz perde. Aileevimizin iki üstü İmren Açıkhava Sinemasıydı. Ben ve birkaç akranım İmren sinemasına bedava girerdik. Sinema bizimdi. ‘’Kuş tüyü’’ yastık satıyorduk, sıra sıra dizilmiş tahta sandalyelerde oturan seyircilere. Film başlamadan başlar bazen film oynamaya başladığı halde satmaya devam ederdik. Kovalara gazoz koyar, film aralarında-iki film oynardı- satardık. Ben sinemanın çalışanıydım. Büfeci Salih amca, kıyak adamdı. Kapıda bilet kesen müdürdü. Yılmaz Güney’i ilk kez canlı olarak bir filmin galasına geldiği zaman burda görmüştüm. Çirkin Kral… Türk sinema filmleri hevenk misali. Yeşilçam çıkışlı, aynı konuları işleyen, yüzü düzgün artistlerin oynadığı bu filmlerin dışına taşan, hem kurgu hem seyirciye mesajı açısından farklı, Yılmaz Güney vardı. Yolda görsem selam vermem diyebileceğiniz kara-kuru bir çirkin insan. Çirkin Kral. Ayağında yarım bot süet, bağcıklı siyah ayakkabı; üstünde kolları dirseğe kadar kıvrılmış gömleği ile doğal. Filmlerinde dil, ustura gibi. İnsanlar kendilerini buldular bu yalın ve keskin sinema anlatımında. Sinema eğlenceye kâfi ve vafi idi. Film, Çirkin Kral’ın olunca fazladan iyiydi… Bir de Fatih’in fedaisi Malkoçoğlu’nu severdim. Malkoçoğlu Cüneyt Arkın. Atraksiyonu bol filmlerdi. Gazete kâğıdından yapılmış büyük bir külah günebakan çekirdeği. Çekirdekleri dişlerimin arasında kırıp kırıp kabuklarını yere tükürerek heyecanla izlerdim. Yazlık sinemalar hoştu. Haftada iki defa filmler değişir. Bir seansta iki film oynardı. Cumartesi geceleri sinema ful çekerdi. Hele sinemaskop filmlerde heyecan artardı. Film perde dediğimiz beyaz kireç boyalı koca duvarın dışına taşardı. On Emir, Herkül, Spartakus renkli filmlerini zevkle izledim. Steve Reeves’in Herkül ; Charlton Heston’un Ben-Hur; bizi Afrika’ya götüren, Johny Weissmüller’in başrol oynadığı Tarzan filmleri etkileyiciydi. Türk filmleri, siyah-beyaz. Fakir kız zengin oğlan aşkını işleyen sonu başından belli olan, Yeşilçam çıkışlı melodram filmlerimiz… Her filminde ağlayan Muhterem Nur, harika gözleriyle Türkan Şoray, Neriman Köksal, şuh kadın Suzan Avcı ve Türk sinemasının tek sarışını Filiz Akın. Daha kimler? Kimler? Jönprömiyeler Ediz Hun, Göksel Arsoy ve yine de Cüneyt Arkın… Herkesin beyaz perdeden bir hayal kahramanı vardı. Onlara karşı bir tutku, hayranlık ve sevgi yaşanırdı. Ben Cüneyt Arkın’ı taklit ederdim; onun gibi atlar- zıplardım. Beğendiğim oydu. Artistlerin, çikletlerden çıkan resimleri, kırtasiyecilerde ve postanelerde satılan renkli kartpostalları biriktirilirdi.
Bir akşam sinemaya gitmemiştim, sokakta oynuyordum. Kısa saçlı genç adam bir kadını döverek, film oynadığı halde sinemadan çıkarıyor. Karısıymış. Kadın bu filme gelmeyi çok istemiş. Ama film açık-saçık. ‘’ Beni böyle ahlaksız bir filme neden getirdin?’’ Bağırarak, kadını sürükleyerek dövüyor. Kadın ‘’Nerden bileyim, bilmiyodum’’ dese de dayağı yedi. Bu sokak 938 numaralı… Çiğdem çekirdek sattım sinemaya gelenlere. Yeni filmlerde, afiş büyüklüğünde tahta bir plakaya film afişlerini, arkalı önlü yapıştırır, başka çocukla sağında solunda bulunan kollardan tutar; müdürle, tenekeden megafonundan ‘’Senenin en iyi filmi. Heyecan kasırgası. Avantür. Bu akşam İmren Açık Hava Sinemasında’’ anonsuyla ta Kadifekale sırtlarına kadar dolaşırdık. Sinemanın en arkalarda locaları vardı, özellere özel. Bizim de arada sırada itliğimiz tutardı. Bazı dandik filmleri izlemezdik. Yaşıtlarımla beraber şeytanlık yapıcaz ya! Boş bir locanın birinde, bulduğumuz bir kedinin kuyruğuna boş konserve kutusu bağlar sandalyelerin arasına salardık. Teneke kutu, kedi koştukça; ’’Tangır Tungur’’ Kadınlar ürker, oturdukları yerde zıplarlardı. Biz de gülerdik.
Yazın yazlıklar, kışın kapalı sinemalar dolardı. Kapalı sinemalar hele yakınımızdaki Saray Sineması, Pazartesi akşamları dolardı. İkiçeşmelik’teki bütün Romanlar inerdi. Pazartesi onlarındı. Kışlık sinemalar lükstü. Koltuklar vardı sırayla. En ön, perdeye yakın, salon; arkası koltuk, bir de balkon vardı. Biz çocuklar her zaman en önde, salonda ilk sıra bizim. Film güzel olunca, sinema dolar, girişte görevli ‘’ Salon balkon ayakta’’ diye bağırır; insanlar yine de girer, kenarda durur, ayakta film seyrederdi. Koltuk numaralıydı.
Herkül filmini izlemeye, Mehmet, Sivri, Urfalı Kıvırcık Yaşar, Savaş, Kapalı İkbal sinemasına gitmiş. Yaşar elinde tespih sallıyormuş durmadan. Yan koltuktan bir seyirci rahatsız olmuş, Yaşar’ı uyarmış. Yanlış yapmış tabi nerden bilecek. Hemen kavga. Sivri kafadan dalmış. O karanlıkta Sivri’nin yanağını bir güzel ısırmış. Kavga devam. Mehmet arkadan atlamış adamı çekiyormuş. Işıklar yanmış, yer göstericiler gelmiş dışarı atmışlar bunları. Keçiler tabana kuvvet kaçmış. Polis gelmiş. Bir şey olmamış… Filmi izleyememişler… İkbal kaliteydi. Tahta sandalyesi yok hepsi deri koltuklar rahat ve geniş. Balkonunu severdim. Geniş perdeyi yukarıdan izlemek zevkti. Film başlamaya yakın koca kadife örtüsü ortadan sağa sola iki parça olarak açılır beyaz sinema perdesi görülürdü…
------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Yeşilçam’ın, şarkıcı kadın filmleri; güzel aktrisleri görmek, dillerde dolaşan şarkıları dinlemek, bir külah çekirdeği bitirmek-olursa gazoz içmek- yaz akşamını huzurlu geçirmeye yeterliydi. Şarkılar birbiri ardınca akıp giderken; güzel aktrisler yakışıklı aktörler gençleri alabildiğine etkiler, çoğu onlara benzemeye çalışırdı. Kızlar Türkan Şoray konuşma taklidini ses tonuna değin uydururdu. Kara iri kirpikleri ise çoğunda takma olurdu. Gençlerin beyaz perdedeki artistler gibi saçlarını taradığı, orta yaşların Ayhan Işık tarzı bıyığı, kızların artist resimleri topladığı zamandı 1970’lı yıllar. Yıllar geçince bütün o melodramlardan macera filmlerinden, sevimli güldürülerden izler kalıyor geriye. Etkilenen gençler artist olmak isteyen kızlar çoktu. Siyah beyaz filmlere tutkun gençler, Hollywood yıldızlarını iyi tanırdı. Marlon Brando, Frank Sinatra, Burt Lancester, Gina Lollobrigida, müzikal filmlerin başaktörü Elvis Presley ve adına şarkılar yapılan B.B… Fransız Brigitte Bardot. Yabancı filmler-renkli Türkçe sinemaskop- dar zamanlara genişlik kazandırmıştı.
İnsanları, dudakları ucundan hafiften gülümseten Hint filmleri; görüntü ve müziği ile etkileyici. Geceleyin yatakta yatarken, uzak diyarın hayalleri belirirdi gözlerimin önünde… Hint filmi seyrederken beyaz perde, içine çeker, filmin bir parçası olurdum. Çok kişiyle söylenen, başrol oyuncularının dâhil olduğu şarkılar kulağımızda çınlar, dudağımız söylerdi. Hayal kurardım neyi istediğimi tam bilmeden. Yom tutuyorum; müziğini, büyüyünce bende Hindistan’a gideceğim. Bu düş kurma beni rahatlatır, daha bir güzel uykuya dalardım. Bu düşün içinde mahalle yoktu… Hele o Arkadaşımın Aşkı; afişleri iki hafta inmedi, sinema girişinin panosundan. Müziği dillerde, ezberinde mahallelinin. Tasaları kenara atardı Hint filmleri. Raj Kapoor ve Nergiz bilinen, en beğenilen artistlerdi.
-----------------------------------------------------------
Bizim mahalle çukur mukurdur. İnsanı yok hayvanı çoktur. Bizim mahalle daha çocuktur. Cigaralığı içenlerin, şaraba takılanların hiçbir şeyleri yok. Olsa problem yaparlardı. Bu insanların hiçbir şeyi olmamalı. O zaman dünyaya sahip demektir. Doğan güneş onların, sabah onların, geceler her türlü onların. Maddi acılar sevimsiz bir yüz ortaya çıkarıyor olsa da; sertleşen, buruşan yüzlere karşın kalbler merhamet ve sevgi bekliyordu. Mezarlıkbaşı insanının en şa’şaalı aynı zamanda huzur bulduğu ortamlar, yazın yapılan aile gezileriydi. Bütün yaşananlar denizin enginliğinde dünyayı yutan ve gökle birleşen deniz mavisi içinde, fakir yaşantıların bir günlük ihtişamıydı. Günler güneşli geçiyor. Gökyüzü aydınlık. Akşama yakın zamanda sokak sakin ama dolu. Kendinden bir şey yitirmeyen sokak, aynı zihinlerde soyutlaşmış kısımları hareketlilikle dolduruyordu. Tekdüzelik yoktu mahallede. Aile gezilerinin verdiği sevinç kalpteki hüzünleri yok ederdi.
On gün- on beş gün önceden elektrik direğine asılan tahtaya ‘’ Aile Gezisi. Çeşme - Paşa Limanı. Gidiş Dönüş Kişi başına 10 lira – Müracaat Apo… Apo; Servet Halanın büyük oğlu.
Hazırlıklar geceden yapılır. Sabah erkenden kalkılır, yola çıkılırdı. Otobüste, şarkılar türküler, def çalan, darbuka çalan, el çırpan… Bu insanlar her şeyi unutmak ihtiyacı içindeydiler. Her türlü kötü his uyandıran gerçeklerden uzaklaşıyor, denizin tadını çıkarmayı arzu ediyordu. Paşa Limanı çok güzel. İlk kez gidiyorum. Bir çocuk için en mutlu anlar. Tepeden deniz alabildiğine özgür. Bir an önce suyunun ayaklarımı okşamasını istiyorum. Çok sevmiştim Paşa Limanı’nı. Bol bol yıkandım. Acıktım, karpuz- peynir yedim. Ağacın altına serdiğim kilimde uzandım, uyudum… Babamla böyle bir geziye hiç katılmadık. Annem zaten hep geri dururdu. Ne yapsın kadın? Gitse ihtimal ki, kendine gelecek. Yaşama sevinci artacaktı… Gerçi onun yaşama sevinci bizlerdik. Hep bizlere dua ederdi; kurumuş deniz yosunu rengi gözleri olan, annem benim…
Yaz başka. Güzelim Kordon Boyu; seyrine dalmak; bilerek veya bilmeyerek aranan, özlenen yer. Buradan geride kalan ömrümü daha iyi görebiliyordum. Mezarlıkbaşı gençleri faytonla tur atmayı severdi. Sevilmez mi hiç? Bir yanınız deniz bir yanınız Kordon. Renkli püsküllerle süslü kayışları ile faytona koşulu atlar; ahenkli koşuşlarıyla gezdirirdi Kordon Boyunu… Hele akşam sularında; hafif çakır keyif gençler; gömleklerinin üsten iki düğmesini çözerek yanan bağırlarını, denizden gelen esintiye dönerler, saçları da ahenge uyarak dalgalanır; birkaç saat olsa da fayton sefası yaparlardı. Rahatlamış, can sıkıntıları gitmiş, gamlı çehreleri tebessüm ederek mahalleye dönerlerdi. Bazıları bu huzurun bitmesini arzu etmez, gün aşığı adındaki çiçek gibi batmakta olan güneşe karşı deniz kıyısında oturur, hava karardıktan sonra evine gelirdi. Abim Mehmet, arkadaşları Kazım, Arif, Cavit, İskelet, Saldıray, Pele(Kadir) bu sefalarını yaz boyu sık sık tekrarlardı.
-----------------------------------------------------------
Uzaklara özlemi olan insanların yaşadığı mahalle, Mezarlıkbaşı. Aile olmaya çalışan daha mutlu bir yapı oluşturmaya uğraşan insanlar; yaşadıkları bu yerden, kaderlerinin reyini alarak, dünyanın başka yerlerine gitmeye can atıyorlardı. Zaten bizim gerçek tanıdıklarımız dünyanın başka yerlerindedir. Karnımızın doyduğu yerde yabancı gibi yaşarız bazen. Ahmet Coşo da öyle değil miydi?
Dila, uzun boylu adamla evlenmiş, Hollanda’ya gitmişti. Odabaşımız Fatma Teyze de Almanya’ya tek başına çalışmaya gitti. Pamuk annesini kime bıraktı bilmiyorum. İki ay sonra bir köprünün üstünde resim çektirmiş bize gönderdi.
---------------------------------------------------
Bu şehir benim şehrimdi. Bulabildiğim eski bir deniz şortu ile, yalın ayak Kemeraltı’ndan yürüyerek Konak’a yüzmeye giderdim, o gün mahallede olan arkadaşlarımla. Konak’a yaklaşınca İmbat, deniz kokusuyla gelir yüzümüze çarpardı. Osuruk Osman, Nanay, Abdülbaki, Yaşar; kıyıya varınca-kıyı saat kulesinin az ilerisi belki 50 metre- hiç beklemeden suya dalardık. Beyaz donlarımızla dahi yüzdüğümüz olurdu. Beyaz don ıslanıp tenimize yapışsa da fark etmezdi. Balıklama atlamayı öğrencem diye suya karın üstü atlamaktan karnımda ağrılar oluşurdu. Yüzmeyi Konak’ta, az boklu bu suda öğrendim. Güneşin yaktığı tenim, kararmış, güneşten boya almış olarak mahalleye gelirdim. Yaz günleri uzun, hava kararmadan, biraz yorgun daha çok açıkmış olarak, eve girerdim. Arkada bıraktığım gün, bir rüya. İçim güçlenirdi denize girdiğim o gün.
Denizini Konak’tan çok sevdiğim sayfiye yeri İnciraltı’na gitmek bir sevda; o gün vücudumda hoş bir gevşeme ve hafiflik hissederdim. Sağlı sollu göğe ermiş Okaliptüs ağaçlarıyla kaplı yoldan yürüyerek, tarlalara dalarak, taze domat, salatalık, erik, bardacık ve armutun doğal tadına vararak; esrik bir mutluluk içinde, denize ulaşır; denizden gelen rüzgarı ciğerlerime çekerdim. Kıyıya yakın yerler turkuaz, açıklar masmavi; sorgusuz bakışla bakardım maviye. Deniz apak. İmgelendiğini bilerek sanki, çakıl taşlarına vuran aheste dalgasıyla ‘’ Hoş Geldiniz’’ dercesine… Biz de elbiselerimizi çıkarır, hasreti bir an önce bitirmek istercesine, koşarak suyuna dalardık…
Bizim plajımız Lido. Mahalle orda. İleride sırasıyla Belediye ve Amerikan plajları. Denizden yüzerek bazen kıyıdan yürüyerek buraları ziyaret ederdik. Ee piyasa ne yaparsın, büyüklerimiz manita avında, kendi yaptıkları, özellikle Ferit, yapmadan denize gitmezdi; tentürdiyot, süt , limon suyu, zeytinyağı karışımı, ev yapımı güneş yağı ile vücutları kapkara olmuş ve zeytinyağı sürülü parlayan saçlarıyla dolaşırlardı. Deniz çıkışı hemen plajdaki tatlı suyla duş alınır, duvar aynalarında saçlar taranır, - öyle dağınık saç olmayacak- güneşten yanmış, cilalı tunç gibi bedenleri, parlayan gözleriyle yakışıklı gençlere iki kelimeyle tanımlanan ‘’ Yaz Aşkları ‘’ olağandı. Hayalhanelerinde şekil verdikleri güzelleri ararlardı…
Konak’tan yolcu getiren, süzülen kuğu, beyaz Körfez vapuru, iskeleye yanaşınca, Ferit, görevlilere çaktırmadan güverteye çıkar denize balıklama, kendine has stiliyle atlardı. Sarı Tunay onu takip eder, Tosun onların kuyruğu; çivileme suya atlar; kısa boyu, yusyuvarlak haliyle, denizi taşırırdı.
Tunay, uzun boylu, sarı saçlı tığ delikanlı. Güneşte yanmayı sevmezdi. Gördüğüm; kendinden yaşça büyük, olgun kadınlara askıntı olduğuydu.
Pazar dışındaki günlerde, plaj tenha oluyordu. Okul tatil olduğundan birçok çocuk haftada birkaç gün, İnciraltı’na çoğu yolu Bahçelerarası’ndan yürüyerek giderdik. Bir pazartesi, aydınlık bir yazın en aydınlık günüydü; dağların bile toza dönüşeceği o zamanda; yok olmayacak güzellik, Gülseren plajdaydı. Denize yavaş adımlarla girdi. Suya daldı. Çıktığında ıslak saçlarından süzülen su, omuzlarından aşağıya, terk etmek istemezcesine yavaş yavaş iniyordu.
İleride Belediye Plajı, betondan uzun ve yüksek bir iskelesi vardı. Ben, ondan atlamayı severdim. Daha ileri de Amerikan Plajı, iskelesi yoktu. Basket sahasında futbol oynanırdı. Birinci Lig( şimdi süper lig) futbolcularını orda yakından görme fırsatım oldu. Amerikan’a bitişik Zeki Müren’in İzmir’e her gelişinde uğramadan gitmediği içkili balık lokantası.
Abim Ferit, cankuşu Antonyo Hikmet, Sarı Tunay ve tabelacı Ahmet bazen makara olsun diye Tosun’u da yanlarına alır, daha çok Amerikan plajına takılırlardı… Hassas bir ruha sahip olduğuna inandığım, Muharrem Abim, doğduğuna pişman olmayan mutlu halleriyle dolaşır, yüzer, patırtılara karışmaz, güzel günün tadını; düşüncelerini saklayarak, sakin geçirirdi…
Mehmet Abim, Sivri, Salih ve Ben, Lido Plajına yeni girmiştik. Bir kadının feryatlarını, birkaç kişinin de ‘’Boğuluyo, Boğuluyo !..’’ bağrışlarını duyduk. Mehmet, denize doğru koşmaya başladı, koşarken gömleğini ve ayakkabılarını çıkardı, üzerinde pantolon olduğu halde tahta iskeleden suya atladı. Sivri de onun arkasından gecikmedi. Boğulmakta olan uzakta değildi. Batıp çıkıyordu. Mehmet birkaç kulaç attı, yetişti. Kolundan tuttu kıyıya çekmeye çalıştı. Ama boğulmak üzere olan, can havliyle sanırım, Mehmet’in boynuna sarıldı, birlikte batıp çıkmaya başladılar. Mehmet kurtulamıyordu. Uzaklarında kalan şambreli Salih tutup getirdi. Kurtuldular. Mehmet ‘’Son anda suyun altından şambreli gördüm, son bir hamle ile tuttum. Yoksa gidiyoduk ‘’ Mahalleden, frezecide çalışan, komşumuz Çingen Zeki ile arkadaşı şambrelle açılmışlar. Dalga gelince şambreli ellerinden kaçırmışlar. Zeki, yüzme biliyordu. O kendini kurtarmış. Arkadaşı boğulmaktan son anda kurtarıldı. Adı Mustafa’ymış. Bizim mahalleden değildi.
Biz mi olayların içine dalıyorduk, ya da olaylar mı bizi peşi sıra takip ediyordu? Bilemiyorum. Muharrem, Ferit, Mehmet ve Ben, bütün mahalle cümbür cemaat yine Lido’daydık. Acıkmıştık. Ekmek almaya gönderildim. İnciraltı’nın tek kara fırını önünde fırından çıkacak sıcak ekmeklerden almak için sıra bekliyordum. İki çocuk önüme geçmeye yeltendi. Ellerim arkamda bağlı bekleyemezdim. Tutup geriye çekmeye çalıştım, gecikmedi ,- ortalık karıştı, kavga başladı; gürültülü. Dört kişiymişler, etrafımı sardılar. Yumruğu geçirdiğim düşüyor. Haber yıldırım hızıyla plaja ulaşıyor. ‘’Mehmet koş biladerin kavga ediyor ’’ Mehmet, önce Ferit sanmış. Plajın dışına mayo ile çıkmak da yasak- çadır kuran aileler var - yine de koşmuş. Beni görünce ‘’ Kavga etmeyin len. Durun ‘’ diye bağırdı ve beni kolumdan tutup çekti. Ben, Mehmet abime aynalı bir yumruk attım. Hırsımı alamamıştım, yarım kalmıştı; kavgayı ayırdığı için kızmıştım. Mehmet’i tanıyan biri de ‘’ Ayrılın len, o bizim tanıdık’’ diyerek geldi. Beni de tanıyordu galiba. Diğer çocukları gönderdi. O arada koca bıyıklı bir adam geldi arkadan Mehmet’in boynuna sarıldı; sıkıyordu, Mehmet kendini arkaya doğru attı, adamla birlikte çadırın içine düştüler. İçerden, kendini büyükçe bir havluyla anca örtebilen bir kadın çıktı. Tedirgin olduğu belliydi, kısık çığlıklarla ‘’ Yetişin kocamı dövüyorlar’’ … Jandarmalar sanki ordaydı – İnciraltı’na jandarma bakıyordu – İki asker geldi. Biri Mehmet’i tuttu kaldırdı ayaklarını yerden kesti. Sonra kollarına girip götürmeye başladılar. Belediye plajının karşısında karakol vardı. Oraya yaklaşınca Ferit yetişti, arkasında Antonyo Hikmet. Ferit askerlerin kollarına vurdu Mehmet’i kurtardı. ‘’ Ayıp değil mi? Delikanlıyı böyle rencide ediyosunuz, milletin içinde, herkes bakıyo’’. Bir kavga oldu mu herkes toplanır bakar, geriden bir sürü takip eden olurdu. Ferit, Mehmet’i askerlerin elinden aldı hep birlikte Lido’ya döndük. Tebessüm ediyordum. Hüzünlü değildim.
--------------------------------------------------------------------------
Mezarlıkbaşı fırlamalarından Ertuğrul, Amerikan plajında Fransız genç turisti yakalamış Türkçe öğretiyor, birkaç kelime bildiği Fransızca yardımıyla. Fırlama ya; fırlamalığını yapacak; Fransız ‘’Nasılsın’’ diye soranlara ana- avrat küfür ediyor. Hem de tebessüm ederek. ‘’İyim. Teşekkür ederim. Siz nasılsınız?’’ dediğini zannederek. Fırlamanın da aralarında bulunduğu; Ferit, Tabelacı Ahmet toplam on kişi, geçen kış Sema sinemasına gitmişler. Gişedeki görevli, bunlara sinemanın en arkasından numara vermiş. Makine dairesinin hemen önü; koltuklara yan yana oturmuşlar. Arkalara atılmak zorlarına gitmiş. Film başlamış. Beyaz perdede bir siyahlık, fon müziği var görüntü yok. İçerisi karanlık. Ertuğrul bağırmaya başlamış. ‘’ Işıkları yakın’ ’ Meğerse paltosunu, filmi oynatan makinanın deliğine sokmuş. Bağırmaya devam ‘’ Işıkları yakın’’ Işıklar yanıyor. Olay işte. İş olsun. Çekip de çıkarma değil tam bir fırlama. Mahalledeki boyozcuya hep borçlu ama her sabah üç boyoz bir yumurta yerdi; büyük bir bardak çayla mahallenin kahvesinde. Nasıl becerirdi, bilmiyorum.
Bir gün eve getirmek için midye çıkarmıştık dalıp dalıp; denizin dibi kara midye tarlası. Yayan İnciraltı dört yola yürüyüp arabaya binecektik. Bahçelerarası girişinde dayanamadık. Abdülbaki, Nanay, birkaç kişi daha hemen yolun ilk sağ başındaki çitlembik ağacının altında topladığımız çalı çırpı ile ateş yaktık, iki taş üstüne bulduğumuz gaz tenekesi kapağını koyduk, midyeleri temizlemeden ısınan teneke üstüne… Lale gibi kızarıp açıldılar. Doyumsuz bir tat. Hem acıkmıştık. Su mu? Tarla kuyularından, buz gibi, kana kana…
İnciraltı, İzmir’e yakın. Önde masmavi deniz, arkada yeşil. Yeşil maviyle kucaklaşıyordu.
Sarı Tunay, Antonyo Hikmet, Ferit, Teneke Ahmet ve Ayı Yaşar, bu mekana göre seçilmiş nesneler değillerdi. Normaldiler aslında; karşı cinse ilgi duyan. Pes etmezlerdi bu yaşamda; düşünmezler, hayal kurarlardı sadece. Onlar zaman denizinin dalgaları üstünde bu yaşam sahiline atılmışlardı… Hareketsizliğe bağlılıkları hiç yoktu. Her tarafta esrarlı, onlar için heyecanlı, farklı fikirlerinin ve his düzenlerinin karşıtı gölgeler vardı. Kültürpark’ta, (Fuar ) uzun havuzun etrafında, ağaçlar arasında ibneler ve kulamparalar birbirini arardı. Ferit, kardeşi Mehmet’e ‘’Git havuzun etrafında dolaş’’ Mehmet neden gönderildiğini anlamadan yürür, gidermiş. Gizli yerlerden çıkan adamlar ‘’Gel! Gel! Bak sana şeker, çikolata vericez ‘’ O sırada uzaktan izleyen Tunay, Antonyo, Ferit, Teneke ve Ayı, adamlara çullanır bir güzel döverlermiş. Bildikleri, kendilerine doğru… Saklamazlardı bildiklerini icraata dökerlerdi. Davranışları öğrendiklerinin dürtmesiydi. Doğru ya da yanlış. Her neyse!
Eğlenilecek, hoş vakit geçirilebilecek ağaçlı ve değişik çiçeklerin olduğu intizamlı, temiz, İzmir’in ortasında bulunan Kültürpark alanı 20 Ağustos- 20 Eylül arası bir ay boyunca panayır olurdu. Yabancı milletler kendilerine ait pavyonlarda ülkelerini tanıtırlardı. Benim için eğlenceli oluyordu. Tek tek ülke pavyonlarını dolaşırdım. Amerikan pavyonunda uzay araçları, Rus pavyonunu ona keza aynı, Pakistan, Fas ayrı bir güzel. En ilgimi çeken Afrika ülkeleriydi. Ve bizim sanayi kuruluşlarımız. Şekeri küp haline getiren makinayı ilk gördüm. Paketlemede az sorun var gibiydi… Sanatçılar gelirdi. Sanat güneşimiz Zeki Müren, Fuar Basmane kapısından girişte sağda bulunan Manolya aile çay bahçesinde; Fuar boyunca her akşam iki-üç saat sahne alırdı. Solda Ekici- Över aile çay bahçesi. İstanbul’da meşhur olmuş Urfa’lı Nuri Sesigüzel, nereli olduğunu bilmediğim Ahmet Sezgin, Yıldıray Çınar, Bedia Akartürk ve birçok sanatçı ve sinema aktrisleri fuar zamanı şarkıcı olur, buralarda sahne alırdı. Çamlık Senar’da Nejat Uygur Tiyatrosu. Oyunları güldürürdü. Severdim Nejat Uygur’u. Mogambo lüks. Tek sanatçı çıkarır, fiyat çekerdi. Hiç giremedim. Ajda Pekkan burda çok çıkmıştı. Süper Star Ajda Pekkan… Akasyalar aile çay bahçesi, tam bir çay bahçesiydi. Üç-dört arkadaş masaya oturur-veya tek- semaverle çay gelirdi. Ferit ve Cankuş’larının gittiği burasıydı. Ucuz, ama kaliteydi. Ben Erkin Koray’ı uzun saçları ve İspanyol paça, bir bacağı siyah bir bacağı beyaz pantolonuyla bu sahnede gördüm. Elektrogitarına Erkin ismini söylettirirdi.
Fuarın içinde, İzmir’in başka yerinde olmayan çocuk oyun alanı vardı. Salıncaklar diyemiyorum iki taneydi bir kay-kay, tahterevalli ve bir tane barfiks demiri. Oraya gitmek, yeni zamana girmekti, biz çocuklar için. Her gidişimiz yeni ve mutlu bir zaman. Uzaklığına aldırmaz çocukluk enerjimizle, koşarak, gülüp oynayarak giderdik. Ben salıncakta en yükseğe çıkmaya çalışarak uçuyorum hissine kapılmayı severdim. Evde terslik olabileceğini düşünerek yine de şen şen dönerdim.
Günlerden bir gün gece yarısına yakın bir vakit; Ölü, Mehmet, Coşkun(Sivri), Saim, kunduracı Arap Kadir ve Arif, Ben de varım gecenin sessizliğini bozarak – buna en fazla katkıyı Arif yapıyordu - fuardan dönüyoruz. Arif şarkı söylüyor. Karanlığın içinden duvarlara vuran ses bizden ayrılmak istemediğinden tekrar yanımıza geliyor. Mehmet ‘Gece gece bağırma sus ‘’ Yaygaracı Arif duymuyor bile. Mahalleye geldik sayılır Dönertaş Hatuniye Camisinin orda kafaları kıyak birkaç adam adımlarını şaşırarak geliyor. İçlerinden sallanan, Arif’in sesini mi beğenmedi ne? ‘’ Kessene ulan ne bağırıyon ‘’ diyerek arıza yaptı. Kavga gecikmedi. Yaygara - gürültü. Ekip geldi. Sarhoşlar, Saim, Arif, Arap Kadir tüymüştü. Ölü, Mehmet, Sivri ve Şahin’i; polisler, arabaya atıp karakola götürdüler. Yakındı. Ben de yürüyerek gittim. Kodese atmışlar. İçerden şarkılar. Sivri Muharrem Abimin Mehmet’e hediye ettiği ağız mızıkasını çalıyor, şarkı söylüyorlar. Bekçi gelip ‘’ Çocuklar gürültü yapmayın ‘’ dinleyen kim. Bir aralık karakolun dışına çıktım. Ferit geliyordu. İçeri girdi. Komiserle konuştu. Mahkûmlar serbest! Daha önce geçmiş olduğumuz sokaktan; önündeki sokak lambası yalabık; aileevine geldik…
Bizden yaşça büyük, ermiş gençlerin eğlencesi; yıldız böceğinin gecedeki ışığının, gündüzde güneşin ışığına oranı gibiydi… Ferit ve Sarı Tunay düğünlerde akrobasi hareketleri yapardı… Dönertaş ve İkiçeşmelik – Samanyolu düğün salonu sahne ve alkış aldıkları yerlerdi. Fedaileri de Antonyo Hikmet ve Ayı Yaşar. Ferit’in sesi güzeldi. Şarkı da söylediği olurdu. Ayı Yaşar düğün salonunun kapısında bekler, Antonyo içerde tur atardı. Pislik yapan olursa anında icraat. Teneke Ahmet ve vücutçu İsmet zaten oralarda olurdu… Yaşadıkları muhit, düşünsel tepkilerini anlık fiziksel tepkilere, hazır hale getirmişti. Yaşımdan ötürü aralarına girip muhabbetlerine ortak olamıyordum. Gördüğüm kullandıkları çok az kelimeyle racon kesebildikleriydi. Günlük hayatlarında en fazla kullandıkları kelimeler; Takma Kafana, Hallederiz, Ayıp ediyon, Eyvallah abim benim, Bakarız, Olur be, bunlara ek olarak da küfür, güngörmemiş küfürler. Beş-altı kelime yeterliydi, bu bildiklerini kendilerine saklamayan gençlere. Ses yüksek, söylerken baş öne eğilir ‘’Hallederiz abim benim, takma kafana’’
---------------------------------------------------
BÖLÜM 5
Karanlık; gizlendiği saçak altlarından çıktığında maviye karıştı. Gece mavileşti. Sokağa yansıyan ışık, yüzleri de maviye çeviriyordu. Karartma geceleri, tatbikat amaçlı yapılıyordu. Eğer Yunanistan uçakları Türkiye’ye saldırırsa, yukarıdan İzmir’i göremeyeceklerdi. Gündüzden, evin penceresini kâğıtla, mavi jelatinle – en uygunu oymuş – bir çarşafla kapattık. Odanın ampulünü de mavi jelatinle sardık. Gecenin bir vakti sirenler çalmaya başladı. Alarm veriliyordu. Ne yapacaktık? Kaçacak mıydık? Niçin? Şunun için işte! Ne bileyim niçin. Aslını bilen yoktu. Ben havalara bakıyordum, uçak görebilir miyim? Yok. Mahallenin hatta şehrin sokakları bizim, çocuklar koşuşturuyoruz… Polis uyarıyor ‘’Evlerinize girin’’ Karartma geceleri gülünçtü; yalnız gülünç değil, biraz da tuhaftı…
Mezarlıkbaşı sokaktaydı. Fark eden birşey yoktu. Kapı önleri muhabbeti, mavileşen gecede daha güzeldi. Belki gençler, sevdiklerini rahat kıstırır, sıkıştırırlardı. Her zamandan fazla sevgilisine sokularak küçük buselerle yüzünün her tarafını öperdi. Karartma geceleri ne işe yarardı? Önemi yok boş ver. Sokaklar karartılmış bu gecede de canlıydı. Karanlıkta gizlenen tehlike; donuk, zararsız…
Durağan insanlar değillerdi. Belli bir amaçla belirli bir yere gidiyor gibi görünseler de; rüzgarın önündeydiler. Abbas, bağlasan durmaz, deyişi uygundu. Sıkıntıya gelemezler; kışın dahi yaka düğmelerini açarlar; ilmikteki ipliği gevşediyse düğmeyi koparıp yere atarlardı; cebine koymayı düşünen… Sanmıyorum. Mezarlıkbaşı sakinlerini tam gün evde tutamazsınız; kadını, erkeği dahildi buna… Her beş senede gerçekleşen nüfus sayımı, yapılacaktı önümüzdeki hafta sonu; sokağa çıkma yasağı var. İyi de! Nasıl olacak? Kimi nasıl tutucan? Çocuklara söylenen yok. Öğlen olduğunda Mezarlıkbaşı karakolunun arka bahçesi mahalleli doluydu. Polis, sokakta kaptığını götürmüş. Parmaklıklar arasında Yurdar Abi, sigara istedi; elime tutuşturduğu parayla Bafra sigarası alıp getirdim; sigara paketini açmasıyla paket yarıya indi, çoğunu dağıttı. Sigarasız da olmuyor!
Akşam saat beşte herkesi bıraktılar…
-----------------------------------------------------
Ferit ‘’ Bir silah bulsam, babamın uyurken üzerine boşaltırım’’ dedi. Ferit abimden ilk kez duyduğum bu cümle canımı sıktı. O an aklımdan geçen soru ‘’Neden ?’’ Kafam karışmıştı. Böyle olabilecek bir ihtimal, omuzlarımın ortasında, boynum üstünde duran yuvarlak nesneye sığmıyordu. Kımıldamadan bakıyordum Ferit’e. Çehresi gerilmiş, gözleri kötülük yapabilirim bakışlarında; kapıya yönelmiş, sabit…’’ Karşımda olsa yapamazdım, cesaret edemezdim. Ama uyurken sıkardım’’ ‘’Neden?’’ Yüzündeki kararlı ifade ile odanın sessizliği sıkıyordu. Olacak olursa; uçurumun dibine yuvarlanacağımı hissediyordum. Kapıyı usulca açtım dışarı çıktım.
Neden? Babası hep yasak getirmiş. ‘’Dışarı çıkma. Gezme. Kavga etme. Bunu nerden aldın? Haftalığını eve ver.’’ Yani, genç adam gezmeyecek mi? Arkadaşlarıyla buluşup bir yere gitmeyecek mi? Giyinmeyecek mi? Ferit, Mimar Kemalettin’de Nil Laboratuvarında çalışıyor. Bir akşam ‘’ Herkes hava kararmadan evde olucak’’Ahmet Coşo bunu daima isterdi. Muharrem, Mehmet; Ben, zaten evde. Ferit yok. Geç geldi. Ahmet Coşo kızdı. Dövmeğe yeltendi. Muharrem araya girdi. Tatsızlık, tatsızlık…
Ahmet Coşo, Ferit’e gıcıkmış gibi sanki; herkesin yattığı bir akşam vaktinde; onu, Agora harabelerine, su almaya göndermişti. Künk borudan sürekli akan, şifalı olduğuna inanılan o sudan içerdi. Keşlerin, hapçıların mekanı harabelere gecenin bir vakti uykusundan uyandırılarak bir genç gönderilir miydi?
Ahmet Coşo iş yerinden su geçirmez ziftli kâğıtlar getirirdi. Bir hafta sonu bunları taraçanın altına yağmurun aşağıya akmasını engellemek için –çünkü kışın bile dışarda yatardı – çakmak istedi Muharrem var, Mehmet burda. ‘’Ferit nerde?’’ Ferit’in gelmeyeceği tuttu. Kalın sesiyle, sert ve kesin ‘’ Gidin bulun’’ Baktık yok. Geç geldi. Ferit’e keserle saldırdı. Ferit taş basamakları atladı. Keseri arkasından fırlattı. Allah’tan isabet ettiremedi. Sapı bir tarafa keser bir tarafa gitti. Bu olaydan sonra Ferit abim evden kaçtı. Kimler araya girdiyse Ahmet Coşo razı olmadı. Ferit kayboldu… Duyduk İstanbul’a gitmiş. Ahmet Coşo Ferit’in nüfus cüzdanını sakladı onu dahi vermedi. Genç adam kimliksiz ne yapsın İstanbul’lar da. Ne yaptı acaba? Ferit’in aklına ruhuna, kalbine bu mahalle dardı. Ferit, dünyaya zor sığıyordu. İstanbul onunla nasıldı? Sarı Ferit, bura ortamının dışında başka dünyaların; değişik manzaraların, dolu olduğunu ve ruhu bu değişikliklere susamış bulunurken evden kaçmıştı. Mahalleyi terk etti… Annem ‘’ Sağ olduğunu bileyim yeter’’ demek zorunda kaldı.
----------------------------------------------------------------------
Ferit’in, katalogdan seçmece arkadaşlar vardı. Çakızet bunlardan biri; unutmanın imkanı olamayan, acayip kişilik. Ferit’in harbiden dostu. İkisinin arasına kara kedi hayatta giremezdi. Ferit’e yamuk yapmaz. Çakızet son model hırsız. Beyaz takımları her zaman üstünde, ceketi devamlı omuzlarına atar, kışın bu palto olurdu. Beşinci kattaki çiçeği yeterki beğensin kesin çalardı. Sesi kalın, argo konuşur. Bıyıkları pala. İç cebinde taşıdığı ufak, ucu ayrık çekiçle düzeltirdi bıyıklarını. Hapse girer, fazla yatmaz çıkardı. Tabelacı Ahmet’in dükkânında karşılaştık bir keresinde.
‘’ Hoş geldin abi. Nasılsın? ‘’
‘’İyim Alo sen ne yapıyon? ‘’
‘’İyim abi’’
Çakızet başladı hayat hikayesini anlatmaya ‘’ Koğuşta oturuyodum. Elim devamlı bıyıklarımda, düzeltiyom hani, Mahkumlardan biri ‘ Bak bu tozla düzelt güzel olur’ dedi. Tozu suyla hamur yapmışlar anlıyon mu? Ben aldım sağ elimle, sağ tarafı düzetiyom, böyle ince ince. Bi baktım anlıyomusun? Bıyık elimde. Yarım bıyık kaldım iyimi. Beni madara ettiler.’’
Çakızet isyan ‘’ Hangi lavuk yaptı bunu ulann’’ Kimse ses çıkarmamış. Hamam otunu, çaktırmadan suyla karmışlar; Çakızet’i, ayaküstü yemişler… Bu arada ikinci çaylar geldi; Ben gazoz istedim. Çakızet konuşmaya devam. Hayali, çok güzel, içki masası donatıyor. Masa da yok yok. Tabelacı Ahmet abinin yan komşusu Terzi gelmişti. Terziyi coşturmaya çalışıyordu. Paso gaz veriyo.
Çakızet, Ferit ve Tabelacı Ahmet’e Karşıyaka vapur iskelesinin önünde; trafik lambalarında, rast geliyor. Ferit’le Ahmet ışıkları bekliyor.
Çakızet karşı kaldırımdan bağırıyor. ‘’ Ferit bi lavuk var. Bana argo öğret diyo. Adamda para çuvalla. Sen dedim öğrenemezsin. Sesi karı gibi anlıyon mu?’’
Karşıyaka duymuştur. İnsanların özellikle kendisine ters gelenlerin kusurunu açığı vurmaya çekinmiyordu.
Ferit’’ Kes ulen ne tatava yapıyon. Para çuvalla diyon. Ne iş? ‘’
‘’ Çaktın köfteyi Ferit, anlıyosun hani’’
Çakızet’e yol veriyorlar. Çakızet boş adam değil aslında. Kara kalem resim ve portre yapıyor; anında; bir görsün yeter. Ve iyi bir kundura modelcisi. Çekiç cebinde; ucu ayrık; ayrık ucuyla bıyıklarını düzeltirdi.
Tabelacı Ahmet abinin dükkânı,- irtibat bürosu denebilir- Hacılar pasajının üçüncü katındaydı. Kemeraltı’na gittiğimde uğrardım. Ben gelmeden az önce gitmiş Çakızet… Pasajda büroları olan iki avukat, koridorun köşesinde oturmuş gürültülü tavla oynuyormuş. Çakızet gürültüye takmış kafayı. Çıkmış ‘’ Ne gürültü yapıyonuz. Rahatsız etmeyin etrafı. Şangır şungur. Ne oluyo !’’ demiş, fırçasını kaymış. Ahmet abi, Çakızet gittikten sonra avukatlara ‘’ Sakat, harbiden arıza, cephane gibi vallah, adama konar fark etmezsiniz ‘’ Ahmet abi de iyi dolgu yapıyor hani.
-----------------------------------------------------------
Mezarlıkbaşı gençleri harbiden argo konuşurdu. Nerden bulmuşlardı? Nasıl üretirlerdi? Her ortamda konuşurlardı… Ses kalın, vurgulama üst seviye, icabında el kol hareketleri de ekleniyordu. İzmir’in gariban mahallesiydi. Tırsaki gençler yoktu. Çoğu delikanlıydı. Bura delikanlıları birbirlerini satmazdı. Kural tanımazlardı. Kendi kuralları vardı. Asiydiler, isyanları vardı. Asla korkak değildiler, kaçmazlardı. ‘’En kralına üç keski avans’’ veren; polislerin alıp polis minibüsüne soktukları delikanlının her yediği yumrukta ‘’ Vurun ulann vurun’’ diye bağıran delikanlıları vardı…
Her mahallenin bir delisi olurdu ya. Bizim delimiz Şafak. Deli Şafak, kavak gibi, boyu posu yerinde, teni buğday, gözleri kara- marazlı bakardı – dişleri beyaz, başıkabak… İkiçeşmelik yokuşunda Paykoç bisküvi fırınının karşısında ki kahvede otururdu genelde. Yokuş aşağıya frenle inen arabalara özellikle belediye otobüslerine kafa atardı. Deli işte! Ferit’in kurnaz arkadaşı Ramiz; Deli Şafak’ı, dolduruyor. ‘’Şafak banka soyucaz’’ Şafak’ın eline bozuk tabanca veriyor birde siyah torba ‘’ Paraları aldın mı buna koyucan’’ Kemeraltı’nda ki Pamukbank şubesine gidiyorlar. Kendi sotaya yatmış, izliyor. Şafak bankaya dalıyor ‘’Eller yukarı. Bu bir soygundur. Verin paraları ’’ Deli Şafak’ı tanımayan mı var? Banka müdürü ‘’ Şafak para yok’’ deyince Şafak’ta ‘’Madem para yok ben bunu alıyom’’ Facit hesap makinesini alıp dışarı çıkıyor. Çıkmış, bir elinde Facit, belinde bozuk tabanca, Kemeraltı’nda yürüyor. Büyük adımlarla, kolları açık. Ramiz gülerek yanına geliyor…
Ramiz, kısa boylu, zıpkın. Havada karada postasını koyar; kim olursa olsun fark etmez. Ramiz’ e artislik yapmıcan. Hemen konar. Bir kavgasını seyrettim. İyi kavga ediyordu Allah için. Ben kavgaların nedenini merak etmezdim. Seyretmek hoşuma giderdi… Karşıdaki adam Ramiz’den uzun boylu.
Ramiz ‘’Ne artislik yapıyon ulan. Adamı tav etme. Paraları iç etmişsin daha konuşuyon’’
Adam yol koşmaya kalktı Ramiz yemedi. Ramiz kesin dalıcak. Kafa yememek için başı önde, adama yanaştı.
Ramiz ‘’Sen bizi keriz mi sandın? Yemem oğlum ben’’ der demez; adamın çenesine aynalı bir sağ yumruk geçirdi. Adam sendeledi, sol yumruk gecikmedi. Adam düşerken bir de tekme yedi. Ramiz kurnaz hemen çullanmadı. Alet falan olur; belli olmaz. Yerdeki adamı kesiyo. Gitti bir de yüzüne tekme attı. Yerler kırmızıya boyandı. Ramiz anında bastı gitti… Adam kofti çıktı be. Bir seksen uzandı.
Belacı mahalle; acaip mahalle. Antonyo Hikmet Tabelacı Ahmet’le Kordon’da tur atıyor, makara yapıyorlarmış. Ellerinde üzüm salkımları, Antonto, karşıdan gelen iki kızı görünce ‘’ Üzümü kız yemezse onu öpücem’’ demiş. Kız üzümü istememiş. Antonyo terslenir terslenmez kızı tuttuğu gibi öpmüş. Antonyo Hikmet de az arıza değil hani. İkiçeşmelik’te her akşam kavga, haftanın iki- üç günü Mezarlıkbaşı karakolunda. Tabelacı Ahmet, rica minnet, polislere dil döküyor kurtarıyordu.
Antonyo, deli fişek ama arıza. Yine Kordon da inşaat halindeki altı katlı binanın tepesinden, kamyonun yeni boşalttığı kumun üzerine atlamış. Kuma gömülmüş. Çıkarmak için arkadaşları kumu elleriyle eşelemişler. Bazı insanlar tuhaf huylu olabiliyor.
Burda durdukça hiçbir zaman hülyalarıma erişemeyecek, uyuşuk bir ömür sürecek, asla heyecanlarla tanışamayacak gibi geliyordu bana. Ben de buralardan, büyüyünce açık denizlere açılacak, hülyalar kuruyordum. Yediğim dayaklardan kurtulacak, kendi başıma hareket edecektim. Meçhule susamış bir ruhum vardı Kordon limanına demir atmış gemilere binmeyi çok arzu ettim. Mahalleden kimsenin gidemeyeceği yerlere gitmeyi, dünya bana ne gösterirse göstersin hepsini kabul ederek yaşamayı düşünüyordum. Hayali bile güzeldi bu köhne, pis yerden uzaklaşmanın… Özlemlerim oldu. Ya önemsemedim ya da vazgeçtim. Bir bisikletim bile olmadı. Olsun. Namazgah’da beş dakikasına 25 kuruş verip kiraladığım bisikletlere binerdim. İki tekerlekli büyük bisikletlerin selesine boyum yetişemediğinden oturamazdım. Aradan bir ayağımı sokarak öbür pedalın üzerine koyar, yandan yandan yarım pedal yaparak sürerdim.
Bir akşam tabelacı Ahmet Abi geldi. Babama çaktırmadan, anneme Ferit’i sordu. Kadın bir şey bilmiyordu. Ne desin? Oğlu eve gelmiyordu. Sonra Ahmet Abi ‘’Biraz gezeriz’’ deyip babamdan izin aldı. Babam yanımızda bir büyük olduğunda dışarı çıkmamıza izin verirdi. Mehmet abim ve ben çıktık. Dışarda Antonyo Hikmet ve Ramiz bekliyordu. Kordon’a gittik. Gecenin on ikisi.
Antonto ‘’Denize giricem’’ dedi. Elbiselerini çıkardı, karanlık sulara atladı.
Ahmet abi, Ramiz’e ‘’ Elbiselerini al. Gidiyoz’’
Ramiz ‘’Kızar abi’’
‘’ Yok yok bir şey olmaz’’
Yarım saat sonra Antonyo donla mahalleye geldi. Kurumuştu. Bizim mahalle çukur mukurdur. İnsanı yok, hayvanı çoktur. Bizim mahalle daha çocuktur.
Ahmet Coşo, Balçova’da evini yapacağı arsayı satın aldığında; dudakları ucunda silik bir gülümseme belirmişti. Dudakları ucundaki gülümsemenin yüzüne yayıldığı an; yaşamın kendisiydi. Yer yurt edinecekti artık. İlk görüyordum, dudakları ucundan yüzüne yayılan böyle bir gülümsemeyi. Ahmet Coşo, belli belirsiz gülümsemeyle, gerçekti. Kendi evi. Kutsaldı. Hayriye de çok dualar etmişti; başını sokabilecekleri bir evlerinin olması için. Balkanlardan göç edenler önce; bahçesinde renk renk çiçeklerin açtığı evlerini yaparlardı. Ahmet Coşo ödemede kendisini sıkmayacak olan tanıdıklarından- bunlara dost demek daha doğru – borç para aldı; evinin temelini attı. Briket denen yapı malzemesiyle iki oda bir salon yaptı. Biz çocukları da- Ferit yoktu - çalıştık; evimizin, duvarlarını ve çatısını yaparken. Yer döşemelerini yapamadık; toprak üstüne attığımız, naylon veya karton yani soğuk geçirmeyecek ne varsa; geceleri, onların üzerinde geçirdik. Pencereleri şeffaf naylon ile kapattık. Kapı yerlerine de üstten tutturduğumuz kilim koyduk. Kilimi kaldırıp giriyorduk. Güneşin yakıcı ışıkları altında evimiz serindi. Geceleri sivrisinekler saldırıyor, ısırdığı yeri şişiriyor kaşındırıyordu. Olsun. Yavaş yavaş evimizi düzene sokacaktık… Güvercinlerin kafesi ise, arsanın bir köşesine yapılmış, çoktan tamamlanmıştı. Ailenin vazgeçilmez bireyleri evsiz kalır mıydı? Öncelik onlarındı her zamanki gibi… Yılların sonunda bekleyen baharı yakalamıştık… Günün ilk ışıkları, evimizi aydınlatırdı. Güneşin kızıllığı, yattığım odanın penceresinden içerisini nasıl aydınlatıyorsa, benimde içimi, gittikçe çoğalan bir aydınlıkla aydınlatıyor; ışıklar sanki ruhuma doluyor, gittikçe büyüyor, bana sonsuz yaşama sevinci veriyordu. Huzur ve sevinç aile bireylerinin yüzünde belli oluyordu… Mutluydu Ahmet Coşo. Güvercinleri de özgürdü. Yeşillikler arasından, gökyüzüne yükseliyorlardı. Yaz günleri uzun olduğundan hava kararıncaya kadar güvercinleriyle uğraşıyordu. Günün yorgunluğunu üzerinden alan onu dinlendiren bir uğraştı bu. Hayriye’ye çay yaptırır, kümesin karşısına geçer, alçak taburesine oturur, çayını yudumlar, güvercinlerini seyrederdi. Tatil günlerinde bile erkenden kalkar, sabahın taze havasını kuvvetle içine çeker, güvercinlerinin yanına giderdi. O eski sinirli halleri de kalmamıştı. Her şeye kızmıyordu artık. En azından bize karşı iyidi. Annem de burasını sevmişti. Memleketi Prizren’e benzetiyordu.’’ Bülbül deresi’’ derdi buraya. Balçova’nın en güzel zamanlarıydı. Dere evimize çok yakın geçiyordu. Ve karşı tepeler alabildiğine yeşildi… Ahmet Coşo, bahar yağmurlarının başladığı zaman hastalandı.
Yüzüne yavaş yavaş dağılan; gözleri içine giren bu gülümseme Ahmet Coşo’nun dudaklarını çabuk terk etti.
Koca adam ömrünün kalanını hasrettiği, İzmir’e geleli daha on sene olmuştu. Kötü hastalıktı galiba. Burada yaşama isteği yakmıştı onu… Oysa… Oysa yeşil çimenler üstünde parlayan kırağı gibi kalbinin üstünde sevinçler vardı. Asil duruşu; savaş kahramanının tunç heykeli gibiydi…
Tepecik (Yenişehir) Göğüs Hastanesine yattı… Mumyalaşmış soluk benzi, kemiklerine yapışmış derisi; derinleşmiş, çukurlarına gömülmüş akı sarıya dönmüş, özlem hissiyle bakan, hüzün dolu gözleri… İçine çökmüş avurtları; acımsı bir sesle konuşan; konuşurken dudakları kuruyan hasta… Kıpırtısız… Arada dönüp kapıya bakıyor, ne beklediğini kendi bilen… Hayallerini kaybediyordu. Artık hiçbir hayalini bulamayacak ve belki de bir daha kalkamayacak. Yatağında yatan canlı cenazeydi. Bir hayatın iflasını ifade eden bu tablo karşısında yüreğim burkuluyordu. Bu Ahmet Coşo değildi sanki; mumyalaşmış yüzlü, parlaklığını yitirmiş göz bebekli, açık ağızlı bir ihtiyardı.
Ferit duymuş kötü hasta olduğunu, haber göndererek, gelip görmek istedi. Kabul etmedi… Karyolaya uzanarak, gözleri açık tavana bakmaya başladı. ‘’ O benim için öldü’’ dedi. Ben ayak ucunda duruyordum. Kavramakta zorlanıyordum. Hem içim burkulmuştu… Belki zaman yakın… Kefene sarılacaktı. Tabutu, sarıçam keresteden. Mezarı kara toprak. Baş taşında, siyah harflerle yazılı yazılar… Yavaş yavaş koğuştan çıktım. Kanepeye oturdum… başım öne düşük; arada bakışlarımı kapıya yöneltiyorum… Ferit gelir, koğuşa girer Ahmet Coşo’nun elini öperdi; belki…
Hastanedeki sanırım diyet yüzünden, canı olmadık şeyleri çekiyor, istiyordu… Dışarıdan yiyecek yasak… Hafta sonu ziyaretimizde, tuzlu badem istedi… Ertesi gün, okul çıkışı, irilerinden Datça bademi aldım. Pahalı. Ufak kese kâğıdında çantamın içine koydum. Ziyaret saati de değil. Hastane bahçesinin kuytu bir köşesinden, kapı görevlisine görünmeden yüksek demir parmaklıklardan atladım. Demirlerin uçları sivri. Bir batsa; Allah’tan hastanedeyim. Emin adımlarla, izin almışım gibi yürüyerek ‘’ Nereye gidiyon?’’ diyen yoktu. Babamın yanına girdim… Can bu çeker. Tuzlu Datça bademi, iri… Çaktırmadan bir-iki ağzına attı… Kaput beziyle örtülü yatağın kenarından sarkan kemikten ibaret kolunu tuttum. Elini elimin içine aldım. Eli buz gibiydi.
’’ Ne yapaysınız? Celdi mi cençler ? Oynadilar mi? Bu babamın sesi değildi! Ölmek üzere olan bir çocuğun hım hım mırıldanmasıydı.
‘’Geldiler, geldiler. Hepsi seni sordu. Selam söylediler. Fazla da durmadılar, erken gittiler ’’ Gözlerini bana doğru kaldırdı. Bakışlarından bir şeyler daha söylemek istediğini sezdim; nedense konuşmadı.
Mazinin hoş günlerini hatırlıyor, hayata bağlanıyordu. On yıla yakın burda yaşıyordu, talihinden şikâyete hakkı yoktu, çünkü şimdiye kadar olanlar nasıl olması gerekiyorsa öyle olmuştu. Şimdi burada can vermesi mümkündü. Yaşanan yılların sayısı önemli değildi. İsteyerek gelmişti, korkmadan yaşadığı yıllardı, ezilmeden yaşanılan bir yıl tüm ömürden yeğdi… Güvercinlerini özgürce uçurduğu saatler vardı. Özgür yaşamayı seven koca elli adam için; özgür olmayan her şey ölümdü. Hayatın bin bir gailesi ve son yıllarda geçirdiği hastalık yüzünden yorulmuş ve oldukça yıpranmıştı…
Buranın toprağına alışamamış yerini yadırgamıştı… Geldiğine pişmanlığını hiç görmedim…
...adamsın! Ne kadar yollar geçtin? Ümitsizlikle dünyanın boranları arasında yaşama dokundun. Latif bir seyyale idin aslında hayata sedef gibi işlenmiş…
…bundan yıllar önce seni dinleyenler, sana baharın zenginliğinden bir tek çiçek, memleketinin yağmur bulutlarından bir tek damla yollayamadılar…
Yorumlar
Yorum Gönder