Sofya Tolstoy Anıları. ( Tam metin)

Sofya Andreyevna Tolstoy’un 24 Şubat 1904 yazmağa başladığı ‘’Benim Hayatım’’ adlı hatıraları 1844 – 1901 yıllarını kapsar. Ömrünün son dokuz yılı kaleme alınmamıştır. Sofya Andreyevna kendi kitabını yazmağa çok iyi hazırlanmıştı. Dediğini göre Tolstoy’un Günlük’leri ‘’Kıymetli materyal idi’’ o kendi günlüklerinden ve Tolstoy ile yazışmasından ve birçok kimsenin Tolstoy’a ve ona gönderdiği mektuplardan alıntılar yapmıştı. ’’Benim Hayatım’’ın materyalleri ve karalamaları Yasnaya Polyana’da muhafaza edilmektedir.
         Sofya Andreyevna Tolstoy’un hatıraları, Tolstoylar ailesinin hayat ve maişetini, aile içi ilişkilerini ve bütün zenginliğini, incelikleriyle gösteren kıymetli bir senettir. Aynı zamanda bu, Tolstoylar ailesinin geniş ve son derece tabii toplum ilişkilerinin panoramasıdır. O devir Rusya’sının sosyal, siyasi, medeni hayatı, Tolstoy ailesinin hayatında fevkalade derin ve kabarık etki yapmıştır.
       Sofya Andreyevna’nın, Lev NikolayeviçTolstoy ile ömür sürdüğü yıllara ait, yaşadığı her günü, haftayı, ayı, canlı ve samimi olarak kaydetmiş. Onların poetik cazibesi, samimiyetden geliyor olsa da, otuz yıllık mesafeden yazılan hatıralar – onun ömrünün ihtiyarlık yıllarında fikrini netleştirerek yaşadığı düşünce ve hislerinin eseridir. Onların keskin dramatizmi; hayatlarının önemli gerçek bir göstergesidir. Çünkü Sofya Andreyevna’nın yaşantısında. L.N.Tolstoy’un payı da vardı. L.N.Tolstoy ve Sofya.A.Tolstoy’un birlikteliği hiçbir yerde ‘’Benim Hayatım’’ adlı hatıralarındaki kadar bitkin, büyük tarihi ve manevi manası olan olaylar gibi gösterilmemiştir.
        Sofya Andreyevna kendi hatıralarını bir çoklarına (yakın olmayanlara bile) okumuş, onların görüşünü bilmek istemiştir. Hatıralardan L.Tolstoy’un da haberi varmış ve o bunları beğenirmiş. Ocak 1907 da, hatıralarının 1878 yılına kadar olan kısmını yazmıştı ve Sofya Andreyevna onları, M.S. Sukotin’e okumuştu. M.S.Sukotin de kendi günlüğüne şöyle yazıyordu. ‘’1876 -77 yıllar beni L.Tolstoy’un kalbinde garip dönüşün baş gösterdiği yıllar gibi meraklandırdı. Maalesef bu dönüş Sofya Andreyevna’nın, müşahedelerinden ibaretti ve hiçbir psikolojik izah vermeyi başaramamış onu sadece bir faktör gibi kayıt etmişti.’’ Sukotin, Tolstoy’a ‘’ Sofya’nın onun hayatının bu merhalesini tam olarak tasvir edemediğini ‘’ söylediğinde Tolstoy ‘’ Aslında daha dolgun ve ardıcıl tasvir zordu ama özümde bunun izahı mümkün olmayan bir şey, nasıl bir sıçrayış, yeri doldurulamayan bir şey gibi düşünüyorum…’’
     1897 yılında L.Tolstoy evden gitmek fikrine kapıldığında, karısına veda mektubunda ‘’…bizim ömrümüzün uzun 35 yılını, özellikle tabiatına uygun anne fedakârlığı ile yaptığın ve azimle giriştiğin her işi muhabbet ve minnettarlıkla hatırlıyorum. Sen benim ve insanlık için mümkün olan her şeyi yaptın, sen misilsiz anne muhabbeti ve fedakârlığı gösterdin ve buna göre seni kıymetlendirmemek olmaz… Teşekkür ederim, senin bana yaptıklarını muhabbetle hatırlarım ve hatırlayacağım.’’ O zaman L.N.Tolstoy niyetini yerine getiremedi ve Sofya’nın, bu mektuptan, ancak L.Tolstoy’un ölümünden sonra haberi oldu. 1910 cu yılda Şamordino’dan gönderdiği son mektubunda ise Tolstoy şöyle yazmıştı ‘’ Seni sevmediğim için gittiğimi düşünme. Ben seni seviyorum ve samimi kalpten sana merhametim gelir, lakin başka türlü hareket edemezdim.’’
       D.P.Makovitski’nin ‘’Yasnaya Polyana’’ kayıtlarından biliniyor ki, Yasnaya Polyana’dan çıkarak istasyona giderken, L.Tolstoy, uzun sükûttan sonra demiştir ’’ Şimdi Sofya Andreyevna ne yapacak? Ona acıyorum.’’ Ve hayatının, bütün son haftasında, Sofya Andreyevna’yı düşünmesi, L.Tolstoy’u rahatsız etmişti. L.Tolstoy’un ömrünün son günü onun yanında nöbet tutan kızı Tatyana Lvovna, babasının onu yanına çağırıp şöyle dediğini söylemişti ‘’Ağırlığın çoğu Sofya’nın üzerinde kalacak, biz kötü bir iş ettik.’’ Bunu diyerek üzüntüsünü belirtti.
        L.Tolstoy’un ölümünden sonra, Sofya Andreyevna, kendi hatıralarını yazmaya devam etti ve Kasım 1912 de, 1817 yılına kadar olan hatıralarını yazdı. Üç yıl sonra Aralık 1915 de o yeniden yazmaya başladı 1901 ci yılını anlatarak hayatının tasvirini bitirdi.
           ‘’Benim Hayatım’’ dan  bir kısım -Sofya Andreyevna özü- 1912 ve 1913 yıllarında yayınlandı. Lakin o bütünüyle basılmamıştı.
           20 yıl sonra L.Tolstoy’un doğumunun 100. yılı ile ilgili Sergey Lvoviç, annesinin günlüklerini basım için hazırlamaya başladı. L.Tolstoy’un, 1910 da ölümünü yazan gündeliğinin önsözünü yazarken Eylül 1933 yılında Tatyana Lvovna şöyle yazıyordu. ‘’Son vakitler annemizin ‘’Benim Hayatım’’ ı okuyordum. Beni fazlasıyla aydınlattı ve bunu iki kelimeyle ifade edebilirim, o, ne kadar bedbaht bir hayat sürmüş’’
       Daha önce,  1929 da yazdığı mektupta ‘’iyi ki, bir vakit Benim Hayatım’’ yayınlanacak: Bu yapılması gereken çok önemli bir iştir.’’ 
        L.Tolstoy’un ölümünden altmış sekiz yıl geçmişti. Zaman, Sofya Andreyevna’nın hatıralarının yayınlanmasına engel olabilecek çok şeyi, silip almıştı. Artık Sofya Andreyevna’yı suçlayacaklar yoktu, tarihin mahkemesi karşısında duracağını anlayan Sofya Andreyevna’nın karşısında ona beraat kazandırmaya çalışan adamlar da yoktu. Belki de, ‘’Benim Hayatım’’ a münasebetiyle Sofya Andreyevna’nın, L.Tolstoy’a son mektubundaki (gönderilmemiştir)  fikri kabul etmek adaletli olurdu. Sofya bu mektupta şöyle yazmıştı, ‘’O, kendini temize çıkarmak istemiyor, yalnız kendi hareket tarzını izah etmek istiyor’’.
             30 Mart 1906 yılında D.P.Makovitski, Sofya Andreyevna’nın ‘’Benim Hayatım’’ hakkında ‘’Ben söz alacağım ki; onu, vefatımdan 50 yıl önce yayınlamasınlar’’ sözlerini kayda almıştı.
               A.Q. Dostoyevski’nin, 7 Kasım 1910 yılında Sofya Andreyevna’ya gönderdiği: ‘’Eğer Sizin merhum kocanız 83 yıl yaşadıysa bunun için bütün Rusya Size, Sizin yorulmaz kaygılarınıza ve ona ateşli muhabbetinize borçludur…’’ anlamlı mektubunu hatırlayarak ‘’Benim Hayatım’’ ın, yayınlanmasına başlamak zamanı gelmiştir. Bu el yazmaların bazı sahifelerini okuyucuya takdim ediyoruz.
      
   


                                                                                 EV SAHİBESİ

           Yasnaya Polyana’yanın bütün işlerini kocamın halası Tatyana Aleksandrovna bana bıraktı. Evin bütün işlerinden ben sorumluydum, ama bu bana zor gelmiyordu, çünkü bu işlere alışmıştım.
            Ben, Dunyaşa ve aşçı Nikolay Mihayloviç’e ne yapabileceğimiz hakkında danışmaya başladım. Aşçı, genç yaşında müzikle uğraşmaya başlamış. Lev Nikolayeviç’in babası koca knyaz Volkonski’nin orkestrasında flüt çalmış.
             Ben ‘’Niye aşçı oldun?’’ diye sordum.
             ‘’Üflememi yitirdim’’ diye Nilolay Mihayloviç keder ve acı karışımı bir tebessümle cevap verdi. 
            O, işkembe ve bazı yemekleri, eski aşçılar gibi lezzetli pişirirdi. Lakin son derece pis idi. Bir defa kahvaltı vakti, çorbada, nefret bir haşerat görünce ağladım. Bundan sonra kesin tedbirler koydum. Başlık ve önlükler giydirdim, mutfağı, sık sık giderek kontrol ediyordum. Lakin ben bu merhametli adamı, Nikolay Mihayloviç’i severdim. O, uysal, mazlum ve candan biriydi. Bazen o, çok içip sarhoş olurdu, o zaman böreği onun yardımcı karısı gelip pişirirdi. Yahut ben birinin yardımıyla mutfakta aşçılık ederdim. Sonra o gelir ağlaya-ağlaya özür dilerdi. Ben onunla dost idim; o emekli iken Yasnaya Polyana’da, öz aile üyeleri arasında öldü. Oğlu Syomka’ya  qraf ve qrafinyaya hizmet etmesini vasiyet etmişdi. Bu maksatla o, Syomka’nı, Tula kulübüne okumaya göndermişti. Şimdi bizde aşçıdır, ancak babası gibi 6 manat değil, 25 manat alıyor.
           Yasnaya Polyana’nın sadeliği ve fakirliği beni hayrete düşürürdü. Benim çeyizim olan gümüş kap-kaçağı getirene kadar demir çatal ve çok eskimiş delik-deşik gümüş kaşıklarla yiyorduk. Alışık olmadığımdan çok kere ağzımı yaralıyordum. Lev Nikolayeviç, gelişigüzel, kirli yün astarlı yatakta yastıksız yatardı. Ben buna da son verdim. Lev Nikolayeviç, çift yüzlü pamuk yorganı benim çeyizim olan ipek yorgan ile değiştirildi. Lev Nikolayeviç’in karşı koymasına rağmen yorganın altından nazik ağ dikildi. Benim ricam da yerine getirildi. Oraya gittiğim ilk günlerde bizi tebrik etmek için birçok insan; hizmetçiler, kentliler, mektepliler geliyordu. Annem ilk zamanlarda kocamdan para istememek için bana 300 manat cep harçlığı vermişti. Ben, bu paranın hepsini bizi tebrik edenlere dağıttım.
        Bana öyle geliyordu ki, hepsi çok merhametliydi ve bizi çok seviyorlardı. Bu tebrikler beni bir hayli yorsa da sevindirirdi. Lala Nikolay Dmitriyev’in karısı, Arina İgnatyevna kızı Varvara ve Duşka, köyün lideri Vasiliy Yermilin, tatlıcı Maksim İvanoviç, nine Pelageya Nikolayevna, koca evin hizmetçisi, kuru, ciddi Agafya Mihaylovna,  çamaşır yıkayan neşeli Aksinya Maksimovna, onun kızları Polya ve Marfa, faytoncu ve bahçıvan ile bu yerde uzun süre yaşayacaktım. 

                                                               KENDİ OKULLARININ ÖĞRETMENLERİ

                Düğünümüzden sonra ilk bayramda komşu kent okullarından bütün öğretmenler gelmişti. Lev Nikolayeviç, öğretmenlerin istirahatini sağladı. Ve genel şura tarafından belirlenen okul meseleleri tartışıldı. Bütün bu gençler benim dahil olmamdan çok sıkılıyorlardı. Bazıları ise Lev Nikolayeviç’in evlendiği için okul işleriyle uğraşamayacağını, kendileriyle olan yakınlığının biteceğini düşünüyor ve bu yüzden bana düşman gözüyle bakıyordu.
         Önceleri ben, Lev Nikolayeviç’in okul öğretmenleri ile yaptığı danışma toplantılarına katılıyordum. Fakat hamile kalınca, tütün kokusu ve dumanına katlanamıyordum. Ömrümün sonraki zamanlarında da tütünden rahatsız oldum. Lev Nikolayeviç hayatı boyu defalarca papiros çekmeyi terk etti, lakin yine kök salmış alışkanlığına geri döndü, ancak yaşlılığında tamamıyla terk etti.  O zamanlar küçük misafir odası yahut yemek odası, altı kişinin piposunun tütsüsü ile öyle doluyordu ki, ben kaçıyordum, yüreğim bulanıyordu ve ben yatak odasında tek başına, Lev Nikolayeviç’i ilgilendiren işlere iştirak edemeyerek üzgün halde uzanırdım.
                Evin işlerini yapmada da aynı vaziyet de idim. Lev Nikolayeviç beni mal- para ve süt işlerine alıştırmak istiyordu. Ben, sağma, yağ çıkarma işlerine bakmaya başladım. Fakat gübreden yüreğim bulanırdı, kaytarırdım, beni solgun ve inleyen halimle eve götürürlerdi.
          Ben, iyileşmeye başladığımda, Kamenskiler – baba ve kız- bize misafirliğe geldiler. Lev Nikolayeviç, Kamenskilerle muhasara zamanı Sivastopol’da tanışmışlar. Onlar geniş bir aileydi. Artık yaşamanın çok tehlikeli olduğu şehir hayatından neden gidemediklerini sorduğumuzda, şehirden gitmek için ne paralarının ne de imkânlarının olmadığını söylediler. Lev Nikolayeviç, onlara şehirden çıkmaları için yardım etti ve para verdi. Bunu unutmayan Büyük Kamenski, göç etmeden önce Yasnaya Polyana’ya geldi. Lev Nikolayeviç’in evlendiğini hala bilmiyordu. Tanışmamız için beni çağırdılar. Utanarak misafirlerin bulundukları odaya girdim.  Kızı çok güzeldi, hayran oldum. Kız bana dikkatle bakıp, hayretle : ‘’ Lev Nikolayeviç, bu kız sizin eşiniz midir?’
      Bunlar şimdiki gibi aklımdadır. Üstümde çok kısa, kahve renkli kumaştan, hamile olduğum için yeni dikilmiş elbise vardı. Elbiseyi Lev Nikolayeviç sipariş vermiş ve almıştı.; o şöyle demişti: ‘’Uzun elbiseler içinde karımı bulamıyorum. Hem kent için o tür giyim rahatsızlıktır.’’ Ben uzun müddet daha kısa elbiseler giydim.

                                                            NİKOLSKOYE VE ÇERYOMOŞNYA

        Sonbaharın kasım ayında Lev Nikolayeviç ile Çern’deki malikanesi .-Nikolskoye (Vyazemsko) ya atlı arabayla gittik. Lev Nikolayeviç oranın donatım işlerini yapardı. Geceyi Sergeyevsk’de geçirdik, sonra uzun bir zaman yol gittik. Rutubetli, bunaltıcı sonbahar havasıydı.
        Nikolskoye’de o zamanlar dört beş odadan ibaret küçük tahta bir ev vardı. Lev Nikolayeviç’in büyük ve sevimli kardeşi Nikolay, bütün ömrünü burada geçirmişti, Nikolskoye, ona özel yerdi. Biz orada kaldığımız zaman içinde, köhne malikâneyi artık ihtiyarlamış olan tüccar yardımcısı Pyort Yevstratiç idare etti.. O, bizi çok iyi karşıladı. Bize yardım etmek için de Nikolay Nikolayeviç’in  eski av arkadaşı Aleksey Lyahin gelmişti. Nikolskoye’deki bu malikanenin penceresinden uzaktaki çay, meşelik ve tepeler çok güzel manzara oluştururdu. Nikolskoye bana çok hoş geldi keyfimi çoğalttı. Lev Nikolayeviç’le beraber olmak, onun yalnız bana ait olduğunu duymak sevindirdi. Lakin ben onu donatım işlerinde sıkıntıya sokuyordum., o bensiz serbestçe uzağa gidemiyordu., çünkü ben tek kalmaya korkuyordum, hamile vaziyette ve yüreğim bulana-bulana her yere onun arkasından gitmeye gücüm yoktu.
         Yanımıza Lev Nikolayeviç’in en yakın dostu Dmitri Alekseyeviç Dyakov geldi. Çok samimi, hoşsohbet, şen, çabuk anlayan, çabuk kavrayan bir adamdı. Her zaman bizim en iyi dostumuz olarak kaldı. O benim çocuklarım Tanya ve İlyan’ı haç suyuna sokmuştu. Benimle çocuk gibi ve zerafetle sohbet ederdi. O bizi zengin ailesinin Çeryomoşnya’daki malikanesine davet etti. Lev Nikolayeviç bu davete sevindi, beni bir süreliğine Çeryomoşn’yada bırakıp serbestçe evimizin işleriyle uğraşmak düşüncesindeydi. Dyakov, hemen bizi davet etti ve biz 11 Kasımda üç atlı arabayla Çeryomoşnya’ya gittik.
        Çeryomoşnya, güzel ve rahat bir yerdi. Lev Nikolayeviç beni orada bırakıp gitmek isteyince, çocuk gibi ağlamaya başladım. Lev Nikolayeviç bu durumdan rahatsız oldu. Bunun üzerine biz Nikolskoye’ya geri dönmek için yola koyulduk. Ben kendimi suçlu hissetsem de Lev Nikolayeviç’ten ayrılmadığım için çok mutluydum. Nikolskoye soğuktu ve rahat etmek zordu. Can sıkıcı Aleksey  Lyahin’in pişirdiği yemekler ise çok pis ve tatsızdı.

                                                           YASNAYA POLYANA’YA DÖNMEMİZ
                                                                             ‘’KAZAKLAR’’

             Nikolskoye’de az kaldık, kederlerini unuttum. Yasnaya Polyana’ya döndük. Lev Nikolayeviç o sıralar ‘’Russkiy vestnik’’ de ‘’Kazaklar’’ı  ve ‘’Polikuşka’’ yı  baskıya hazırlamakla meşguldü.
            ‘’Kazaklar’’ı,  Katkov, redakte ediyordu. Fakat Lev Nikolayeviç, Katkov’un işinden memnun değildi. Çünkü o bazen üslubu bozuyordu. Örneğin ‘’hangi’’ yerine ‘’ne’’ yazıyordu. Lev Nikolayeviç bu yanlışları Katkov’a söylemeye utanırdı. İmkân buldukça düzeltirdi.
          Yasnaya Polyana’da hayat normal seyrinde gidiyordu. Sabahları, ben aşağıya, Lev Nikolayeviç’in çalışma odasına iner, yazdıklarını düzeltirdim. O yazar, sonra gezmeye giderdi veya bahçeyle uğraşırdı. Ben ise gezemediğim vakitlerde evde oturur, resim yapar, kitap okur eski piyanoda Bekker’in eğlendirici eserlerini çalardım. Fortepiyanonun sesi sönüktü ama hoşuma giderdi.

                                                                      YAZICILIK VE ARALIKÇILAR

            Lev Nikolayeviç, Aralık 1862 de ‘’Yasnaya Polyana’’ gazetesinin yayınına son verdi. Yeni eserlerini düşünmeye başladı. O, Günlük’üne’’Yazmak benim için büyük ihtiyaç’’ diye yazdı.
       İlk olarak ‘’Kazaklar’ın ikinci cildini yazmak istiyordu. Bu eseri yazmayı çok önceden düşünmüştü. Fakat bu işe girişmedi. Aralıkçılar’ın tarihi ile ilgilenmeye başladı ve 1863 yılının kışında Aralıkçılar’ı yazmaya başladı. Lev Nikolayeviç onlarla ilgili materyal, mektup ve kayıtları araştırıyordu. Aralıkçılar’ın hapis yattığı ve asıldığı yerleri görmek için Petersburg’a gitti. Hayatta kalan Aralıkçılar’dan, Svistunov, Zavalişin, Muravyov ile tanışmıştı. Lev Nikolayeviç, kentlilerin özgür olmasına, Rus halkının yaşamının iyileştirilmesine ve baskı rejiminin yıkılmasına çalışan kişilere sonsuz saygı duyar, idealize ederdi.
        Sonraları Lev Nikolayeviç, Aralıkçılar’ın fikirlerinin değiştiğini ve kendi tarihlerini devam ettiremediklerini söyledi. Ama Lev Nikolayeviç Aralıkçılar’ı araştırmaya devam etti. 1905 yılında büyük bir hevesle Yakuşin’in, Zavalişin’in, Rozenin ve başkalarının gündeliklerini yeniden okuyordu.
        Aralıkçılar’ı anlatan roman yazmak istiyordu. Öncelikle bu kişilerin kim olduklarını, hangi aileden geldiklerini nasıl bir eğitim aldıklarını, tuttukları yolu, önceki savaşların ve olayların onları nasıl etkilediğini araştırmak ve bilmek gerekliydi. Ve Lev Nikolayeviç hikayelerine 1805 yılından başladı.

                                                                              SAVAŞ VE BARIŞ

        Lev Nikolayeviç, Aralıkçıları araştırırken 1805 – 1812 yılları arasında muhteşem bir epopeya olan ‘’Savaş ve Barış’’ ortaya çıktı.
        Lev Nikolayeviç, yazmaya başladığında, ben, hemen yardıma koşuyordum. Sağlığımın bozukluğuna ve yorgunluğuma aldırmadan yardıma koşuyordum. Gündüz yazdıklarının tümünü gece aktarıyordum. - Ertesi gün o birçok yeri karalıyor bazı yerleri değiştiriyor birkaç sayfa daha yazıyordu- Ben ise kahvaltıdan sonra hepsini tekrar aktarırdım. Bunları yaparken bazen ağladığım olurdu. ‘’Savaş ve Barış’’ı kaç kez yeniden yazdığımı hesaplamak zordur. 
       Bazı yerler şüphesiz çok güzel ve etkileyiciydi. Mesela Nataşa Rostova’nın kardeşi ile ava gitmesi ve  ‘’Marş marş temiz iştir’’ sözünü tekrarlayan amcasına uğraması büyük bir ilham eseriydi.
        Yadımdadır, ikinci defa Çeryomoşnya’ya Dyakov’lara gitmiştik Lev Nikolayeviç söyle dedi: ‘’Ben öyle iyi bir diplomat Bilibin yaratmışım ki, antika… Ben o karakteri seviyorum.’’ Ben şaşkınlıkla Lev Nikolayeviç’e baktım. Onu anlamamıştım. Diplomat ne demektir? Lev Nikolayeviç neden seviniyor? O zamanlar çok şeyi anlamıyordum.
       Bazen her hangi bir karakter, olay ya da tasvir, Lev Nikolayeviç’i tatmin etmiyordu ve yazdıkları üzerinde tekrar tekrar düzeltme yapardı. Ben ise sürekli aktarırdım. Bir defasında Lev Nikolayeviç’in, Yelena Bezukova’nın sapıklıklarını anlatan öykülerinden utanç verici şekilde yazarken ben çok üzüldüğümü anımsıyorum. Ben, bu kısımları çıkarması için yalvardım. Buradaki ayıp anlatımlar yüzünden genç kızlar bu güzel eseri okumayacaklar derdim. Lev Nikolayeviç önce kızar sonra bütün ayıplı kısımları çıkarırdı. Ben, kendi kendime sorardım. Neden Lev Nikolayeviç çok uygun olan bir sözü veya cümleyi başkaları ile değiştiriyor? Bazen basılması için Moskova’ya düzeltilerek gönderilen sayfaları geri ister ve üzerinde düzeltmeler yapardı. Veya telgraf çekerek düzeltilmesini-değiştirilmesini istediği yeri belirtirdi. Böyle yaptığı için bazen çok tasvirler yahut epizotlar atılmış olurdu. Yardım ettiğim zamanlar bazı bozulmuş olan yerleri, bırakmak isterdim, bazen çıkartılırdı sevinirdim. Temize çekerken öyle olurdum ki, yardım ettiğimi bütün kalbimle hissederdim.   Karakterlere alışır, kendimi onların yerine kordum. Düzeltmeleri yaptıktan sonra Lev Nikolayeviç’in yanına giderdim. Bazı yerlere koyduğum soru işaretlerini gösterirdim ve burayı değiştirirsek veya tekrarları atsak olur mu diye sorardım. Bunun başka türlü olamayacağını söyler, bazen kulak asar hatta sevinir, keyifli değilse hırslanır ve ’’Bunlar detaydır, önemli değil, önemli olan bütündür, genel konudur. ’’derdi.
        Ben yazdıklarımı temize çekmekle sonraları düzeltmeleri yapmakla, çevirilerde, cümlelerde ve hikayelerin tertibinde Lev Nikolayeviç’e daima yardım ettim. Onla geçirdiğim zaman içinde hep yardımcı oldum.
                                                                                      1863
                                                                                    ARILAR

        Bu baharda Lev Nikolayeviç, arılarla uğraşmaya başladı. Babam İslenyev’den bir parça arı peteği almıştı, çerçeveli petekler yapıyordu. Bu konu ile ilgili kitaplar okuyordu. Onun dünyası salt petekler olmuştu ve salt arılara meraklı biri gibi yaşıyordu.. Ben, arıların hayatının önemli yerlerini öğrenmeye çalışsam da  bu zor oluyordu. Bu uğraşı Lev Nikolayeviç’in tüm ihtirasını gösteriyordu. Hayatı boyunca çeşitli alanlarla, oyun, müziki, mektepler, yunan dili, yaban domuzları, pedagoji, okçuluk, atlar – saymakla bitmez, ilgilenmişti. Akli ve edebi konuları saymıyorum. Zaten onlar en uç noktadaydı. O, her şeye aşırı ilgi gösteriyordu. Ama hiç biri edebi konuların yerini dolduramıyordu. 
      Arılarla uğraşmaya başladığından beri evden ve benden uzaklaştı. Onu çabuk özlüyordum ve çoğu zaman ağlıyordum. Arıların yerine bazen kahvaltı götürüyordum, yanında az otururdum. Arı beni sokunca kaçar eve gelirdim.
            Çalışmakta aksamalar olunca işten soğur morali bozulurdu. Ben kız kardeşime, ‘’ Tolstoy ile gezintiye çıktık, şenelendi, tüm aksaklıkları unuttuk’’ diye yazdım.
          Yazar kocamın bir özelliğini gördüm. Ufak bir psikoloji sorunu başlayan Lev Nikolayeviç, insanları, özellikle yeni tanıdığı insanları tanıyamıyordu. Her insanda açıkça onu temin eden bütün bir tip görürdü. Eğer o kişi karakterine, tesadüfen bütünlüğüne, bir zarar getirse, Lev Nikolayeviç bunu anlamaz ve görmek istemezdi. Ona  ‘’Sen bu adamı aklı başında faaliyetleri yerinde biri olarak görüyorsun oysa o börek pişirmeyi seviyor’’ dediğimde, Lev Nikolayeviç itiraz eder’’Olamaz’’ veya ‘’Sen filan kişiyi övüyor onu ahlaklı ve şair ruhlu görüyorsun, o ise, başka birinden gayrimeşru doğmuştur’’ dediğimde. Hiçbir şekilde inanmaz ve ilk görüşte hayalinde canlandırdığı kişi olarak görmeye devam ederdi.

                                                            BİRİNCİ OĞLUMUN DOĞMASI

          İlk oğlumun doğumunu anlatmak benim için zor olacak. Ailece mutluluk getirmesi beklenen bir olay, çeşitli nedenlerden ötürü, baştan sona fiziki ve manevi bir ıstırap oldu. 6 Temmuz’da doğar diye bekliyordum lakin merdivenden düşmem sonucu vaktinden evvel doğdu. Annem bir gün sonra geldi. Onun diktirdiği çocuk elbiseleri vaktinde gelmedi. Yanında  Derp Üniversitesi’nden mezun, kliniklerde ebelik yapan Marya İvanova Abroviç vardı. Ebe, dul olduğundan tek kızı Konstansiya’dan, dolayı bütün ömrü zahmet içinde geçmişti. Marya İvanova, bir aylıkken ölen yavrum Nikoluşka’dan itibaren bütün çocuklarımın doğumunda bulunan ebeydi. Tam yirmi beş yıl benim yardımcım olmuştu. 1863 yılında doğan birinci oğlum Seryoja (Sergey) ve 1888 yılında doğan Vaneçka arasında yirmi beş yıl fark vardı.
      Boylu boslu, sarışın, küçük elleri olan Marya İvanova, akıllı, dikkatli ve titiz bir kadındı. O zamanlar beni çocuk yerine koyarak bir anne şefkatiyle sevmişti.
      Haziran sonunda, bir gece karnım ağrımaya başladı. Kız kardeşim ile konuşuyorduk, benim de karnım ağrıyor dedi. Haddinden fazla yediğimiz için olabileceğine karar verdik. Kız kardeşimle konuşup gülüşüyorduk, onun ağrıları azaldı, benimki ise arttı. Lev Nikolayeviç’e haber verdik. Marya İvanova beni ciddi bir şekilde muayene etti. Yandaki odaya kocamın yanına gitti ve doğumun başladığını haber verdi. Saat dört olmuştu. Mevsim yaz olduğu için geceleri çok ışıklı oluyordu. Güneş çıkmıştı. Kuşlar ötmeye başlamıştı. Tabiat şen idi.
        Lev Nikolayeviç çok heyecanlıydı. Annemi çağırdılar, hazırlığa başladılar. Evin bahçesindeki bir ağaçtan yapılan beşiği getirdiler. Kocam da yanımdaydı, onun bana acıdığını görüyordum. Gözlerinde yaş damlacıkları parlıyordu.. Kolonyalı bezle anlımı siliyordu. Ben ise devamlı terliyordum. Saçlarım terden birbirine yapılmıştı. Kocam ellerimi öpüyordu. Ben onun ellerini sıkıca tutmuş bırakmıyor, sıkıyordum. Bazen o, gidiyor annem geliyordu. Akşamüstü, Tula’dan, tüfek fabrikasının doktoru, uzun boylu Şmigaro geldi. Doğumum uzadığı için, ebem, gelmesini rica etmiş.
          Çocuk, doğarken korkunç bir sessizlik oldu. Ben, Lev Nikolayeviç’in yüzündeki dehşeti, Marya İvanovna’nın telaşını ve heyecanını, onun, bebeği eline alışını gördüm. O bebeğin yüzüne su serpti, poposuna vurdu, sağa sola çevirdi ve nihayet bebek, yavaş yavaş ses çıkarmaya başladı ve çığırdı.
        Çocuğu yıkadılar, temizlediler. Herkes rahatlamıştı. Oğlanı, Lev Nikolayeviç’in gömleğine sardılar ve gömleğin kolu ile bağladılar. Tam bir kundak içindeydi. Ertesi gün bazı şeyler dikildi ama Moskova’dan annemin hazırladığı çocuk giysileri gelene kadar zorlandık. Dadımız yoktu. Lev Nikolayeviç dadı gelene kadar çocuğu benim yedirmemi ve ona bakmamı istiyordu. Ben ona kayıtsız itaat ediyordum ve o zamana kadar onun bütün arzu ve fikirlerini kusursuz biliyor, şüphe bile etmiyordum.
         Vaktinden önce doğan çocuğum zayıftı ve memeyi de emmiyordu. Seryoja (Sergey) doğduğu gece, evdeki herkes eğlendi. Şampanya getirdiler, kadehlere döküp, anne ve çocuğunun sağlığına içtiler. Saşa Kuzminski’nin ve kardeşinin yıkanmış ve perişan saçlı başları, bacım Tanya’nın canlı fakat bir tür ezik; Tatyana Aleksandrovna’nın mesut halleri hala aklımdadır. Haç suyunda yıkamak için Lev Nikolayeviç’in kardeşi Sergey Nikolayeviç’i çağırdılar, Tatyana Aleksandrona ile birlikte yıkadılar. Çocuğa, Nikolay adını koymak istediler fakat ben Lev Nikolayeviç’ in yakında ölmüş dedesi veya kardeşinin adını koymalarını önerdim ama Tolstoy ailesi için uygun gelen ve kocamın da beğendiği, Sergey ismini koydum.
      Lev Nikolayeviç, oğlu olduğuna seviniyor fakat ona ürkek bir nazarla, yakınlaşarak bakıyordu. O kadar. Oğlunun uzun kafasına bakarak oğlunu ‘’Funt’’ diyerek çağırıyordu veya ‘’Serguleviç’’ diye ağzını şaplatarak seslenirdi.

                                                                                      1865
 
                                                                                       FET

           Lev Nikolayeviç, kız kardeşi Dyakov’un yanına gitmişti. Büyük çocuğum Tanya’m ile oturmuştuk ki, kapının açıldığını duydum. Biz, kırsal kesimde yaşıyorduk, parklarda çalışanlar dahil bütün hizmetçiler kahvaltı yapıyordu. Her yer açık idi, aceleyle içeriye biri girdi. Tanımadığımız biriydi kendini takdim etti,’’Fet. Kocanızın eski dostu, müsaade edin kendimi size tanıtayım.’’ Onu tanımıyordum. Sınırsız bozuldum. Kocam evde yoktur dedim. Beklemesini söyledim. Çocuğumu emzirme vakti de gelmişti, çocuğu dizlerimin üstünde tutuyordum ve o bütün kuvvetiyle elbisemi açmaya çalışıyordu daha doğrusu çırmalıyordu. Ben öyle bozulmuştum ki, nerdeyse ağlayacaktım.
       Fet, gülerek ‘’Sizin çocuğunuz kanuni haklarını bildiriyor. Rica ederim benden sıkılmayınız.’’

                                                                                 KESME

         Öncelikle Lev Nikolayeviç ile küsmelerimiz hakkında, yaşadığımız birliktelik süresince hatırda kalan ve başkalarına danıştığım, fikir şöyleydi,’’ O erkek ve kadını temiz bir kâğıdın iki hissesi ile karşılaştırıyordu. Yukarıda olanları,  çıkarmaya veya kesmeye başla, biraz daha…biraz daha… ve iki hisse birbirinden tamamıyla ayrılır. Küsme zamanında böyle olur, her bir küsme erkek ve kadının temiz ve komple iyi ilişkilerinde bile kesikler meydana getirir. Bu ilişkileri korumak ve kırılmasına fırsat vermemek lazımdır.’’ 
         Ben, kıskanç ve ihtiraslı idim. Çok kere tartışmalarımızdan ve kızmalarımdan sonra Lev Nikolayeviç’in yanına gider, ellerini öper, ağlar ve özür dilerdim. Onun karakterinde böyle çizgi yoktu. Mağrur ve kendine güveni olan adam, hayatında bir kere bana ‘’Bağışla’’ demişti. Çok zaman ise bu veya başka sebepten beni incittikçe, herhangi bir işle bana eziyet verdiğinde bile sadece bana acırdı. Beni hiçbir şekilde övmedi, coşturmadı ve sözle sevmedi. Bu, genç yaşımda benim moralimi bozdu. Sanki ben işe yaramaz, miskin bir mahlûkum, sanki elimden hiçbir iş gelmiyor. Yıllar geçtikçe kederlenmiştim. Kocamı suçluyordum. Bu ilişki benim bütün yeteneklerimi boğmuştu. Ruhen sıkılıyordum ve hayattan zevk almamaya başladım. Ben, hiçbir şeyi yeterince yapamıyordum, çok şeye yetişemiyordum.  Ama çok çalışıyordum. Yazın, Fet ve karısı bize gelmişti. Lev Nikolayeviç ‘’Savaş ve Barış’’ da ki savaş sahnelerini okudu. Beni meraklandırıyordu. Fet ise, her şeye hayran oluyordu ve ‘’Lev Nikolayeviç’in eserlerinde epik anlatım daha iyidir’’ demişti. ‘’Savaş ve Barış’’’ın son kısımlarını, yakınında bulunan insanlara danışırdı. Stendal’ı (yazar) savaş etkilemiştir. Waterloo savaşının, Stendal tarafından tasvirini okurken Lev Nikolayeviç’in savaşa bakışının da aynı olduğu anlaşılıyordu. ‘’Savaş ve Barış’’’da ki, savaş tasvirlerinde aynı üslubu yürüttü.
                                                    BAŞİLOV’UN SAVAŞ VE BARIŞ İÇİN RESİMLERİ
         Lev Nikolayeviç ‘’Savaş ve Barış’’ı resimli olarak yayınlamak istedi. Bunun için Myasnitski’de el işleri ve heykeltıraşlık okulunun müdürü olan ressam Mikail Sergeyeviç Başilov’la görüşmeye başladı. Başilov, benim annemin dayısının oğlu idi. Mülklerinden satışa ne kadar ot ve çavdar gönderilmesinden daha çok Beethoven’in müziği ve Rafael’in ressamlığı ile ilgilenmiş. Başıbozukluk yüzünden babası ile birlikte büyük bir serveti önemsemediler. Mallarının çoğunu çaldırdılar ve onlar fakirleştiler. Mikail Sergeyeviç bir ekmeğe muhtaç kaldı. Sonunda zengin bir aileyi dolandırmak zorunda kaldı. Başilov ‘’Savaş ve Barış’’a resimler çekmeye, konularla ilgili resimler bulmaya büyük bir istekle başladı. İşinin ustası Rixau, onları gravürleştirdi. Bu arada Başilov’un işi yavaş gidiyordu. O az miktarda resim hazırlayabildi. Lev Nikolayeviç’in çok istemesine karşın birinci hatta sonraki baskılara bile yetiştiremedi. Bunun sonucu olarak ‘’Savaş ve Barış’’ için, resimlerden faydalanamadık. Bu resimlerin bir kısmı Moskova Tarih Müzesi’nde, Lev Nikolayeviç eserleri arasındadır.

                                                                                   1867
        Hayatımda ki aynı şeyler- hamilelik, doğurma, çocuklara bakma, uşaklar vs. etrafında dönmek, beni heyecanlandırmıyor. Hayat; olaysız, sosyal hayattan uzak, değişiksiz ve eğlencesiz; gittikçe sınırları çok keskin oluyordu. Alıştığım bu düzeni, Lev Nikolayeviç, öyle kurmuştu.
          Lev Nikolayeviç tamamıyla fikir, yaratıcılık ve katışıksız uğraşlar aleminde yaşıyordu, böyle mutlu oluyordu, aile içine dinlenmek ve eğlenmek için gelirdi.
          Kitapçıların birinde şöyle yazıyordu ’’Şair, hayatında güzel olan ne varsa götürür, kendi eserine dahil eder, eseri güzel, hayatı ise çirkin olur.’’ Lev Nikolayeviç’in hayatı çirkin değildi. Sadece bu hayatı farklı değerlendiriyordu. O yalnız ava çıkınca mutlu oluyordu. Ona göre tabiata muhabbet buna bağlıydı. Yeni fikirler ve gelecek yazının düşünülmesi için tek başına dolaşması gerekiyormuş. Çok defa beni de götürmesini söyledim ama o yeni yazacağı yazıyı etraflı düşünmek için yalnız olması gerektiğini söylerdi. Yalnızlık hakkında kitapçısına yazı bile yazmıştı ‘’İnsan yalnız gezdiğinde her omuzunda bir melek oturur, iki kişi gezdiğinde bir melek oturur, üç kişi gezdiğinde şeytan oturur.’’
      Lev Nikolayeviç, sağlığına önem verirdi. Sürekli jimnastik yapar, ağırlık kaldırır, yediğine dikkat eder; ayaklarını yukarı kaldırır, baş aşağı uzun süre dururdu. Uykusuz kalmamaya dikkat ederdi.
          1906 yılının Haziran ayında, Biryukov’un, Lev Nikolayeviç’in hayatını yazması ile ilgili bana şöyle derdi.’’ Ben onu okuduğumda üzülüyorum. Bu benim hayat sıkıntılarımın milyonda biridir. Hepsi de çok miskin tesadüflerdir. Önemli olanlar söylenmemiş. İyi olan yerler, sezdikleri ve açıklıkla tasvir ettiği yerlerdir. Her şey çok gariptir. Hayat da böyledir. Bizim hareketlerimizin önemli yerleri görülmüyor, tesadüflere ise büyük önem veriliyor.’’ 
                                                                                     1868
       Benim param da yoktu. Lev Nikolayeviç, bana parayı, evin ihtiyaçları, şahsı harcamalarım ve maksada uygun harcamalara yetecek kadar veriyordu. Param bitince ondan rica ederdim ama bu bana çok zor gelirdi. Ben de mümkün olduğu kadar az harcamaya çalışırdım. Para ve benim ile ilgisi için şunu da söylemeliyim ki; Lev Nikolayeviç’in davranışından, daha nezaketli bir davranış düşünmek mümkün değildi. O, galiba cimri idi, lakin bir defa da olsa hissettirmemişti, bütün para onundur, ben ise fakirim, hiçbir şeyi olmayan çeyizsiz bir kızım. Her zaman, ‘’Ne kadar para lazım?’’ diye sorulur ve harcamalar kontrol edilirdi. O an, acilen muhasebecinin arkasından gider ve ondan, benim harçlığımı kontrol etmesini, nerelerde kanaat etmem gerektiğini söylemesini rica ederdim. O, yavaşça muhasebeciyi iteler ve ‘’Lazım değil’’ derdi.
          Birlikteki hayatımızın sonuna yakın her şeyi bana havale etti. Lakin her şeyden sonra.
                                                                                 1869

                                                          NİKOLAY NİKOLAYEVİÇ STRAKOV
        ‘’Savaş ve Barış’’ eserine ilk tenkit makalesini, Strakov yazdı ve ‘’Zarya Gazetesi’’nde yayınlandı. Yazarı son derece iyi kritik eden bu makale, akıllı ve iyi bir okur-yazar olan Strakov ile tanışmamıza neden oldu.
        Lev Nikolayeviç, ‘’Strakov, tenkitinle ‘’Savaş ve Barış’’ a hayli sonraları aldığı yüksek kıymetini vermiş ve bunu sabitleştirmiştir.’’diyordu. Halbuki, o zamanlar Tula’da yaşayan Saltıkov(Şedrin) bu eser hakkında hararetli fikir söylemiş ve demiştir ki, ’’Savaş ve Barış’’ dadı ve ninelerin geveze hikayelerini hatırlatır. Saltıkov, önceleri Lev Nikolayeviç’le tanış olmasına bakmayarak Tula’da çalıştığı müddet içinde bize bir defa gelmemişti. Ben, önceleri bu konuda düşünseydim, merhametli Strakov’a bu konu hakkında çok şey danışabilirdim. Strakov’un, şahsiyetinin esas merak uyandıran ciheti, tabi ki, aklı ve manevi hayatı idi. Dış görünüşü bakımından o yavaş, dinmez ve utangaç, koca bir subaydı. Onun, seçtiği kitaplardan oluşan büyük bir kütüphanesi vardı. Yazarların en güzel eserlerini alırdı. Bu kitapları Petersburg genel kütüphanesine bırakmayı vasiyet etti. O, keşiş oğluydu. S. Petersburg üniversitesinde okumuştu. Botanik eğitimi almış iyi bir botanikçiydi. Ve her konuda geniş bilgi sahibiydi. Onunla gezerken bir konuda bir şey sorarsan o bilmek istediğin hakkında mantıklı kısa ve öz bilgi verirdi. Örneğin Darvin nazariyesini konuşurken çok güzel izah etmişti. Ben vaktim olmadığı için okuyamamıştım. Bir seferinde yıldızlarla ilgili konuştu ve bundan daha güzel bir astronomi dersi olamazdı. O, edebiyatı çok severdi. Çoklu tenkiti olan makaleler yazardı. Bence o bir filozoftu. Lev Nikolayeviç, sık sık Strakov’a söyler ve yazılarında, ‘’o yalnız felsefe ile meşgul olmalıdır.’’ diye yazardı. Strakov’da, yazdıklarında, ‘’ O haklıdır. Lakin ne yapabilirim. Ben de tenkit yazmayı bu derece seviyorum.’’
       Bize, yazda-kışta, bayramlarda geldiğinde, Lev Nikolayeviç’e, Yasnaya Polyana hayatını ve bu hayatın ona getirdiği faydayı abartarak anlatırdı. Ve sonsuz şükran borcu olduğunu söylerdi. 1877 yılının Ağustos ayında, Strakov, Lev Nikolayeviç’e yazmıştı.’’Ben öyle bir başkalaşmışım ki, daima elemli ve ciddilik normları içindeyim.’’ O, her fırsatta Lev Nikolayeviç’in işine yaramak isterdi. Savaş ve Barış’ın ikinci baskısı yapılacağı zaman matbaa hatalarını ve başkalarını düzeltmeyi teklif etti. Bunun dışında ‘’Elifba’’ ve ‘’Ziraat için kitaplar’’ yayınlanırken Nikolay Nikolayeviç Strakov, Lev Nikolayeviç’e yardım etmeye çalışırdı. O 1872 yılında şahsen ‘’Elifba’’nın düzeltme işini yapmıştı. Bu arada, Mşatkadan, Danilevski’nin yanından yazıyordu.’’ Elifba’nın tashihine başlamışım onu Danilevski’nin çocukları büyük bir merakla okuyorlar.’’ ‘’Elifba’’ yı çok kötü tashih ettiklerini ve matbaa hatası olduğunu yazıyordu.
              1874 yılında Strakov ‘’Elifba’’ ve ‘’Ziraat için kitaplar’’ı ilmi komiteye teslim etti ve sonra bu komitenin ‘’Elifba’’nın bütün konularını tenkit ettiğini yazdı. 22 Eylül 1874 tarihli mektubunda ‘’Siz ne önerirseniz önerin kabul edilmesi mümkün değil’’ diye yazacaktı.
           Lev Nikolayeviç, Strakov’u seviyordu. Onun akıl yürütmeleri ve öne sürdüğü düşüncelerine saygıyla yaklaşırdı. Strakov, kız kardeşim Tatyana Andreyevna Kuzminskaya’yı da severdi. Petersburg’da, çarşamba akşamları onlarda akşam yemeği yerdi. Benim çocuklarım özellikle Sergey, Strakov’a özel bir sevgi, hürmet duyuyordu. O, çocuklları- ailesi olmamasına rağmen kendi öz çocukları gibi severdi.
       Strakov, son defa 1895 yılında oğlum Vaneçka öldüğünde misafir olmuştu. Onun dilini operasyonla kesmişlerdi ama zehir kanda kalmış ve o yolla beyine geçmişti, Nikolay Nikolayeviç Strakov, o kış, Petersburg’ta uyuyarak vefat etti.

                                                             ÖĞRETMENLER İÇİN SEMİNER

       Lev Nikolayeviç’in, öğretmenlere seminer verme fikri güzel bir fikirdi, ona göre öğretmenler sadece ders vermemeliydi. Ders dışında da yapacak işleri olduğu fikrindeydi. Öğretmenler kendi nöbetlerinde kent yaşamlarından ayrılmayarak, sadece kendi öğrencilerini eğitmeyerek, kentin gençleriyle de ilgilenmeliydi ve onları terbiye etmeliydi. Eğer, Lev Nikolayeviç’in bu fikri hayata geçseydi, elbette bizim topluluğun çocukları daha fazla gelişirdi. Öğretmenler vasıtasıyla halkı terbiye etmek ne güzel bir fikirdi. Şimdi Lev Nikolayeviç’in düşüncesine göre, öğretmenler yazın da kendi işlerini yapmalıydı.
        Lev Nikolayeviç, Yasnaya Polyana’daki odamızı öğretmen semineri için hazırlıyor hem de pedagoji kursları için notlar tutuyordu. O zamanda ‘’Elifba’’ ve ‘’Ziraat için kitaplar’’ ın planlarını yapıyordu. Ancak ne kadar pedagojiyi sevse de Lev Nikolayeviç’in asıl işi yazarlıktı. Bu her şeye üstün geliyordu.
     Seminerin nasıl yapılmasını ve yapma nedenini Lev Nikolayeviç benle konuştu. Bu işe başlamak için muhakkak para lazımdı. Oysa bizde para yoktu. Pyotr Fyodoviç Samarin, Lev Nikolayeviç’e şöyle demişti; Tıla’da, hükümetin okullar için ayırdığı 30 000 manat var. Bu paranın sizin seminer için verilmesini rica edin. Lev Nikolayeviç bu konu hakkında yazdı. Genel kurultayda bu parayla 2. Yekaterina için heykel yapılacağı kararı çıktı ve bize ret cevabı verildi. Lev Nikolayeviç, ‘’Çarıklı Üniversite’’ diye adlandırdığı bu fikrinden soğudu ve bu meseleyi sonradan hiç açmadı.
                                                        ÇOCUKLARIN TAHSİLİ VE HAYATI
        Hemen o yıl, iki büyük çocuğuma okumayı ve yazmayı, Sergey’e ise hesabı ve müziği öğretmeye başladım. Büyük çocuklarım küçüklere göre daha iyi – çok meşgul olduğumuzdan mı bilmiyorum -  Sergey ve Tanya en kabiliyetli ve akıllı çocuklardı. Onlara öğretmek çok kolaydı. Onlar öğrenmek için can atardı.
        Sergey, sekiz yaşına girince Lev Nikolayeviç, ona matematik öğretmeye başladı. Bu çalışkan ve akıllı oğluna gereksiz bağırdığı olurdu o zaman oğlumu korkuturdu ben ise oğluma acırdım ve kapı arkasında ağladığım olurdu. Sergey, korkudan ve babasının bağırmasından konuyu çabuk kavrardı.
       Lev Nikolayeviç, böyle hırslanmak ve bağırmak doğru değil derdi. Bazen Sergey’e dayanmasını söylerdi. Ürkek ve babasına saygılı olan Sergey, sesini çıkarmazdı.
         Ben ve Lev Nikolayeviç ‘’Elifba’’ların ve dersliklerin kusurlu ve eksik olduğunu görüyorduk. Lev Nikolayeviç’te Amerika örneğine uygun ‘’Elifba’’ ve ‘’Ziraat için kitap’’  düzenlemek düşüncesi uyandı.        
         Kitaplar, sıkıcı değil, merak uyandıran olmalıydı.
          Kışın, kar birikintilerini düzeltip, üstünde, biz, iki büyük çocuğumuz, İngiliz dili öğretmeni, bayrama gelen kardeşlerim ve diğer misafirler, büyük bir sevinçle patenle kayardık. Lev Nikolayeviç ise patenle daire çizmeye, çeşitli hareketler yapmaya çalışırdı. Bu çiftlikte büyük bir eğlenceydi ve bize zevk verirdi. Çiftliğimizi kar örtüğünde hepimiz bel ve süpürge götürüp onu paten yapmaya uygun hale getirirdik. Bazen böylece bir iki saatimizi buz üzerinde, parlak güneş altında, ağaçlarla çevrili çiftliğimizde geçirirdik.
        Aralık ayında, Lev Nikolayeviç’in, benim ricamla Moskova’ya giderek, değişik keten, elbise, oyuncaklar ve başka şeyler aldığını hatırlıyorum. Lev Nikolayeviç bunu hevesle yapar eve geldiğinde aldıklarını dizer, bazılarını bana bazılarını çocuklara ve dadıya verir bu hediyeler hem onu hem bizi sevindirirdi. Bir defa büyük kızım Tanya’ya çocuk arabası ve gelincik getirdi. Bu gelincikleri, elbisesinin her yerine kollarına boynuna, koltuğuna ve kemerinin altına sokmuştu Onları bir bir çıkarıp Tanya’ya verdi. Bir gelinciğin pantolon içine girmesi bizi kahkahaya boğmuştu. Lev Nikolayeviç ve biz sevinç içindeydik.
                                                  KARALIKDA BAŞGIRDLAR (BAŞKURDLAR) İLE HAYAT
      Lev Nikolayeviç,  kardeşim Styopa ile tamamıyla yararsız, sade, ilkel bir hayatı, bir ağacın bile olmadığı, geniş bir platoda, mesken tutarak yaşamaya başladı. Lev Nikolayeviç at ve av köpeği almıştı.  Styopa ile ördek avına çıkıyorlarmış.
      Onlar bütün gün kımız içiyor ve çok sıcak olunca, ya soyunarak oracıkta oturuyorlar ya da çıplak geziyorlarmış. 
       Oralarda hayat çok ilkel ve sertti. Lev Nikolayeviç’le mektuplarında, Başkurd’lar arasında kımız içmesi zamanında bütün hayatını ve durumunu göz önüne getirdiğini yazıyordu. Bazen çok özlediğini ve bizim için bütün aile için rahatsızlık duyduğunu belirten, hüzünlü mektuplar yazıyordu. Lakin altı hafta kımız içerek sağlığını düzelteceğine inanıyordu. Kardeşim Styopa, onu eğlendirir ve ruhlandırırdı. Kafkas’da bulunmuş olan yardımcı İvan, onlara hizmet ediyordu. Ve geçmişte Kafkas’daki  yaptığı gibi konuşmalarına aralıksız Fransızca sözler koyarak şaka ediyormuş. Kımız tedavisi olurken ilk vakitlerde Lev Nikolayeviç’de titreme ve ateş başlamış ve ona eziyet vermiş. Bu konuda bana yazdı:’’ Bu duyguyu, can ile bedenin birbirinden ayrılması durumunu, düzgün ifade edemiyorum.’’
                                                           SAMARA YAYLASINDA YER ALMA FİKRİ 
         O zamanlar mal varlığını artırmaya çalışan Lev Nikolayeviç bu toprakların zenginliğini ve buğday mahsulünün bolluğunu görünce burada toprak almaya karar verdi. General Tuçkov, Çar tarafınfan kendisine bağışlanan 2700 desyatin (dönüm ya da hektar) toprağın desyatini 7 manat 50 qepikten satıyordu. Bu Lev nikolayeviç’in hoşuna gitti ve burayı aldı. Ancak çok geç olmuştu. Bu toprağı oğlanlarım ve kızım Saşa her desyatini 75 manata sattılar.
                                                                       BUZULUK’DA PANAYIR
      O, kardeşimle Buzuluk’a panayırına gitmişti. Burada atlar ve Kırgız hayatının zorluğu onu etkilemişti. Panayır, onların Karalık’daki kampından 90 verst uzaktaydı. Onlar, Kırgız köylerini geziyordular. Her yerde kımız ve koyun eti ikram ediliyormuş. Yine  Lev Nikolayeviç için her şey sonraları yazdığı eserlerin aksettirdiği şiirsel nurla ışıklandı. Kırgızları tasvir ederken ‘’Enteresan insanlar. Hem Kırgızlar Herodot gibi. Halkın merhameti ve sadeliği ile seçilen, güzel kentler.’’
      Sağlığı iyileşmiş, ruhu şevke gelmiş. O yine yazıyordu ‘’Üstümdeki ağırlık gitti. Kendimi deniz ortasında kayık gibi hissediyorum. Her şey güzel ve yenidir.’’ Lev Nikolayeviç, kımız tedavisinde altı hafta kaldı. 5-Ağustos’ta sağlam ve güçlü bir halde eve geldi. Bu tedavi onun için uzun süre faydalı oldu.
                                           LEV NİKOLAYEVİÇ’İN DONATIM VE TANZİM İŞLERİ
     Samara yaylasında, büyükçe bir arazi almaktan, Lev Nikolayeviç malını-mülkünü artırmak fikrinden vazgeçmemişti. O, bir şey aldığında ve bütün donatım ve tanzim işleriyle uğraşırken hep gelecek arzusu ile yaşardı. Örneğin at, mal, para işlerinin iyileştirilmesi onların çoğalması yahut dikilmiş ve boy atmış meşe ağaçları ile şimdi 1906 yılında görünmemiş ürün veren meyve bahçesi. Samara vilayetinde toprak satın alırken; Lev Nikolayeviç, burada buğday ve başka ürünler ekip biçmeyi, koyun sürüleri, dişi kırgız atları ve İngiliz aygırlarından yavrulamış at ve deve sürüleri hayal ederdi. Ancak  bunlar Lev Nikolayeviç için bir  heves olarak kaldı.
    Kuzminski, Kafkas’a giderken Lev Nikolayeviç, ona, Karadeniz sahilinde satılan topraklar ve devlet arazileri hakkında bazı şeyleri öğrenmesini söyledi. O metre karesi 10 manattan 1000 hektar taksitle almak istiyor ve ödemesini taksitle yapmak istiyor. Bu satın almada Lev Nikolayeviç kazançlı gelecek görüyordu. Fakat bu satın almanın niye olmadığını şimdi hatırlamıyorum.
                                                                                      EVDE OKUL
          ‘’Elifba’’(ab) ve ‘’Ziraat için kitaplar’’ tertibi ile ilgilenen Lev Nikolayeviç onları denemek ve onlardan yararlanmak istiyordu. O zaman Yasnaya Polyana’da okul yoktu ve insanlar arasında okuma yazma öğrenmek isteyen çoktu.
          Bir defa yanıma geldi ve Yasnaya Polyana çocuklarına evde - geniş koridorda, çalışma odasında aşağıda ki küçük yemek odasında - ders vermek arzusunda olduğunu bildirdi.
           Lev Nikolayeviç, o zaman, Elifba(ab) eğitiminin her yerde yayılmış sesli metotla değil öz metot üzerine yeni harfleri:’’ be, te, re’’ telaffuz vasıtasıyla öğretmek istiyordu. Ben razı oldum. Sergey ve Tanya çok sevindi. Onlar da kent çocuklarına ders vermeyi kabul etti. Ben kendi tecrübemden bilirim ki ‘’Öğretirken kendinde öğreniyorsun ve çocuklar için emek vermek faydalıdır ve onların hevesini kırmak fikrinde değildim.
      Çarçabuk okul malzemeleri ve kitaplar aldık. Akşamları derse başladık. Heyecanlanmış çocuklar soğuk hava ile birlikte koridora dolarlar ve belirlenen yerde otururlardı. Kostya Dayı, büyükleri çalışma odasına götürmüştü, çocuklara öğretir ve onlarla birlikte oyunlar oynar, gülüşürdüler. Ben, sekiz kız ve iki oğlanı yemek odasına götürür orda ders verirdim. Yadımdadır, ben, iki öğrenci ile meşgul olurdum. Svetkova – akıllı ve zeki idi, iyi okuyordu, her şeyi tez kavrıyordu. Öbür öğrenci, safdil idi, kötü okuyordu, diğer çocuklara sarf ettiğim zamandan fazla zamanı ona harcardım. Öğrenci Svetkova’nın, iri boz rengi gözleri vardı. Akıllıydı, her şeyi anlamak hevesindeydi. Öğrenirken gözleri parlardı. Öğrenci Matveyeva ise oturduğu yerden gülümser bir şey öğrenmek için çaba da göstermezdi.
         Lev Nikolayeviç, bütün işe rehberlik ederdi ve çok sevdiği pedagoji ile kentli mahallesine düştüğüne sevinirdi.
       Bizim derslerimiz uğurlu gidiyordu. Çocuklar hafta içinde harfleri ve hecelemeyi öğrendiler. Her birimiz kendi öğrencileriyle övünmek istiyorduk ve bunun için canla başla çalışıyorduk.
      O zamanlar Moskova’da, 30 Mayıs’ta, pedagoji sergisi açılacaktı ve Lev Nikolayeviç ‘’Yeni Elifba’’sını yetiştirmek için basım işleriyle fazlaca meşgul olmaya başladı.
      Yâdımdadır, Lev nikolayeviç ile birlikte ‘’Elifba’’ üzerinde çalışıyorduk. Redakte ederken gece saat dört olmuştu, yatağa uzandığımızda hava aydınlanıyordu. O zaman bahar çabuk gelmişti ve oldukça güzeldi. Nisan’nın ilk günlerinde hava sıcaktı. Güller, menekşeler ve sarı güller açmıştı. 9 Nisan’a yakın menekşeler çiçeklenmişti. Gayet iyi hatırlıyorum. Ben ve Varya Tolstoy, çocuklarla birlikte tepelere çıkıyorduk. Varya, çoktan Nagornov ile nişanlanmıştı ve yazın onunla nikâhlandı.
                                                                                         1873
                                                                                  KRAMSKOY
         İki ressam, Korovin ve İ.N. Kramskoy 1873 yılının sonbaharında, Yasnaya Polyana’ya yakın Zaseka bölgesinde bir şose üzerinde Vanika Doça denen yerde kiralık bir yer tuttular.
        Moskova resim galerisinin sahibi, Treyyakov, Kramskoy’a , galerisi için, Lev Nikolayeviç’in portresini yapmasını istemişti. Kramskoy, bunu yapmak istesede Lev Nikolayeviç razı olmamıştı. Ama sonra Kramskoy’un ısrarı karşısında kabul etti. Lakin ressama poz vermeyi istemedi bundan başka bir de şart koştu. Kramskoy benim için resmin kopyasını çıkartacaktı. Kramskoy: ‘’İki portre çizmek benim için zor değildir.’’ İki portreyi bitirdikten sonra benim daha çok hoşuma gideni almamı teklif etti ve portre için ufak bir ücret aldı.
         Yadımdadır, küçük Konak odasına koydum. Bu iki sanatkara bakıyorum biri Tolstoy’un portresini çiziyor öbürü ‘’Anna Karenina’’ romanını yazıyor. Sıfatları; ciddi, samimi ve güzeldir. Her ikisi asil, büyük simalardır. Kalbimden onlara karşı büyük bir saygı besliyorum.
       Bir kere, onların ince sanatlar – güzel sanatlar- sohbetinin üstüne geldim. Onlar hararetle konuşuyorlardı. Neler konuştuklarını unutmuşum. Portrelerin her ikisi tez, iki-üç haftaya bitirildi. Kramskoy, başı ve elleri naturadan, bedeni ise hafıza esasından çizildiğinden biraz zorlandı. Lev Nikolayeviç o zaman Obelenski ile ava gitmişti ve poz vermeye razı olmadı. Güya av yüzyıllarca yaşayacak portreden daha önemliymiş. Kramskoy’un, Lev nikolayeviç’in boz gömleği, eskimiş elbisesi ile başsız sandalyeye oturması şimdiki gibi yadımdadır. Portreye iyice dikkat edilse; haddinden fazla suniliği, biçimlerin gayri birlikteliği ve başın bedene nispeten ne kadar küçük olduğu görülecektir.
       Bu portrelerden biri Moskova Tretyakov galerisinde diğeri Yasnaya Polyana’dadır.
       İvan Nikolayeviç Kramskoy, iyi, doğru, sade ve akıllı bir adamdı. Ve biz onun vakitsiz ölüm haberini alınca çok kederlendik.
     
                              
        

                                                              OPTİNA PUSTİN VE YAZ HAYATI
       1817 yılı yazında, Kafkasya’dan bacım Tatyana Andreyevna Kuzminskaya’nın ailesi geldi ve biz yazın şenliğini birlikte yaşamaya başladık. Bundan başka Nikolay Nikolayeviç Strakov da konuk olarak gelmişti. Lev Nikolayeviç onu öz abileri ile özellikle meşhur Amvrosi ata(dede) ile şöhret olmuş Optima Pustin manastırına gitmek için davet etti. Tolstoylar ailesi bu manastıra eskiden beri perestiş ederdi. Kızlık ailesi Tolstoy olan büyük kız kardeş Aleksandra İliniçna Osten- Sarken her yıl oraya giderdi. Ölünce oraya defnedilmişti. Oraya kızlık ailesi Ertolskaya olan Yelizaveta Aleksandrovna Tolstoy ve onun bacısı Tatyana Aleksandrovna da giderdi. Tolstoy, çocuklara da Optima Pustina ve onun anıtlarına özel bir saygı telkin etmişti.
        Lev Nikolayeviç, oraya gittiğinde, Amvrosi ata ile inam ve İncil sohbeti yapardı. Bu sohbetlerin hepsini anlatmak mümkün değil. Lev Nikolayeviç’in, bu sefer aklında az şey kalmış. Ama bu sohbetten ve Optina’dan memnun kalmıştı. Ve idrak ettiğini itiraf ederdi. 
          Lev Nikolayeviç ile Nikolay Nikolayeviç Strakov’un bize geldikleri günün sabahı, otele Lev Nikolayeviç’in eski dostu reis Dmitri Aleksandroviç Obolenski geldi, onun malikanesi Optina Pustin yakınındaydı. Nikolay Rubinşteyn de onunla gelmişti. Obolenski, Lev Nikolayeviç’i, geçmişte muhafız subayı olmuş Arximandrit’in (Yüksek ruhban) yanına getirdi. Orada dini ve siyasi sohbet oldu hem sohbet zamanı, samimiyetiyle Lev Nikolayeviç’in özellikle sevdiği Pimen ata, çocuk gibi, rüyalar görürdü. Bunlar birlikte Amvrosi atanın yanına gittiler Sonra, reis, Lev Nikolayeviç’i, kendi malikânesine, ailesinin yanına götürdü. Strakov ise otelde kaldı. Obolenski’de, Lev Nikolayeviç’i çok iyi bulurdu. Obolenski’nin eşi Darya Petrova, gençler ve Nikolay Rubinşteyn’in kuyruklu piyanoda güzel resitali – bütün bunlar Lev Nikolayeviç’e büyük lezzet vermişti. O zamanlar, o, müziği inkar etmiyor, müziği, açık kalple basit bir şey gibi seviyordu. Asıl sanatkâr gibi, o, müziği her hangi başka bir güzel sanatlar gibi severdi. Fakat inkar ruhu ve her şeyi kritik eden tavrı öyle güçlü sirayet etmişti ki; bir zamanlar o, kendi yaşamında, toprak, halk, ve kent emeği ile bağlı olmayan her şeyi kırıp geçirmişti.
    Her yaz, Lev Nikolayeviç, Strakov ile birlikte Stepanovka kentine Fet’in yanına da giderdi. Kendi hatıralarında Fet şöyle yazmıştı ‘’ Onlarda olurken şairane tabiatlı Lev Nikolayeviç Oberlenderin çalgısına alude oldu. O, Oberlender ile piyano arkasında oturdu. İkilikde çalmaya başladılar ve Beethoven eserlerinin bir çoğunu çaldılar.
      Ve demek lazım ki, Lev Nikolayeviç’in müziğe olan sevgisi hiç eksilmedi.

                                                                     TURGENEV VE URUSOV

      Ağustos ayında, Lev Nikolayeviç’le önceleri küs olan Turgenev’in, gelmesini bekliyorduk. Ben, kendi günlüğüme şunları yazmıştım: ’’Gittikçe daha dindar ruh haline kapılan Lev Nikolayeviç’i, güya, onunla düşmanca münasebeti olan bir insanın mevcut olmasını düşünmek kederlendirirdi.’’ Ve o, baharda Paris’e mektup yazdı. Mektubunda şöyle diyordu, ‘’Size karşı ne hatam varsa, beni bağışlayın’’ Turgenev, cevap olarak, ’’Uzatılmış eli memnuniyetle tutarım.’’
    Turgenev, bize, 8 Ağustos’da Lev Nikolayeviç’i iki günlüğüne Moskova’da Şair Puşkin için düzenlenen törene çağırmak için gelmişti. Lev Nikolayeviç özellikle yıl dönümlerini, kutlamaları konuşmaları, kahvaltıları sevmezdi, onlara hiçbir zaman iştirak etmezdi. Bu defa da Turgenev’e red cevabı verdi. 
     Turgenev bize Eylül’de tekrar geldi.
     Lev Nikolayeviç, Turgenev’le, yürek dolusu felsefi sohbetler ederdi. Yadımdadır, kahvaltı vaktiydi ikisi de görünürde yoktular. Ben, Çepıje meşeliğinde Lev Nikolayeviç’in yeni yaptığı kulübede olabileceklerini düşündüm. Bakmaya gittiğimde kulübeye yakınlaşınca, cüsseli İvan Sergeyeviç elini kolunu sallayarak ortaya çıktı. Yüzü kıpkırmızıydı. Lev Nikolayeviç de kızgın halde ortaya çıktı. Maalesef sohbetin neden bittiğini işitmedim. 
       Konuşmalar, akşamüstü, dini-felsefi karakter aldı. Lev Nikolayeviç hıristiyanlık eğitiminin ateşli taraftarıydı. Sık sık Yasyana Polyana’ya gelen, vefalı dostu, Leonid Dmitriyeviç Urusov, biz de uzun süre konuk oldu. Urusov, önce ‘’Mark Avrelin’in konuşmaları’’nı daha sonra da  Lev Nikolayeviç’in ‘’Ben neye inanıyorum.’’ (‘’La Religion’’) eserini Fransızcaya çevirmişti.
     Urusov, her türlü dini-felsefi eserleri ve fikirleri severdi. O, bir zaman beni de, Senekan’ı, Mark Avrelin’i, Platon’u, Epikter’i ve başka filozofları okumam için heveslendirmişti. Ben de o hevesle her şeyi okumaya başladım, notlar tutuyordum ve felsefeden gerçek manada hoşlanmaya başlamıştım. Bu yönümü kimse bilmiyordu, yalnız on altı yaşımda, rus dili öğretmeninin yönlendirmesiyle materyalistlerin- Büxnerin, Feyerbaxın felsefesini çok okuyordum: şimdi Urusov, bana öğrettiğinden, ve felsefi konuların güzelliğini, derinliğini ve ehemmiyetini gösterdikten sonra, ben kendi yeteneğim  ve kabiliyetimle tamamıyla irdeleyerek, büyük düşünürlerin zevkine kapıldım. Okuduklarımdan çok şeyi not ederdim ve hatta ezberlerdim. Biz onunla sık sık geçmiş ve şimdiki zaman insanlarının manevi hayatına ait çeşitli konularda sohbetler yapardık ve sonraları o, ‘’Ben neye inanıyorum’’ eserini tercüme ederken, - bu tercümeyi birlikte yapıyorduk - Urusov, bana kocamın tefekkürünün azametini telkin eder ve inandırırdı ki, vakit gelecek bu azamet bütün dünyayı bürüyecektir. Bir defa, birlikte meşgul olurken, o birden bana dedi: ’’ Birlikte, akli meşgale kadar, insanları yakınlaştıran ve birbirine bağlayan başka şey yoktur. Böyle değil mi grafinya?’’
        Bir akşam çok hararetli tartışmalar oldu ve konu ne ise, Urusov, Turgenev’e kanıtlarını sıralıyordu. Ne olduysa oldu oturduğu sandalyeden düştü, parkeye oturdu. Oturduğu yerden kızgın şekilde ve el kol hareketleri yaparak kanıtlarını söylemeye devam ediyordu. Bu hali gülüşmelere neden oldu. Turgenev, Urusov’un ailesine bilerek uygun olmayan bir kelime kullandı ve bitkin görünüşüyle sandalyenin yanından çekilip, dedi’’ Ah, bu Trubetskoy beni deli edecek.’’

                                                                                    1879

         Lev Nikolayeviç, Kiev’i çok severdi ve bana yazdığı mektubunda, rüyalarına girdiğini yazardı. Ama ikinci mektubunda ümitlerinin boşa çıktığını yazdı.
        Lev Nikolayeviç, Lavra bölgesinde, ev kiralamak istiyordu. Ancak o kadar kalabalık vardı ki, boş yer bulunmuyordu. Darvaz’a yanında giriş katında rahipliğe hazırlanan iki kalender yaşıyordu. Lev Nikolayeviç onlardan kalmak için bir yer rica etti. Kalenderler, Tolstoy’u tanımıyorlardı onu sıradan bir kişi gibi görmüşlerdi. Lev Nikolayeviç eski ve sade elbiseleri içindeydi.  Kalenderler davet ettiler ve Lev Nikolayeviç onlarla iki gün kaldı. Kalenderlerden biri Bessarabiya’dan (Karadeniz kıyısında bir yer) sade, işgüzar ve hiç bir dini bağlılığı olmayan birisi, diğeri, Türkiye ile savaşa girmiş - kafirlerle dövüşmenin Allah’ın hoşuna gittiğine inanan- ve manastıra dini inancına göre dahil olmuş genç bir askerdi. Lev Nikolayeviç onun için ‘’Güzel, akıllı ve değerli bir adamdı’’ diyordu.
         İçten gelen, sade ve yürekten gelen, itikadına göre, mağaralarda yaşayan genç sofu da onun hoşuna gitmişti. Lev Nikolayeviç,  eskimiş paltosunun içinde, yüce sofuluk karakterindeki sofularla itikat hakkında sohbet etmeye gittiğinde; onu tanıyamamışlar, biri, qraf olduğunu bilmeyip ‘’Vaktim yoktur’’ demiş; bir başkası ise, manasız şekilde savaşın gerekliliği ve kanuniliği üzerine konuşmuştu. 

                                                                                   1880

              Nisan ayının sonunda, Turgenev’den, bize geleceği hakkında mektup aldık. Tam hatırlamıyorum, Mayıs’ın 2si veya 3ün de Yasnaya Polyana’ya geldi ve biz, özellikle ben çok sevindim. 
           Biz onunla, Voronka çayının kaynağına, Zaseka ile sınır olan canlı meşeliğe, kuşların uçuşunu seyretmeye giderdik. Lev Nikolayeviç ve İvan Sergeyeviç küçük kaynağın çeşitli taraflarına durmuştular. Ben de İvan Sergeyeviç’in yanına gitmiştim. O sıra bir meşe çulluğu uçtu. Ben Sergeyeviç’e sordum:
     -Niye daha yazmıyorsunuz?
    - Yazamıyorum. Diye cevap verdi.
    -İyi yazmak için ne lazımdır? Diye sordum.
    Turgenev, zarafet gösterirmiş gibi her tarafa göz gezdirerek, fısıltı ile benden sordu.
       -Burada bizi kaç kişi işitmiştir? Bu böyledir. Canım, size söyleyeyim mi, her defasında bir şey yazmadan önce beni muhabbetin güzelliği etkilerdi. Yazmak için birine vurulmalıyım. Şimdi ise, eyvah ki, yaşlanmışım, ne onu başarırım, ne de bunu.
        -Yazık! Çok yazık! Siz de bana vurulun. Ta ki yazasınız. Diye zarafet gösterdim.
       -Yok. Daha kimseyi sevemiyorum. Her şey bitti.
      Turgenev, bu sözleri üzünlü bir tarzda söylemişti. Ben de elimde olmadan onun ‘’Koca’’ isimli manzum şiirini hatırladım ve kederlendim.
      Gün çok güzeldi. Ama meşe çulluğunu vurmak yalnız Lev Nikolayeviç’e nasip oldu. Onu da ne biz ne de köpek bulabildi.
       Turgenev, bizde iki gün kaldı. Halis rus börekleri – dereotlu yarma çorbası, tavuk etinden börek, karabuğday çorbası, turşu, vs sipariş verirdi. O, saatlerce Lev Nikolayeviç ile sohbet ederdi. Bu zaman merhametli, sakin, iltifatçı olurdu. Lev Nikolayeviç’e derdi’’ Ben çok memnunum, ne güzel ki; siz, gerçek bir hanımefendiyle evlenmişsiniz.’’
     O vakit Strakov, Lev Nikolayeviç’e yazmıştı, ‘’Sizin Turgenev’le görüşünüz ve işiniz beni hadsiz derecede sevindirir ve Yasnaya Polyana’ya çeker. Lev Nikolayeviç, siz en yüksek dereceye çıkmışsınız ve sıkı dayanmışsınız.’’

                                                                        HALKIN TEDAVİSİ

           Bunların hepsi mutluluktan doğan kaygılardı, ama diğer kaygılar da az değildi. O vakit ne bizim evde ne de yakındaki kentte doktor yoktu ve çevre kentlerden, hem de Yasnaya Polyana’dan, benim yanıma devamlı hastalar gelirdi. Kendi çocuklarımı, Kuzminskiler ailesini, öğretmen ve hizmetçilerin hepsini ben tedavi ederdim.
        Bu sahada bazı bildiklerimi atam evinde yaşarken öğrenmiştim, diğer bilgileri ise arada eve gelen sonra ailemizi tedavi eden doktorlardan ve tedavi kitaplarından, özellikle Florinski’nin kitabından elde etmiştim. Doktorların reçetelerini saklardım ve onlara esasen hangi hallerde derman talep olunduğunu ayırt edip, hastalarım için de derman bulurdum.
Benim elim hafifti. Ve hastalarımın iyileştiğini görünce çok sevinirdim. Bazen özellikle yazın öyle olurdu ki, burası hasta dolardı. Hepsini muayene ederdim,  derman verirdim. Bir kere doğuracak kadın getirdiler. Bütün geceyi onunla geçirdim. Ona çavdar ekmeği yedirdim, sabaha yakın güzel bir doğum oldu. Ama doğuran kadının bütün çocuklarının Skarlatinaya (deri hastalığı) tutulması beni çok rahatsız etti. Çocuklardan biri oda içinde yere kusuyordu. İkisinin de ateşi vardı. Büyük oğlanın böbrekleri hastaydı, üç hafta sonra o öldü.
        O zaman benimde çok çocuğum vardı, küçüğünü emziriyordum. Bir müddet sonra körpe Nikoluşka öldü. Yadımdadır, kıştı, odadan çıkıp bir başıma ısıtılmamış depoya gittim, üstümdeki elbiseleri çıkardım, çarçabuk başımı yıkadım ve yalnız eve gittim. Bir defa da beni kan içinde olan kadının yanına çağırdılar. Gördüm ki, kanın akmasını engellemek zor, hemen ebeye haber gönderdim. Ebe, Tula’dan geldi. Ama ne kadar uğraştıysa kanı durduramadı ve birden kendini yitirip ‘’Bunun eceli çatmış, ölecek’’ demeye başladı.
          O an ben önüne geçtim ve tampon koymaya devam etmesini söyledim. Sabaha yakın kadının hali düzeldi ve bundan sonra o uzun zaman yaşadı. Onun büyük oğlu İgnat, bizde arabacıydı. Ben ise, şeytan kocasının, dövdüğü ve incittiği bu bedbaht kadını, çok seviyordum.
        Başarısız doğum yapmış kadını da kurtarmaya çalıştım. Doktorumuz akıllı ve güzel insan Aleksandr Matveyeviç Rudnev’i çağırttım. Rudnev, ameliyatta çok vakit sarfetti, çünkü ölmüş çocuğu ana rahminden doğrayıp çıkarmak lazım geldi. Ben doktora elimden gelen yardımı gösterdim. Bütün bu olanlar beni üzmüştü. Bunun için ben tedavi ve ebelik işini sevemedim. Bizim kadınların galiba  bana inançları fazlaydı. Yadımdadır, bizde çalışan arabacı Filippin gelini üç gün eziyet çekti, sonunda,’’Grafinyanı çağırın, onun eli hafiftir, beni çabuk doğurtur’’ yanına gittim üç saat oturdum bu arada zararsız değişik harici vasıtalarla doğurması için uğraştım, sonunda her şey iyi gitti ve erkek bir çocuk doğurdu.
      Sonraları ben bu işi kızım Maşa’ya devrettim. O, Moskova’da hastanede ve kliniklerde çok şey öğrenmişti. Halkı iyi tedavi ediyordu. Bu işi seviyordu. Yaraları, kanı, eziyeti, görüp moralini bozmuyordu. O, her gün üç verst uzaklıktaki Telyatniki’ye gider köylünün yaralı ayağını temizler sarardı. Çürümüş etler kopup düştü, yara iyileşti. O, işini hiç yarım bırakmıyordu.
                                                                                  STASOV
      1880 yılının Ekim ayında ilk defa bize Vladimir Vasilyeviç Stasov geldi. Ben onunla o zaman tanıştım. Bizim yeknesak kent yaşamına böyle bir adamın dahil olması büyük bir tesir göstermişti ve benim çok hoşuma gitmişti. O, elli altı yaşındaydı. Fakat ihtirasları, çalışma azmi, konuşurken yüksekten konuşması, yaşlı bir adamdan çok genç birisini andırıyordu. Onun sohbetlerinin teferruatını şimdi pek hatırlayamıyorum. Şunu hatırlıyorum ki, O, Lev Nikolayeviç’ten, Petersburg’taki genel kütüphane için ‘’Savaş hikayeleri’’nin el yazmalarını istedi. Çıkıp giderken onları piyanonun üzerinde unuttu. Ben buna çok sevindim ve sonra el yazmasını Stasov’a vermedim. O, bundan ötürü bana gücendi. Stasov’un beğendiğim en önemli tarafı, her bir güzel sanatlar eserine aşırı ilgi göstermesiydi. O güzel sanatlara hayran birisiydi.  Başkaları da ona değer veriyordu. 


                                                                                        REPİN
            O zamanlar Moskova’da ressam Repin yaşıyordu. Lev Nikolayeviç, onun kaldığı otele ziyarete gitti. O, güzel sanatlar hakkındaki fikirlerini, Repin’e, söylüyor ve şöyle hesap ediyordu.’’Çağırışçının yola salınması’’ resmi soğuktur(soyuttur). ‘’Zaporojyeliler ise aslında resim değil, etüttür, ona göre, onda ciddi, esas fikir yoktur. Resmin manası daha yüksek olmalıdır.
       Lev  Nikolayeviçin, otel ziyaretinden sonra, Repin, ona yazdığı mektupta hem gelişine, hem de genel olarak güzel sanatlar ve onun resimleri hakkında yaptığı yorumlar için teşekkürünü bildirdi.
         Repin, 14 Ekim1880 yazdığı mektupta ’’Sizin her sözünüz hakkında düşünürken, sanatkarın asıl yolu, daha aydınlık görünüyor… Siz bana, büyük, manevi bir ufuk gösterdiniz…’’
       Ben, sık sık hissederim ki, Lev Nikolayeviç’in, güzel sanatlara aşırı ilgisi nedeniyle; her ressamı, müzisyeni, yazarı – bir sözle coşturabilir ve onlardaki enerjiyi harekete getirebilir.
        Repin’de de böyle oldu. Lev Nikolayeviç, Çaykovski’nin kvartetini dinlediğinde de sanatçıdan böyle bir mektup almıştı. Aynı hissi bize bir vakit keman çalmaya gelen Nagornov, daha sonra diğer müzisyenler de hissetmişti. Lev Nikolayeviç’in yorumları ve şefkatinden sonra enerji ve en güzel manevi değerleri ortaya çıkarması hakkında N.N. Strakov’un, tenkitli makalesini Lev Nikolayeviç övmüştür.
                                                              LEV NİKOLAYEVİÇ’iN AKTARIŞLARI

            Dini- felsefi eserleri üzerinde azimle çalışan Lev Nikolayeviç, kendi ideallerini, deneyerek de hayata geçirmeye çalışırdı.
         O, çoğu zaman hapishanelere, vilayet ve halk mahkemelerine gider askere gidenlerin arasında olur,  her yerde bulunmaya çalışıp, insan bedbahtlıklarını, onlara edilen zorbalıkları aktarır, beşeriyette mevcut olan bütün hayat tarzını şiddetle inkar eder, her şeyi itham eder ve her şeyden ruhu ıstırap çekerdi. Yalnız cemaate iyi niyetler besliyor ve bütün ezilenlerin derdine ortak oluyordu.
       Bu itham ve inkar bana da, ailemize de, devletli, bedbaht olmayan her şeye aitti. Lev Nikolayeviç’in birdenbire bütün insanlık için dert çektiğini ve bunun neticesinde çok tutkun olduğunu görmek acınacak bir haldi. Sanki o, dünyada sevinç ve hoşnutluk getiren her şeyden vazgeçmiş ve dikkatini aksi tarafa yöneltmişti. Nikolay Nikolayeviç Strakov o zaman şöyle yazmıştı ki, ‘’Lev Nikolayeviç garip bir halet-i ruhiyattadır’’ ve ona şu sözlerle hitap ederdi. ’’Siz kurtulmayı, fedakarlıkta ve donup kalmakta değil, aydın ve canlı şuurla aktarıyorsunuz… Siz de, suni hayatın bütün formlarına, kuvvetli bir tiksinme vardır…’’

                                                                                        1881

           Onun insanlar hakkındaki fikri değişmişti. Kendisinin dünya görüşü hakkında Lev Nikolayeviç şöyle derdi: ‘ Evvelce az sayıda insandık, küçük bir dairenin içinde gibiydik, şimdi milyonlarla insan kardeş olmuştur.’’
       O zaman, Lev Nikolayeviç, hep ahval-i ruhiyesindeki değişikliği merak eder, bunun nedenlerini araştırmağa çalışır ve bu yönde iş görürdü. O, çok açık olarak yaratıcılıkla meşgul olmaz.
         Aleksandra Andreyevna Tolstoy, Lev Nikolayeviç’e haber getirmişti, Dostoyevski, Lev Nikolayeviç’in durumunu çok merak ediyormuş ve son zamanlarda yazılmış dini makaleleri onun için elde etmesini rica ediyormuş. Lakin Dostoyevski, Lev Nikolayeviç’in son eserlerini görmedi ve o meşhur olmadan 1881 yılında öldü. Şubat’ın üçünde ben şöyle yazdım, Lev Nikolayeviç, Dostoyevski’yi tanımıyordu, fakat onun ölümünden kederlendi…
         Lev Nikolayeviç, her taraftan araştırıp tartışarak; aktara aktara, azap çeke çeke, her tür dini itikata, kulak vererek kendi yoluna giderdi. Mesela bir zaman Kharkov’da çalışan eniştem Aleksandr Mihayloviç Kuzminski’den rica etti. Kharkov’da, Ştundistler(Hıristiyan tarikat) var mı, onların vaziyeti nasıldır ve doğrumu, orada böyle bir tarikat var mıdır?  Hatta o Kharkov’a gitmek istiyordu. Kuzminski, 1881 yılın 14 Şubat’ın da Kharkov’dan cevap verdi,’’ Burada Ştundistler yoktur. Kharkov’da çok olan Subbotnikler (savaş ve bölünme karşıtı eylemciler) ile karıştırmışsın.’’

                                                            ÇAR 2. ALEKSANDR’IN ÖLDÜRÜLMESİ  

     3 Mart 1881 günü Tula’ya Lopuhin’lerin ziyaretine gittim, oğlum Sergey çok zaman onlarda kalırdı ve Lopuhin’ler ona karşı iyi davranıyorlardı. Zastava’nın yanında insanlar benden sordular,’’Eşittiniz mi, Çarımızı öldürdüler ?’’  …’’Niçin’’ diye dehşetle sordum. ’’Devamlı ayağının altını kazıyorlardı, şimdi de at arabasına bomba koydular, o da öldü’’
       Ben bu haberle evimize, Yasnaya Polyana’ya kan ter içinde geldim. Burada da hadiseyi yoldan geçen bir İtalyan genç haber vermişti. O, kutuya konulmuş kağıtları, gagasıyla çıkaran eğitilmiş kuşuyla, gösteri yapardı. Kuşu göstererek yeknesak kederli sesiyle, ‘’ Beni kuş yemedi, çar öldürdü’’, ‘’Ne? Kimi öldürdüler?’’ diye Lev Nikolayeviç sordu. Genç tekrar etti,’’Çarı öldürdüler’’
      Ben de genç İtalyanın sözünü tasdikledim ve Lev Nikolayeviç’in yürekten kederlendiğini gördüm. Bizi, genellikle halkın olaya sakin ve itinasız yaklaşması şaşırttı. Her halde bizde, Tula ve çevresinde durum böyleydi.
        Lev Nikolayeviç özellikle üzüntüsü şuydu; genç Çar’ın, tahta çıkar çıkmaz, derhal amansız bir işe başlayıp – babasını öldürenleri öldürmesiydi. Lev Nikolayeviç, mahkemeden önce, yeni hükümdar 3. Aleksandr’a mektup yazma kararı aldı. Bu mektupta katillerin bağışlanmasını rica etti ve çarlığına pis bir işten başlamamaya; kötü olanı, iyilikle boğmaya çalışmasına davet etti, kendi sözlerini, manen alude olduğu İncil ile destekledi.
      Bu mektuba cevap olarak 3. Aleksandr’a ‘’ Eğer su-i kast bana karşı yapılmış olsaydı, affederdim. Lakin babamın katillerini bağışlamaya hakkım yoktur.’’ Böylelikle beş asker asıldı. Lev Nikolayeviç’i dehşete düşüren şuydu ki;  iyi tanıdığımız kadın, Sofya Perovskaya da onların arasındaydı ve bu da çoklarını öfkelendirdi.
                                                          OPTİMA PUSTİN’A İKİNCİ SEYAHAT

         Haziran öncesinden, evde sıkılmış olan Lev Nikolayeviç yine Optima Pustin’a gitmek için hazırlanmıştı. Bu sefer yürüyerek gidecekti, Sergey Arbuzovu ve Yasnaya Polyana okulunun öğretmeni Dmitri Fyodoroviç’i de götürdü. Onlar tahminen 1881 yılının 10 Haziran’ında yola çıktılar. 11 Haziran’da Lev Nikolayeviç yoldan bana yazıyordu. ‘’ Gözlediğimden daha zor durumdayım. Ayaklarım ölmüş gibi oldu. Ben pişmanlık duymuyorum. Düşünmek bile zor, kendimizden ötürü düzelttiğimiz dünya yok; asıl büyük dünyayı görmek, kalbimiz için, son derece taze, gerekli ve faydalıdır.’’
       Lev Nikolayeviç’in, yolda kara kalemle not tuttuğu küçük defterinde, seyahat hakkında bilgiler var. Mesela Mananki kentine geldiklerinde buranın keşişi Yasnaya Polyana okulununda öğretmenlik yapmış Vladimir Akimoviç’ti. Lev Nikolayeviç onun evinde istirahat etmiş. Bu defterde yol üzüntüleri ve edebi materyallerden ibaret, anlaşılmaz -yalnız Lev Nikolayeviç’in anladığı özel notlar var.  Lev Nikolayeviç, seyahati hakkında şöyle yazmıştı ‘’ Otele geldik. Burası, inleyen, kör, susan kimselerin evidir. Bak, burada da yat. Sen tok musun? Ben hiç yemedim. Bak, burada otur…’’  
       Kirli, tahta bitleriyle dolu bu yerde, rahip misafir kabul ediyordu. Beni, hararetle karşılıyorlardı. Hatta başında şapka olan Sergey’e, daha fazla hürmet ediyorlardı. Bana, tahta bitleriyle dolu odayı verdiler ve yolda yorulduğuma bakmayarak, tahta bitlerinden rahatsız olarak iki gece kaldım. Rahip sofrasından yiyordum ve her şey- mayalı ekmek, kırmızı lahana ağırlıklı sebze çorbası, yulaf lapası çok tatlı geliyordu. Bir sefer, asker aynı tastan yedi ve o sessizce oturdu.
      Yemekten önce her defa dua okunurdu ama gördüğüm kadar herkes dua okumak istemiyor ve okumuyor.
          İki gün sonra kentli biri beni tanıdı ve ah-ufa başladı, ’’Hazret niye burada kalıyorsunuz? Rica ederim başka otele gidin’’
 Ve Lev Nikolayeviç’i otelin daha lüks odasına geçirirler ve ona daha fazla saygı gösterirler, hem graf olduğunu anladılar.
   … Lev Nikolayeviç, bu otelde, kocası, dedesi öldürülen, evi yakılan bir kadına rast gelmişti.

                                                                              AMVROSİ ATA

                     Lev Nikolayeviç, Amvrosi ata ile sohbet ettikten sonra bana aşağıdakileri anlattı.
           Rahip Yuvenali ata ile de sohbet ettim ve onun şam yemeği hakkında ibretli hikayeyi bilmemesini açığa çıkardım. Burada deniliyor ki, şam yemeği yiyenlerden bazıları gönderilen adamları dövmüşler.
                Amvrosi’nin sözlerini de kayıt ettim. ’’Yoksulluk, kamilliktir. Kamillik aktarın, ama kiliseden uzaklaşmayın. İnsanlar birbirinden farklıdır ve onlar değişik mevkilerde olur.’’ Amvrosi ata, bu durumu yıldızlarla karşılaştırırdı ve derdi  ’’  Yıldız, yıldızdan farklıdır, insanda böyledir. Nasıl ki burada general, albay gibi rütbeler var orada da böyledir.’’      
                Bu konuda kendi düşüncem şudur: Amvrosi ata böyle düşünüyor olabilir, -rütbeler ne ise de, karşılaştırma yapmak, mümkün olan natural (real) şeylerde olur.
       Lakin Lev Nikolayeviç, kalbinin sakinliğini ve yüreğinin gereksinimlerini temin etmeye çalışırdı. Bunu yaparken çok vakit tutkun olurdu ve tanıdığı tanımadığı insanlara mektup yazardı. Cevap mektupları da gelirdi. Mesela Nikolay Nikolayeviç, 1881 yılının haziran ayında Lev Nikolayeviç’e yazdı. ‘’Siz ne kadar kederli yazıyordunuz… Sizin ölüm hakkında fikriniz bana çok ağır tesir etti… Ayın 30 unda sizde olacağım. ‘’
         Lev Nikolayeviç, ömrü boyunca ne kadar beyhude, ağır, ölüm korkusu geçirmiş ve bu konuda ne kadar bedbin düşüncelere dalmıştı. Sürekli ölüm korkusuna dalmak çetindir. Bu hissi, yalnız Lev Nikolayeviç’in, bütün vücuduna hakim olan fiziki ve manevi hayat kuvvetinin dolgunluğu ve bu kuvvetin bir zaman sonra yok olacağını, içgüdüsel olarak duymaması ile izah edebiliriz.  
                                                    GİMNAZİYA VE ÇOCUKLARIN MEŞGULİYETİ
     Eğer ailen büyüdüyse onlar için ne gerekliyse yapmalısın. Lev Nikolayeviç Preçiştenski yakınındaki parasız gimnaziyaya gitti ve çocukları İlya ve Lyovan’ın oraya kayıt şartlarını öğrendi. Lev Nikolayeviç’ten çocuklarına kefil olmasını ve onların hiçbir zararlı teşkilata dahil olmayacağına söz vermesini ve bunu kağıda yazıp imzalamasını istediler. Bu zorlama Lev Nikolayeviç’in keyfini kaçırdı ve bu manasız isteğe imza vermek istemedi.
        O, Lev İvanoviç Polivanov’un,  parasız gimnaziyalarla aynı hukuka sahip özel okuluna götürdü Ve oradaki her şey hoşuna gitti. İlya’yı beşinci Lyovan’ı üçüncü sınıfa verdi.

                                                               LEV NİKOLAYEVİÇ VE SYUTAYEV
       Kimin, Lev Nikolayeviç’e, Tver vilayetinin koca kentlisi Syutayev hakkında haber verdiğini bilmiyorum. Bu Syutayev hakkında yazan Prugaven’in işiydi diyorlar. Lakin yadımdadır, Lev Nikolayeviç, sonbaharda Syutayev’le ilgilendi. O, Tver vilayetine, Syutayev’in kentine geldiğinde Hıristiyan Raskolnik’i görmek istedi. Onun nasıl yaşadığını, neler yaptığını merak ediyordu ve onunla sohbet etmek istiyordu. Orada  - Tver’ de - Lev Nikolayeviç, eskiden tanıdığı Bakunin’lerle de görüşmüştü.
        Syutayev, insanlar arasında kardeşliği tebliğ eder. Emlak’ın çoğalmasına karşıdır. Ve onun yaşadığı yerde hiç bir kilit yoktu. O, her tür şaşaalı merasime karşıydı ve kabul etmezdi. Onun çok tekrar ettiği söz ise ’’Her şey sendedir’’ idi.
        Syutayev, Lev Nikolayeviç’i karşılamaya istasyona gelmiş. Onlar gardan dönerken koyu bir sohbete dalmışlardı ki, koşan atlar yoldan çıkıp, araba bunların üstünden aşmış. Syutayev konuşmalarında kendi inancını, zorla, İncilin ifadelerine uydururdu.
           Syutayev, çeşitli kurumları, özellikle hizmetçi kurumlarını sevmezdi. O, yetimleri ve fakir hizmetçileri topluma paylaştırmak lazım ve kime giderlerse, hemen onlar hizmetçileri eğitsinler ve yedirsinler derdi. Syutayev, sonbaharda bize, misafir gelmişti ve Repin, kızım Tanya ile aynı zamanda onun portresini yapmıştı. Bu portre şimdi Moskova Tretyakov galerisinde saklanıyor.
          Çocukları, topluma kazandırmak hakkında ki sohbet, bir olaydan doğmuştu. Zooloji bağında fillerin gösteri yapacağı görkemli bir merasim düzenlediler. Bunun için küçük çocukları giydirdiler. Böyle çocuklardan biri Lev Nikolayeviç’e rast gelmiş. Çocuğun görünümü onu çok üzmüş ve bu çocuğu bize getirdiler. Çocuk mutfakta kalıyordu, biz de onun için üzülüyorduk. Ama çocuk o kadar özlemiş ki çıkıp gitti ve aynı kostüm ile Zooloji bağında fillerin iştirakiyle yapılan törene katıldı.
                                                                          YENİ NİYETLER
          Lev Nikolayeviç, kendi yaşantısını ret edip göçenlerle birlikte yeni topraklara giden aydınlık adamın tarihçesini yazmak istiyordu. Yeni yerlerde Robinson gibi yaşayan halk, Lev Nikolayeviç’in ilgisini her zaman çekmişti. Lev Nikolayeviç yeni topraklara göçenlerin hikayesini yazmak kararını verdikten sonra yola çıktı. Uzun yolculukta rast geldiği insanlarla sohbet ediyordu ve onların söylediklerinden beğendiklerini şimdi yaptığı gibi kaydetmişti. O, Rusya’nın değişik yerlerine iş için giden, doğdukları yerlerin lehçesiyle konuşan, seyyah yahut kentlilerin sarf ettiği halk sözlerini kaydederdi. Lev Nikolayeviç ‘’Bunların hepsini zihin kutuma atıyorum ve bunların arasından yazmak için bana lazım olanları seçiyorum.’’
         Bütün Rus halkının parasız-pulsuz, ekmeksiz yola çıkması onların gecelemek için konaklaması, yardım eli uzatılması, onların doyurulması Lev Nikolayeviç’i hayrete düşürürdü. ’’Rus halkının, suskunluğunu görmelisin, nedendir?’’ diye kendi kendine sorardı. Cevabını yine kendi verirdi ‘’Onları, aynı din, kilise, ortodoksluk birleştirir.
           Lev Nikolayeviç, yüreğiyle diyordu: ’’Eğer sen de bu merhametli ailede olmak istersen, halk ile aynı dine itikat et.’’ O, bu sözleri bana da söylerdi. Lev Nikolayeviç, hakikatleri ve dinleri, Ortodoks kilisesinin bütün merasimlerini aktarmaya başladı. Tekrar ederim ki, bu akide onun kalbinde 1876 yılında taze taze filiz verdi, 1877 yılında tam gelişti, 1878 yılında ise artık inkara dönüşmeye başladı.
                                                                                      1882
                                                                   NİKOLAY NİKOLAYEVİÇ GE
       O vakitler, Şubat’ta, artık meşhur olmuş olan ressam Nikolay Nikolayeviç Ge, Lev Nikolayeviç ile tanışmak için bize geldi.
        O, aşırı olan sevgisini göstermek için Lev Nikolayeviç’in üzerine atıldı ve onu kucaklayıp öpmeye başladı. O, kel idi, yassı başının etrafında özellikle kulaklarının kenarına çıkan çalı gibi saçları bulunuyordu, zayıftı, şaşkınlık doğuracak derecede ifadeli bakan gözleri, güzel burnu vardı genel vücut görünüşü cazibeliydi ve bizi kendine hayran etti. Nikolay Nikolayeviç Ge, güzel sanatlardan anlayan haysiyetli bir adamdı, Fransız kanı, kendini gösteriyordu. O, tartışmalarda ve sohbetlerde hararetle konuşurdu, akıllı adamdı. Hayatta, insanlarda, güzel sanatlarda iyi ve güzel olanı seçmeye özen gösterirdi. Daha sonraları İncil’i en ufak inceliklerine kadar öğrenip, akılda tuttuğu eserlerin temalarını yapar, kendine has, özel güzellikte tablolar çıkarırdı. Ama benim üzüntüm ise, onlar yapıldıktan sonra, ressamın konuşmalarından kat kat zayıf ve sönük çıkmasıydı.
      Nikolay Nikolayeviç’in, küçük bir eserini çok seviyorum. Orada gizli akşam duasından sonra İsa’nın talebeleri ile taş binadan çıkması tasvir ediliyor. İsa, semaya bakıyor. Talebe İoann, etrafına dolanır, diğer havariler giderler. Bir de aylı gece; güney tabiatı, mavi bir ışık ve coşkulu ruh hali tasvir edilmiştir. Ben bu tabloyu anlatırken, o, hadsiz derecede memnun kalmış ve eserin fotoğrafını çekip bana hediye etmişti. Hıristiyanlık ve cebinde hep taşıdığı İncil, onu, Lev Nikolayeviç’e dost eden esas nedendi. Onlar 1894 yılına yani Ge’nin ölümüne kadar dost olarak kaldılar ve ben de Nikolay Nikolayeviç’i yakından tanıdıkça ona daha fazla değer verirdim. O, tabiatı itibariyle iyi ressam - samimi, alevli, işini dünyada her şeyden fazla seven bir adamdı. Kızım Tanya’nın ressamlıkla meşgul olmasını istemezdi O, Tanya’ya ‘’Sen de kıskanılacak bir yetenek var, ama ressamlıkta becerin yoktur.’’ Derdi.
      Ge, ’’ Güzel sanatların her hangi bir sahası üzerinde esas sanatkar olmak için, iki şart lazımdır, yetenek ve işinde azimli olmak. Eğer yetenek olup ihtiras yoksa yahut ihtiras olup, yetenek yoksa ondan hiçbir şey çıkmaz’’ diyordu.
        Yeri gelmişken, Lev Nikolayeviç’in de yetenek hakkında fikrini söyleyeyim, ‘’Eğer yetenek yıllar geçtikçe gelişir ve olgunlaşırsa asıl sınavdan çıkmıştır, o hakiki ve büyüktür; eğer ihtiras ve hayat, aşkının çokluğunda parlıyorsa, önemsiz ve aldatıcıdır. En başlıca olanı da, yetenekli insanda kendi sanatına muhabbet olmalıdır. Sanat, ona azap ve lezzet vermelidir, İşte bu muhabbet Allah vergisidir. İnsandan, büyük sanatkâr yaradan sema alevinin kıvılcımıdır. O, kuvvetli, hakiki yeteneğin alametidir.’’
        Bir de Lev Nikolayeviç şöyle diyordu, ’’İki çeşit yetenekli tabiat var; bazılarında zevk ve ölçü derecesi var, ama işine muhabbeti ve heyecanı yoktur. Diğeri ise, aksine tamamıyla arzulu, muhabbet ve gayesine ulaşmak hevesiyle yoğrulmuştur ama güzellikleri ortaya çıkaramıyor.
      Tanya’da ihtiras, heves yoktu. Repin’de, Tanya’yı çok yetenekli buluyordu.
      Nikolay Nikolayeviç Ge’nin, Lev Nikolayeviç’in ‘’İnsanı yaşatan nedir’’ hikayesine yaptığı resimleri çok beğeniyordum. Onun İncil’e yaptığı illüstrasyonlar da güzeldi. Ama resimlerin, kompozisyonu onların icrasından üstündü. Öz fikrini, arzusunu eskizlerde yerine getiren Nikolay Nikolayeviç bununla yetinir sonraki cilalamaya önem vermezdi.
       Yadımdadır, İncil’e çektiği illüstrasyonları, Yasnaya Polyana’ya getirdi ve bizim büyük salon duvarlarına astı sonrada bizi çağırıp onları gösterdi. Bazı eskizlerin ideası çok anlamlı olsa da şekiller benim uzağı göremeyen gözlerim önünde anlamlarından ziyade kara kalemle çizilmiş şekillerden ibaretti.
    Benim portremi bitirdikten sonra, Nikolay Nikolayeviç Ge, karısı ile gitti ve giderken tekrar geleceğine ve dostluk etmeye söz verdi. Sonra biz onların iki oğlu –Petruşa ve Koleçka ile tanıştık.
  Lev Nikolayeviç, bana yazıyordu ki, Moskova, her dalda ona çok şey veriyormuş. Syutayev, Vladimir Fyodoroviç ve Orlovia’da, Rumyantsev müzesinin kütüphanecisinin terk-i dünya hayatı ve ille de ‘’ölüm olmamalıdır’’ nazariyesi ile ilgilenmiş ve Nikolay Fyodoroviç Fyodorov’da aynı şekilde meraklanmış.
      Bu, Fyodorov da gördüğüm kadar terk-i dünya idi. Müzenin kütüphanesinde onun sırası yoktu. Fyodorov, her şeyi bilirdi, gerekli olan her şeyi derhal söyler ve her hangi bir sahada hangi kitap ve kaynağın faydalı olacağını kısa ve düzgün şekilde söylerdi.
      Lev Nikolayeviç, onunla sohbet etmeyi severdi ve sık sık Rumyantsev müzesine giderdi.  Lev Nikolayeviç’’Moskova beni çok aydınlattı’’ derdi.
        Fet, akşamları genelde bizde olurdu. O, şöyle derdi, Moskova’da yaşadığında ne tiyatroya ne konserlere ne gecelere gitmekten hoşlanırmış. O, kısa ve kesin şekilde ‘’Ben semaveri seviyorum’’ dedi. Biz gülüştük.’’ Bu ne demektir?’’ ‘’’Bak bu; filan evde akşam saat dokuzda masa üstünde semaver fokur fokur kaynıyor, onun yanında şefkatli ev sahibesi eğleşiyor. Beni çekende işte bu semaverdir’’
      Gerçekten de bu semaver bütün ömrümüz boyunca bizimleydi. Ama üzülerek söylemeliyim ki, onun etrafında merhametlik ve rahatlık olmuyordu.
                                                                              HAYAT KIRILDI
      Diye bilirim ki, şimdiki yaşantım önceki yaşantımdan iyiydi yahut hiç olmazsa önceki gibiydi. Lev Nikolayeviç’in yeni ideaları, benim de çocuklarımın da yaşantısını tahrip etti.  Genç hayatlarının bozulması onların manevi ve fiziki hayatlarını ciddi etkiledi. Zayıf Maşa, ağır işten ve etsiz börekler yemekten kuvvetini yitirdi, sağlığı bozuldu. Tanya’da kendini koruma hissi daha güçlüydü ama o da babasının inkar ettiği her şeyi kesin ret ettiğinden zarar gördü. Oğlanlar ise babalarının gözünde rehberden mahrum idiler. Lev, sadece ayıplayan kınayandı. Tanya, kendi gündeliğine babası ile sohbet misal, bunun hakkında: Onun eğitiminin, bütün hakikiliğini anlamak! Güzel ne varsa hepsini sever, ama bunun hakkında pek konuşmak istemez. Yeni elbise, faytonla gezinti aklına gelince sevincinden yüreği atardı.
        Her yıl Lev Nikolayeviç, eski dostu grafinya Aleksandra Andreyevna Tolstoy ile görüştüğünde dini konuşmalar haddini aşardı. Grafinya, Moskova’da bize misafir gelirdi sonra bana kederle yazardı: ’’Moskova’dan giderken ben duydum ki; Lev Nikolayeviç bir daha benimle mektuplaşmayacakmış. O, hep kendi fikirleri ve akidesi ile yaşamış, diğerlerinkine ise hiçbir kıymet vermemiştir.’’
      Lev Nikolayeviç, not defterinde, real hayattan el çekmesi hakkında merakla yazar:’’ Ben o zaman ayıldım ki, bu varlığın reallığından şüphelenmeye başladım. O, benim için önemini yitirdi. Dünyaya bakışın değişebilmesini; düşünmek zor olsa da, mümkündür.’’
          Eğer bu, onun için zor idiyse, Lev Nikolayeviç’i ihata eden şeyi, hayata can atan insan ve çocuklara dayatmak ve onlara aşılamak reva mıydı?
          Başka yerde o şöyle bir not yazmış ’’En miskin akideye örnek: ben toprak heveskârıyım. Toprak satın alırım. Bu zaman içinde kafamda muhakeme ederdim ve sonuç kuşkuya yer bırakmayacak şekilde belirirdi. Bu çocuklarım için ne kadar da zaruridir.’’
        En yüce akideye örnek: ’’Benim karaciğerim ağrıyor. Yaşamak benim için zor ve yaşam beni ölüme götürüyor gibi görünüyor. Hayat bana, ebedilikle mukayese edildiğinde, bir an, bir miskinlik gibi görünür. Ağrı kesilir sevinirim. Ölüm de bana en uzak -sonsuz derecede küçük nokta gibi görünür. Ben, bu konuda düşünmemeliyim. Ölüm hakkında düşünmek, ahmaklık olurdu. Yalnız hayat var, onu detaylı olarak güzel yaşamak ve bütün gücümüzü onun üzerine toplamak lazımdır…’’
                                                                          YAHUDİ DİLİ
              Biz göçtükten az sonra Lev Nikolayeviç birden Yahudi dilini öğrenmeyi arzu etti. O, Bibliya (Kitab-ı Mukaddes) ve İncil’i Yahudi dilinde okumak istiyordu. Bunun için çok saygılı, akıllı, kibar Yahudi ayin görevlisi Mimor’u davet etdi. O, Lev Nikolayeviç’e ders vermeye geliyordu, onunla sohbet ederdi.
        Lev Nikolayeviç’in Yahudi dili ile meşgul olması beni çok korkutuyordu.  Yahudi dili ile meşgul olmanın onun sıhhatine nice pis tesir ettiği hala aklımdadır. Lakin hoşbeş etmekten okumayı o kadar iyi öğrenememişti. Lev Nikolayeviç, bu öğrenme işinden çabuk vazgeçti… Zihni gerginlik ona pis tesir gösterdi; daha asabi oldu, yeni geldiğimiz vakte göre daha şişman görünüyordu.
                                                                                  1883
           Lev Nikolayeviç, Samara yaylasından sık sık mektup yazıyordu. Bana karşı geçmiş günlerde gösterdiği ilgi ve sevgi yeniden başlamıştı. Ama ben bu hisse inanmıyor, bu geçici iltifatlara evvelki gibi sevinmiyor ve cevap vermiyordum. Kalbimin özgürlüğünü koruyordum. O mektubunda:’’ Senin yanına, gittiğimden daha şefkatli döneceğim. Burası sensiz ve işsiz boştur ve pistir. Özledim. Sen ve işim hayatım için lazımdır. Ben, beş haftadır iyi uyuyamıyorum. Geldiğimde uykumu aldıktan sonra seninle daha içten ilgileneceğim ve işimi daha iyi yapacağım.’’
           Ama onun bana ilgisi ve iyi davranması uzun sürmedi. Ben ayrılıktan sonra bu ihtiras devirlerine ilgim olduğu için onlardan korkuyordum. Hayatımın, ihtiras münasebetleri sahasına dahil olmasını sevmiyordum. Yüreğim çok eziyetler çekmişti ve artık geçmişteki insan değildim. Ben, hayatımı, kocam ve çocuklarımın kaygısına sarf etmiştim ve buna üzülüyordum; ben de diğer istekler- kişisel yaşam istekleri baş kaldırmaya başlamıştı. İstiyordum ki, hayatımda kim varsa yakından iştirak etsin, bana yardımcı olsun ve beni ihtirasla değil, incelikle sevsin. Ama ömrüm boyu bunu görmedim. İhtiras söndükten sonra soğukluk baş gösterdi. Kesin söyleyebilirim ki, o zaman bozulmaya başladım, öncekine oranla daha bencil oldum.
       Lev Nikolayeviç’e minnettarım ki, benden başka hiç kimseyi sevmedi; onun kati ve kusursuz sadakati ve kadınlara ilgisindeki temizlik hayret edilecek bir şeydi. Bu özellik bütün Tolstoy’lar da vardı. Onun kardeşi Sergey Nikolayeviç de artık çoktan gençlik diriliğini yitirmiş, ona her yönden tamamıyla yapancı olan kötü şeyleri bırakmış, Karaca Maşa ile namuslu bir aile hayatı sürmüştü.

                                                           YASNAYA POLYANA SAKİNLERİ
          Lev Nikolayeviç’in de değindiği Yasnaya Polyana sakinlerinin halleri hakkında da konuşmak isterim. Mesela kim diyeyim: 
      Lev Nikolayeviç, yoksulluk, barış ve emin-amanlık. Övdüğü her şeye yürekten olmak, yürekten olduklarının hepsini övmek;
       Sofya Andreyevna’nın, hiç büyümeyen 150 bebeği;
     Tatyana Andereyevna’nın daimi gençlik isteği ve kadınların özgürlüğü;
 Tatyana Lvoviç’in traş edilmiş kafası. Kalp inceliği ve hep temiz pabuçlar;
      İlya Lvoviç’in, cesaretini gizlemesi;
      Maria Aleksandrovna’nın(Kuzminskaya), zarifliğe bağlı ve rikkatli gözyaşları ile ıslatılan ailesi;
    M-me Seuron-un, inceliği;
   Vera Aleksandrovna Kuzminskaya’nın, Lyalya dayısı yani Lev nikolayeviç;
    Kolya Kislenski’nin, her taraflı olmak ve müziği derinden anlaması;
       Yelena Sergeyevna’nın, at koşturması ve koca eri;
     Knyaz  Urusov’un, kroketde  hayıflanması ve dünyevi ne varsa hepsini unutması;
     Olqa İanovna’nın-rus dili ğretmeni- özgürlük sevgisi;
       Maşa’nın, gitara tellerinin sesi;
     Yelizaveta Valeryanovna Obolenskaya’nın, hoş sohbetliği ve aile hayatının mevcut olması;
     Küçüklerin ideaları, bütün gün karınlarını abur-cuburla doldurmak ve ortamın yeknesaklığını bozmak için bağırıp ağlamaları;
     Yasnaya Polyana sakinlerinin daha bir zarafetle yazılmış öz nitelikleri;
      Daha başka şeyler:
      Lev Nikolayeviç’den, kitapları ve zam gözleyen çalışanları;
 Tatyana Andreyevna’dan, kekler,  reçelli börekler, güzel kızlar ve Katolik gençlere ilgisi;
 Knyaz Urusov’dan, tartışmalar, güzel davranış, hediyele;
    m-me Seuron-dan, des donnes manieres, les verbes a copier et un beau garcon;*( güzel edalar, siyahımsı filler ve yakışıklı genç)
      Olga İvanovna’dan, gramatik ve akıllıca sohbet;
        Boris Vyaçeslavoviç Şidlovski’den,(Genç talebe benim hala oğlu) Sonya hala ile melankonik sohbetler, mazurkada(leh dansı) zariflik, bolca konfeti ve armut;
         Nikolay Andreyeviç Kislenski’den canlanma müziği, flört etme ve büyük çocuklara sevinç getiren taşlı çocuk arabası;
           Tatyana Lvovna’dan, gürültü, kötü resim, giyimler ve belli vakitlerde ölçülü yapılan şenlik;
         Maşa Kuzminskaya’dan, genel bir içtenlik, hep hediye vermek hevesi;
        Maşa Tolstoy ve Vera Kuzminskaya’dan, getirilen elmalar;
         Vera’dan, kaba ama hep doğru konuşma;
        Maşa’dan, çok da doğru olmayan sohbetler;
            Lyolya’dan, hazırcevaplık, bir tavşan ve bir su çulluğu;
        İlya’dan, köpek yemeği, domuz inlemesi, çoklu’’şeytan’’ sövmesi ve bununla kötü adamlara büyük iltifat.
       Ve anne,  bir şeyle meşgul olma, kahvaltılar, öğlen yemekleri, büyük küçük çocuklar, onlara yaraşan elbiseler ve gözlenen hasta kadınlar.
                                                                                        1884
                                                                                    ÇERTKOV

           1884 yılında, Moskova’da, Lev Nikolayeviç’in yanına; boylu, güzel, mert, ilk bakışta asil olduğu anlaşılan bir adam geldi. Bu Vladimir Qriqoryeviç Çertkov’du. Süvari olarak muhafız alayında bulunmuş Çertkov, Lev Nikolayeviç’in eserlerini okuduktan sonra istifa etmiş ve onun yeni idealarını, inanarak yaşamaya çalışıyordu. Çertkov’da, çok net bir değişiklik oldu.
           Süvari alayının görkemli subayının, Preobrajenski alayı ve saray teşrifatçısı Yelizavetta İvanovna Çertkova’nın, oğlunun istifa etmesi onu üzmüştü. Çertkov, Lev Nikolayeviç’in hoşuna gitti. Lev Nikolayeviç’in yazdığı ve bir şey hakkında söylediği her şeye içtenlikle perestiş ederdi. Lev Nikolayeviç’de, Çertkov’u, ömrü boyunca sevdi ve yüksek kıymetlendirdi. Çertkov, şimdi Lev Nikolayeviç'in kaleminden çıkmış bütün eserleri okuyor, onun Günlük’ünden notları götürüyor ve bunların hepsini İngiltere’de yaptırdığı taş evde saklıyordu. Önceleri Lev Nikolayeviç’in bu kadar el yazması, mektup ve Günlük’ünün Çertkov’da olması beni üzüyordu ve ona karşı çekememezlik hissi oluyordu. Ama şimdi ölümün yakınlığını ve çocuklarımın babalarının el yazmalarına ilgisini görünce, iyi ki, yapmış diyorum. 
                                               HALK EDEBİYATININ GÖRÜNÜŞÜNÜN DEĞİŞTİRİLMESİ
     Lev Nikolateviç ve Çertkov’un, halk edebiyatının vaziyetinin kötü olması fikrine neden geldikleri şimdi yadımda değil. Ama Çertkov, bizden gittikten az sonra halk edebiyatının, düzeltilmesi ve değiştirilmesi işine başladı. Önceleri Çertkov halk için gazeteye benzer bir şey çıkarmak istiyordu. Sonra karar alındı ki, sadece Hristiyan istikametli ve önceden düşünülmüş maksatla – halka dini menfaat vermek maksadıyla hikaye, makale ve çeşitli eserler yayınlanması kararı alındı.. ‘’Milord Georg’’adlı kitlesel halk kitabına, Lev Nikolayeviç’in bu kadar fikir vermesinden sonra, onun, edepsiz içerikten hiddete gelmesi yadımdadır. Halk edebiyatında çeviri fikri bana da çok gerekli işlerden göründü. Ve ben, Lev Nikolayeviç’in  o zamanki yazıcılık faaliyetlerinin istikametine derin bir saygı duyardım. O, birbirinin ardınca halk hikayeleri yazıp yayınlatmak için onları Sıtina vermeye başladı. Lev Nikolayeviç şöyle bir şart koymuştu; bu küçük hikayelerin satışı hiç kimseye maddi kazanç sağlamasın, onlar çok ucuz fiyata satılsın. Böylelikle, hem önceki ’’İnsanı yaşatan nedir’’, ’’Allah hakikati görür, ama geç beyan ediyor’’ hikayeleri ve yeni yazılmış ‘’Ateşi gözde bırakırsan, söndüremezsin’’, Muhabbet nerede tanrı orada’’, ‘’Şam’’,’’İki koca’’ ve diğerleri basıldı.
       Bu kitapçıklar ‘’Posrednik’’ firması tarafından ‘’Tanrı güçte değil, hakikattedir ‘’  reklam sloganı altında yayınlanmaya başladı. Önceleri kitapçıkların ambarı Petersburg’da Vasilyev adasındaki büyük depodaydı buraya Lev Nikolayeviç’in yeni sempatizanları toplanıyordu. Deniz subayı Pavel İvanoviç, Biryukov ve genç kız Qalya Diterix -sonra Çertkov’da oraya gelmişti - ve birçokları. ‘’Posrednik’’in bu deposuna gelmiş olan Nikolay Nikolayeviç Ge, ona has olan zengin hayal gücüyle, çeşitli inançta olan, hemfikir adamların ‘’Posrednik’’deki toplantılarında konuşur ve dile getirirdi ki, ‘’Burası ilk Hristiyanlık katakomblarına benzer, insan burada kendini oldukça iyi hissediyor’’ Sonra kitaplar, Büyük Dvoryanski sokak 25 numaralı eve taşındı.

                                                        ESERLERİN TAMAMININ YAYINLANMASI
              Tolstoy eserlerinin, külliyat olarak basılması, yeni bir işe başlamak gibiydi.
              Ben, kağıt satıcılarının yanına ve matbaalara gidiyordum. İlk bakışta gerekli olanları sipariş ediyordum. Kağıdın kalitesini, tertibinde olan ve onu yararsız eden çok miktar ağaç katışığını ortaya çıkarmayı da öğrenmeye başlamıştım. Ama kitapları yayınlamak için bir pepik bile yoktu. O zaman ben annemden on bin manat borç aldım. Koca Aleksandr Aleksandroviç Staxoviç de bana lütufkârlık ederek, toplam 5 faiz hesabı ile 15 000 manat borç verdi. Zamanında yardım eli uzattığı için ona minnettarım.
        Eserlerin, tam külliyatının yayını için kâğıdı, Kuvşinov’un firmasından sipariş ettim. Birinci siparişi yerine getirdiler, lakin ikinci siparişte – bu  ‘’Savaş ve Barış’’ in ‘’Anna Karenina’’ nın ve başka kitaplar içindi -  tamamıyla ağaç kütlesinden ibaret, çok pis kâğıt verdiler. Bundan sonra ben bir daha onlarla alışveriş etmedim.
                                       LEV NİKOLAYEVİÇ’İN URUSOV’LA KIRIM’A SEYAHATİ
        Martan önce Lev Nikolayeviç, Kırım’a seyahatinde knyaz Urusov’uda yanına aldı. Üstü açık atlı araba ile yola çıktılar. Lev Nikolayeviç anlatırdı: Urusov, biraz gezinmek için arabadan inince otların arasında top mermisine rast gelmiş. Lev nikolateviç’in de, bu istikamete top ateşi yaptığı hatırına gelmiş. Bu mermiyi kendisinin attığını düşünmüş. Garip bir tesadüftür diye aklından geçirmiş. Urusov, bu mermiyi saklamış. Hala onda olup olmadığını bilmiyorum. 
        Straxov, Lev Nikolayeviç’in telif haklarından kendisi ve ailesi için yararlanmayı istemediğini biliyordu. Kitaplarını, Rus halkına bırakmak istiyor onlardan gelir elde etmeyi düşünmüyordu. Bu, benim için büyük, ağır kaygıya neden oluyordu. Ailemiz büyüktü, kitaplarının telif hakkından başka gelirimiz azdı. Bundan dolayı ben kocamın müellif hukukundan gelen paranın aileye verilmemesini adaletsiz buluyordum. Çünkü bu durumda telif haklarının yararını çeşitli devlet yayınevleri göreceklerdi.
     Bir defa Lev Nikolayeviç’le hoşa gitmeyen sohbet ederken; o, bizi müellif hukukundan mahrum etmek için yıldırırken ben de kızarak dedim: ‘’Hadi bakalım görelim, ne yapabileceksin! Çar’a müracaat edip diyeceğim ki; beni ve ailemi müdafaa etsin, korusun; seni de, ruh hastası gibi benim denetimime versin. ‘’
  Elbette böyle hareket etmeye hiçbir manevi hukukum yoktu.
  Tolstoy’un eserlerine abonelik başlamadan önce Nikolay Nikolayeviç Straxov’a mektup yollayıp; Anna Qriqoryevna Dostoyevski’den, kocasının eserlerine aboneliği ve kitapların satışını nasıl yaptığını öğrenmesini ve bana bildirmesini istedim. Straxov bana çeşitli işler öneriyor ve yazıyordu, ’’Evvelki yayınlar iyi değildi bu yayın ise sizin dikkatiniz sayesinde örnek bir çalışmadır.’’
      Anna Qriqoryevna Dostoyevski’den uzunca bir mektup aldım. O, eserlerin,  gazetelerde mümkün olduğu kadar az yayınlanmasını istiyordu, çünkü bu uygun olandı ve gazetelerde yayınlanması manasızdı. Anna Qriqoryevna, paranın sonradan ödenmesi şartı ile Tolstoy’un eserlerinin külliyat haline getirilmesi teklifi ile konferansa benzer formatta okuyucuya ulaştırılmasını uygun buluyordu. Ben de acele olarak böyle yaptım. Yayınevlerini gezip kısa bir zamanda kitapların hepsini yapmalarını ısmarladım.
        İşim gittikçe arttı, abonelere yetişemiyordum. 12. Cilt hala olmamıştı. Buraya ‘’İvan İlyiç’in Ölümü’’ adlı yeni hikayesi dâhil olmalıydı. O zaman sonbaharda hikâyeyi bitirmesi ve son şeklini vermesi gerekiyordu. Öylede oldu. Benim doğum günüm olan 12 Eylül’de, onu çantaya koyup bana hediye etti. Bu yeni yayın için bana doğum günü hediyesiydi. Ben buna çok sevindim ve memnun kaldım. Ama sonradan Lev Nikolayeviç, 1881 inci yıldan sonra yazdığı bütün eserleri ve bu hikâyeyi de, telif haklarından vazgeçerek, Rus halkına verdi.
      Lev Nikolayeviç, Eylül ayında, benim yayınlamama dahil olacak ‘’İvan İlyiçin ölümü’’ ve ‘’ Atın Tarihçesi (Xolstomer)’’ hikayelerini gözden geçiriyor, düzeltiyordu. Benim olmadığım zamanlarda da yeni yayın için son düzeltmeleri gözden geçiriyordu.
                                                                                     1886
   
                                                 ŞEN GÖÇ VE YASNAYA POLYANA’DA YAŞAYIŞ  
 
     Biz 11 Mayıs’ta göç etmeye karar verdik.  Aleksandr Mihayloviç Kuzminsski  kendisi ve bizim ailemiz için, 3. dereceli vagon aldı. Bizim ve Kuzminsklerin hizmetçileri yerlerini aldı, yüklerimizi ve her şeyi yerleştirdik. Biz de Kuzminskiler de çeşitli yiyecekler almıştık ve hepimiz büyük ferahla Moskova’da istasyona yığıştık. Görüşmemize, hepimiz ne kadar da neşeli olduk. Gençler ve çocuklar bu büyük, geniş vagonu çok neşelendirdiler. Bütün gün konuşduk, şarkı okuduk, gülüştük, oynadık ve katiyen yorulmadık. Yasnaya Polyana’ya geldiğimizde bizi Lev Nikolayeviç karşıladı. Ve hepimiz hissettik ki; yıldan yıla bizim hem manevi, hem de fiziki hayatımızı tazelendiren, gelecek çetinlikler için bize kuvvet veren her yaz bayramında buluşmamızmış. Hepimiz ne kadar da merhametliydik. Ailelerimiz arasında ne kadar karşılıklı muhabbet vardı.
        Lev Nikolayeviç’in, her yönüyle işleri yöneltmesi için, lazım olan gençlik kanı kaynadı.
                                                                                    GİTMEK
       Gitmek vakti geldiğinde, her iki evin tüm gençleri Lev Nikolayeviç’in etrafında toplandı. Çeşitli artellere (Çar’lık Rusya’sında sanayi ve ziraat kooperatifleri) yardıma gitmek için toplandılar. Postahanenin resmi şubesinde yazıldığı gibi; ‘’ Prokofinin arteline tayin olunanlar, Aleksandr Mihayloviç Kuzminski ve İlya Tolstoy, Fukanovun arteline; Tanya Tolstoya ve Vera kuzminskaya’’
     Günlerden bir gün, kadınlarla ot biçmeye, gitme kararı aldık. Ben, hamile halimle, hevesle işe başladım. Ama birkaç gün sonra ciddi hastalandım; sancılar çoğaldı, titreme başladı. Kadın doktor Kidalova’ya haber gönderdiler, o, sidik torbasında iltihap olduğunu söyledi ve tedaviye başladı. Ben, bir hafta kadar hasta oldum ve kentlilerin, alışıla gelmiş hayatına, mülk sahibi olarak, karışmanın manasızlığına karar verdim.
                                                                                   1887
                                                                     ZULMET SALTANATI
        Ocak ayının öncesinde Lev Nikolayeviç ‘’Zulmet saltanatı’’ adlı dramayı bitirip, yayınlaması için ‘’Posrednik’’ e verdi. Ve kızı Tanya ile graf Olsufyev’lerin, Nikolskoy’deki malikânesine gitti. Ve aynı vakitte eserin el yazmaları Petersburg ve Moskova’da ellerde gezmeye başladı. Petersburg’da, artist Savina, bu dramayı sahneye koymak için Lev Nikolayeviç’ten izin almaya geldi.
      Lev nikolayeviç, izin verdi ama 2 Ocak’ta, Savina’dan telgraf geldi. Telgrafta, sansür heyeti eserin sahneye konulmasını ve hatta yayınlanmasını yasaklamış. Bununla ilgili sansür heyetinden Feoktistov’a, hayret dolu mektup yazdım. Ve o, bana uzun bir cevap mektubunda dramada geçen ifadeler ve sinirleri bozan zararlı sahneler olduğundan sahneye konulmasının mümkün olmadığını yazdı. Ama basımının neden yasaklandığını yazmadı. Hırs beni boğdu. Petersburg’a gidip onunla kavga etmek istiyordum. Ama Lev Nikolayeviç ve Tanya burada olmadığından çocukları bırakıp gidemedim.
    Dramayı ise her yerde okuyorlardı. Ben de ‘’Zulmet Saltanatı’’nı okumak için eve herkesi çağırdım. Bundan çok evvel Lev Nikolayeviç’in, eserini güzel okumasını dinlemiştim ve ondan tonlamaları öğrenmiştim. Okumak için gerekli olan her şey aklımdaydı.
       Evimize birçok misafir gelmişti. Knyaz Urusov, Sergey Semyonoviç, Lev Mihayloviç Lopatin(filozof), benim kardeşlerim, Yekaterina Petrovna Yermolova(kamer-freylina), Lev İvanoviç Polivanov(Polivanov gimnaziyanın direktörü) benim akrabalarım, Sverbeyeva, Şidlovskaya ve bir çokları.
         Önce ben çekindim, yüreğim kalktı, sonra eser beni aldı ve genelde iyi okudum.
       Hepsinden çok Lev İvanoviç Polivanov heyecanlandı. Ben onun hakkında Lev Nikolayeviç’e yazdım:’’ Dün ben çok iyi okudum. Oldukça şen ve hoş geçti. Herkes özellikle Lev Polinov çok etkilendi. O, itinayla gedip dedi’’ Bu çok yeni ve orijinaldir. Her imge Rus dilinde konuşulması hayret uyandırır, halkın durumunu anlatan piyesler, halkın genel dilidir…’’
     Lev İvanoviç Polivanov, gimnaziyadaki dersinde drama hakkında öğrencilerine içten konuşur ve şöyle derdi,  ‘’Bu Rus edebiyatında en büyük hadiselerden biri olacaktır.’’
         Bunları Lev Nikolayeviç’e anlatırken heyecan yaptım,’’ Böyle olacağını birinci perdeden, Yasnaya Polyana’da onu ihtirasla aktarılan zamandan biliyordum.’’
   ‘’Zulmet Saltanatı’’nı bir defa Beklemişevgil’de tanıdık kibar kadınların ricası ile okumuştum, orada da güçlü tesir yapmıştı.
  O zaman öyle tiyatro muhabbeti ve güzel kıraati ile tanış olan Aleksandr Aleksandroviç Staxoviç, Lev Nikolayeviç’in, bu yeni, ilk drama eserinden coşup, ona verdiği şevk ve arzu ile her yerde okumaya başladı. Bana yazdığı uzun mektuplarda kendi okumasını ve ‘’Zulmet Saltanatı’’nın gösterdiği tesiri tasvir ederdi.
            İsa’ya yeni bakışların vaizi olan, Lord Radstok’un, ateşli takipçileri Şuvalov’a ve onun ashabı, esere hayran idiler. Staxoviç, kocasından, iç işleri vekilinden dramanın basımı için izin almaya çalışmasını rica etti. Ama Şuvalov buna ilgisiz kaldı.
       Sonra Staxoviç dramayı ‘’Posrednik’’ yayınevinin lokalinde onun hadimlerinin yanında da okumuştu. Qarşin (yazıcı), Myasoyedov ve Repin (ressamlar)  ve başkaları da oradaydı. Staxoviç ‘’Tek Qarşin ilgilendi’’ diye yazdı.
       Sonra eser, knyaginya Obolenskaya’nın yanında ve kadın gimnasıyasında okundu ve burada ki herkes etkilendi. 
       Staxoviç, dramayı bacım Kuminskaya’nın yanında da okumuştu, bu okunuşta, Koni, Staxov, bütün mahkeme, Qradovski, Feoktistov ve başkaları, toplam 40 kişi vardı. Bu okunuşun başarısından sonra Feoktistov, nedense birden fikrini değiştirdi ve ‘’Zulmet saltanatı’’nın basımı için Kuzminski’ye söyledi.
            Sansürün yasağı, hepimizi hiddetlendirmişti. Ama Mihail Aleksandroviç Staxoviç’’Zulmet saltanatı’’nın basımı ve yayını için izin verildiğini haber alınca bana aşağıdakileri yazdı,’’ Sevincimden uçuyorum. Büyük bir yazıcının eserine karşı yapılanları, budalaca ve asabi konuşmalarında ki; sarsak, üzücü, anlaşılmaz ne varsa hepsini unuturum…’’
        6 Ocak’ta Staxoviç dramayı qraf Vorontsov’un bacısı knyaginya Paskeviç yanında okumuştu. Tanınmış bedii, ziraatçı ve aktör Jerebtsov da oradaydı ve o,’’ Öyle güzel ki, düz duvara tırmandırır.’’
         Okunuştan sonra Paskeviç:’’ Yok, Qriqoroviç ve Vsevolojki acip adamlardır, onlar düşüncelerini yine de cesaret edip söyleyebilirlerdi? Vsevolojski akıllı adamdır, o piyesi okumadığı halde fark edilir.’’ 
        7 Ocak’ta qrafinya Aleksandra Andreyevna Tolstoy’un evinde okundu. Orada, koca saray hanımları ve büyük knyazlar Sergey Aleksandroviç ve Konstantin Konstantinoviç de vardı. Staxoviç sözlerine göre knyazlar güya, meftun olduklarını bildirmeye cesaret edemeyerek, çarın tercihini gözlüyorlardı.
      Qrafinya Aleksandra Andreyevna sonra drama hakkında Lev Nikolayeviç’e aşağıdakileri yazdı: ‘’Eser her vicdana tesir ediyor ve herkese her cümlesi faydalıdır.’’
       Saray nazırı qraf Vorontsov, dramanın, imparator tiyatrosunda oynatılmasına izin vermekten her türlü kaçıyordu. O, Staxoviç’e diyordu:’’ Kulak asmak da istemiyorum, zahmet edip okumayın… Sahne için de izin vermeyeceğim…’’
            Sevecen Aleksandr Aleksandroviç Staxoviç sevimli drama ‘’Zulmet saltanatı’’nı tam bir ay okudu.
           Petersburg’da tüm yüksek vazifeli şahıslar yanında okundu. Drama, Solskaya’nın yanında okunduktan sonra, K. M.Oldenburgska’ya hayranlıkla dedi ki; Çar’dan dramayı sansürden geçirmesini rica edeceğim. Moskova’da görüşerek bu konudaki istekleri ileteceğim.
  ‘’Qoy - eğer Lev Nikolayeviç yanıma gelmezse, ben onun yanına gideceğim eğer o odada duruyorsa onun ardında duracağım eğer dama çıkmışsa ben de oraya çıkacağım’’ - O, piyes hakkında ’’Böyle bir inciyi sandıkta saklamak olmaz, onun yeri sahnedir. Mutlak sahne.’’ Diyordu.
      İmparatoriçenin ziraatçısı Qolitsi’nin yanında okunduğunda, Mitriçin, nasırını karıştırması hoşlarına gitmemişti.
       Drama, bir de Emanuil Narişki’nin ve nihayet, Çar’ın yanında okundu: Çar, eseri önce kendisinin okumasını, sonra ise Staxoviç’in okumasını istedi.. Çar’a verilen nüshada bozuk sözler ve Akim’in çöp kuyuları hakkındaki monoloğunun sekiz satırı çıkarıldı. Bunların Çar’a okunması yakışıksız görülmüştü.
       Sansürün ‘’Zulmet saltanatı’’ dramasına bakışı garipti. 24 Ocakta Staxoviç bana yazdı. ‘’Ura. Drama sahneye konulduğunda, Vorontsov perdeler üzre rolleri bölüp ve zarafet edip dedi ki, eğer Savina, Anyutka’nı oynamak istiyorsa, ayaklarını bir az dinlendirmesi lazım…’’
   Sonra birden Savina’nın, güya Meşşerski’nin ‘’Milyon’’ piyesinde oynamak istememesi ‘’Zulmet saltanatı’’nın yine yasak edilmesine neden oldu.
        Çokları, yasak meselesinde, Qriqoroviç ve Potexin’in bedbahtlığından ve çekememezliğinden şüpheleniyordu. 2 Ocakta Staxoviç bana yazmıştı ‘’ Siz bilirsiniz ki, Potexin, Qriqoroviç ve onlar vasıtasıyla Vsevolojski – tiyatronun müdürü-  tarafından Voronstsov’da ve Petersburg’un bütün büyük kibar cemiyetinde drama aleyhine önceden bir hava oluşturulmuştu…’’
      3 şubat tarihli mektupta ise, Staxoviç, knyaz Vyazemsk’den 1 Şubat tarihli telgraf almış. ‘’Meşk etmek kararı alınmış. Ardından meşkte olacak’’
     Staxoviç, ‘’Zulmet saltanatı’’ piyesinin, yüksek emire göre sahneye konulmasından mutlu oluyor ve seviniyordu.
        Ama drama yine de gösterime konulmadı.
       23 Martta A. Potexin bana yazıyordu ki,’’…Zulmet saltanatı gösterimden kalkmış. Dekorlar, kostümler, her şey hazırdı. Lakin birden onun oynatılmasını, saray naziri idaresi yasaklamış, bütün aktörler son derece kederlenmiş…’’
      Yadımdadır, kostümleri giyip Yasnaya Polyana’ya gelip bana kimin hangi kostümü giydiğini göstermek istemişlerdi. Şarkıları da biz hazırlamıştık, onları, oğlumuz Sergey yazmıştı.
        Potexin ve başkaları piyes yasaklanınca beni Petersburg’a çağırdılar. Eğer ben gidersem işlerin kolaylaşacağını ümit ediyorlardı.. Ama Lev Nikolayeviç gitmemi istemiyordu. Çünkü benim coşkunluğumdan korkuyordu ben de Petersburg’a gitmedim.
     ‘’Zulmet saltanatı’’ uzun yıllar geçtikten sonra 1895 te sahneye konuldu.
        Bu kış, Lev Nikolayeviç’in vejetaryenlik hakkında vaaz etmekten başka, halkın ve toplumun içki içmemesi konusunda uyarıları oluyordu. O, kızları Tanya  ve Maşa ile birlikte sarhoşluk aleyhine konuşmalar yapmış, imzalar toplamış, mümkün olduğu kadar çok insanı bu işe çekmeyi düşünmüştü.
                                                                          ANDREYEV BURLAK
      21 Haziranda, o zaman tanınmış ziraat ustası ve aktör Andreyev Burlak bize geldi. O, çok şey soruyordu, hepimizi özellikle Lev Nikolayeviç’i yeteneği ile hayrete düşürürdü. Yadımdadır; biz, üçümüz-Lev Nikolayeviç ben ve oğlumuz Lyova,  gece saat 12 ye kadar onu dinlerdik. Arka arkaya hikaye anlatırdı. Biz çok gülerdik. Lev Nikolayeviç ise ara vermeden kahkahalarla gülerdi.
     Andreyev Burlak, geldikten bir gün sonra Seryoja Lyassotto ile birlikte Beethoven’in Kreutzer sonatını çaldı. Ve bu sonat, hepimize çok derin tesir etti. Ben onun hakkında :’’ Çok güzel. Dünyadaki bütün hisler, ne kadar da güzel ifade edildi!’’ diye yazdım.
      Andreyev Burlak, hikayeleri ve Kreutzer sonatı, Lev Nikolayeviç’in ‘’Kreutzer sonatı’’ adıyla yazdığı eserine itici sebep oldu. Lev Nikolayeviç, Andreyev Burlak’a, ‘’Birinci şahsın ağzından hikaye yazmak ve güzel olurdu ki; aynı zamanda, Kreutzer sonatını çalmak; Repin’in ise, hikayeye uygun resim çizmesi. Bu, üç güzel sanatın buluşmasının tesiri, sarsıcı olurdu.’’
                                                                                          REPİN
      9 Ağustos’da, Yasnaya Polyana’ya yine çok hoş ve meraklı bir misafir, ressam İlya Yefimoviç Repin geldi. O, 16 Ağustos’a kadar bizde kaldı ve bütün bu zaman içinde yorulmadan çalıştı, portre çizdi. Lev Nikolayeviç, masa arkasında durmuştu, elinde mektup tutuyordu, masa üzerinde çeşitli eşyalar vardı.Portrenin eskizini çeken Repin’in dikkati dağılmıştı, çizimi yarım bıraktı ’’Hava soğuktur, perspektif yoktur, bütün eşyalar sanki üzerimize yıkılıyor’’ dedi. Bu çalışmasını bana verdi ve yeniden çizmeye başladı. Lev Nikolayeviç, bu zaman içinde salonda, koltukta,  sol elinde kitap tutmuş oturuyordu. Ben, bu portreyi de sevmiyorum. Bu portrede, sanatkar, düşünen Tolstoy yoktur, sadece bir insan var, o da çok sevimli durmuyor. Bu portre, Tretyakov galerisindedir.
     Kendisinin yazı işi ve portrelerinin çizilmesi dışında Lev Nikolayeviç bazen bahçe ve tarla işlerine de vakit ayırıyordu. Bir defa akşam saat sekize kadar saban sürmüş ve çok yorulmuştu. Bazen çavdar biçmeye gidiyordu. Artık gençler ona az yardım ediyordu. Tek başına çalışıyordu. Repin, Lev Nikolayeviç’in arkasından tarlaya gider, onu izler ve resmini yapardı. Neticede güzel çiziyordu. Lev Nikolayeviç’i, iki atı ile tarlada saban yaparken çok güzel tasvir etmişti.
       Yorulmak bilmeyen İlya Yefimoviç, kısa bir sürede Lev Nikolayeviç’in büstünü yaptı.(1897 de)
        Kabiliyetli ressamın işini ve heykel yapışını ilk defa görmek ve izlemek çok güzeldi. Bu, hem yeni hem de ferahlı idi. Repin’in bütün bu eserleri şimdi artık herkesçe biliniyor. Onun özü sakindi, derin tevazu ve yüksek derecede zahmet severliği ile bize çok hoş etkilemişti. O sık sık ’’ Ben yetenekli değilim, ancak zoru seviyorum.’’ Derdi.
            Repin, sık sık Nikolayeviç’le sohbet ederdi. Lev Nikolayeviç ona Beethoven’in Kreutzer’e ithaf ettiği sonatını ve Andreyev Burlak’ın hikâyelerinin tesirinden doğan anlatıları yazmak fikrinde olduğunu söyledi.
          ‘’Siz de ‘’Kreutzer sonatı’’na illüzyonist şekiller çizersiniz.’’
          Nikolay Nikolayeviç Straxov, o zaman bize yazdığı mektubunda önemli bilgiler aktardı. ‘’16 Kasım 1887 yılı. Kiev ruhani akademisi ‘’Ben neye itikat ediyorum’’ eserine 1750 manat, ödül vermiş. Yakınlarda Kiev’den gelmiş birisinden işittim ki, metropolit Platon, sizin eserlerinizin yasak edilmesini kabul etmiyor, onları oldukça değerli buluyor. O, Hıristiyanların; nihilistlerin hokkabazlığından kurtulmasına, katkınız olduğunu söylüyor.’’
        Gerçekten de böyle idi. Lev Nikolayeviç’in dini eserleri, el yazmaları çabuk yayılıyordu. Yadımdadır, Mariya Aleksandrovna Şmidt, onları bir çokları için perestişle çoğaltırdı. Eserlerin hepsini o zaman Simbirsk’de yaşayan eski devrimci, Aleksandr Sergeyeviç Buturlin aldı. Bu eserler, bizim tanımadığımız Doktor Dm. Doxturov ve daha başkaları için çoğaltıldı.
                                    REPİN’İN  ‘’ EKİNCİ’’ADLI RESMİN KOPYALARINI ÇIKARTMASI
       Sonbaharda bize, Repin’in, Lev Nikolayeviç’i saban sürerken, çizdiği resimlerinin kopyalarını çoklu olarak çıkarıyormuş haberi geldi. Bu resimler hem gravürde hem oleografiyalarda hem de başka çeşitlerde hazırlanıyormuş. Bu, bütün ailemizi kızdırdı ve Lev Nikolayeviç’e kötü tesir etti. Bu konuda Stasov’a yazdık.  Straxov da, Repin de bizim kızdığımızı öğrendi. Benim düşünceme göre ise dul kadının tarlada çalışması zor bir iş, samimi de olsa özel bir eseri yapılabilen her türlü illüstrasyonlarla -kitap, dergi, metin ile ilgili resimler, konuyu süsleyen desenlerle yayınlamak, hiç hoş değil, hem de kimin firması altında? Repin’in. Güya, Tolstoy resim çizdirmek için onay vermiş.
      Bununla ilgili Repin, 1 Ekim 1887 yılında yazmıştı. ’’Ben inanamıyorum, niye siz ve bütün aileniz Lev Nikolayeviç’in hayatından, böyle önemli, ciddi ve güzel bir çalışmanın görünmesi aleyhindedir.’’
        Beni yumuşatmak için, Repin’in Ağustos’ta gönderdiği mektubunda, önemli faktörü yaltaklanarak anlatıyordu, ‘’  Sofya Andreyevna Tolstoy’un döşeme üzerinde, dizleri üstü, bütün bedenini eğerek aklını yitirmiş dul kadın (bu Aqafya Mixaylovna idi) için pamuklu elbise dikmesini aklımdan çıkaramıyorum. Başka kibar bir kadın, tabiatın verdiği o kabiliyetlerin onda birine sahip olsaydı;  başka türlü faydalanırdı. Ben size perestiş etmeyebilirim. Bu açık yürekliliğime göre beni bağışlayın ve bunu yaltaklık olarak kabul etmeyin.’’
      Ben ise bunu, yaltaklanma ve maskaralık gibi kabul ettim.
               Nikolay Nikolayeviç Straxov,  bizim ‘’Ekinci’’ çizimlerinin yayılmasını istemediğimizi önemsemiyor…
               Ne yaptıysak olmadı, bütün klişeler dışarda hazırlanmıştı ve ‘’Ekinci’’ bütün dükkanlarda satılmaya, gazetelerde yayınlanmaya başladı.
                                                                  GÜMÜŞ TOY(Toplanma, Düğün)
      …23 Eylül de düğünümüzün 25. yılı dolmuştu. Evlilik yıl dönümünü sade bir şekilde kutlamak istedik. Bütün çocuklar geldiler. Benim sağdıcım olan büyük kardeşim Saşa da geldi ve bana gümüş bardak hediye getirdi.
     Lev Nikolayeviç’in en yakın dostu Dimitri Alekseyeviç Dyakov da geldi. Dyakov ‘’Böyle hoş sohbet şekilde yıllar geçirdiğiniz için, sizi tebrik ederim’’ deyince Lev Nikolayeviç beni biraz üzen bir cümle söyledi ‘’Daha güzel olabilirdi!’’
      Bu kısa cümle kocamın haramsız emeğime ve büyük şeylerime bakmayarak hiçbir vakit üstesinden gelemediğim, daima imkan haricinde olan istekleri parlak şekilde karakterize ediyor.
                                                                  FİLOZOFLAR VE ALİMLER
   O zaman bize her çeşit alim ve filozof gelirdi. Özellikle, çok genç, irice, parlak kara gözlü ve kara saçları başının üstünde hale olmuş felsefe profesörü Nikolay Yakovleviç Qrot, sık sık gelirdi. O, çok konuşur, nazariyelerini(kuramları) birbiri ardınca sıralardı. Onun hareketleri kıvraktı, zinde ve neşeliydi. O, Lev Nikolayeviç’i çok seviyordu. ‘’Onun eserleri başkalarından daha fazla merak uyandırıyor’’ derdi. Lev Nikolayeviç’in, onun hakkındaki düşüncesi ise şöyleydi, ‘’Şaşkındır. Qrot, hayat- ne varsa hepsi- hakkında anti filozof gibi konuşur ve düşünür, onun kuramı ise boş varsayımlardır.’’
     Doğrusu, Qrot, filozof değildi. Büyük aile reisi, kabiliyetli, her şey hakkında serbestçe fikir yürüten, daima faaliyette olan bir insandı. Sanki felsefi fikirlerle derinden uğraşmaya hiç vakti yokmuş gibi bir hali vardı.
        Gelenlerden biri de (o da filozof) Lev Mixayloviç Lopatin idi. O, cırcır sesi ile, bir düşünür gibi, saygı doğurmuyordu. Onun bir özelliği de; çevresine gençleri-erkek, kız – toplamayı sevmesiydi. Karanlık bir köşe seçip divanda oturur ve gençleri korkuya salan en fantastik masalları uydurarak, uzun uzadıya anlatırdı. Kızlar bunu çok severdi ve Lev Mixayloviç’in yakasından ellerini çekmezlerdi. Onun dinleyicileri Obolenski’lerin, Sergey Nikolayeviç Tolstoy’un kızları, bizim çocuklar ve başkalarıydı.
           Lev Nikolayeviç, bu filozoflarla sohbeti, felsefi boşboğazlık olarak adlandırırdı.
         Onlar bir defasında, Lev Nikolayeviç’in yanına, profesör Zverev’i getirdiler. Devletli köylü- kenthuda(kethüda) oğlu olan bu Zverev’de, her neyse, hayvani bir şey vardı. Bu, ahlaki prensiplerin yokluğuna ve insanın başı boş bıkılması fikrine bir örnekti. Yadımdadır, Zverev, benim de, Lev Nikolayeviç’in de hoşuna gitmedi. Ve bu adam sonra maarif vekili oldu. Lev Nikolayeviç onun için,’’ Böyle adamlar dehşetli riyakardır ve zararlı kitapbazdırlar…’’
      Bazen bizde de, çokça tezatlı vaziyetler olurdu. Mesela, bayramda (6 Ocak) çocukları misafirliğe çağırdım. Büyük şenlik oldu. Lev nikolayeviç’in yanına ise çeşitli akıllı adamlar- profesörler; Lopatin,Qrot, Storojenko, Yanjul, yazar Maçtet ve başkaları misafir geldi. Ben İvan İvanoviç Yanjul’u sadeliğine, herkese iyi gelmeyen aydın aklına, derin savlarına ve insanlara hep iyilik etmek arzusuna göre severdim. Büyük kök Yanjul, kalın sesle konuşur, kadınlara ‘’Hanım’’ diye hitap ederdi. Çok nezaketli ve sadeydi. Lev Nikolayeviç onun hakkında şöyle derdi, ‘’Onunla birlikteyken kendini hafif hissedersin çünkü o, istekleri fazla olmayan biridir.’’ Yadımdadır, o, İngiliz kitaplarını çok sever ve İngiliz romanlarını çok okurdu. Onlar hakkında Tanya ile sohbet eder, tartışır ve ona kitap gönderirdi.
      Nikolay İlyiç Storojenko, Yanjul’la iyi dosttu. Bu sıcakkanlı, düşünceli, Şarkiyatçı dilbilimci profesör, Şekşpir’in (William Shakespeare) hayranıydı. Fakat bu konuda Lev Nikolayeviç’le uyuşmuyorlardı. Onun güzel karısı gençken ölmüştü  ve  yıllar geçtikçe ona sevinçten çok keder veren güzel çocukları vardı. Memnuuniyetle hatırlıyorum; Storojenko, benim kadın manastırına yaptığımız ziyareti ve orada yoksulları doyurduğumuzu anlattığım mektubu okuyup Lev Nikolayeviç’e demiş ki; ‘’Galiba benim yazarlığa kabiliyetim var. Ben kendimi ifade etmeyi ve ebedi bir işle uğraşmayı çok isterdim. İyi olurdu. Ama bunun için vakit geç.’’
       Çok akşamlar, bütün misafirler, Lev Nikolayeviç’in sevdiği Çehov’un eserlerinden okuyordu ve yazar hakkında yorum yapılıyordu.
                                                                                FET’İN YAŞ GÜNÜ
         Ocak ayında, çeşitli yerlerde A.A. Fet’in edebi faaliyetlerinin elli yıllık jübilesinin yapılması kararlaştırılmıştı. Bunu kendi arzuluyordu ve yapılması için çalışıyordu. Ben, Fet’i ailemizin yakın ve eski dostu olarak bilirim… Ona göre de jübileyi 28 Ocak’ta yapmak için çalışmaya başladım. Ben, Qolitsın’le, Qrot’la, Solovyov’la konuştum Tanış olduğumuz uygun kişileri davet etmelerini rica ettim. Kahvaltıda, gelecek olanların listesi oluşturuldu. Konuşmalar, makaleler, hediyeler ve çelenkler hazırlandı. Ben, Straxova da mektup yazdım, gelmesini ve bir makale yazmasını rica ettim. O, makaleyi yazdı, ama gelmek istemiyordu. Onu hırslandıran şey ise Fet’in hırsla kamergerliye(saray danışmanı) can atmasıydı. Buna, knyaz Konstantin Konstantinoviç sayesinde nail olmuştu, knyaz şiir de yazıyordu ve bu sayede Fet’le yakınlık kuruyordu.
 Straxov, mektubunda, Fet’in gönlüne kamergerlik düşmüştür. Polonski ise bu işe gönülsüz bakıyordu ve sonuçta eski dostundan aralanmıştı. Straxov, Polonskin’i araya sokarak Fet’in dediği sözleri delil gösterdi. ‘’Utanmıyor musun,  kamergerliye can atıyorsun. Ama ben derim ki, bu ahmak iftirasıdır sen şair adını her şeyden yüksek tutarsın, bu öyle bir addır ki, onu ne atabilirsin ne satabilirsin…’’
      Yadımdadır, Çar, Fet’in, Şenşin ailesinin kanuni oğlu sayılmasını ve ona bu ailenin adının verilmesini istiyordu. Bu durumu Turgenev’de Fet’e yazdı. ’’Sizin adınız var. Şair. Siz onu bir aileye değiştiniz.’’
       Ama üzerlerindeki vaziyetlerin kanunsuzluğunu ve annelerin ayıbını taşıyan insanların, ömür boyu acı çektiklerini düşünseydiler, Fet’in zayıflığına hak verirlerdi. Straxov, Polonski ve başkaları bunu hoş görmek istemediler, Straxov, daha çok şikayet edendi ve ona lazım olmayan bir yıldız verdiler derdi.
         Kutlamaya yakın Fet’in başına hoşa gitmeyen bir hadise geldi. 5 Ocak’ta karısının kolu kırıldı ve ayın sonuna kadar geçmemesinden korkuyordu. İçinde buz olan torbaları almaları için bana adam gönderdiler. Ve Fet, burada da bana aşağıdaki berrak satırları yazdı: ’’ Tabiata hayat veren, sema güneşi, baharın gelişine sevinmeye mecbur ediyor. Bu güneş, bahar altında elvan ve ıtırlı salep çiçeklerine can verir ya da buzulları parça parça ederek donup kalmış yosunları hayata çağırır. Sizin iltifatlı güneşiniz bizim miskin Grönland’ımızı da ışıklandırdı ve canlandırdı.’’
       Bayram teşkil etmek ve ona iştirak etmek beni sadece sevindirirdi.. Ben, genellikle, bayramları, capcanlı, şenli, güzelliği hoş insanların bir araya gelmesinden dolayı seviyorum. Hayatımdaki en iyi şey iyi insanların bir araya geldiği bu cemiyetlerdi. Şans işte! Fet’in durumu yapmak istediğim bayramı, benden uzaklaştırdı.
      O zamanlar, yazar Zlatovratski sık sık bize gelirdi. Lev Nikolayeviç, ondan hoşlanmıyordu ve onun için:’’ O, yapma vicdan örneğidir, özünde olan yetişmemiştir.’’
                                                          BEDEKER, FYODOROV, SOLOVYOV
        O zamanlar, Lev Nikolayeviç’i meraklandıran, sohbetlerini sevdiği, üç insanın adını vereceğim. Kalvinist Bedeker, Rumyantsev müzesinin kütüphanecisi Fyodorov ve Vladimir Solovyov.
        Kalvanist Bedeker, şöyle derdi, ‘’insanlığa nasihat lazımdır, iyilikseverlik işlerle ışık saçmak yeterli değildir’’. O, yüksek idealin doğurduğu ilham ve ruh yüceliği ile konuşur ve gözleri yaşarırdı. Solovyov’un, her bir sözünde bir sunilik bir soğukluk hissedilirdi. Solovyov hakkında Lev Nikolayeviç şöyle yazardı, ‘’O, kiliseyi en tepede kabul eder. Ama en tepedeki kilise, tanıdığı Roma kilisesi mi veya başka bir kilise mi?’’.
        Lev Nikolayeviç, Fyodorov’la, sık sık okumaya gittiği veya kitap götürdüğü Rumyantsev müzesinde tanışmıştır. Fyodorov’un kuramı; ‘’ölüm yoktur, ölmüş tüm insanlar, cismen dirilmelidir. İnsaniyet ise bilimin tüm güçlerini bu gayeye yöneltmelidir.’’ Bununla beraber Nikolay Fyodoroviç Fyodorov sert asker idi, fakir giyinir, tahta üzerinde yatar, çok az yemek yerdi. Müzede pek beğenilmezdi. O, her şeyi bilirdi ve onun yalın figürü her yerde görünür, genç gibi merdivenlere, raflara tırmanırdı. Onun hakkında Lev Nikolayeviç günlüğüne şöyle yazmıştı:’’ Nikolay Fyodoroviç’le konuşurdum. O, Urosov’a benziyor, hayatta ve kitaplarda yazılanları değil; kendisinin, istediğini görür. Güven veren bir ses tonu vardır, bu hayret uyandırır.’’
         Fyodorov, kendine özgü kuramları hakkında kitap yazdı ve 1861 yılında Lev Nikolayeviç tarafından yapılmış ve donatılmış kent okullarından birinin eski öğretmeni Nikolay Petroviç Peterson tarafından çok beğenildi.

                                                                               AMERİKALILAR
        Bir defasında, Lev Nikolayeviç olmadığı bir zamanda, yanıma çok yaşlı üç Amerikalı geldi. Ve ben onların Lev Nikolayeviç’i göremediklerine çok üzüldüm. Onlardan biri yazar ikisi papazdı. Onlar Amerika’dan uzun bir sefere Tolstoy’u görmek için çıkmıştılar. Ben, buna inanmamıştım. Onlar burada Lev Nikolayeviç’i bekledikleri müddet içinde Moskova’nın güzel yerlerini göstermeyi teklif ettim. Ama onlar üzüntülü bir şekilde ‘’We came only to see count Tolstoy’’ Biz yalnız qraf Tolstoyu görmek için gelmiştik’ ’diyorlar, hiçbir şey istemiyorlar, Knyaz Urusov’un malikanesinin yolunu göstermemi istiyorlardı.
      Ben, çok yorgundum, üç tane ecnebi adam, yalnız yaşayan knyazı ve Lev Nikolayeviç’i rahatsız edebilirlerdi. Ama onlardan yakamı kurtaramadım ve yol için gerekli bilgileri verdim. Onlar Knyazın kentinde sabahtan akşama kadar kaldılar. Amerikalılar, Knyaz ve Lev Nikolayeviç’i rahatsız etmemiş aksine onların çok hoşuna gitmişti. ve geceleyin, Amerika’ya yola çıktılar. Amerikalılar böyle yiğittiler. 
     8 Nisan’da Lev Nikolayeviç Moskova’ya gitti. Ve yine de kuyudan su taşımaya, odun yarmaya ve onun karaciğerine çok zararlı olan çeşitli işleri yapmaya başladı.
     6 Ekimde, Kreutzer sonatının yeni şekli yazıldı, Ekimin sonunda ise Petersburg’a giden Maşa Kuzminskaya annesi okusun diye onu Lev Nikolayeviç’ten rica edip aldı. Bacım bu okunuş sebebiyle büyük bir toplantı düzenledi ve A.F.Koni’den bu metni okumasını istedi. Bu okuma toplantısı hakkında Nikolay Nikolayeviç Straxov şöyle yazmıştı. 
     ‘’ Ben yemin ederim ki, kitaptaki kahramanın karısını öldürmesinde kadının hiçbir suçu olmamasının güzelliği var’’ Straxov’un fikri, benim çok önceleri Lev Nikolayeviç’e söylediğim fikrin aynısıydı. 
    Straxov’un tenkiti, Lev Nikolayeviç’i çok ilgilendirmişti. O, tenkitte geçen materyalleri hala okuyordu. O zamanlar benim tercüme ettiğim ‘’De la vir’’kitabıma, Fransız Renouvier’in eleştirisini dikkate almıştı. Sonraları ise etkilenmemek için ve yolundan sapmamak için kendi hakkındaki eleştirileri daha az okumaya başladı.
      ‘’Kreutzer sonatı’’ na çokları saldırmıştı. Fet, Straxov’a şöyle yazmıştı:’’ Tolstoy, bu eserinde kendi kıskançlığını göstermiş ve bunun üzerinden olayları kurgulamış’’
      Basım işleri başkanı Feoktistov diyordu ki,’’ Bu eserin kahramanında, Tolstoy’un, kendi özü, baş gösteriyor…’’
        Bana söylediler, güya Çar bu eseri okuyup demiş,’’ Ben onun zavallı karısına acırım’’
    Ne gariptir ki; Lev Nikolayeviç’in kardeşi, Sergey Nikolayeviç de -nedendir bilemedim- bana sağlık ve güç dilerdi. Kocamın kalbindeki o temkinli kıskançlığı hissediyordu galiba? Bunu bazı zamanlarda açık açık duyuyordum ama bu sığınak yada tutum, benim gençliğimin kapalı, tenha ve gamlı hayatına neden olmuştu.
      Bu fikirlerin esasen neden söylenildiğini pek anlayamıyordum. Bana söylenenler Lev Nikolayeviç’i üzebilirdi.
                                       ‘’EĞİTİM ÇALIŞMALARI’NIN YASNAYA POLYANA’DA GÖSTERİMİ

       Aralık’ta, Lev Nikolayeviç, aşağıdaki olay ile ilgili olarak tamamıyla komedi ile meşgul olmaya mecbur kaldı. Dışardan gelmiş olan Tanya,, bayramlarda şenlik düzenlemek istedi. Her zaman Dirçelişin (canlanma, kutlama) babasının hoşnutsuzluğuna neden olduğunu bilen kız, babasının çantasından onun ‘’ Fırsat buldu’’ komedyasını çıkarıp Yasnaya Polyana’da gösterime koymak istedi. Çocuklar ve ben buna taraftar olduk. Tanya, planını babasına açtı. Lev Nikolayeviç önce buna hayli iltifatla yaklaştı ve komedinin adını ‘’Eğitim çalışmaları’’ olarak değiştirip üzerinde düzeltmelere başladı.
        22-Aralık’ta, Günlük’üne şöyle yazmıştı: ‘’ Üç gündür komedyayı düzeltiyorum. Bir sürü insan gelip sahneyi kuruyorlar. Bu bana ağır geliyor, utanıyorum…’’
           Lev Nikolayeviç, eseri düzeltmekle uğraşırken, Tanya ile ben kesinlikle ve coşkunlukla onu sahnede göstermek işine giriştik.
          Her şeyden önce gösterime katılacak insanları davet etmek gerekiyordu. Tanya, Tula’ya gitti ve güzel dostlarımızdan bir grup oluşturdu. S.A.Lopuvin -ev sahibini-, oğlumuz Sergey- profesörü, Sonya Mamonova – patronun hanımını, Tanyam- ev hizmetçisini, Sergey’in hanımı Manya Raçinskaya – Betsini, bizim Maşa – aşçı kadını oynuyordu. Üç köylü harikaydı. Köylü Semyon, Vanya Rayevski’yi çok güzel yaratmıştı.
       Hiç bir yerde, hiçbir sahnede, ben, köylü rolünü Vladimir Mixayloviç Lopatin gibi oynayan sanatçı görmemiştim. O, etkili ve aynı zamanda komik ve ifadeli bir tarzda oynuyordu. Biz ona çok gülüyorduk. 
         İki perdeyi de iyi oynuyorlardı. Züppe Qriqorini-genç Aleksandr Tsinrer; cömert çocuğu ise çocukların öğretmeni A.M. Novikov Sarhoş aşçı rolünde kimin oynadığını hatırlayamadım.
         Marangozlar çabuklukla sahneyi kurmuşlardı. Dekorasyonu ile çiftlik ağasının mimar kardeşi Berger ve biz uğraştık. Az zamanda çok güzel soba ve mutfak için diğer levazımatlar geldi. Tanya,  aslında sadece bayramlarda gelmeye söz vermişti. Olsufyev, kardeşlerini, özellikle Mixail Adamoviç’i bekliyordu. O, gittikçe daha durgunlaşıyordu. Ve onların gelmeyeceğini öğrenenince çok kederlendi.
      Anesininn ve ailesinin hatırını kıran ve yeni yılı onlarla aynı yerde karşılamayı istemeyen Mişa Staxoviç de oynamak istemiyordu.
     Bayramlara, Lyova ve Kuzminski’nin kızları da geldiler ve eğlence başladı. Bize kalabalık gelirlerdi. Çocuklar kızaklarla iki iki Tula’ya yollanırdı. Çabucak rolleri öğrenir, var güçleriyle piyesi iyi oynamaya çalışırdılar.
   Evimiz misafirle doluydu. Yatmak mümkün olan her yerde, kurulmuş sahnede bile yatıyorlardı. Ben çok yorulmuş elden ayaktan düşmüştüm; yemek, gecelemek, konaklamak, alıp götürmek ve bir o kadar kaygı vardı. Başlıcası da şuydu; kalbim sakin değildi ve çok sıkılıyordum, çünkü 23- Aralıkta çocuğum Vaneçka yeniden hastalanmıştı ve ateşler içinde yanıyordu ama ben derdimi ve rahatsızlığımı dışa vurmuyor, gençlerin şenliğini bozmak istemiyordum.
       Lev Nikolayeviç, yine de kendisinin ve yakınında olan insanların hislerini iyi tahlil ediyor ve kendi fikirlerini 27- Aralık 1889 tarihli Günlük’ünde şöyle ifade ediyordu.’’ Çocukların hepsi Tula’ya eğlenmeye gidip… Beni ihata eden hayat yalanından ve onların yanılmalarını, hakaret etmeden onlara göstermek için yöntem bulamadığımdan eziyet çekiyorum. Benim piyesimi oynuyorlar ve doğrusu, bana öyle geliyor ki; onlara, tesir ediyor ve kalplerinin derinliklerinde, hepsi utanıyor ve sıkılıyor. Ben ise daima utanç duyuyorum, etrafta böyle yoksulluk var iken bu akılsız israfçılara göre utanıyorum… Dün eğlence vakti idi, topluluğun sayı-hesabı yoktu, herkese zor geldi. Vera, hıçkırarak ağladı…’’
      Ama ağırlık yoktu. Herkesin keyfi iyiydi. Herkes rolünü daha güzel oynamaya çalışıyordu. Lopuxin, -kendini-  ev sahibi tipini iyi oynuyordu. Tanya, ev hizmetçisini canlı ve güzel oynuyordu. Bizim Sergey de, Saxatov rolünün üstesinden gelmişti. Nikolay Vasilyeviç Dadıdov ise profesör rolünü çok güzel oynadı.
         Lev Nikolayeviç, oyunlara gelir ve başkalarına da sirayet eden o gülüşle- nedense tek o başarır- güler ve oyunu izlerdi. 31- Aralık 1889 yılında ise Günlük’üne yazdı:’’ Bu günler, meşk, temaşa idi, çok insan toplanmıştı ve bütün bu günlerde ben sıkılıyordum belki de piyes kötü değil, ama her halde utanç duyuyorum. Tanya’ya acıyorum, o nazlanıyor… o da bedbahttır… komediyi düzeltmek istiyorum.’’
      Tanya ise bedbaht idi. Yolunu gözlediği konuklar gelmemişti.
     Bütün bayram hava güzeldi, sıcak ve sakindi, bütün şehir gençleri eğlence arası kent hayatının lezzetlerinden yararlanıyorlardı; hem paten hem atlara koşulmuş kızak sürerlerdi.
       Mişa Staxoviç bir günlüğüne bize gelmişti daha fazla kalması için rica ettik, o karar veremedi. Böyle neşeli topluluğu bırakmak istemiyordu ama buna bakmayarak gitti ve Petersburg’da kız kardeşime bizim hakkımızda konuştu. Kız kardeşim daha sonra aralarında geçen sohbeti haber verdi:’’Ha, Yasnaya’da ne var ne yok?’’  diye soruşturdum. ‘’Şenliktir’’ diye ifadeli şekilde cevap verdi. ‘’Sofya, onların hepsini nasıl doyuruyorsun?’’ Straxoviç :’’Taaaatlı!’’ dedi ‘’ Bu kadar insan nerde yatar?’’ ‘’ Güüüüzeel yatırlar’’ diye Staxoviç incelik etti. 
         Bu kadar gürültü patırtı içerisinde her şey yeterli geliyordu.
       Tula’dan ve Yasnaya Polyana’nın civar yerlerinden hayli insan gelmişti. Keşiş ve tüccarların hanımlarını da davet ediyorduk.
      Şaşkınlık içerisinde izlerdim. Hepsi, beş oyundan sonra oyunu çok güzel oynarlardı.
      Yâdımdadır, Rus dili öğretmenimiz Aleksey Mitrofanoviç Novikov abartılı bir şekilde komediye hayran kaldığını söyledi. Nedense bu Lev Nikolayeviç’in hoşuna gitmedi.
                                                TROİTSA (DİNİ BAYRAM, YORTU) GÜNÜ
        Kuzminskiler de Yasnaya Polyana’ya göçtüler. Ayın18 de, Troitsa gününde, Lev Nikolayeviç kendini iyi hissetti. Hem süslü hem tantanalı bir kahvaltı oldu. Kentten kadınlar ve akordeon çalan gençler gelmişti. Çok insan toplanmıştı, okuyorlar, oynuyorlardı. Kurabiye, kırma sakız, ucuz gofret, satan kadın da geldi. Biz ondan getirdiği şeylerin hepsini aldık ve kent çocuklarına dağıttık. Sonra bir vakit, hepimiz meşeliğe yollandık. Ayinlerinde, renkli elbiseleri olan kızlar ve genç çocuklar, göllü meşeliğe dağıldılar. Akçakayın budaklarından çelenk ördüler ve başlarına koydular. Bizim çocuklar için de çelenk ördüler ve açık kalple onların başına koydular. Daha sonra bütün kalabalık, genç yaşlı, çelenklerle, geriye dönüp eve yollandık. Yolda şarkı okuyor, defe vurup raks ediyorlardı. Aheste aheste süzülerek ciddi ciddi kendi rakslarını güzel oynuyorlardı. Sonra çelenkleri nehire atmaya gittiler. Daha uzağa atmaya çalışıyorlardı. Çelenk batar diye korkuyorlardı. Çelengin batması, çelengi atanın bu yıl ölmesi demekti. Akçakayın çelenkleriyle bütün nehir yeşillendi, kalabalık ise şarkılarla kentte döndü.
       Her yıl yapılan bu putperestlik merasimi, ne ile izah edilir? Ben bunu, hiçbir vakit anlayamadım. Bunda yapmacık ve sevinç getirmeyen bir şey hissederdim. Ama çocuklar ve hizmetçiler her yıl yapılan Troitsa günü bayramını seviyorlardı ve ben ona mani olmuyordum.
                                                             STRAXOV’UN MEKTUPLARINDAN
      Bu yaz N.N. Straxov da bizde konuktu. Lev Nikolayeviç, onunla düzenli mektuplaşırdı ve bazen eserlerini Straxov’a verip okumasını ister, fikrini alırdı.
       Bir defa Lev Nikolayeviç, Straxov’a, ‘’sen beni haddinden fazla yorumluyorsun, ben ise noksanlarımı bilmek istiyorum’’ diye yazdı.
      Straxov da ona aşağıda ki ince ve akıllı cevabı vermişti: ‘’ Siz benden noksanlarınız hakkında soruyorsunuz. Aslında onları görüyorum ama aynı zamanda gördüğüm meziyetlerinizdir. Ben sizi sınamak isterim. Bazen siz, benim yanımda tartışıyorsunuz, paradokslar ve aşırı fikirler sürüyorsunuz,(Pyotr Fyodoviç Samarin’le gün içinde olduğu gibi) o an, ben sizi dehşetli şekilde ayıplamak istiyorum.’’
   Daha sonra:’’ Sizin esas noksanınız şudur ki, siz bugünkü hissiyatınızla yaşıyorsunuz. Siz bu hissiyattan başka her şeyi reddetmeye hazırsınız ve önceleri merakla yaşadığınız şeyleri aklınızdan çıkarıyorsunuz… Sizde en düzgün olmayan şey inkardır. Sizin fikriniz ve hisleriniz dairesinin kenarında olanların, keskin ve kati reddedilmesidir. Kim bizimle değil, o, bizim aleyhimizedir’’ – bu doğrudur. Ama bu o demek değil ki, biz bizimle olmayan herkesin aleyhineyiz. Benim tarafımdan ben sizi her şeyden çok, unutkanlığınıza, kalbinizin geçmiş hayatını akıldan çıkarmanızı kınıyorum. Şu var ki bu kaçınılmazdır, ama ben bazı hallerde öyle hafızalıyım ki sizde bunun aksini görünce şaşırıyorum.
     …Bizde, bir ay misafir kalan N.N.Straxov, A.A.Fet’gile gitti, orada şair Polonski’ye ile karşılaştı.
       Oradan, 24- Temmuz -1890 da yazdı:’’ Tabii ki, sohbetler esasen şiirden, Marsial, Faust vs. hakkında oluyor. Yasnaya Polyana’da kaynayan canlı çeşmeden sonra, ben, onların dar ve sessiz yoluna düşmüşüm’’
                                              OĞULLARIMIN DİNİ MECLİSE CEVAP MEKTUBU
       Bu yıl, 1890 yılının mayıs ayında ‘’Novoye vremyan’’da dini meclisin raporundan titizlikle seçilenler basılmıştı. Orada Lev Nikolayeviç, kendi kuramını bizim Koçak mahalle kilisesinde – cesurca yaydığı için kınanıyordu. Ve satır arasında belirtiliyordu ki; büyük çocuklar, babasının bu tarzını sınırlandırabilir.
      Üç oğlumuzun, Sergey’in, İlya’nın ve Lyova’nın cevabı ‘’ Bizim bütün ailemizi hiddetlendirmiş olan bu yazının düzeltilmesi iyi olur ‘’Cevap budur:
        Saygıdeğer editör,
    ‘’Novoye vremya’’nın 8- Mayıs tarihli basımında ‘’Koçak mahalle kilisesinde, qraf L.N.Tolstoy’un, dünya bakışının ve ahlaki akidesinin yayılması’’ na dair dini meclisin üst savcısının  1887 yılı  raporundan bazı bölümler alınmıştı: Okuduğumuza göre,’’qraf Tolstoy’un kendi malikanesinden, kentlilere, eskisi gibi yardım etme imkanı yoktur. Çünkü onun büyük oğulları babalarının savurganlığını sınırlandırmaya ve onun kendi mülkiyetine karşı hatalarını takip etmeye başladılar ve artık onu kendi malikanesinde istediği gibi ağalık etmesine izin vermiyorlar.
     Babamızın yalnız şahsi emekle yaptığı yardımı, hakiki saydığını, belirtmiş ve kabul etmişsiniz – bu kabulünüz ile bu savurganlık olmayabilir. Dini meclis savcısının raporunda deniliyor ki; qraf Tolstoy imkan olduğunda fakirlere zahmetli de olsa yardım ederdi. Ve rapordaki hiçbir şeye dokunmayarak, biz, qraf L.N.Tolstoy’un büyük oğulları olarak bildirmeyi bir görev bildik ve babamızın savurganlığını sınırlandırmaya hiçbir zaman izin vermezdik; çünkü, bunda bizim hiçbir hakkımız yoktur. Hatta onun hareketlerine her tür müdahaleyi de kendimiz tarafımızdan saygısızlık kabul ederiz.
        L.N. Tolstoy’un büyük oğulları; Sergey, İlya, Lev Tolstoy’lar. Başka gazetelerde de yayınlanmasını rica ederiz’’
       Bizim çocukların niyetlerinde iyi yönler çoktu ama Lev Nikolayeviç nedense onları görmüyor ya da görmek istemiyordu. Çünkü çocuklar kendi yolları ile gidiyordu, Lev Nikolayeviç ise onların kendi ideallerine tabi olmalarını istiyordu. O, çocuklara kızardı, bu nedenle 3- Eylül- 1890 daki, Günlük’ünde, çocuklarından kırgın olduğunu yazdı ve daha sonra: ‘’ Çünkü onlar kimdir? Benim çocuklarımdır, her yönden – hem cismani hem de manevi açıdan benden türediler. Onlara şimdi oldukları gibi ben katkı yapmışım. Bunlar benim günahlarımdır ve hepsi karşımdadırlar. Onları terk edip gitmeye benim niyetim yoktur, hiç de olmadı.
    Onları bilgilendirmek lazımdır, ben ise bunu başaramıyorum, benim özüm pis’’
    6- Eylül’de yine yazdı: ‘’ Kabul, ben kendi aile hayatımı kötü kurdum, günah da bendedir, o beni ihata ediyor.’’
      …O zaman Nikolay Nikolayeviç Ge, Yasnaya Polyana’da misafirdi. O, çalışıyordu, Lev Nikolayeviç’in büstünü düzeltiyordu ama Lev Nikolayeviç hastalıktan sonra çok yalın olmuştu, ona göre büst pekiyi değildi. Ben onun hakkında Varna Naqornova’ya yazdım:’’ Büst pek okşamıyor, uygunluk yok. Ne ise güzel bir şey, ama… Lyovoçka’da gördüğüm çekicilik, büstte yoktur.’’
       Maşa’nın ve benim, Tanya’m tarafından başlanmış portresini, Ge, çizip bitirdi, yine de noksan görünür, güzeldir ama içten gelen ışık yoktur.
    Sonuçta Nikolay Nikolayeviç Ge’nin ve Tanya’nın, kara kalemlerle çizdiği resim, hem ifade hem de gülümseyen genç görünüşüyle iyi oldu.
       Ge, Lev Nikolayeviç’in büstünü Petersburg’a tunçtan sipariş vermek için alıp gitti. O kendi işinden o kadar da razı değildi ama adaletle diyordu:’’ Her şey bir yana, ben bu büstle şimdiye kadar Tolstoy’un büstünü yapmayı akıllarına getirmeyen heykeltıraşlara meydan okudum.’’
        Kızım Maşa’nın portresi hakkında şöyle diyordu, ‘’Tanya, yalın çizmiyor. Onun karakterini vermiyor. O, Maşa’yı dantel elbiseyle hanım gibi çiziyor, dantelli eteği kara kalem ile renklendirdi, kaftanı sakladı. Maşa’yı daha güzel tasvir etmek lazımdır’’
       Ge, de samimi, cefakar ve şen yönler çoktu. O, çabuk alışırdı ve insanları severdi. Yıkanmayı severdi. Bunun için, hamamı sık sık ısıtmaya çalışırdı. Akşam, bütün gençleri, çocukları, misafirleri, hatta Lev Nikolayeviç’i, bir yere toplar ve çeşitli oyunlar oynarlardı. Bazen çocuğum Vaneçkan’ı da oraya getirirdiler.
                                                                                     1891
                                                                      REPİN VE GINTSBURQ 
                         29 Haziran 1891 yılında, Yasnaya Polyana’ya, İ.Y.Repin geldi. Yâdımdadır, bütün gün biz onunla gezmeye çıktık ve yeni ekilmiş akçakayınların yanındaki tepecikte dinlenmek için oturduk. Küçük çocuklar Saşa ve Vaneçka da benimleydiler.
         -Ne güzel manzara var. Dedi Repin. Resim defterini getirip bizim grubun eskizini çizdi.
      Çalışkan Repin, Lev Niikoolayeviç’in aşağıda tavan arasındaki odasında, yazarken resmini çizmeye başladı. Resim, iyi oldu ve sonraları, biz, o resmin bir galeriye veya müzeye verilmediğine çok üzüldük. Mixail Aleksandroviç Stxoviç’in eline geçti. Resmi Repin’den almıştı.
      Hele o zaman, Repin, Lev Nikolayeviç’in, yalın ayak eve gelişini görüp hemen o vaziyette resmini çizdi ve sonradan onu düzelti ve bitirdi. Bu portreyi Petersburg’daki, 3. Aleksandr Müzesi için almıştılar.
    O zaman, tamamıyla hasta olan ressam Yaroşenko tarafından çok kötü çizilmiş Lev Nikolayeviç’in portresi de müzeye girdi. 
      Repin, sık sık Lev Nikolayeviç’le güzel sanatlar, din ve bazı konular hakkında uzun uzun sohbetler ederek yorulmadan işlenirdi. Ve Eylül’de, Repin, Lev Nikolayeviç’in bir ilavesine cevap yazdığında ona aşağıdaki fikirleri söyledi:
      ‘’Siz, her şeyde işin magazin yönünü görmeyi başarırsınız! Yok, siz her şeyi eksik görmüyorsunuz; siz de standartlaştırmak yok…esası net görüyorsunuz. Buna göre adam gayr-i ihtiyarı sizin arkanızdan gelmek istiyor…  Sizin sıcaklığınıza, sizin canlı sözünüze, teşekkürler, çok sağ olun.’’
       Portrelerden başka, Repin, Lev Nikolayeviç’in kilden büstünü de yapmaya başladı. Repin bu işe hevesli görünüyordu, Nikolay Nikolayeviç Ge’nin düzelttiği büst canlandı: Repin’in bu büst hoşuna gitmiyordu. Ama Repin’in büstü benim de pek hoşuma gitmiyordu; o da, okşamıyordu.
       Birkaç gün sonra, Gintsburg da geldi. O da Lev Nikolayeviç’in büstünü yapmaya başladı. Lev Nikolayeviç’in vasat heykelciğini ve yine çok kötü büyük büstünü yaptı.
    Lev Nikolayeviç’in tasviri diye yapılan bütün heykellerin hiç birisi onun gerçek simasını vermiyordu.      Yeni yapılanlarda vermeyecekti. Bunların içinde en iyisi Trubetskoy’un yaptığı, elleri koynunca büyük büstüdür.
       16- Temmuz’da Repin işlerini bitirdikten sonra tekrar geldi. O, bize sık sık gelip gidip gelirdi. Fiqmer de gelmişti ve okuyordu, Gintsburq de komik hikâyeleriyle hepsini güldürürdü.
                                                                         AÇLIĞIN ARAŞTIRILMASI


           Lev Nikolayeviç, kızı Tanya ve Vera Kuzminska’ya ile yine Piroqova’ya, kardeşinin yanına, onların yerlerinde kendini göstermeye başlayan açlığı araştırmaya gitti. Onlar oldukça çok kent gezdiler ama kardeşi Sergey Nikolayeviç yemekhaneler konusuna çekimser yaklaşıyordu. Onun bu tutumu Lev Nikolayeviç’i işten soğutuyordu. 
    Onlar Bibikovgil’a, Sveçingil’e, oraların durumunu görmek için gittiler. Kentlilerin evlerini bile gezmiştiler. Onların hala patatesleri vardı ve vaziyetleri düşünülen kadar kötü değildi.
     Bu sefer, Lev Nikolayeviç’i hem üzdü hem de yordu ve diyordu ki, ’’Kendimi hem manen hem de bedenen kötü hissediyorum.’’
    22- Eylül’de onlar yine gittiler. Biz, Lev Nikolayeviç’le atışırdık ve ben onun bizimle ayrılığa can attığını görünce azap çekerdim. Bize gelen İvan İvanoviç Rayevski, Lev Nikolayeviç’in açlık çeken yerlere gidip orada açlar için yemekhaneler açmak istemesini alkışlıyordu. O şöyle diyordu, ‘’ eski zamanlarda da açlık vakitlerinde böyle yemekhaneler teşkil ederlerdi ve halk onları ‘’yetim himayeleri’’ diye adlandırırdı.
   Lev Nikolayeviç, İvan İvanoviç’e  dediği yerlere gitmesini donlar düşmeden derhal pancar ve patates almasını söyledi. Mahsullerin başka mıntıkalara taşınması için de benden para aldı.
       Sonra, Lev Nikolayeviç, kızı Maşa ile Yepifani kazasındaki açlığı araştırmak için oraya gitti. Yepifan kazasındaki dehşetli yoksulluk ve bunun yanında sarhoşluk onu hayrete düşürdü. 25 inde Lev Nikolayeviç, Maşa ile demir yolu istasyonu Klekotka’daydı, orada bulunan  Pisarev’in yanına gitmişti, Sergey’in eski öğretmeni Doktor Boqoyavlenski’yi de görmüştü ve o da buralarda dehşetli açlığın olduğunu onaylıyordu.  Lev Nikolayeviç kızları ile Rayevskigil’de kalacak ve kentliler için yemekhaneler kuracaklardı. Lev Nikolayeviç, 90 manat daha verdi ve hemen patates alınmasını rica etti.
                                                                           MAKALELER

      Yepifani kazasına gitmeden önce Lev Nikolayeviç çok yazıyordu ve açlık hakkında yazmağa da çalışıyordu. Bu zaman onun yanına gelenler din hakkında sohbet eden İngiliz Battersbi ve başka gençler – Novosyolov, Leontyev, Qastev ve başkaları – Onların isimlerini öncelikle yazıyorum ki, onlar hep Lev Nikolayeviç’in yanına gelmişler ve aç kalanları doyurmak için çok yardım etmişlerdir. Onların bu çalışması için Lev Nikolayeviç aşağıdaki fikri söyledi, ‘’Eğer insanlar, iyilik etmek arzusuyla; okutmak, yedirmek, ve tedavi etmekle uğraşsaydılar, hem de bunu insanların içlerinde bulunan iyilik hissi ile yapsaydılar, çok güzel ve verimli olurdu.’’
      Begiçevka’dan Qrat ve yardım edenler, arzu edilmeyen üzüntülerle dönmüşlerdi. Qrat’un anlattıklarıyla ben de üzülüyordum. Lev Nikolayeviç gece saat üçe kadar yazıyor, gündüz ise yemekhanelerle meşgul oluyordu. Maşa, her yere yalnız gidiyordu, yardımcılar ise-biz onları şüpheli adamlar diye adlandırmıştık- hiçbir şey yapmıyorlar ve güzelce yiyorlardı.
     Lev Nikolayeviç, Yepifani kazasından dönünce ‘’Kıtlıktan zarar görmüş halka yardım vasıtaları hakkında’’ başlığı altında makale yazmağa başladı. İlave bilgileri, ona, Yasnaya Polyana’ya gelmiş knyaz D.D.Obolenski vermişti. Nikolayeviç Yakovleviç Qrat da gelmişti. O da, yayınladığı ‘’Voprosı filosofii i psixologii’’ gazetesi için makale istiyordu. Qrat hakkında ise Lev Nikolayeviç’in fikri şöyle idi ’’Biz onunla çalışırdık… O, faal ve kibar, hayat için hoş insandır’’ 
       Lev Nikolayeviç’e ‘’Açlık çeken halk arasında pay etmek için Rusya’dan gerekli yardımcı var mı?’’ suali çok üzüntü verirdi. Bu yüzden Lev Nikolayeviç ‘’Dehşetli sual’’ adlı makalesini yazdı. Onun fikirleri artık tamamıyla açlık konularına yönelmişti. Ve o, ailesine ilgiyi, tamamen yitirmişti.
                                                                 HEP DAĞILDIK, BEGİÇEVKA’YA
     22 Ekim de ben eşyalarımı topladım. Vaneçka, Saşa ve hizmetçilerle beraber Moskova’ya göçtüm. Lev Nikolayeviç, bizimle helalleşti ve benimle, N.Y.Qrot’a, kendisinin açlık hakkındaki makalesine ilavesini gönderdi. O zaman Lev Nikolayeviç kendisini çok iyi hissetmişti ve biraz bekledikten sonra kızları ile Danov kazasına Begiçevka’ya, Rayevskigil’e geldi.
     Kızım Tanya’nın, babasının hareketleri hakkında düşüncesine şaşırdım. O kendi gündeliğinde, babasının hareketleri ardıcıl değil, onun için açlık çekenlerin doyurulması – second best- dir.-ikinci dereceli iştir.
       29- Ekim’de, Lev Nikolayeviç, Tanya ve Maşa, onların ev yardımcısı Mariya Kirillovna, Vera Kuzminskaya ve İ.İ.Rayevski, Begiçevka’ya geldiler. Bundan önce onlar faaliyetler hakkında konuşmak için Samarinlergil’e gitmişlerdi.
     Bu arada, bir akşamüstü, meşveret oldu. Komşu Mordvinov gelmişti. Bazıları ise kadınlar için iş teşkil etmek teklifinde bulundu. Bazı yerlerde yemekhaneler açılmıştı. Okullar kapalıydı çünkü öğretmenlere vermek için para yoktu. Bizim kızlara çocuklarla meşgul olmayı teklif ettiler onlar da bunu hevesle kabul ettiler.
      Bütün kulübeler soğuktu, torf ve patates tonozları ile her nasılsa ısıtılıyordu. Hükümetten yardım bekliyordular. Ne yemeğe bir şeyler vardı ne de almaya ekmek. Begiçevka’nın yakınlığında Qorki kentine giden Tanya, çocuklar için yemekhanenin açılmasını ve çocukların kaşıklarla kaçıp gelmesini, kaşıkları ekmek üzerinde tutarak, edeple yemesini tasvir etmişti. Burada da yaşlıları doyuruyorlardı.
      Lev Nikolayeviç, yemekhaneler hakkında üzüntülerini yazardı: ‘’Çok sevindirici üzüntüler. Dilenci çocuğu davet ettiler. Çocuklar kaçtı.’’ 
        En fakir kent, Penki idi. Penki kadınları kafa şişirmiştiler, onlar gelince, ağlayıp yalvar- yakar edende hiç kimse onların önüne çıkmak istemiyordu,’’Penkovlulardır, vay-vay!’’ diye bizimkiler dehşete gelirdi. Bir defa bir kadın geldi, çıplak bedeninde yırtık etek ve kaftan, ne alt elbisesi ne üst elbisesi. Bir kız geldi, pişmiş patates yiyordu, zayıflıktan ve açlıktan ağlıyordu. Tanya, söz arası yazdı:’’ Bizim kızlar bütün kentli evlerini geziyorlardı ve önceleri hepsi ağlıyordu, sonra ise sakinleştiler…’’ Bir de: ‘’bazı gün olur ki, Maşa ile Vera ağlamasınlar, ben onlardan sıkıyım…’’
     Ama, Tanya’ya da çetin idi. Eline tesadüfen bir kitap düşmüştü, onu okuyordu. Kitapta kibar ve medeni hayat tasvir olunuyordu. Onu, birden bire üzüntü kapladı ve o, gündeliğine şöyle yazdı: ‘’ Ben hep medeni merkezlerden uzak yerde yaşamayacağım ki, vakit olacak ben de güzel tablolar, edep-erkanlı, medeni adamlar göreceğim, müzik de işiteceğim. Ama şimdilik buradan gitmeye hevesim yoktur ve burada olmaktan memnunum, bu yılın ağırlığını hafifletmek için çalışacağım ve bunu bir borç biliyorum ve en önemlisi, babam buradadır…’’
     
                                                  LYOVA’NIN YOLA DÜŞMESİ, MOSKOVA OLAYLARI
          Lyova, daima tereddüt geçirirdi, ama kalbinde babasının gördüğü işi yapmaya can atardı. Eylül’de o, V.A.Maklakov’la açlık çeken yerleri yayan dolaşmaya başladı, ama bu çok vakit alıyordu. 11 Ekim’de ise o bana ne pahasına olursa olsun Samara’ya gideceğini yazdı. O, üniversiteden çıkmaya cüret etmedi, mezuniyetten yirmi sekiz gün sonra, benim aldığım kürk ve erzak ile bedbahtlara yardım için gerekli olacak şeyleri de alarak yola düştü.. Lyova önce Begiçevka’ya, orada yardımın nasıl yapıldığına bakmaya gitti. Sonra da 29- Ekim’de  Samara’ya yola çıktı.
        Tahminen o vakit Moskova’da, V.S. Solovyov,  açlık hakkında ama genellikle çok liberal ruhlu konferanslar verdi. O vakit, Pobedonostsev, Moskova’daydı ve ‘’ Moskovskiye vedomosti’’ Solovyov’un hareketini derhal ona iletti. Qrot’un ‘’ Voprosı filosofii i psikoloji’’ jurnalininde yeni çıkmış olan Lev Nikolayeviç’in makalesi, -yeni basımdan çıkmış Kasım numarası- derhal yasak edildi. Onu her halde Solovyov’un konuşmalarında  daha zararlı hesap ediyorlar.  1- Kasım’da Petersburg’dan gelen N. N.Strahov ve N.Y. Qrot, bizde kahvaltı yaptığı zaman, Qrot, bana, ‘’Lev Nikolayeviç’in makalesini hafif yumuşatıp öyle bastırırlar. Bundan önce onu Fetgil’de okumuştular ve o, çok hoşuma gitmişti, bana da öyle geliyor ki, makale tartışma doğurmayacak ve onun okunuşunu zevkle dinlenecek’’ dedi. Fet ve Straxov,  çok üsteliyor, bastıralım ve peşini bırakmayalım diyorlardı ama ben hala çekiniyordum. Genellikle ben, toplumsal işlere her türlü müdahil olmaktan, karışmaktan korkuyordum…
                                                                     DYAKOV’UN ÖLÜMÜ
                Ekim sonunda başıma gelen yeni felaketi de hatırlamalıyım. Kendi işlerimle meşgul olduğumdan ve ailemden ayrıldığımdan Moskova’ya geldikten sonra dostlarımdan hiç kimseyi görmemiştim. Uşaklarımdan Dyakov’ların çocuklarının hastalanarak okula gitmediğini öğrendim ve onlara ön ayak olmaya gittim.
             İçeri girince Dyakov’un kızı, oğulları ve Liza Obulenskaya beni gözyaşları içinde karşıladı ve D.A. Dyakov’da ağır hasta olduğunu söylediler. Ben, eski dostumuz Dyakov’un yanına geçtim. Çok ateşlenmişti, bir gözü bağlıydı, ağır-ağır nefes alıyordu ve onun şişmiş karnı kah iniyor kah dağ gibi kalkıyordu. Ağzında papirüs tutuyordu ve açmış gibi emiyordu. Onun üzerine eğildim ve selam verdim. Beni tanıdı ve aydın olmayan tarzda konuşmaya başladı. Lev nikolayeviç ve kızlarım burada araştırıp soruşturdu ve onun hastalığı -kendinden değil, açlık çeken insanlardanmış.
           Dyakov’un vaziyeti ümitsizdi. Onun ayağını vagon ezmişti ve yaralamıştı, yarasını İngiliz plasteri ile yapıştırmıştı; iltihap olmuştu, kanı zehirlenmişti, bunlar da ondaki şeker hastalığı ile bir araya gelince o ölüm yatağına yattı. Bizim, bu aziz ve vefalı dostumuz 28- Ekim’de vefat etti. Biz onu defnettik ve yüreğime yine ağırlık çöktü Yanımda olmayanlar için korku hissi yüreğime hakim oldu.
                                                              BENİM, HALKIN AÇLIĞINA İLGİM
            Rusya’da güçlenen felaket hakkında söylentiler gittikçe daha korkunç hal alıyordu. İnsan sadece yaşadığından ve tok olduğundan, vicdan azabı çekiyordu. Bizimkilere yazıyordum: ‘’Ben yine de her şeyi ve kendimi de sizin işinize hevesle verdim’’
         Çok vakit kahvaltı yapmıyordum. Çünkü hiçbir şey yiyemiyordum; aç insanları, özellikle çocukları düşünmek bana azap veriyordu.
         Ben 1- Kasım’da, küçük bir makale yazarak toplumu yardıma çağırdım. Bu küçük makaleyi, N.N.Straxov’a gösterdim ve düzeltmeler yapmasını istedim. O, bana, ‘’Bu davet benim yüreğimden öyle alevle akıp geçmiştir ki; düzeltmeye gerek yoktur ve onu kesinlikle benim hissettiğim şekilde yayınlamak gerekir.’’ Dedi.
       3- Kasım’da’’Russkiye vedomosti’’ açlık çekenlere yardım hakkında benim topluma yaptığım daveti yayınladı.
       O daveti buraya yazıyorum:
       ‘’Mal ve para yardımları… o kadar büyüktür ki, insan bu işe girişmekten korkuyor. Ama halkın felaketi de hepimizi duman ettiğinden kat-kat büyüktür. Yine de vermek ve vazgeçmeden rica etmek lazımdır.’’
         Bütün aile bireyleri ihtiyaç içerisinde olan halka yardım için her yöne dağılmışlardı. Kocam qraf Lev Nikolayeviç Tolstoy, iki kızı ile mümkün olduğu kadar çoklu parasız yemekhaneler yahut halkın onları merhametle adlandırdığı kimi ‘’yetim himayeleri’ oluşturmak için hali hazırda Dankov kazasındadır. İki büyük oğlum Kırmızı Haç nezdinde hizmet ederek, Çernsk kazasında aktif şekilde halka yardım ediyor. Üçüncü oğlum imkan dairesinde yemekhaneler açmak için Samara kazasına gitmiştir.
         Dört çocuğumla Moskova’da kalmaya mecbur olduğumdan ailemin faaliyetine gücümün yettiği kadar yardım edebilirim. Ama bu adım yine de çok lazımdır! Ayrı ayrı şahıslar bile büyük ihtiyaç karşısında güçsüzdürler. Halbuki, sıcak evde geçirdiğim her gün ve yediğim her lokma, bu dakika ihtiyacı olanların olsaydı ne güzel olurdu. Biz hepimiz – burada iyi ve güzel yaşayanlar ve kendi çocuklarımızın azıcık ıstıraplarına hatta görünen durumlarına dayanamayanlar; soğuktan donan ve acından ölen çocuklara bakarak donmuş ve üzülmüş anaların, yemeye bir şey getiremeyen kocaların durumuna sakince bakamaz ve bunun devam etmesini istemez. 
       Ama şimdi benim ailem bütün bunların şahidi olup, görün benim kızım Dankov kazasından yerli mülk sahiplerinin verdiği yardımlarla yapılan yemekhaneler hakkında ne yazıyor:
      ‘’  Bacasız,  küçücük bir kulübenin birisinde, dul kadın, 25 kişi için yemek pişiriyor. Ben içeri girdiğimde masa arkasında sayısız – hesapsız çocuk oturmuştu ve onlar ekmeği kaşık altında tutarak çorba yiyordular. Onlara çorba, un çorbası ve bazen soğuk susuz çorba veriyorlar. Burada da vardiyasını gözleyen birçok kadın vardı. Ben birisi ile sohbete başladım ve o, kendi hayatından konuşmaya başladığı zaman, ağladı ve diğer kadınlarda ağladılar. Bu zavallılar yalnız yemekhane hesabına yaşıyorlar, onların evinde hiçbir şey yoktur ve kahvaltıya kadar onlar aç kalırlar. Onlara günde iki defa yemek verirler ve bu, her adam için 95 gepikten 1 manat 30 gepike kadar tutar.
         Taze tahıla kadar, bir insan için 13 manat tutan yiyeceği temin etmek insanları kurtarmak demektir. Ancak onlar çoktur ve yardım için  sonsuz derecede talep oluyor. Ama, bu bizim önümüzü kapatmasın. Eğer bizim her birimiz bir, iki, on, yüz insanı –  kuvvetlice yedirtsek, vicdanımız daha sakin olur. Allah’tan, biz kendi hayatımızda böyle ağır yıl geçirmedik! Ben de yardım etmek isteyen ve yardım edebilecek insanların hepsini ailemin faaliyetlerine maddi yönden yardım vermek ricası ile müracaat etmeye cesaret ettim. Bütün yardımlar doğrudan, vasıtasız, çocukların ve yaşlıların doyurulmasına harcanacaktır.
       Yardımları aşağıdaki unvanlara göndermek iyi olur –Lev Nikolayeviç’in, Sergey ve İlya’nın, Lyova’nın ve benim unvanlarımız yazılıdır.
          Benim sözlerime hak verenlerin hepsine minnettarlık göstermek; merhametli, yumuşak kalpli insanların, doyuracağı o bedbahtlar içindir. ‘’
                                                                                                                          2 Kasım 1891
                                                                                                                      Qrafinya S. Tolstoy   

                                                                   YARDIMLAR VE YARDIMCILAR
   Yardımlar çok hızlı şekilde olmaya başladı. Hele ertesi günü bana 400 manatdan fazla getirdiler. Bir gece-gündüz içerisinde ise 1500 manat aldım. Bütün açlık ve yardım müddetince ailemize 2000 000 e yakın ve hatta daha çok para gönderilmişti.
      Şimdi ben hiçbir yerden öğrenemiyorum ama o zaman ve işin sonuna kadar hesaplar noksansız yazılırdı.   
      Beni en çok sevindiren, Lev Nikolayeviç’in mektubumu beğenmesi oldu ve ben içimizdekilerin hepsini övüyorum gibi geldi.
          Ben, büyük bir iş teşkil ediyor gibiydim. İsimleri ve paraların tutarını yazmaya bazılarını şahsen bazılarını da vasıtalı kabul etmeye mecbur olurdum. Çokları benden felaket ve Lev Nikolayeviç’in çocuklarının uğraşları hakkında konuşmayı talep ediyordu. Tesirli dakikalar çok olurdu. Cüzi maaşlarından para getirmiş olan üç şehir öğretmeni geldi. Onlar paraları bana verince teşekkür ettim, onlardan birisi ağlamaya başladı diğeri de beni öptü. Genellikle yardım edenler ağlıyordu ve kendi paylarını güzel hislerle veriyorlardı. Davetimizin insanlarda güzel hisler uyandırması bana mutluluk veriyordu. İnsanlar üzerinde yegâne hakimiyet; hararetli, doğru ve samimi hissin hakimiyeti olmalıdır. 
        Bu konu hakkında Lev Nikolayeviç’e yazıyordum:’’ Paraları çok tesirli hislerle getiriyorlar. Bazıları dahil olup haç çıkarıyor ve gümüş manatlıklar veriyor. Bir koca kişi elimden öptü ve ağlayarak dedi: ‘’Çok merhametli qrafinya, benim teşekkürümü ve payımı kabul edin’’ 40 manat verdi. Öğretmenler de para getirdi, onlardan birisi :’’ Ben, dün sizin mektubunuz üzerine ağladım’’ diyordu. Doru bir atla iyi giyimli bir mülk sahibi de gelmişti. Kapıda Andryuşa  ile karşılaşınca sormuştu: ‘’Siz Lev Nikolayeviç’in oğlu musunuz?’’ ‘’Evet’’ ‘’Sizin ananız evdeyse ona verin’’…Zarfta 100 manat vardı. Çocuklar gelerek 3-5-15 manat getirdiler. Bir mülk sahibinin karısı da bir bohça elbise getirdi… Güzel giyinmiş bir hanım hıçkırarak boğula- boğula konuşuyordu: ‘’Ah, siz ne kadar etkili mektup yazmışsınız! Budur. Alın. Bu benim kendi paramdır. Babam ve anam verdiğimi bilmiyor. Ben çok mutluyum!’’ Zarfta 101 manat 30 qepik vardı.’’
         Hariçte, her yerde, benim mektubumu yayınlıyorlardı ve yardım edenler hoşa giden mektuplar yazıyorlardı… Biz, binlerce mektup aldık ve çoğunu sakladık. İnsanlardan gelen büyük ve küçük yardımlarla gelen mektuplar çoktu. Bize olan inam çok temizdi ve biz onu çok çalışmakla yerine getirmeye çalışırdık!
         Hele Kasım’da yazılan ve benim elime tesadüfen geçen mektuplardan bir küçük parçayı örnek göstereceğim: 
          Xarkov kazası, Borovenkovo  kenti, Mennonit okulunun(Hıristiyan okul, teknolojiyi reddeder)  öğretmenlerinden: ‘’Sizin mektubunuzu okurken çok etkilendim ve gözlerim yaşardı,. Bu mektubu öğrencilerime okurken onların vaziyetini görmeliydiniz. Onlar etkilenmişti hatta kendi qepiklerini açlık çekenlerin – mutlak çocukların- hayrına, yardım için vermek istediklerini bildirdiler…’’  
         Birisi, Volın kazasından, 13 manat göndermiş ve yazmıştı:’’ Buradan ilave etmeyi kendime bir borç bilirim ki;  gönderilen paraların arasında, üç manat, bana hizmet eden genç kız tarafından verilmiştir:  bu, onun aylık maaşıdır… Küçük meslektaşlarımızın yolunda içtenlikle hizmet eden, büyük kahramanlık gösteren Sizden ve Sizin bütün ailenizden Allah razı olsun…’’   
       Medvedsk postahane şubesinin müdüründen: ‘’Sizin ‘’Severnı Kavkaz’’ gazetesinde yayınlanmış mektubunuzu okuduktan sonra bizim kardeşlerimizin felaketli vaziyetinden gözlerim elimde olmadan yaşardı ve ailemin cüzi birikiminden ayırıp 5 manat gönderiyorum…’’ 
      Bessarabiya kazasının, Volkov hanının, Staroobryadç - eski ayin yanlısı- balıkçılarından 26 manat gelmişti, bu onların aylık maaşlarının yaklaşık faiziydi.
     Kursk kazasının, Lamokino kentlilerinden, 45 manat gönderilmişti:’’ Açlık çekenlere yardım hakkında Sizin etkili çağrınız bizim hücre yere kadar ulaşmıştır…’’
       Kiev quberniyasının Lipovets şehrinden 50 manat gönderen, kaza fen işleri elemanı yazıyordu:’’ Yüce hazret! Sizin ve çocuklarınızın bu işte yürekliliklerini anlatan satırları okurken ve düşünürken; yüksek mevki tutan, uğurlu aileniz gibi;  bizleri de, canlandıran biri olsaydı böyle dehşetli derecede yoksulluk çeken halkın onda biri de olmazdı, gözlerimden yaşlar aktığını söylesem inanmazsınız…’’
         Balaxna’dan istifa eden albay kendi emeklisinden para göndermişti: ‘’Görünüyor ki; Sizin aileniz, türlü türlü komisyon ve formalı bildirilerle hesaplaşmayarak yoksulluk çeken halka tanrının telkin ettiği yardım işine vasıtasız ve hevesle girişmiştir…’’
       ‘’Koca Semyon’dan (karısı ile) ve cenaze üzerinde dua okuyandan 5 manat’’…
         A.A.Zinovyev’den 100 manat:’’ Sizin aileniz asilzadelik gösterip meseleyi iş görmekle haletti ve tembel, ihtirassız adam olan, ben, her halde ailenize bakıp ferahlanıyorum ve teessüf ederim ki, orada görülecek iş için 100 yürek ve 200 el yoktur…’’
        ‘’Büyük kızım Varvara, gelin olduğunda, kendisine sade düğün yapılmasını rica etmişti; aynı zamanda onun arzusu şuydu, düğünden önce fakirlere yemek-içmek teşkil edilsin ve kendi onlara hizmetçilik etsin. Kızım düğün gününü tam yaşamadı. Onun adına gönderilen para ile yaşlılar ve çocuklar doyurulsun…’’
        Kola’nın (Arxangelsk quberniyası) Yekaterininsk limanından kaptanlar, demirciler, ustalar 68 manat göndermiştiler. Yazıyorlardı: ‘’Çok muhterem Sofya Andreyevna, Siz ve sizin hayırsever aileniz için Allah’a dua ediyoruz ve fakirlere gücümüz yettiği kadar yardım gönderdik.’’
     O zaman böyle tesirli yüzlerce mektup alınmıştı, mektupların arasında bir tane de olsun kötü ve töhmet altında bırakan yoktu.
        Bu vaziyet şimdi, 1909 yılında baş gösterseydi, gör ne olurdu?
       Menşikov ve ona benzer gazete yazıcıları ağzından, ailemizin üzerine ne kadar zehir, yalan, adaletsizlik ve kin döküldü. O zamanlar ise yalnız ‘’Moskovskiye vedomosti’’’ alçak, yalancı ve garezliydi.
       Nikolay Yakovleviç Qrot o zaman bize yazıyordu, ‘’Yetim himayeleri’’ toplumda büyük rağbet kazanmıştır: Peterburg’da ise şunu duymuş, iç işleri bakanı Durnovo, benim davetime iştirak etmediği ve bize para göndermediği için üzülmüş.
      Tanımadığım bir şahıstan pırlanta kolye aldım ve uzun müddet satamadım. Sonunda biri 1200 manata satın aldı.
         Tiyatro müdürü Vsevoljski ile şahsi anlaşmama ve onun ‘’Eğitim Çalışmaları’’ müellifine, ücretini  ödeme vadesine bakmayarak,  Ekim ayında ondan ret cevabı aldım. Ben saray nazırına mektup yazdım ve Lev Nikolayeviç’in bu paraları açlık çekenlere vermek niyetinde olduğunu bildirdim.
       Saygılı ve edepli qraf Vorontsov bana oldukça nezaketli mektup yazdı ve mektupta hayırlı çalışmalarımızı dikkate alarak normal şartlara riayet etmeden, müellifin ücretini vermeye razı olduğunu bildirdi.
          Yâdımdadır, bu açlık yılları zamanında bize binlerle manat para geldi. Bu paraları büyük istekle ve sevinçle aç olanlara yardım işine harcadım.
         Hasta olduğuma bakmayarak, gerekli işe giriştikten sonra, ona bütün kalbimle bağlandım, kendi kaygılarım için kederlenmeyi unuttum ve faal surette çalıştım. Her gün yüz ve daha fazla para paketi alır, deftere kayıt yaptırır, mektuplara cevap verir, çeşitli şeyler alırdım. Bazen bana Vera Severtseva yardıma gelirdi, lakin çok zaman tek çalışırdım.
      11- Kasım’da,bende, 9000 manat para toplanmıştı. 3000 manata Pisarev aracılığıyla derhal ekmek, sonra da 100 manatlık nohut aldım.
      Bana yardım geliyordu, bazen de ben isterdim. Mesela K.S.Popov 160 kutu çay, Botkin 10 funt,(pounds) Rastorquev 20 funt verdi. Savva Timofeyeviç Morozov 1500 arşın(arşın = 68 cm) pamuklu kumaş verdi. Bundan da Samara quberniyasının yatalak hastaları için gömlek ve döşek biçip diktirdik.
     Yine yadımdadır, Moskova’da, ben, günlerce yardımcım Dunya ve İngiliz dili öğretmeni ile bu gömlekleri biçiyordum. Değişik yerlerden yardımlar gelirdi, mesela Petersburg’lu tüccar Usov 20 paund göndermişti.
      O zaman ben Lyovaya da para gönderdim; o, Samara’nın sakinlerinden, A.A.Bibikov’un yardımı ile kısa bir zamanda halka yardım ulaştırdı.

                                                                      LEV NİKOLAYEVİÇ’İN YAZILARI
       İlk zamanlar, Lev Nikolayeviç, kendi işleriyle meşgul olmaya özen gösterirdi. Mesela, 6- Kasım’da,  kendi makalesi ’’Sergey ata’’  hakkında şöyle yazmıştı: ‘’Gerekir ki, büyüklükle(kibirle) mücadeleye girsin, itaat, büyüklüğe çevrilen suni ortama düşsün: İflas ve rüşvetçilikten sonra anlasın ki, o, bu suni ortamdan yakasını kurtarmıştır ve hakikaten itaatkar olmuştur. Ve şeytanın pençelerinden yakasını kurtararak kendini Allah’ın kucağında duymak saadetini anlasın.’’
        Bu zamanlarda Lev Nikolayeviç’in bitirmediği ve D.D.Obolenski’nin ricası ile, geliri açlık çekenlerin yararına bırakılan dergiye vermek düşüncesinde olduğu hikâyeyi yazmaya başladı. Hayli sonralar, kayyumu olduğum yetimhanenin yararına teşkil ettiğim hayır konserinde bu hikayeyi ’’Kim haklıdır?’’ başlığı altında okumuştular.
      Lakin maddi kaygılar, galiba meşgul olmaya engel oluyordu  17- Kasım’da Lev Nikolayeviç Günlük’üne yazmıştı:’’ Manevi hayat yoktur…İş, bir kararda gider. Ancak memnunluk yoktur. Utanç da yoktur, pişmanlık da… Birgün, Nikitski ve Paşkovo’da başka birgün ise Qorka’da yemekhanelerin teşkili ile uğraştık. Penki’ye gitmiştim ve yemekhaneler konusunda makale yazıyordum.’’
       Daha sonra şöyle yazacaktı: ‘’Sekizinci fasılayı yazıyordum. Faaliyetimiz gittikçe daha genişleyerek yayıldıkça hem paralar hem de yardımcılar akıp geliyordu. Matvey Nikolayeviç Çistyakov adlı biri en güzel yardımcı oldu.’’ Lev Nikolayeviç, olmayan vakitlerde onu yardıma çağırıyordu. O, Lev Nikolayeviç’e ‘’Zülme karşı mutilik hakkında’’ adlı makalesinin düzeltilmiş halini getirmişti.
 İki kız – Çernyayeva ve Vatner de kendi yardımlarını önerdiler. Birçok genç: Qastev, Novoselov, Leontyev, Usov da yardıma geldiler. Vladimirov ailesinden biri –çok faal bir insandı -  kendilerinin atlarını yemlemek gibi vahşi bir fikre düştü ve 80 baş hayvanı götürüp, birçoğunu da açlık geçirmemiş yerlerin kentlileri arasında paylaştırdı. O, bir vagon yulafta da bağışladı ve kentlilere kazanç imkanı sağlamak için, kadınlara çarık ve keten lifi göndermeye söz verdi. İstasyondan azık getiren ve yemekhanelere paylaştıran kentlileri de yediriyor ve atlarını yemliyordular.
      Kentler için yardımcıları bölüştürmek de o kadar kolay bir iş değildi. Onlar Begiçevka’ya toplandığında ise öyle bir kargaşa oluyordu ki, adamın başı ağrıyordu.
                                                                            ŞÜPHELER
       17 kasım’da Tanya hastalandı. Onun ateşi yükseldi. Bundan dehşete düştüm. Görüşmek ve ahaliye bundan sonra da yardım için para göndermek maksadıyla Lyova da Samara kazasından geçici olarak ayrıldı. Maşa’nın kendinden yaşça küçük genç talebe Petya Rayevski ile başladığı muhabbet macerası beni rahatsız ediyordu.
     Bazen ailemizin faaliyeti ile ilgili ağır şüpheler baş gösteriyordu. Lev Nikolayeviç, Rusya hakkında diyordu ki, ne kadar çalışırlarsa çalışsınlar en sonunda iflas edecek… Tanya ise şöyle düşünüyordu, Rusya’nın o zamanki vaziyetinin neticesinde ya pis kullar ya da isyanlar olacak. Sonuncusunu eninde sonunda görmek mümkün olurdu ama şimdi 1909 yılında yapılan dehşetli idamları hiçbir peygamber önceden göremezdi.
       Tanya, kendi günlüğüne : ‘’Ancak şu var ki, hiçbir şeyi enine boyuna görmek mümkün değil; lakin herkes bütün gücünü etraftakiler için ve başarmak için sarf etmelidir. Papanın, sık sık dediği ve mektuplarında yazdığı gibi,  yaptığım iş, asıl iş değil; ödündür. Ben de bundan memnunum, demek ben yanlış yapmamışım…’’yazmıştı.
       Fakat yaptığı işte her şeyin iyi gitmediğini görüyordu. Bana ‘’Fakirler arasında ayırım yapmak lazım değil, yemek isteyen herkesi yemekhanelere almak lazımdır. Bu insanların kimin daha çok, kimin ise daha az aç olduğunu muhakeme etmekten utanıyorum. Genellikle, varlıklı olduğumdan ben şimdiki gibi hiçbir vakit utanmak duymadım’’ diyordu.
        Bir defasında onun yanına çocuklarını yemekhaneye götürmeyi rica eden mujik geldi. ‘’Sabahtan beri hiçbir şey yemedik, oğlan dilenmeye gitti, onu gözlüyoruz.’’
       Tanya şaşırdı ve çocuğu dilenmeye gönderdikleri için yazıklandı. O ’’ Çocuklara yazıktır’’ dedi.
        Mujik ise: ’’Mesele de bundadır, gülüm’’ dedi, yüzünü çevirdi ve ağladı. 
        Başka bir zaman Tanya, beş çocuk olan bir eve gitmişti. Onların hepsi çıplaktı. Ev soğuktu. Çoktandır evlerin hiç birinde akşamları ateş yakılmıyordu. 
       Tanya, bu bedbahtların halini görünce ne yapacağını bilemedi. Üstündeki şalı çıkarıp verdi ve hepsi sadaka verilirken olduğu gibi, onu kabul edenler ağladılar.
      Kasım’da, Rusya’da tahılın yetişip yetmeyeceği hakkında Lev Nikolayeviç’in ‘’Dehşetli sual’’ adlı makalesi yayınlandı.
         Derhal ‘’Moskovski vedomosti’’ Lev Nikolayeviç’in makalesinden, ‘’Nedelya’’da yayınlanmış bir parçayı başka şekle soktu. Lev Nikolayeviç makalesinde: ‘’Aha, bu Yepifani kentinin insanları, eğer bir tedbir almazlarsa, kıştan çıkamazlar. Çünkü kışa bal saklamayan arı ailesi yaza çıkamaz. Lakin mesele de sadece budur; onlar bir tedbir görecekler ya da yok. Şimdiye kadar görünen odur ki, yok. Onlardan yalnız birisi, her şeyini satıp Moskova’ya göçmüştür…’’
       ‘’Moskovskie vedomosti’’de ‘’tedbir görecekler’’  ifadesine dikkat yönelterek, Lev Nikolayeviç’in inkılabı, ön planda tuttuğunu ve Rus halkını ona çağırdığını ima etmişti.
        Hemen mesele hakkında Lev Nikolayeviç’i bilgilendirdim. Ve bugün ‘’Moskovski vedomosti’’nin makaleleri hakkında iç işleri bakanına mektup yazdım: ‘’Bence onlar mahzun. Tolstoy, Qrot ve Solovyov, toplumun durumunu iyileştirmeye çalışanlardır. Tüm makaleleri ile onlar Liberal Parti ile beraber hareket edip devrimi alevlendiriyorlar demek ve bunu böyle kabul etmek, tam bir rezalettir… Benim dikkat çekmek istediğim fikir şudur ki, eğer inkılapçıların en iyi temsilcilerine nişan verirlerse, inkılapçılar kendi mutluluklarına inanacak ve yeniden başkaldıracaklar…’’
     N.Y.Qrot, benim mektubumu gözden geçirdi ve beğendi.
     Lakin benim iç işleri bakanlığına yaptığım izahatlar dikkate alınmayarak, hükümetin kararsızlığı ve kırgınlığı korkunç şekilde belirdi ve neşriyat işleri genel müdürü, L.N.Tolstoy’un hiçbir makalesini hiçbir yerde yayınlamamak konusunda görüş bildirdi.
     Muayyen vakitten sonra her şey aydınlaştı ve yoluna girdi. Qrot, Petersburg’a gitmişti ve bu, hakikatin aydınlanması için tek başına çalıştı.
       25- Kasım- 1891 yılında Lev Nikolayeviç bana yazıyordu: ’’Rica ederim benim Qrot’da olan makalemin, son tashihinde yumuşatılmamış seçeneğini al (ama Qrot’dan ilavelerin yapılmasını rica ediyorum) ve aktarmaya özen göster. Petersburg’da Hanzene (Danimarkalı) ve Dillona ve Paris’de Qalperin’e gönder. Orada yayınlasınlar. Oradan buraya da gelir…’’
    Lakin hükümetle devam eden işler arasında, zıddiyet hep büyük olur! Yalnız bütün Rusya değil, hariciler de (ecnebiler) bizim açlık çeken ahaliye yardım işimize muhabbetle yanaşıp yardım ettikleri bir sırada Lev Nikolayeviç’e iftira atılıyor ve onu takip ediyordular. Ama halkı aldatmak olmaz ve zordur. Neticede halk Lev Nikolayeviç’e teşekkür ve itibar hissi beslemiştir.
     Benimle, Lev Nikolayeviç arasında uzun bir mektuplaşma mevcuttur: Bizim mektuplaşmamız onun kızları ile, benim çocuklarım ile kısacası hayatımız ve bizim faaliyetimiz hakkındadır. Lakin burada her şeyden konuşmaya imkan yoktur.
                                                                        RAYEVSKİ’NİN ÖLÜMÜ 
        Kasım ayının sonunda Lev Nikolayeviç kızları ile beraber bizimle görüşmek için Moskova’ya gelmek istedi. Ben, bir taraftan seviniyor diğer taraftan da sevincim ve huzurum hatırına hiçbir eziyet çekilmesini istemiyordum. Ben onlara düzenli olarak yazıyordum; eğer bu, onlar için rahatsızlık verecekse ve arzu etmezlerse gelmesinler.
     Vaziyet birdenbire keskin bir şekilde değişti ve uzun bir müddet benim saadetim ve huzuruma tesir etti. Önceleri, Ben, yardım konusuna hız verilirse ve bu maksat için yetecek kadar para olsa iş bizim ailemiz olmadan da, kendi malikânesinde, evinde yaşayan merhametli İvan İvanoviç Rayevski’nin rehberliği ile yolunda gider diye düşünüyordum. Ama başka türlü oldu. İvan ivanoviç bir defa açlık çekenlere yardım meselesi ile alakadar 40 verst uzaktaki Dankov şehrine gitti. Oradan hasta döndü. Onu şiddetli titreme tutmuştu,  ateşi hemen 40 dereceye çıktı. Her şey adi gripten başladı. Kırsal bölgede görevli Doktor Boqoyavlenski, bütün hastalık müddetinde tehlike hissetmedi lakin yine de Rayevski’nin karısı Yelena Pavlovna’nı ve büyük oğullarını çağırttılar. Hastanın hali kah iyileşiyor kah kötüleşiyordu. O, daima toplumsal işlerin vaziyetine göre heyecan geçiriyor, bu konuda kızgınlıkla konuşuyordu. Sonunda etkili grip ile ağırlaştı ve ayın 26 sında vefat etti. Kara yağız, güçlü kuvvetli bir adam olan Rayevski yüksek ateşe katlanamadı. Esas kalbinin faaliyeti çok zayıftı.
        Ailenin ve bütün dostların derdi büyük ve ağırdı. Lev Nikolayeviç ve kızlar geri duramazdı. Hem aziz dostu defnetmek hem onun ailesi ile olmak hem de ahaliyi sakinleştirmek gerekiyordu.
       Çünkü Begiçevka sahibinin ölümüne bakmayarak, açlık çeken ahaliye yardım işi devam ettirilecekti. Beni ise Dyakovun ve Rayevskinin ölümü tamamıyla ümitsizliğe sürüklemişti. Ben, Lev Nikolayeviç’in öleceğini de düşünmeye başladım. Lev Nikolayeviç’e ve kızlara gelmeleri için yazsam mı diye düşünüyordum. Ben, bu gelişi büyük heyecanla gözlüyor ve arzuluyordum. Ama onlara şöyle yazdım: ’’Lazım değil, lazım değil gelmeyin, sizin işiniz benim geçici sıkıntımdan daha önemlidir. Beni öyle vaziyete getirmeyin ki, sizi sağlam hayattan ve yahşi işten ayırdığım için kendime kızmayayım…’’
      Benim de bütün çocuklarım ve Lyova, inflüensiya’ya yakalanmıştı.
      30- Kasım’dan 9 -Aralığa kadar Lev Nikolayeviç ve kızlar Moskova’da yanımda oldular. Kavuşmanın sevinci büyüktü. Ama uzun sürmedi. Biz öyle hissediyorduk ki; İvan İvanoviç Rayevski’nin ölümü, bizi, açlık çekenleri doyurmak işi ile daha sıkı bağlamıştır. Ve bu işin rehberi  sadece Lev Nikolayeviç kalmıştır. Ben de tez-tez hastalanırdım, ben de yürek çarpıntısı ile görünen tengnefeslik (tek nefes, astım) baş göstermişti, kah burnumdan kah boğazımdan daima kan geliyordu, sinirlerim de bozulma derecesine gelmişti. Ama ben moralimi yüksek tutmaya çalışıyordum. İş yapıyor, değişik yerlere gidiyor, çocuklarla ilgileniyordum.
                                                                           YARDIMCILAR 
    Lev Nikolayeviç, yardımcıları artırarak benim yanıma, Moskova’ya yardım etmek için birçok genç getirdi. Sıcakkanlı ve ideali olan Aleksey Nikolayeviç Konşin ile İlya onun yanına gittiler ve özellikle, oğul Ge- Nikolay Nikolayeviç, yardım ve çeşitli mahsullerin alınması ve yerine ulaştırılması işine suretle girişti. Küçük Ge, yeni vefat etmiş babasının ölümünden sonra Lev Nikolayeviç’in telkini ile  nikahsız ailesiyle, Xutor’da yaşıyordu. Ailesi, kız Qapka, babası ve dört çocuktan oluşuyordu. Ge, Qapka ile kent işlerinde çalışırdı, kendisi hoşsohbetti ve bize yardıma koşarak gelmişti.
    Ben, ona, 5 –Aralıkta, beş vagon arpa, on vagon çavdar, altı vagon nohut ve iki vagon un sipariş vermiştim onları hemen almış ve hemen gönderdi. Açlık çekenlere karşılıksız yardım edenlere, vali tarafından Kızılhaç’ın takdirnameleri verilirdi. Hepsinden zor olan yakacak odunu bulmaktı ama bu zorluğu da ortadan kaldırdık, çokları odunu bağışlardı ve ondan başka, devlet Zasekası’ndan, yonga da gönderiliyordu.
        Bazı insanların ve ecnebilerin, Kızılhaç derneğinin çalışmalarına itimatsızlığı garip ve adaletsizdi. Morrison, isimli birisi, bu itimatsızlığı bildirerek Samara kazasında onun 300 manatının neye harcandığı hakkında bilgi verilmesini rica etmişti.
                                                        BENİM ALDIĞIM ERZAK VE YARDIMLAR
      Topluluk C vitamini eksikliğinden olan diş eti hastalığına yakalanmasın diye Lev Nikolayeviç ekşi lahana ve soğan aldırmak kararı verdi ve bana yazdı ‘’ Moskova’da bostancılardan soğan alın.’’ Ben gösterilen unvan üzere uzaktaki Doroqomilov bölgesinden daha ileriye bostancıların yanına gittim. Küçük bir tahta kulübeye girdim. İçerde genç bir bostancı vardı. Sert bir tavırla ne istediğimi sordu. Ben, iki vagon turşu lahanası ve bir vagon un almak istiyorum dedim. O şaşkınlık göstererek olmaz demeğe çalışıyordu, bu çoktur dedi. Ben, büyük bir ihtiras ve hevesle açlık çekenler hakkında konuşmaya başladım. Lev Nikolayeviç’in ve Tanya’nın mektuplarını çıkarıp, en tesirli yerlerini okudum. Bir de gördüm ki köşe bucaktan adamlar, kadınlar, çocuklar çıkmaya başladı. Ev sahibesi oturmamı söyledi. ‘’Belki çay içersiniz? Buyurun!’’ On beş dakika geçmeden bu insanlar benimle dost oldular. Birlikte lahana ve soğan fiyatlarını konuştuk ve genç bostancı bana hayli ucuza, sağlam lahana ve kuru soğan getirdi. Depolar lahana ve soğan doldu. Yemekhanelerde bunları çok ucuza aldığım konuşuldu.
     Bir sefer de Popova’nın çuha(yün kumaş) mağazasına gittim. Baş sorumlu Petuxov’a gittim ve dedim: ‘’Kentlerin açlık çeken çocuklarını giydirmek için bana atık ve ucuz çuha satın’’ Petuxov dedi ki; ‘’sahibine sorayım’’. Ve bana çeşitli çuha gönderdiler. Bunları aç ve işsiz kent terzileri, çok ucuza, çocuklar için alttan giyilen paltar(elbise, pantolon) diktiler. Birinden bedava 100 funt pamuk aldım.
      Yadımdadır, Tatişşeva kentinden, dilenci bir çocuk ilk defa yeni bir elbise giydiği için aşırı sevinmişti. O kendine bakıyor ve sevinerek gülüyordu.
                                                                       SAMARA OVASINDA
      Yoksulların sevinmesi, çok zaman memnunluk ve sevinç getirirdi. Açlık manzarası ise kat kat ağırdı. Bizim Lyov’a, yine  açların yanına gitmişti. O yazıyordu; mesela, burada baştan başa yatalak ve inflüensiya hüküm sürüyor. Oraya doktorlar, hemşireler ve sağlık memuru gönderilmişti. Ben pantolon ve çok ucuza - pudunu 95 gepik- aldığım, sekiz vagon çavdarı da göndermek için acele ediyordum.
        Lyov’a, açlıktan ölmekte olan üç çocuğun haline üzülürken, dul kentli kendini boğmuş.
      Yine Lyov’a oradayken, fakirleşmiş biri- kentlilerden daha fazla kazanç sağlayamayan - bıçakla boğazını kesmiş ve Lyon’u kurtarması için çağırdığında artık çok geçmiş. 
     Orada Lyov’a yardımcı olarak genç Singer, bizim kahya Rayevski’lerin ve Singer’lerin halaoğlu İvan Aleksandroviç Berger de gittiler. Berger, hepimizin çok sevdiği merhametli ve yumuşak kalpli adamdı.
      Yayılmış olan, çiçek hastalığı hakkında her yerde konuşmaya başladılar. Ortaöğretimdeki bütün çocukları, evde çiçek aşısı vurdurmayı ciddi şekilde isteyerek bıraktılar. Benim çocuklarım da bırakıldı. Onlar evde kalmalarına ve ders okumamalarına çok sevindiler. Ve yadımdadır, sonbahar akşamlarında graf  Aleksey Tolstoy’un ‘Knyaz Serebryan’’ eserini okuyorduk. 
    Bize gelmiş olan kızım Tanya ve ben, çiçek aşısı vurdurduk. Bu, ne ise? Dehşetli bir şeydi! Ellerimiz kırmızı balon gibi şişti. Ateşli, uykusuz geceler geçirdik. Biz o vakit çok azap çektik!
                                                                      EĞİTİMİN OKUMALARI
        12 Aralık 1891 de Moskova’da Malı tiyatrosunda ‘’Eğitimin okumaları’’ komedisinin sonunda müzik de çalınıyordu. Petersburg’da gösterime konulmuştu. Bana, yazar için 2250 manat yollamıştılar. Ben bu parayı açlık çekenlere harcasın diye Lev Nikolayeviç’e yollamıştım.
           Filozoflar ve Lev Nikolayeviç’in bacısı, kızları Liza Obelenskaya ve Vera Naqornova da benimle tiyatrodaydı.
         Birinci perdede oğlum Seryoja(Sergey) içeri girdi. Ben gelişine çok sevindim. O, benimle bir gün kaldı. Sonra sosyal bir işle ilgili Tula’ya gitti. Oradan açlık çekenlere yardım ve Kızılhaç’da kâtiplik görevini yapmak için kendi bölgesi, Nikolskoye’ya gitti.
                                                                                YILIN SON GÜNLERİ
    Miladı bayramlar yakınlaşmıştı ve ailemiz, yani Lev Nikolayeviç’siz ve büyük çocuklar olmadan kederli oldu. Bütün ailemizin Yasnaya Polyana’ya doluştuğu, geçen 1890 yılını hatırlayarak, Lev Nikolayeviç’e yazdım: ‘’Her şey geçmişte kalıyor. Hayat da çiçek dalı yahut meyveli elma ağacı gibidir; güller ve meyveler dökülür, ağaç gittikçe daha çok çıplaklaşır ve sonunda tamamıyla kurur…’’
    Ayın 25 inde, çocuklara fakirane yolluk hazırladım. Onlarla oğlum Andryuşa ilgileniyordu. Artık patırtı gürültü, telaş bana hoş gelmiyordu. Bir sefer Mariya  Petrovna Fet beni aristokrat  hayır işleri pazarına(Kermes) götürdü, orada fazla kalamadım. Ortamın gösterişli havası, köşklerde yaşayan, güzel, briyantinli tüccar kadınların eğleştiği ve şampanya sattığı devasa ortam, yadımdadır.
     Debdebe, elbiselerin sınırsız ihtişamı, bunların hepsi de aç ahali içindi. Her ne  olursa olsun, harmoninin bozulmasını sevmiyorum, burada ise  her şey hislerimin harmonisini bozuyordu.
      Bana, bütün aristokrat tanıdıklarım ve bütün tüccar cemiyeti yardımcı oldu. Bu cemiyete biraz Mariya Petrova Fet’le (kızken Botkina), biraz da Tretyakov’larla tanışıklığım sayesinde geldim. Ama halihazırda ise sosyal olaylarla alakadardım. Kimi çaya, yağ-çöreğe, kimi konfetiye, ve meyveye misafir ediyordu. Kimi pazarda çeşitli şeyler gösteriyor ve almamı teklif ediyordu. Çokları beni ailem ve onun faaliyeti hakkında sorgu-suale tutuyordu ve olumlu görüş bildiriyorlardı. Moskova cemiyetinin bana gösterdiği bu kadar nezaketli ve hoş yakınlık beni etkiliyordu. Ama ben bu pazarda çok kalamadım ve kısa zaman sonra çıkıp gittim.
                                                                                     1892
                                                       MOSKOVA VE ‘’EĞİTİMİN OKUMALARI’’
         O zaman Ocak’da Lev Nikolayviç ve kızlarım –Tanya ile Maşa- tam üç hafta kaldılar ben ve çocuklar çok hastalansa da kalben dinçtik. Önceleri Maşa, ağır işten yorulduğu için zayıfladı, inflüensa oldu, sonra Mişa, nihayet Vaneçka hastalandı. Ocak ayının sonunda Tanya’ya çiçek aşısı vurdurdum. Ve o da öyle güçlü tuttu ki, Tanya’yı yorgan döşek yatırdı.
        Bu sırada -7 Ocak- Malı tiyatrosunda ‘’Eğitimin Okumaları’’ komedisini gösteriyorlardı. Gösterime hayli insan geldi. Lev Nikolayeviç de çıka geldi. Onu direktör locasına oturttular. Buraya yönelme başladı. Gelen aktris Fedotova, Lev Nikolayeviç’i öpmeye başladı. Duyguların bu şekilde gösterilmesi onu rahatsız etti.
        Lev Nikolayeviç, sona kadar kalmayıp gitti ve bu gösteri için düşüncesini bildirmedi. Genellikle o kendisini Moskava’da rahat hissetmiyor. Her şeyden: gürültüden, insanların avareliğinden, gösterişten ve kendisinin dediği gibi hissiyattan şikayet ederdi.
      Lev Nikolayeviç, tiyatroya gidenlere çok sevinmiş, Anton Qriqoryeviç Rubinştey’na ön ayak olmuş, açlık çekenlere yardım için konser vermişti.
       Lev Nikolayeviç, Moskova’dayken onun yanına adamları Çertkov, Qourbunov, Orlov, Alyoxin ve Solovyov da geliyordu.  Lev Nikolayeviç, sade ve kendi muhitinden olan insanlarla -alışkanlık denebilir-, daha eğlenceli ve hoştu: önceleri onda olan gerginlik ve inat gitmişti. O, şehrin, ailenin ve olayların bütün etkilerini daha olumlu ve tabii kabul ederdi.
                                                                            BABA VE OĞUL
    Ocak ayının öncesinde bütün ailemiz Moskova’da toplandı. Sadece oğlum Lyova yoktu. O, Samara kazasında kalıyor ve açlık çeken halkın doyurulması ile meşgul oluyordu. Onun mektupları üzücüydü.  Mesela mektuplarında :’’ Hasta o kadar çok ki,  insan kuşkuya kapılıyor. 
   Lyova, babasının tenkitleri karşılığında şöyle yazdı:  ‘’Sadece yemekhaneler açmak yetmiyor un da lazımdır. Burası baştanbaşa ekmeksizdir. Biz yemekhanelerin açılması ile meşgul olduğumuz vakit onlar yanımızda birbirini doğrayacak ve açlıktan ölecekler.’’ O zaman Lyova’ya aşağıdaki olay çok ağır tesir etmişti: yoksullaşmış kentlilerden sipariş alamayan ve açlıktan ölmekte olan çocukların görünüşüne üzülen, kent fırıncısı bıçakla boğazını kesmişti.
   Lyova’yı çağırdıklarında fırıncı artık hırıldıyordu ve hemen öldü. Yatalak ve iskorbüt(c vitamini eksikliği, halsizlik, kanama) hastalığı da ölümlere sebep oluyordu. Keşiş, günde yirmi defa ölenler için dua ayini düzenlerdi ve insanlar, daima defin için, kabirlere levhalar, vesaire için para istemeye gelirdi.
     Daha sonra Lyova yazdı:’’ Burada yemekhanelerde, hiç olmasa bir parça çörek olsaydı… Elbette, yemekhaneler açmak iyi, ben de bilirim ki; onlar paylaşılırsa daha kolay olur. Ama bize çörek pişirmek için 100 asker, yemek hazırlamak için on vagon erzak ve bir yığın adam verilmelidir… Bizim çörek hanede işler iyidir…’’
     Lyova’nın, yemekhanelerden başka, un verilmesinin lüzumu hakkındaki delilleri, babasını tatmin etmedi. Lev Nikolayeviç, kendi olduğu yerlerle ilgili muhakeme yürütürdü ve Samara ovasının, sahipsiz büyük arazilerini, ambar için mıntıkaları, odunu olmayan çok büyük kentleri ve ahali kütlesini dikkate almıyordu. En başlıcası ise Lyova, İvan Aleksandroviç Berger’le birlikte iki kişiydiler, Lev Nikolayeviç’in ise çok yardımcısı vardı. Hayli vakit geçtikten sonra Lyova’nın yanına knyaz Dolqorukov’la, özel sağlık yardımı geldi. Onlarında sayısı çok azdı: On bin kişiye bir doktor ve bir sağlık memuru gelmişti. Daha sonra heyet arttı. Yine oraya veliaht komitesinden knyaz Kropotkin de geldi. Kısa müddet sonra, Lyova,  hastalığa tutuldu. O yirmi iki yaşına yeni girmişti. Hasta olduğuna bakmayarak, işin çokluğundan, yatağa uzanmıyor, bütün zorluklara metanetle katlanıyordu.
                                          AÇLIK ÇEKENLERE HÜKÜMETİN VE TOPLUMUN İLGİSİ
      Bağışlar gelmeye devam ediyor iş genişliyordu ve ondan el çekmek mümkün değildi. Hükümet açlık çekenlere yardım işine hiçbir ilgi göstermiyordu. Nedense korkuyorlardı ve her şeye engel oluyorlardı. Kendileri hükümet dairelerinde oturur, ahaliye yardımda bulunmazlardı. Kızgınlık baş gösterdi. Mesela ’’Azad söz’’ de (SPb Ocak) öyle makaleler yazıldı ki, bunlardan- yeri gelmişken- bazıları:
       ‘’Tolstoy’lar ailesinin hayır faaliyetleri yalnız meşhur romancının adıyla anılıyor. Eğer yardım etmek isteyenler, yardımın ünvanını kullanarak teminat isterlerse, o yardım ret edilir. Sadece vermek arzusunda olanlar izin istemelidirler ve her defa izin almayabilirler. Açları doyurmak isteyenler, kentlere, gizlice gelip çıkmalıdırlar…’’
      Başka makalede: ‘’ General – qubernatorlar, bakanlar, Rusya’yı tam uçurumun kenarına getirmişler. Başka adamları çağırmak vaktidir.  Ülkenin seçkin temsilcilerinin toplanışı ve hazır vaziyetin düzeltilmesi tartışması, cemiyetin donukluğunu ve güvensizliğini ortadan kaldırır. Rusya’yı kurtaracak olan fedakarlık yönünü harekete getirir.’’
      Litoqrafiya(gravür) usulü ile bize gönderilmiş bir makale-kimin olduğunu unutmuşum-: ‘’Artık bütün denilenlere körü körüne inanmayan ve kör olmayan insanlar şu kanaate vardılar, hükümet, Rusya’nın modern seviyede devlet idaresi vazifesinin üstesinden gelmek iktidarında değildir…’’
      Yine açlık hakkında: ‘’ Yardım işi öyle kurulmuştur ki,  bağışların yerine ulaştığına emin olunmuyor. Hükümet baş gösteren cinayetlerin üstünün açılmasına imkan vermiyor ve polisiye idarelerin ifşasını gayri mümkün kılıyor…’’ 
     Sonra güzel temennilerde bulunulurdu:’’ Öyle bir hükümet düşünmek lazımdır ki; o, cemiyet ve halk arasında özüne dönsün. Ve özünden daha fazla, ülkenin ihtiyaçlarını giderebilme kaygısına düşsün. Halk temsilcilerini ile birlikte, elden düşmüş ülkeye özgürlük getirsin. Artık rejimin vurduğu yaraları iyileştirmek ve büyük gelecek için canlanmaya imkan vermek vakti gelmiştir…’’
    İstemeden aklıma geldi; 1905 yılında bu özgürlüğü vermek istediler, neticesi ne oldu?
   Lakin manasız işlere Rusya’nın çok yerinde rast gelinirdi. Rus eserlerini Danimarka diline çeviren Hanzen adlı tanıdığımız, bize yazıyordu: ‘’Rusya’nın durumuna üzülen, yazar Byerison’dan mektup aldım. Şöyle yazıyordu, radikal Norveç partisi onu Rusya’ya ilgisinden dolayı ihanetle suçlamış ve onun Rusya’ya satıldığını bildirmiş.’’
     Hanzen, bize Danimarka’dan bağış gönderirdi.  Bağışların yanında bazen çok tesirli mektuplar da alıyorduk. Bunlardan birkaçını vermek isterim:
     Y.N. Samarina’dan: ’’Sizinkilerin gördüğü mukaddes işi izliyorum…’’
       Yekaterinoslav quberniyasının Xortitsa adasından, Menonit -vaftize karşı olan Protestan – Almanlardan 14 manat: ‘’Gott segne die werthatige Liebe der graflichen Familie, welche Liebe nicht in Worten, sondern in der That besteht, die Hungernden zu speisen’’( Allah, sevdiği graf ailesine, onların, açlık çekenleri sözde değil, gerçekten doyurmak için göstermiş oldukları çaba için yardımcı olsun)
     Tanımadığımız bir askerden 10 manat:’’ Halka yaptığınız yardım için temiz ellerinizle 10 manat, kabul etmenizi rica ederim. Açlık çekenlere bizim, hep birlikte yardım etme girişimimiz, vekilin dikkatini çekmiş, bağışlarımız polis tarafından yasak edilmiştir…’’ 
    Her yerde devlet komite ve müesseselerine güvensizlik hüküm sürüyordu. Hükümet, Lev Nikolayeviç’e ve bize itibar etmiyordu, toplum ise hükümete inanmıyordu.
    Mesela 33 manat göndermiş Xarkov’un talebesi yazmıştı: ’’ Mukaddes Rusya, son zamanlarda böyle doğup türemiş yırtıcıların elinde daha da küçülmesin diye, biz bu paraları size, muhterem Sofya Andreyevna’ya, toplumun tam itibarını kazanmış hanımına, göndermek kararını aldık…’’
   Kyaxta’dan telgraf: ’’Muhterem Sofya Andreyevna, biz Çin sınırında yaşayan Kyaxtalı tüccar kadınlar, Rusya’nın açlık çekenlerine bir iyilik yapmak niyetiyle cesaretlenip Size samimiyetle müracaat ediyoruz. Bağış verdiğimiz 4000 manat parayı kabul ediniz… Paralardan sizin merhametli yüreğiniz nasıl isterse öyle istifade edin. Sizin, yüksek hizmetleriniz karşısında derin saygıyla…’’
    Pakov kazası, kent öğretmenlerinden Zaqorye: ‘’ Qrafinya Sofya Andreyevna, ‘’Nedelya’’da sıkıntı içerisinde yaşayan ve açlık çeken çocuklar hakkında ‘’Ruskiye vedomosti’’ye yazdığınız mektubu okudum, çok olmasa da giyinmiş tok çocuklarıma bakıp açlık çekenler için gücüm olan payı- 25 manat-  size göndermeye karar verdim. Size, başka bağış gönderenler gibi bilirim ki, aileniz vasıtasıyla bütün qepikler çoğalacak ve fayda verecektir. Allah, Sizin ve ailenizin ömrünü uzatsın!...’’
     O zaman aldığımız binlerle mektup ve bağışın hepsini açıklamak mümkün değildi.
     Benim mektubum vasıtasıyla kalplerinde merhametli hisler uyanan insanların çoğu artık hayattan göçmüştür. Ama o terennüm, yardım etmek hazırlığı, insanların iyiliği;  bütün bunlar elektrik kuvveti gibi bütün Rusya üzerine ve daha uzaklara, Çin sınırından başlayarak, kuzeye ve güneye Finlandiya ve Kafkasa hatta Polonya’ya kadar yayıldı. Ve güzel iz bıraktı. Çocuklardan (şimdi 1900 yılında onlar artık büyüktürler), çeşitli okullardan kız ve erkek talebelerden ve başkalarından çok para geliyordu. Mesela, Resim ve Heykeltıraşlık okulundan erkek ve kız talebeleri parayı ‘’Size övgülerle’’… sözleri ile göndermiştiler. 
    Yakın insanlar, mesela, şöyle yazıyorlardı: ’’Size her gün gelmek ve sizde çok oturmak isterdik…’’
     Çokları bizim işe katılmak için can atıyordu, ama hepsinin buna imkanı yoktu.
             

                 BENİM BEGİÇEVKA’YA GİTMEM. DİLLON’UN ‘’MOSKOVSKİYE VEDOMOSTİ’’DEKİ MAKALESi

         Üç hafta Moskova’da kaldıktan sonra Lev Nikolayeviç tekrar Begiçevka’ya dönmeye karar verdi. Tanya gidemezdi, çiçek aşısından sonra çok hastalanmıştı, ona göre ben kendim gelip yerinde  açlık çekenlere nasıl yardım yapıldığı ve benimkilerin orada nasıl yaşadığını görmem gerekiyordu. Maşa da bizimle geldi. Tanya ise benim Moskova’da yaşayan dört küçük çocuğumun kaygılarını ve bakımını kendi üzerine aldı.
     Biz, Moskova’dan, 25- Ocak’ta yola çıktık. Yadımdadır, bütün yol boyunca oldukça asabiydim. Biz yola çıkmadan evvel ‘’Moskovskie vedomosti’de Lev Nikolayeviç’i halkı inkılaba kışkırtmakla itham eden  makale yayınlandı. ‘Moskovskiye vedomosti’deki makale İngiltere’de çıkan ‘’Daily Telegraph’daki Dillon’un İngilizceye çevrilmiş makalesine dayanıyordu ve Lev Nikolayeviç’in sözlerinin manasını aşağıdaki gibi değiştirmişti. Lev Nikolayeviç yazıyordu: Ah! Bu Yepifani kentinin insanları, eğer bir tedbir almazlarsa,  kıştan çıkamayacakları şüphesizdir. Şöyle ki; kışta, balsız kalmış arı ailesi yaza kadar mahv olur. Bütün mesele de buradadır: onlar ya bir tedbir alacaklar, ya da yok ? Şimdiye kadar görünüyor ki, yok. Onlardan yalnız birisi her şeyini satmış ve Moskova’ya gitmiştir…’’
   Aslında makaleden çıkan esas mana da şu idi, halkın enerjisi bitmiştir ve halk kendi vaziyetini açık bir şekilde düşünüp, kritik etmiyor.
    Ama ‘’Moskovskie vedomosti’’ ‘’eğer bir tedbir almazlarsa’’ sözlerini isyan ve inkılap yapmazlarsa manasında izah ediyor, Lev Nikolayeviç’in bu sözlerini devrim beyannamesi gibi anlatıyordu. Beyannamenin üniversitelere gönderildiği de söyleniyor. Bizim ise bu beyannameden hiç haberimiz yoktu.
    Ocak’ta ‘’Açlara yardım’’ makalesinin içeriği dert olmuştu. Lev Nikolayeviç, Eylül’de profesör Qrot’un ricası ile’’Voprosı filosofii i psixologii’’ jurnalı için makale yazmıştı. Qrot, Petersburg’a gidip makalenin yayınına izin almaya çalışmış ve bakan Durnovo, yayınlanacağına söz vermişti. Lakin makaleyi yasak ettiler ve ilave olarak dedi ki;  o, jurnalin programına uygun gelmiyor.
   O da makaleyi ‘’Nedelya’’ jurnalına vermeyi rica etti ve redaktörün sansürden geçecek şekilde düzeltmesine izin verdi. Redaktör Qaydeburov, düzeltmeleri yaptı ve makale ‘’Nedelya’’nın Ocak sayısında yayınlandı.
        Bu arada İngiliz Dillon, Lev Nikolayeviç ‘in yanıya gelerek, makaleyi tercüme etmek için izin istedi. Lev Nikolayeviç’in buna itirazı olmadı ve o, Dillonu ‘’Nedelya’’ redaksiyasına gönderdi. Yayınlanmış metni tercüme etmek üzre, Dillon, Qaydeburov’un el yazmasında düzeltmiş şekliyle Lev Nikolayeviç’e getirmişti.
      Begiçevka’ya Lev Nikolayeviç’in yanına gelen Dillon onun adıyla bir mektup yazdı. Burada deniliyordu ki, Lev Nikolayeviç, Dillon’un tercümesini onaylıyor ve onu beğeniyor, Lev Nikolayeviç, bu mektubu okumadan imzaladı. Dillon’un temiz adam olmasına şüphelenmeyen Lev Nikolayeviç vaktinin azlığından ve itibar göstererek, makalenin düzeltilmesini yapmadı. Metnin son şeklini ben ne görmüştüm ne de okumuştum, ancak Dillon’un heyecanı ve yola çıkmak için acele etmesi beni şüpheye düşürdü ve Dillon’un kötü bir niyeti olabileceğini düşündüm. Ben, ondan, Lev Nikolayeviç’in imzaladığı mektubu göstermesini rica ettim. O, kendini naza çekti ve treni kaçırmaktan korktuğunu söyledi. Ben de onun bavulunu saklayıp, eğer kendinin yazdığı ve Lev Nikolayeviç’in imzaladığı mektubu bana göstermezse onun bavulunu vermeyeceğini söyledim. O zaman, o, kime rast geldiğini anladı ve mektubu verdi. Mektubu okuyup öylece kalakaldım. Burada en belirgin sözlerle Lev Nikolayeviç, Dillon’un tercümesini tam olarak beğeniyor ve onaylıyor. Lev Nikolayeviç’in yanına gidip mektubu gösterdim. O, şaşkınlıkla baktı, mektubu küçük küçük yırtım. Lev Nikolayeviç ise şunu yazdı:’’ Dillon ‘un tercümesini okumasam da ondan kesin olarak şüphelenmeye kendimi haklı görmedim...’’ Halbuki ben Begiçevka’ya yola çıkmadan önce Lev Nikolayeviç benden gazetelere ve ‘’Moskovskiye vedomosti’’nin yazdığı bülteni tekzip eden mektup yazmamı rica etmişti. Mektubu Lev Nikolayeviç’in söylediği gibi yazdım ve ‘’Pravitelstvenny vestnik’’e gönderdim. Oradan polemik makaleleri yayınlamıyoruz, diye cevap geldi. Bacım Kuzminskaya’nın çok uğraşmasına rağmen, ‘’Novoye  vremya’’ da sansürün yasağına dayanarak tekzibi yayınlamadı.
         Her nedense ben bütün bu olanlardan hoşlanmıyordum. Kötü bir şey hissediyordum. Ancak onun hükümet dairelerinde ve toplumda ne tür velveleye sebep olduğunu aklıma bile getiremezdim. Bunları ben yalnız Moskova’ya döndükten sonra haber aldım.
                                                      BEGİÇAVKA’DA, İŞTEN ÜZÜLMEK VE SIKILMAK
        Begiçevka’ya sefer zamanı Lev Nikolayeviç, beni duraklatıyordu. İstasyonda rastladığı yolcularla uzun uzun sohbet ediyordu.
        Begiçevka’da, Lev Nikolayeviç’in, olmadığı bir vakitte kırgınlık oldu. Oğlumuz İlya, çaba gösterse de, tecrübesiz ve işleri yönlendiremiyordu. Çabuk sinirleniyordu. Vefat etmiş İ.İ.Rayevski’nin kabusundan korkuyor, evine ve ailesinin yanına gitmek istiyordu.
     Bu işlerde Lev Nikolayeviç’in de kırgınlığı oluyordu. Odun düzgün paylaşılmıyordu. Her yerde çekememezlik ve açgözlülük görülüyordu. Lev Nikolayeviç’in karnı ağrıyordu ve gündeliğine şöyle yazmıştı: ‘’ Soğudum ve üzüntülüyüm. Ne tartışmaya ne de iş görmeye hevesim var…’’
     Ben, Begiçevka’ya yardım etmeyi çalışırdım. Lev Nikolayeviç ise yeni alınan sözlüğün yardımıyla kitaplara bakmamı, düzeltmeleri yapmamı buyurmuştu.
      Sonra ben, aç ve işsiz terziyi yanıma çağırdım. Biz onunla candonu(pantolon) diktik ve onları fakirlere dağıttık. Hibe edilmiş keçeleri ve yarım kürkleri de paylaştırdım. Bu ne kadar sevinç vermişti.
 İyi huylu insanlar, rica ettiklerim, yine de severek, merhametle bağışlıyorlardı. Atıkları ucuz satmalarını rica ediyorum, Popov kardeşlerin, firmasının, hayli enli, yarı yünlü kumaşı, Savva Timofeyeviç Morozov’un 1500 arşın pamuklusu, Samara quberriyasındaki yatalak hastaların alt giysisine ve kalanda fakirlere gitti. Kimi çay kimi şeker gönderdi. Ben, çok zaman hüzünlenirdim.  Fakirlerin bağışları kabul etmelerini görmek mutlu ediyor, sevinmek, onları verenlere değil, bize nasip oluyordu.
       O zaman bizim yardımımıza, kırsal bölgelerin öz yönetimi de kayıtsız kalmadı. Onlar da ahaliye un vermeye başladılar. Lev Nikolayeviç’te ekmeksiz yemekhaneler oluşturdu. İnsanlar, fedakarlıkla ekmek getirip, yemekhanelerde yavanlık, nohut, pancar çorbası vs. yedirdiler.
 Her şeyi adaletli ve akıllı bölüştürmek zordu. Lev Nikolayeviç ve onun yardımcıları bunun için çok uğraşıyorlardı. Lakin çok zaman moralleri bozuluyordu. Mesela, 4 Şubat 1892 de Lev Nikolayeviç yazmıştı: ‘’ Dilencilik, çekememezlik, açgözlülük ve çıkarcılık vs. Bize öyle geliyor ki, bütün bu işlerin,  bu gerginlik içinde, devam etmesi zor -sakinlik o kadar talep olunmuyor- İyi huyluluk, ne kadar varsa, gerginliği gidermelidir…’’
    Dehşetli yoksulluk beni de hayrete düşürüyor. Böyle zorluk içerisinde insanların ve özellikle çocukların sağ kalması hayret ediciydi. Lev Nikolayeviç ile birlikte, kentlere gittik, gittiğimiz vakit iki defa yıkılıp, kızaktan düştük. Her yer, dağ taş idi. Yemekhanelerin işini kontrol edenlerin, kentleri gezerken birçok tehlikeyle ve felaketle karşı kaşıya kaldığını düşünerek dehşete kapıldım. Bir sefer Lev Nikolayeviç yalnız gitti, kar fırtınasına yakalandı ve güçlükle çıktı. Bir sefer daha yolda kızaktan düştük ve bir kente zar zor geldik. Tamamıyla üstü açık bir kulübe ve içerisinde yarı donmuş altı çocuğa dehşetli bir fakirlikte rast geldik.
         Her taraftan soğuk ve açlık, çevirmiş. Çocuklar şaşkınlık içinde olsa da sağlamdılar, hatta neşeliydiler. Yakınlarda üstü açık bir kulübe daha vardı. Biz, onun da üstünü örtmeye çalıştık. Burada yaşayan, üç kişilik bir aile – anne, baba ve büyük kızları –hayrete düşürdü. Bu yaşlı kızın gözlerinin ifadesini çok zaman aklımdan çıkaramadım. Bütün gün onlar hiçbir şey yememişler. Kulübeleri açıkta, tamamıyla boş, kirli, soğuk ve döşemesi topraktandı. 
           Buranın kötülüğünü düşünmek mümkün değildi. Etkilenmemek elde değil. İnsanlar çıplaktılar, giysileri omuzlarından sallanıyordu. Görünüşleri kederliydi. Bazı çocukları iyi görürdüm. Kendi kaşıklarıyla yemekhaneye kaçar, masaların arkasında saklanırlardı. Yemekhanenin görevlisi, sepet içindeki ekmek parçalarını dağıtır, sonra lahana çorbası verirdi. Sabah ve akşam iki çeşit ekmek verilirdi.
         Yemekhanelerin etkileri güzel oluyordu. Ama ben bunların hepsini gördüğümde; bu devasa, çaresiz yoksulluğa yardım etmek mümkün olmadığından ümitsiz oluyorum ve kalbimi üzüntü kaplıyordu. Bizim vilayetlerde bunların azını bile görmemiştim ve aslında böyle fakirlik, özellikle bizim Yasnaya Polyana’da yoktu. Lev Nikolayeviç, bana 4 Şubat’da yazdığı mektupta; devletten ve D.A. Xomyakov’dan odun istememi rica ediyordu ve diyordu: ’’Şimdiye kadar gördüğüm, şiddetli ihtiyaç olduğudur.’’
      D.A. Xomyakov’la ilgili, benim çalışıp durmam başarılı oldu. O, bize 50 küp odun bağışında bulundu. Devlet odunların parasız taşınması için Kızılhaç’ın takdirnamelerinden başka bize hiçbir şey vermedi. Vali Zinovyev ise bana cevap olarak ‘’Sizin paranız çoktur, siz daha iyi bilirsiniz’’
     Ben, 3- Şubat’da, yola çıktığımda Lev Nikolayeviç boş yere rahatsız olmuyordu. Çünkü ayın 4ünde Moskova’da şiddetli bir kar fırtınası oldu; böyle fırtınalar kışta iki defadan fazla olmuyor. Lakin ben Lev Nikolayeviç’in ve çocuklarımın yaptığı tüm ağır işleri kendi gözümle gördüğüme sevinirdim. Önceleri Lev Nikolayeviç’in, beni çocuklarla Moskova’ya koyarak çekip gitmesine üzülürdüm. Şimdi ise, onun zahmetlerine bakarak, onun ağır ve faydalı faaliyetlerine herkes takdirle bakıyor. Ben, bütün bunlara ilave olarak aşağıdakileri yazdım: ‘’Ben, senin ne kadar zorluklar çektiğini ve şimdi bütün bunlardan el çekmenin mümkün olmadığını anladım…’’
      Lev Nikolayevi,ç’in durumu, gerçekten acınacak haldeydi. 3- Şubat- 1892 de gündeliğine şöyle yazdı: ‘’Şimdi de Sofya yola düştü. Benim ona acıyasım geliyor. İşten ümitsizlik başlayıp: Çekememezlik, açgözlülük, hile ve kızgınlıklar – bütün bunların üstesinden gelmek zordur.’’
     5- Şubat -1892 de ise: ‘’Yatakta düşünüyordum: Rüyadan(uykudan) hayat diye adlandırdığımız şeye uyanırız. O, şey ki, rüyadan(uykudan) sonra olur. Lakin bu hayat diye adlandırdığımız şeye, bu hayatın rüyasından(uykusundan) evvel ve sonra gelen şeye uyanmıyor muyuz?’’ 
     Maddi kaygılardan yorulmuş Lev Nikolayeviç, gittikçe kendi katıksız düşünce alemine dalıyordu. Onun Günlük’ünden bir parça daha ; ’’ Eğer dua, dünyada, en vacip iş değilse, her şey daha pistir, her şey boştur. Eğer duadan sonra hiçbir şey yoksa, o dua da yok. Artık sözlerin tekrarıdır.’’
                              ‘’MOSKOVSKİYE VEDOMOSTİ’’ DEKİ MAKALENİN MOSKOVA VE   
                                                         PETERSBURG’DAKİ YANKILARI                                                                                                                      
        Ben Moskova’ya geldiğimde beni ilk etkileyen şey ‘’Moskovskiye vedomosti’’deki makale konusunda ki genel ah-vah oldu. Ben, Begiçevka’dayken hiç aklıma gelmeyecek şeyler, ben ve Lev Nikolayeviç’in olmadığı zaman içinde meydana gelmişti. Gerçeği ortaya çıkarmak ve ‘’Moskovskiye vedomosti’’nin bültenini açıklamak için destek veren çok akıllı ve iyiliksever Profesör Qrot, çalışıyordu. Hatta o Petersburg’a gitmiş Lev Nikolayeviç’in makalesinin(Dillon tercümeyi buradan yapmıştı) düzeltilmiş son şeklini bakan Pleven’in yardımcısına götürmüş ve ‘’halk ayağa kalkıyor’’ sözlerini nasıl, başka türlü bozulduğunu göstermişti. Bu ifadeyi tamamından çıkardı. Qrot, bunun için Petersburg’da çok kez gitti.
     Moskova’da bana şöyle bir haber verdiler, Çar, qrafinya Aleksandra Andreyevna Tolstoygillerde olduğunda ‘’Moskovski vedomosti’’ gazetesini okuyup ona demişti: ‘’ Tolstoy beni düşmanım olan İngilizlere satmıştır, ben ise onun hanımını kabul etmiştim…’’
       Birde diyordular ki; Çar, Lev Nikolayeviç’in makalesini görmek istediğinde ‘’Moskovskiye vedomosti’’deki makaleyi getiren kişiye şöyle demiş: ‘’Beni bu aşağılık gazete meraklandırmıyor, benim Tolstoyum meraklandırıyor….’’
      Ortada dolaşan sözler vardı. Tolstoy’un başka yere gitmesini istemiyorlar. Yasnaya Polyana’da kalması daha iyiymiş. Çar, Tolstoy’a dokunulmamasını ciddi şekilde emretmiş. Vitebsk’den kardeşim Styopa şöyle yazdı, Tolstoy’un, Solovetsk manastırına sürgün edilmesi burada konuşuluyor.
       Petersburg’dan bacım da söyle yazıyordu; bakanlar kurulu Lev Nikolayeviç’i başka bir yere sürgün etmek kararı almış.
        Ben, bütün bunlardan panik olmuştum. Bu söylentiler beni rahatsız ediyordu ve ne yapacağımı bilmiyordum. Ben de Lev Nikolayeviç’e yazdım: ‘’Sen hepimizi delikanlı makalelerinle yıkıp yok edeceksin. Zulme karşı mutilik ve muhabbet hani nerde?
     Bu sırada Moskova’ya, Biryukov ve Repin geldiler. Repin, Begiçevka’ya giderek ailemizin faaliyeti ve halkın musibetlerini görmek ve anlamak düşüncesindeydi. Onlarda çeşitli dedikodulara karışmıştılar. Özellikle de benim ablamın kocası A.M.Kuzminski’nin mektubu rahatsız etti. Çünkü o, 7 –Şubat- 1892 de şöyle yazıyordu: ‘’Dün qrafinya Aleksandra Andreyevna Tolstoy’a ile kahvaltı yapıyordum ondan öğrendiklerimi sana yazma gereği duydum. Qrafinya bu makale için Çar’la iki defa konuşmuş –ilk makale yayınlandıktan sonra – Çar hoşnutsuzluğunu gösteriyordu ama konuşmalarından tehlikeli bir şey sezilmiyordu. İkinci defa 2- Şubat’da, Çar, son derece hiddetlenmişti ve yeri gelmişken dedi ki, ‘’Daily Telegraph’’ daki makalenin onun tarafından yazılmaması, bu konuda Lev Nikolayeviç’in, kısaca bir tekzibi, halihazırda yapılan suçlamaları çürütmek, boşa çıkarmak, böylelikle de bu makaleden heyecanlanmış beyinleri sakinleştirmek için tamamıyla yeterli olurdu. Lev Nikolayeviç için bu makale neticesinde oluşan vaziyet son derece ciddidir…’’
      Bacım da bana yazdığı ümitsiz mektubunda, benim çabuk hareket etmemi istiyor, biz tehlike karşısındayız diye yazıyordu. Hükümet temsilcileriyle şahsi görüşüp, demeçte bulunmam için derhal Petersburg’a çağırıyordu. Ben, 8 Şubat’ta Petersburg’a gidecektim, lakin çeşitli işlerden dolayı çok kötü baş ağrımdan ve çocukların yalnız kalması korkusundan – çünkü Tanyam, Vera Kuzminskaya ile Begiçevkaya gitmişlerdi- çabuk hareket edemedim. Bende her tarafa mektup yazmaya başladım. İç işleri bakanı Durnova’ya, sonra büyük knyaginya Mariya Nikolayevna’nın kızı Yelena Qrigoryevna Şeremeteva’ya (kızlık adı Stroganova) yazdım. Daha sonra ‘’Pravitelstvenny vestnik’’e yazdım. Fakat burada benim açıklamamı yayınlamadılar.
    Bütün mektupların cevaplarını ilave ediyorum:
 1-İç işleri bakanı:
  ‘’Saygıdeğer hanım qrafinya Sofya Andreyevna, Sizin ricanızı yerine getirmeyi yürekten arzu ettiğime bakmayarak, Sizin, bana gönderdiğiniz tekzibin yayınına imkan vermekte zorlanıyorum, bu nedenle cevabın içeriği itibarıyla ciddi itirazlar türeyecektir, şüphesiz, toplumsal düzenle ilgili son derece arzu edilmeyen polemikler doğuracaktır. Saygıdeğer hanım, benim, size olan saygımı ve sadakatimi göstermemi kabul edin.
                                                                                                                İvan Durnovo
                                                                                                                  13 Şubat 892
    Bütün mektup, bakanı, haklı çıkarmak için yazılmıştı.
  2-‘’Pravitelstvennyvestnik’’in baş redaktörü:
    ‘’Saygıdeğer hanım qrafinya Sofya Andreyevna, bu yıl, 8- Şubat tarihli mektubunuzla alakadar olarak, size haber vermek zorundayım ki; ‘’Pravitelst vestnik’ de polemik taşıyan makalelerin yayınına izin verilmediği için, sizin de ‘Moskovskiye vedomosti’’nin 22. Sayısında yayınlanan makaleye göndermiş olduğunuz tekzibiniz yayınlanamaz.
      Muhterem hanım, benim saygılarımı, kabul edin.
                                                                                                                     K. Sluçevski
                                                                                                            11 Şubat 1892 No 330’’
                                                                                                           İmzasını kendi eliyle atmıştır.
        3- qrafinya Yelena Qriqoryevna Şeremetyeva’dan(kızlık soyadı Stroqanova)mektubu:
           ‘’18 Şubat 1892 Petersburg
          Çok saygıdeğer qrafinya,
        Rica ediyorum bağışlayınız, Sizin gönderdiğiniz ve buna göre Size çok minnettarım. Gönderdiğiniz makalenizi bu kadar sakladım. Lakin bu, benden kaynaklanmayan sebeplerden dolayı olmuştur.-Qrafinya Şeremetyeva, Lev Nikolayeviç’in makalesini Çar’a göstermek için fırsat gözlüyordu ve sonunda isteğine ulaştı -
         Benim saygımı ve sadakatimi kabul edin.
                                                                                                                                         Yelena Şeremetyeva’’
       
         Gazete ‘’Novoye vremya’’ya, mektup yazmamda bana yine iyiliksever Qrot yardım etti. Lakin mektubu yine de yayınlamadılar, ret cevabı verdiler. Yazdıklarımdan hoşnut değildim. Haddinden fazla heyecanlanmıştım ve huzursuzdum. Akıllıca iş göremiyordum. Bunun için öncelikle sakin olmam gereklidir.
     Ben, Begiçevka ‘dan yola çıktığımda Lev Nikolayeviç, soğuk olduğu için üşüyeceğimden çok rahatsızdı.
       Lakin Lev Nikolayeviç ‘in hapis edilme korkusu beni tedirgin etmişti. Ben, ona yazdım: ‘’Lyovoçka benim üşümemden senin rahatsız olduğunu bilmek bana gülünç geliyor. Eğer bilseydin ki, şimdiki vaziyetim her türlü üşümekten ve hastalıktan daha pis ve korkunçtur…’’
                                         BÜYÜK KNYAZ SERGEY ALEKSANDROVİÇ’İN YANINDA
       10 -Şubat’ta, Neskuçnoye’ya, kendisiyle görüşmeme izin vermiş olan büyük knyaz Sergey Aleksandroviç’in yanına gitmek için yola çıktım. Benim onunla bu uğursuz makale konusunda uzun bir sohbetim oldu ve ben rica ettim; o, gazetelerde yalan sözlerin tekzibini yayınlaması için bir şeyler yapsın. Büyük knyaz, bu işle çok ilgilenmişti, lakin bana dedi ki, Lev Nikolayeviç’in kendisi tekzip yazmazsa, ben bir şey yapamam. Aslında dikkat çektiği şey, Lev Nikolayeviç’in adının, insanları heyecana getirmiş olmasıydı. ‘’Onları sakinleştirmek için Lev nikolayeviç ‘’ Pravitelstvennıy vestnik’’e resmi tekzip yazmalıdır’’ dedi. Bu sohbet ‘’Pravitelstvennıy vestnik’’in redaktörünün cevabından evvel olmuştu. Lakin Lev Nikolayeviç tekzip gönderdiği zaman onun mektubunu yayınlamaktan çekindiler.
         Ben otururken, büyük kynaz Sergey Aleksandroviç edep ve iltifatla dedi:’’ Grafinya, gelişiniz için,  size çok minnettarım’’, sonra devam etti: ‘’İşittiğime göre siz çok zahmet çekiyorsunuz, üzerinize oldukça büyük görev düşmüştür ve siz her yerde teksiniz…’’
        Benimle görüştükten sonra bizi iyi tanıyan, kynaz Sergey Aleksandroviç’in defterdarlık müdürü İstomina demişti: ‘’Ben grafinyaya acıyorum,  çok heyecanlanıyor. Çar ve herkesin sakinleşmesi için, grafın, birkaç kelimelik açıklaması yeterli olacaktır …’’
         Bunun üzerine, Lev Nikolayeviç’e aşağıdakileri yazdım: ‘’Aziz dostum, birkaç kelime yaz, yaz ki, sen dış devletlere, ne mektup ne makale göndermemişsin, yaz ki, kendi müellif hukukundan dolayı başkalarına ve Dillon’a, eserlerini tercüme etmeleri için izin verirsin, yaz ki, ‘’Moskovskiye vedomosti’’nin adının geçtiği makale ‘’Voprosı filosofi ve psikoloji’’ jurnalı için dikkate alınmıştır, ‘’Moskovskiye vedomosti’’ ise makaleni başka şekle sokarak, ona tamamıyla has olmayan şekil vermiştir. Bütün bunları yaz. Yazarsan, iyi ve güzel olacak…’’
       Sonra bir araya getirdiğim yazılanları da ekleyerek yazdım:’’ Eğer gelecek mektubunla senin gazeteye yazdığın mektubu alsam veya şimdi eklediğim notlarını imzalamış görsem, çoktan yitirdiğim sakinliğim geri gelecek. Aksi takdirde ben yine Petersburg’a gidecek, bütün kuvvetimi sarf ederek hatta aşırıya giderek seni ve gerçeği savunacağım; yoksa rahat olamam…’’
       Kocamdan cevap beklerken ‘’Pravitelsvenny vestnik’’in redaktörü Sluçevski’den cevap geldi, onlar polemik makaleleri kabul etmiyorlar. Ben, büyük kynaz Sergey Aleksandroviç’in defterdarlık müdürü   Vladimir Konstantinoviç İstomin’den sordum, niye büyük kynaz bana Lev Nikolayeviç’in ‘’Pravitelsvennıy vestnik’’e tekzip gönderilmesi gereğine işaret etti. Buna cevap olarak, İstomin: Büyük knyaz, bu kuralın etkili olacağını biliyor. Sluçevski’nin bu konu ilgili düşüncesine dayanarak, 20- Şubat- 1892 de Lev Nikolayeviç’e yazdım: ‘’Bu sıra ‘’Pravitelstvennıy’’ ret cevabı verilmiş mektubunu aldım. ‘’Aziz Lyova, sana bunu yazdırdığım için beni bağışla. Şimdi ben söz veriyorum, artık hiçbir işe karışmayacağım. Milli Eğitim bakanı Delyanov, Qrot’a :’’ Qoy graf ‘’ Pravitelstvennıy’’e yazsın, biz de inanalım’’ demiş. Büyük kynaz da yaklaşık bunu demişti. Gel şimdi onları anla!’’
      İç işleri bakanı Durnovo da bana cevap mektubunda, gelecek sözü dikkate alarak benim tekzibimi yayınlamanın mümkün olmadığını yazdı. Qrafinya Aleksandra Andreyevna Tolstoy’a, Biryukov ve Kuzminski vasıtasıyla bana bir haber göndermişti; Şeremetyev’a benim izahat mektubumu dikkate alacak ve Çar’a gösterecek, 27- Şubat -1892 yılında Straxov bu konuda şöyle yazıyordu: ’’Bence Çar kızmıştır. Şimdi Lev Nikolayeviç’in hakkında iyi bir söz demeye cesaret edemiyor. Bir adamı fikrinden döndürmek- fikrinden döndürülen için hoş olmaz. Öncelikle söz söylemek istemiyorlar, ikincisi acizlik. Ben, Sluçevski’ye ‘’Açlık hakkında’’ makalenin asıl maksadını anlatmak için çok gittim. Ama kararsız dinliyordu. Sluçevki’nin, sosyal konuların zenginlerin fakirlere münasebetinden ibaret olması hakkında, ne Hıristiyan muhabbeti hakkında ne zulme karşı koyma inancı hakkında, düşüncesi var! Böyle adamlara siz ne anlatabilirsiniz? Lev Nikolayeviç’in söyledikleri nerelerden işitiliyor. Bu yüzden Petersburg gücenmiştir… Hepsi ‘’Nedelya’’mı yoksa ‘’Moskovskiye vedomosti’’mi okuyor: Hiç kimse işin özünü, kaynağını  görmek istemiyor…. Lev Nikolayeviç’e yazın; eğer o, hazinenin parasıyla yaşayan rütbeli adamlara darbe indirmek istiyorsa, bu mümkün olmuştur: pek gücenmişler ve onu çok kötü bir adam gibi görüyorlar’’
        18- Şubat da koca Aleksandr Aleksandroviç Staxoviç, yanıma geldi ve Petersburg’daki durum hakkında konuştu. Toplumun ve hükümetin makaleye bakışı konusunda konuşulanlar benim canımı pek kararttı. Toplum hükümetten de çok asabileşmiştir. Bu ise hükümet için elverişlidir. Staxoviç: Bizim vaziyetimiz tehlikelidir, bir şey olursa bize de merhamet etmeyecekler, diyordu.
      Bütün bunlar - bozuk işler - Begiçevka’da da hissediliyordu. Moskova’da ise ben, takip olunan hayvanın geçireceği hisleri geçirirdim, sanki şahsen benim de günahım vardı. Hiçbir şey görmemek ve işitmemek için bir yerde gizlenmek istiyordum.
 O vakit, Lev Nikolayeviç’in sahte imzası ile üniversitede ortaya çıkmış, inkılabı karakterli beyanname hakkında konuşuyorlar. Diyorlar ki, Lev Nikolayeviç’e  iftira atmak için ‘’Moskovskiye vedomosti’’nin yazı işleri, basmış ve yayınlamıştır. Yalan üzerine kurulmuş bu gazeteden bu beklenirdi.
         Birde diyorlar ki, Lev Nikolayeviç’i hararetle seven gençler makaleden sonra üzgün olarak portrelerini kırdılar. Bunun için Lev Nikolayeviç :  ‘’ Portreleri kıranların elinde, önceden portreler olmasaydı, iyi olurdu.’’ 
      Lev Nikolayeviç’in, önceden onu yayınlamaktan çekinen ‘’Pravitelstvennıy vestnik’’e yazdığı, sonra ise çeşitli gazetelere gönderdiği mektubunun içeriği böyledir.
           Lev Nikolayeviç ‘in mektubu:
        ‘’Pravitelstvennıy vestnik’’in yazı işlerine,
           Saygıdeğer efendi
         Benim tarafımdan İngiliz gazetelerine mektuplar yazılması ve gönderilmesi (onlardan çıktılar getirip Moskovskiye vedomosti’nin 22. Sayısında yayınlaması) hakkında çeşitli taraflardan ve farklı kişilerden aldığım soruların cevabı olarak gazetenizde benim aşağıdaki beyanatımı yayınlamanızı Sizden rica ederim.
        Ben, İngiliz gazetelerine hiçbir mektup yazmadım. ‘’Moskovskiye vedomosti’’nin 22. Sayısında küçük harf ile yayınlanmış mektup değildir, Rus gzaetesi için açlık hakkında yazdığım makaleden alıntıdır. Bu alıntı önce İngiliz sonra yeniden Rus diline çevrilirken çok değişmiştir. Bu alıntının arkasında büyük harflerle yayınlanan ve benim ikinci mektubumun şerhi gibi verilen yazı ise uydurmadır.  ‘’Moskovskiye vedomosti’’nin makale tertipçisi, benim tarafımdan bir manada işlenmiş sözlerden bana tamamıyla yabancı, hatta benim bütün mesleğime zıt fikrin ifadesinden faydalanmaya çalışıyor.
       Saygıdeğer efendi, ricamı kabul edin.
                                                                                                                                      Lev Tolstoy
                                                                                                                                    12- Şubat -1892
        Lev Nikolayeviç 12 Şubat’ta bana yazdı: ‘’Aziz dost, ‘’Moskovskiye vedomosti’’nin makaleleri hakkında yapılan sefih konuşmaların seni rahatsız etmesine ve senin Sergey Aleksandroviç’in yanına gitmene çok üzülüyorum… Benim dostum, ben tekzibi yazdım ama rica ederim bir söz söyleme ve kızma ve mevzu yapma’’
       Lev Nikolayeviç’in mektubunu yayınlamak ricasına ‘’Pravitelstvenny vestnik’’den ret cevabı gelince, Qrot’la biz onu otuz gazetenin yazı işlerine gönderme kararı aldık. Bir yerde yayınlanır ve başka gazetelerde ondan görüp onlarda yayınlarlar diye düşündük. Böyle de yaptık.  Acele daktiloda 100 nüsha çıkardık. Gazetelere bir çok hükümet adamına ve ayrı ayrı kişilere gönderdik.
      Lev Nikolayeviç’in makalesinin hangi gazetelerde yayınlandığı hatırımda değil ama o şüphesiz bazılarında çıktı.
      Bütün bu olanlara Lev Nikolayeviç’in kendisinin nasıl ilgi gösterdiği onun bana gönderdiği bu mektubunda görülüyor: 
            ‘’Aziz Aleksandra Andreyevna’nın mektubunda görüyorum ki, onların tutumu şöyledir: Güya ben bir kabahat işlemişim ve bazılarının karşısında kendimi temize çıkartmalıyım. Kesinlikle böyle değil ve bu tutum hoş karşılanmaz. Ben, on iki yıldır, hükümete ve zengin sınıflara hoş gelmeyecek konulardan yazıyorum, bunu bilmeyen yok, bilinçli şekilde yazıyorum ve bu işte kendime beraat kazandırmak niyetinde değilim. Ümit ederim ki, benim kendimi temize çıkarmamı isteyenler, kendi suçlarını temize çıkarmak için çalışsınlar ve onları suçlayan şeylerden beraat etsinler.
       Şimdiki halde ise aşağıdaki şeyler baş gösterir: Hükümet, manasız ve kanunsuz adamların fikirlerinin ifadesine göre bana olan sansürü yaratmıştır. Gayr-ihtiyari, bu fikirlerin aslı değiştirilmiş şekilde ortaya çıkar, hükümet heyecana gelir ve namusla araştırmak yerine yine sansür arkasına saklanır ve nedense kendini yok sayar, başkalarını suçlamayı da kendince haklı görür.
       Açlık hakkında makalemde yazdığım ise on iki yıl içerisinde yazdığımın ve dediğimin ve ölene kadar diyeceğim ve benimle beraber dünyada elemli ve vicdanlı adamların dediği… ve dehşet hissini duyanların inandığı Hıristiyanlığın dediğinin bir kısmıdır.
             Rica ederim dava edenin iddiasını kabul etmeyin. Bu, büsbütün, rollerin baş aşağı düşmesidir. Susmak olur. Eğer susmazsan, itham etmelisin. Tamamıyla yalan yazan ‘’Moskovski’ye vedomosti’’ni yok, adamları da yok. Bizde mümkün olan şeylerin tamamen bizde mümkün olmasına imkan veren hayat şartlarını inkar edemeyiz. Ben, bunu sana çoktan yazmak istiyordum…’’
         Lev Nikolayeviç’in imzalayıp gazetelere gönderdiği beyanatlar hakkında başka bir mektupta  bana şöyle yazdı:’’ Beyanatı ona göre yazdım ve imzaladım, sevimli Qrot’un dediği gibi, eğer gerekliyse hakikati herkese söylemek vaciptir…’’
        Bu beyanat yayınlandıktan sonra ben sakinleştim. Lev Nikolayeviç, 18 Şubat 1892 tarihinde bana yazdı: ‘’Özellikle senin sakinleşmiş olmana seviniyorum. Ben, yazdıklarımdan rahatsızlık duymuyorum. Çünkü biliyorum ki ben kabahatli bir iş yapmadım. Kabahatli işlerin hepimizi üzeceğini görebiliyorum. Ben hiçbir zaman kabahatli iş yapmayı düşünmedim. Buna göre tövbe etmiyorum ve rahatsızlık duymuyorum.Ve ona göre tövbe etmiyorum ve rahatsızlık da duymuyorum…’’
            20- Şubat’ta oğlum Seryoja, bana, kentten yazıyor: ‘’ Aziz mama ‘’Moskovskiye vedomosti’’ye bakıp kararsızlığa düşme… Hata kendilerindedir, manasız neticeler çıkarıyorlar…’’
        Diğer taraftan qrafinya Aleksandra Andreyevna Tolstoy, bana yazıyordu: ‘’ Seviniyorum ki siz şimdi sakinleşmişsiniz ve örnek olan enerjiniz geri gelmiş…’’ Gerçekten de her şey düzeldi.
 20- Şubat da yine büyük knyaz Sergey Aleksandroviç’in yanındaydım merhametli büyük knyaginya Yelizaveta Fyodorovna’ya takdim edildim, o, bana iyi davranıyordu, rahatsız olmamam için bana çok rağbet ediyordu,
     Koca freylina Yekaterina Petrovna Yermolova’nın yanında kendimi güvende hissettim.
     Kızım Tanya, bir sefer demişti: ‘’ Meşhur babanın kızı olmaktan çok yoruluyorum!’’ Şimdi görün ben meşhur adamın karısı olmaktan ne kadar yorulmuşum.
                                                                 ÇOCUKLARIN HASTALIKLARI
    Yeni bir rahatsızlıktan kurtulmuştum ki, yeni bir bela baş gösterdi. Samara kırsalından bizi görmeye ve muhabbet etmeye gelen oğlumuz Lyova, oranın kötü yemeklerinden hastalandı, midesi bozulmuştu, ateşi yükselmişti. Onun arkasından bütün çocuklar hastalandı 22 Şubat’ta büyük olan Vaneçka bütün gece uyuyamamıştı, korkuyordu ve şöyle diyordu, ‘’Beni ayı kovalıyor’’. Onu kendi odasına götürdüm, yatağına yatırdım ve o ancak sabaha karşı altıya yakın uyuyabildi. Ben bütün gece oyun yanındaydım.
      Bir gün önce o kendi yatağında oturarak, heyecanla, ateşler içerisinde babasına ve bacılarına mektup yazıyordu ve sevinçle gülüyordu.
           Lyova ona bakıp dedi; ‘’Bu dünyalık değil’’ Benim yüreğim daha da sıkıldı. Hakikaten Lyova’nın önceden dediği çıktı. Üç yıl sonra 23- Şubat’ta Vaneçka öldü.
          Vaneçka, bana dikte ettirdiği mektupta hep selam yazmıştı: ‘’Lyova çok iyi çocuktur. Lyova’nın piyano çalmasından Vanya hoşlanıyor, Tata’da, babam da hoşlanırlar, Maşa’da çok sevimlidir. Tanya, benim meleğimdir. Tekrar yaz…’’
        Çocuklar ve Lyova iyileşince, Lyova, Begiçevka’ya, babasının yanına gitti. Ben ise küçük çocuklarla tek kaldım. Andryuşa ve Maşa özellikle çalışkan oldular ve davranışlarına göre de öyle kıymet alırdılar. Bu da beni çok sevindirdi. Bana öyle geliyor ki, onlar kaygılarımı, korkularımı, eziyetlerimi görerek bana acıyorlar. Biz, perhiz etmeye ve kiliseye gitmeye karar verdik. Sağlıklı Saşa’nın kaygısı da azdı, sevinç gösteriyor; Vaneçka ise hastalıktan sonra özellikle şendi ve bütün gün mani (dört dizeden oluşan bir deyiş türü) okuyordu.
                                                                        RESİM SERGİSİ VE REPİN
       O zaman, ben Repin’in getirdiği resim sergisine gittim. Sergi çok hoşuma gitti, ‘’Zaporojye kazakları’’n da tiplerin, renklerin son derece zenginliyi ve ressamın ustalığı beni hayran bıraktı. Mixail Aleksandroviç Staxoviç, bu sergiden, Repin’in, Lev Nikolayeviç’i tavan arasındaki odasında masa arkasında çalıştığı vaziyette tasvir eden resmini aldı. Ben ve Tanya bundan çok hayıflandık. Bu güzel resmi, galeriye veya müzeye yahut da bizim aileye satmak daha uygun olurdu.
        Bu vakit Repin, Lev Nikolayeviç’in bronz büstünü Tanya’ya bağışladı.
        Çabuklukla Repin, Begiçevka’ya gitti ve orada arkadaşlarıyla, yemekhaneleri gezmelerini resmetmiş. Tanya’nın portrelerini çok güzel yaptı. 
                                                                   YARDIM İŞİ GENİŞLİYOR
            Açlık çekenlere yardım işi genişliyordu. Repin’in gelişinden önce 14- Şubat’ta Lev Nikolayeviç Tanya, Lyova ve Nataşa Filosofova ile beraber Bogoroditsa kazası Bobrinskigil’e oradan Piroqovo’ya kardeşi Sergey Nikolayeviç’in yanına gitti.  Bibikovgil’a da varmıştı. Lev Nikolayeviç buradaki kentlilerin vaziyetini bildirmek istiyordu, mektubunda: ‘’Kentleri gezdik. Görünen o ki, edilen büyük yardım sayesinde yemekhanelerin yardıma ihtiyacı yoktur…’’ 
        Begiçevka’ya geri döndükten sonra Lev Nikolayeviç ve onun yardımcıları, odunların pay edilmesi ve küçük çocuklar için yetimhanelerin yapılmasıyla uğraşmaya başladılar.
        Odun meselesinde kimsenin tanımadığı, cenapları Rubtsov, özellikle fedakarlık ediyordu. O, ucuz fiyata Smolensk’den altmış iki vagon odun gönderdi. O, parasını veriyordu ama bunu kimseye söylemiyordu.
         Bir yaşından üç yaşına kadar olan çocuklar için yetimhanelerde bulgur ve darıdan yapılan çorba verilirdi. Onu büyük küplere döküyor ve alana gelenlere şişe ile veriyorduk. Bu çocukların yaşaya bilmesi için çok önemli ve gerekliydi.
          O zaman yüz yirmi yemekhane vardı. Bazen Lev Nikolayeviç, -açlık çekenlere yardım zamanı -tuhaf bir hisse kapılırdı:’’ Çok zaman korkunç hisler içindeyim, etrafımdaki adamlar yoksulluk çekmiyorlar ve kendime soruyorum, eğer onlar yoksulluk çekmiyorlarsa, benim burada ne işim var? Onlar böyle yoksulluk çekmesinler diye biz buradayız ve bizim elimizden yaklaşık 50 bin insan geçiyor’’
        Ama Lev Nikolayeviç kendi faaliyetinin faydalı sonuçlarına bakmıyordu, onun ahvali değişmişti. Mesela 24- Şubat -1892 yılında kendi Günlük’üne şöyle yazdı: ‘’Burada iş ve zorluk çoktur. Ne kadar çok zorluk yaşıyorum. Ve ben ondan ayrılamıyorum.  Ama bu zahmet olmayabilir.’’
      Bir de 29- Şubat’ta şöyle yazmış:
       ‘’Katılaşır ve kabalaşırsın. Dün, mujikle oğlunu göz yaşları içerisinde gördüm- makalede tasvir edilmiştir – Şiddetli kar fırtınası vardı. Baratınska ve şüpheli dört nefer geldi. Ben Tolstoy’cuları böyle adlandırıyordum.
         Beni, onlar usandırdılar. Ben çok yorulmuşum. Bütün bu insanlar arasında ben yalnızım ve tekim.’’
      Oğlumuz Lyova, yanımızda yaşıyor ama yine de Samara bölgesine kendi işine dönmeye can atıyor.Ve o, artık Moskova’da yaşamaya ve bekar kalmaya dayanamıyor. Lev Nikolayeviç ondan tamamıyla razıdır. Onu anlıyorum.
         O, mektubunda bana yazıyordu: ’’ Ben, Lyova’yı  anlıyorum. Bazen buradaki faaliyet ne kadar çok önemsiz ve manasız görünse de, bundan sonra Moskova hayatı çok insana ağır gelir. Bunu ben, hiç de böyledir demiyorum; Moskova’ya sizin yanınıza gelmek istemiyorum diyemem, aksine çok istiyorum ve bu konuyu sevinçle düşünüyorum. Ama ben yaşlanıyorum ikincisi benim yazı işim var, o da bazen gerekli görünür ve onu Moskova’da ilerletmek daha kolaydır…’’
                                                             VAZİYET GİTTİKÇE AĞIRLAŞIYOR
         Begiçevka’da hayat gittikçe zorlaşıyordu. Yardımcılardan, Persidskaya ve Veliçkina çıkıp gelmişti.   Şubat’ın sonunda İsveç’li Stadlinq de Rusya’da açlığı incelemek için geldi ve Pavel İvanoviç Birgukov ve oğlum Lyova ile 3 Mart’ta Samara bölgesine gitti. Oradaki kentlerde yatıracak kadar Skorbüt hastalığı da başlamıştı. Lyova, oradan, ‘’tıp heyetinden sağlıkçı kadın hastalandı ama o kadar da ağır değildi. O, yatmadı ve işini yapmaya devam etti’’ diye yazıyordu. O, telgraf ile hemen 5000 manat para istedi ve istediği parayı gönderdim.
      25- Şubat’ta İ.Y.Repin, hasta olan Tanya’yı Begiçevka’dan benim yanıma getirdi. Tanya, şiddetli ishal oldu ve doktor çağırdım.
      Bizim çocuk doktoru profesör Nil Fyodoroviç Filatov dikkatli şekilde onu muayeneye başladı.
    Kötü yemek, her türlü havada gidiş geliş, sinirleri bozan iş sonucunda kazanılmış bir hastalıktan sonra Tanya uzun müddet solgun, zayıf ve nahoş oldu. Ben, Lev Nikolayeviç’e yazdım: ‘’ Ben sana da çok acıyorum, korkarım ki, ağır işten artık yorulmuşsunuzdur, çünkü siz önceki coşkunluğunuzu yitirmişsiniz…’’
       Repin’in, o zaman, Tanya’nın ressamlık yeteneği hakkında söylediği aklımdadır. Diyordu ki, ‘’Tanya, çok güzel portre çiziyor. Ben bunu kıskanıyorum.’’ Lev Nikolayeviç de diyordu ki, Tanya, çizdiği kişiye benzetiyor. Koca Ge de, Tanya’nın ressamlık yeteneğinin olduğunu söylüyordu. Ama Tanya az çalışıyor ve ressamlık çalışmasına soğuk duruyordu.
         Tanya’nın hastalığı benim canımı sıkıyordu. Ona bakmak çok vaktimi alıyordu ama o olmasa da benim işim çoktu.
       Beni, para ve erzak yardımları ile alakalı mektuplaşmak çok uğraştırıyordu. Her şeyi kayıt ediyor yardımları kabul ediyor, çok miktarda ürün alıyordum. Öyle ki, mesela skorbüt hastalığının yayılmaması ile ilgili mecbur olan ekşi turşunun alınması hakkında bana aralıksız talepler gelmeye başladı.
         Lev Nikolayeviç kendi faaliyetlerine gittikçe daha menfi münasebet besliyordu. Hele Moskova’da! O, Günlük’ünde yazıyordu:’’ Kendimin yardımları dağıtmada, meşguliyetime ilgim, yüreğimi bulandırıyor.’’
          Görülüyor ki, açlık çekenleri doyurmak işi üzerine yardımcılar da zorluk çekiyorlar. Onlar yavaş yavaş çıkıp gidiyor.  14- Nisan’da veya 15 de Lev Nikolayeviç bana yazıyordu: ‘’ Eğer mümkünse çok adam gönderin özellikle iyi olanları. Yoksa çokları gidiyor…’’
                                                                   YARDIMIN İYİ NETİCELERİ
       Begiçevka’ya geldikten sonra Lev Nikolayeviç, bütün yemekhane ve yetimhaneleri,-212 ye yakın- iyi iş görüyordu ve onlardan güzel duygularla ayrıldı. Çocuk yetimhaneleri onu özellikle sevindirdi.
     Oraya çocuklu kadınlar götürüldüler hem çocuklar sağlıklıydılar ve toktular hem de kadınlar her şeyden memnundular.
      Qraf hakkında diyordular: çok gayretkeştir, kaygı duyar ama çabalar, çocuklara lapa yedirir, hepsinin yanındadır, ahaliye yemek verir, kaygıları ile alakadar bozgunlukları da adaletle ayırt eder. O, temiz adamdır.
                                                                                HESAPLAR

       Nisanın sonunda, Lev Nikolayeviç, Tanya ve ben gazeteler için, faaliyetimizin ayrıntılı hesabını hazırlıyorduk, Moskova’da bana hesap ve para işlerinde ticaret bankasının müdürü Aleksandr Nikoforoviç Dunayev yardım ediyordu. Nisan ayı için yardım paralarının tümü, yüz kırk bin, kurumdan çıkan para,  yüz sekiz bindi. Lev Nikolayeviç de biz de hesaplara çok dikkat ediyor ve önem veriyorduk, çünkü hesap, toplanan paraların nereye harcandığına açıklık getiriyordu.
       30- Nisanda tutulan hesaplar ‘’Russkiye vedomosti’’de çıktı. Ben onu Lev Nikolayeviç’e gönderdim. O zaman çok çalışıyordum: Çocuklarıma pantolon biçiyor ve dikiyor, para işine bakıyor, açlık çekenlerin işini yapıyor ve pazarlığın çoğunu yapıyordum. Açlık yerlerine giden tüm erzakın ödemesini yapıyordum.
       Serov, benim resmimi yapıyordu, bu da hayli vakit alıyordu. Bundan başka, çocukları okutuyor, basılacak eserleri düzeltiyor, yardımda bulunanların değişik sorularına cevap mektubu yazıyordum. Lev Nikolayeviç bazen benim çalışmamı duyuyordu ve ben buna seviniyordum…
     Bizim düşüncemizce, açlık çekenlere yardım işi son bulmalıydı. Ama halkın vaziyeti Lev Nikolayeviç’e üzüntü veriyordu. O, oğlu Lyova ve kızı Tanya ile 10 Eylülde Begiçevka’ya gitti. Onlar Molodenki’de, Pyort Fyodoroviç ve Aleksandra Pavlovna Samarin’lere de öncülük ederek aristokrat cemiyet oluşturdular. Oraya giderken, demir yolunda, qraf Bobrinski’nin, mujiklerinin ayaklanmasını bastırmaya yollanan vali, onun memurları ve dört yüz asker ile karşılaşmışlar. Mujikler, haklarını almaya çalışıyorlar. Yadımdadır, mujikleri kamçılamak için askerler çubuk da getirmiş. Vali Zinovyev, genelde görünen olaylardan ıstırap çeken, LevNikolayeviç ile görüşmekten pert olmuştu.
             
                                                                İSVEÇLİ FON BUNDE AVRAAM

         Nisan’ın sonunda Lev Nikolayeviç’in yanına koca bir İsveç’li geldi. Lev Nikolayeviç kendi günlüğüne 1-Mayıs- 1892 de onun hakkında şunları yazdı: ‘’Otuz yıl Amerika’da yaşamış yetmiş yaşnda bir İsveç’li bize gelmişti. O, Çin’de, Hintistan’da, Japonya’da bulunmuş. Uzun sarı-çal saçları, sakalı ve uzun boyu var. İrice paltarı biraz eski, göze hoş geliyor. Tabiat kanunu üzerine hayat tarzının vaizidir. İngilizce güzel konuşur, çok akıllıdır, orijinal ve meraklıdır. Orada (o, Yasnaya Polyana’da idi) yaşamak ve tek başına, on insanı, dört yüz sajen topraktan, iş hayvanı olmadan, doyurmanın mümkün olduğunu insanlara öğretmek istiyor… Burada kendi patates ekmek için yer kazıyor ve bize moize (ibretli sahne)okuyor. O, süt içmiyor,  yumurta ve et yemiyor. Çiğ ürünlere öncelik veriyor. Yalın ayak geziyor, döşemede yatıyor, başının altına da şişe koyuyor. Yirmi adamı az bir yiyecekle doyurmaya söz veriyor ama bir şartla, onlar ruhlarını ona satsınlar…’’
       Bu İsveç’linin ideali sağlık yani sağlamlıktı: her şey sağlamlık adına yapılmalıydı, bütün hayat teorisi buydu. Onda hiçbir ahlaki ve manevi ideal yoktu ve onda -nedense kaba, hayvani bir his oluyordu. Ne zaman zenginmiş çok hastalanırmış. Sonra bakmış ki; hayatta, sadelik, basitlik insana sağlamlık ve sakinlik getiriyor, bu yolu seçmiş. Öyle oluyordu ki, bütün günü inek gibi ot üzerinde yatarak geçiriyordu. Veya Don’da yüzüyordu, çok yiyordu. Biraz bel ile eşelenir, salona gelir uzanırdı.
      Begiçevka’da yaşayanlar diyorlardı ki, yatmaya gittiği zaman, içkisini koltuk altından çıkarır pantolonunu çıkarıp dürer ve başının altına koyar. O, Yasnaya Polyana’ya geldiğinde,  benim başıma az musibet getirmedi! O, bizde paylaşmak yaygındır diyor. Ama burada kalamaz. O, yalın ayaklarıyla inat ederek bana İngilizce,’’ Benim de bu toprakta küçük bir yerim olmalı’’ diyordu. ‘’
                  Bu lafa Lev Nikolayeviç, alttan alttan gülüyor ve hiçbir şey demiyordu. Ben, bu işe el attım. Eğer kendi gitmezse polis çağıracağımı söyledim. Bundan sonra o çıkıp gitti. Onun için Lev Nikolayeviç Günlük’üne şöyle yazdı ‘’ İsveç’li,  çok etkileyici konuşur ve yazar’’ 
                                                                    

                                                                             FET VE ONUN VEFATI

       1892 yılın sonbaharında Fet’in sağlığı gözle görülür derecede bozuldu,  ama buna aldırmayarak, o benimle mektuplaşmayı kesmedi. Eylül ayında gönderdiği mektupta,
       ‘’Her şeyden önce rica ederim ki;  bizim aziz dostlarımız; Saşenka ve Vanyuşan’ı, (benim çocuklarım), öpünüz ve onlara,  annelerinin yaş günü münasebetiyle koca papağanla (Fetgilde yaşayan ve konuşan) birlikte, tebrik ettiğimi söyleyiniz… Ben bütün hafta ciddi hastaydım. Ölümden korkmuyorum ama ıstıraptan nefret ederim.’’
     Fet,  Lev Nikolayeviç’e çok değer verir ve severdi. Lev Nikolayeviç o zaman Fet’in tercüme ettiği ‘’Faust’’u okuyordu ve onun hakkında 23 Ekim 1892 de bana yazmıştı:’’  Goethe’nin Faust’unu okuyorum, tercüme Fet’indir. Benim adıma ona çokça selam söyle. Şunu da söyle; sanmasın ki,  onu unutmuşum. Bu konuda onun da aklına böyle bir fikir gelebilir, bunu hissediyorum. İnsanlar bazen kafalarında öyle bir fikir yaratırlar ki; güya ben onlardan uzaklaşıyorum ve onların kendileri de benden uzaklaşıyorlar…’’
        Fet, çok acı çekiyordu. Oksijen tüpüyle hava alıyordu. Çoğu zamanda boğuluyor ve öksürüyordu. Bir seferinde Fet’lerdeydim, bana şöyle dedi:’’ Lev Nikolayeviç’e deyin ki; ben, Harp ve Sulh’u okuduğumda knyaz Andrey ölmeden önce Nataşa’ya sert münasebetinden dolayı onu kınadım. İnsan öldüğü zaman onun muhabbeti de ölür. Benim yüreğim de ıstırap ve güçsüzlükten, her şeyden- muhabbet de dahil -  doğram doğram oldu…’’
         Afanasi Afanasyeviç Fet, ruhen, zinde ve dayanıklıydı. O, tedricen düşüncesini berraklaştırarak ölebilir. Bu sabırlı ve akıllı ölme çok azametli ve son derece iyi ve tesirliydi.
  Bir seferinde bana :’’  Ben ölümü beklerken İvan İliçin Ölümü hikayesi aklıma geldi.’’ Onun yanına güçlü mujik oturmuştu ve onun ayaklarını ovalıyordu, buda ona hafiflik verdi. ‘’Eğer şu dakika Tolstoy içeri girseydi ben onun ayaklarına kapanırdım.’’dedi. Kim böyle başına geleni anlatabilir. O sıradan bir insan değildi.
        Bana yazdığı mektuplarda evdeki yardımcı kadın gibi onu kimsenin sakinleştirip teselli edemediğini yazıyordu. Kadın:’’ Sabret atam, bak Aralık’ın 12 si geçiyor, güneş yay(yaz) tarafa, kış ise şaxta(soğuk,kar) tarafına dönüyor. Bu zamanda bütün hastalıklar hafifler…’’
       Ve bu yardımcı Akulin, Fet’e, Lev Nikolayeviç’in anlattığı esas karakter, mujikin, İvan İliç’e tesir ettiği gibi tesir ederdi.
        Bir sefer Fetgilde ‘’Moskovskiye vedomosti’’nin çalışanı Qovoruxa- Otroka (Nikolayev’e) rastgeldim ve Lev Nikolayeviç’in aleyhine yazılmış makaleden dolayı onu kınamaya başladım. O, bu işe karışmadığını söyledi ve ilave etti. Lev Nikolayeviç’in güzel eserlerine değil, makaleler yazmasına üzülüyorum. Fet, ona dayanarak :’’ Biz Afrika’da sahraya denk geldik. Etraf baştan başa beyazdı ve kumla örtülüydü.  Kudretli şair Lev,  beyaz tepelere doğru uzaklaştı. Etraf boştu. Ve o tek başına…’’dedi.
          Tamamıyla hasta olan Fet, Lev Nikolayeviç’in eserlerini okuyordu. !4 Kasım 1892 de bana yazıyordu( kendi katibine dikte ettiriyordu):. ‘’’’Çocukluk’’ ve ‘’İlk  Gençlik’’i yeniden okuyorum. Ben bunun gibi, edep ile edepsizlik arasında ‘’Çocukluk’’ ve ‘’İlk Gençlik’’deki gibi  aydınlatan kitap tanımıyorum. 
        Genellikle Fet, hem evinde hem dışarda her türlü edep ve erkana dikkat etmeyi severdi. Onun hanımı da iyiydi. Tüccar bir ailede (Botkinler) büyümüş, sınırlı dünya görüşlü vefalı hanımı, bütün törenlere giderdi, misafir çağırırdı, açları doyurmayı severdi. Fet’in doğum günü 23 Kasım’da kutlama için ne yapacaklarını konuştukları sırada ben tesadüfen içeri girdim. Ve Fet benim de fikrimi sordu. ‘’Misafirleri, konukları kabul etmek için pasta yapmak lazım mı?’’ Ben de onun hastalığını ve zayıflığını dikkate alarak, konukları kabul etmenin kendisini sıkabileceğini söyledim. ’’Akıllısın’’ diyerek parmaklarımın uçlarını öptü. Fakat Fet, doğum gününe kadar yaşamadı. 21 Kasım’da vefat etti. Ben onun defin töreninde bulundum. Matem duasını Üniversite kilisesinde okudular.  Afanasi Afanasyeviç’i aristokrasi giysisiyle tabuta koydular. Tabutta, komik giyimi içinde, merhumun, kambur burunlu, batık dudaklı, solgun, ciddi görünümünü, simasının kaygılı, real olmayan ifadesini görmek tuhaftı.
        Tabutun metaldan olmasına, onun kaynak ile bağlanmasına üzüldüm. Beni kararsız bırakan şey de neden insan bedeninin, tabiatın kanununa uygun olarak toprağa karışmasına imkan vermiyorlar. Çürümeye başlamış bedenini koruyup saklıyorlar. Niye? Ve ben hep  yakın adamlarıma yalvarıyorum, beni en ucuz tahta tabutla, daha iyisi de, Tatarlar, Kafkas’lılar ve başka halklar gibi bir başına gömsünler.
     Fet’in ölümünden haberi olan Nikolay Nikolayeviç Straxov bana yazdı: ‘’ Fet için ölüm elbette, kurtuluştu. Ben ise onun şiirini tekrarlamaya hazırım: ‘’Sen ıstıraplardan kurtul, ben ise hala ıstırap çekiyorum!...’’ O kuvvetli adamdı, bütün ömrü boyunca mücadele etti ve isteklerinin hepsine ulaştı.’’
      Straxov’un ricası ile Fet’in ölüm raporu, ona teslim edildikten sonra 10- Aralık’ta bana yazdı: ‘’Sizin, Fet’in, ölümünden bahsettiğiniz mektubunuzu aldım. Bu kıymetli mektup beni onun enerjisi hakkındaki düşüncemi kuvvetlendirdi ve şaşırtt. Genelde bakıldığında ölümü güzel, hayatı da kendine göre çok güzeldi. Fet’in yeteneği şüphesiz ki, parlak bir hakikattı. Onun kötü yönlerinin sözü bile edilmezdi. Onlar şiirin zirveleridir. Vakti gelince başkaları da bunu anlayacaktır… Fet’in ilişkileri iyiydi, aydın adamdı. Onun gaddarlığı sözdeydi…’’
     Straxov, bana kendi kitapçıklarını ve Fet hakkında çok güzel makalesini gönderdi, ben onları okuyup kendi fikrimi ona yazdım. Çabuk cevap aldım. Yeri gelmişken, Straxov şöyle yazmıştı: ‘’Benim kitapçığıma ve şiirlerime gösterdiğiniz ilgiye teşekkür ederim. Genellikle, yazmak ne kadar da tehlikelidir! Bana öyle geliyor ki; hassas bir insan, benim bütün noksanlarımı, bütün zayıf kalbimi derhal görecektir. Burada iyi olan yalnız ideal hissidir.’’
      O, 26 Aralık 1892 da :’’  Fet hakkında makaleler yazıldığını gören oldu mu?’’ diye yazdı
                                                                                     1893
   Kendi hayatım boyunca sezdim ki; saadet, insanın en güzel kabiliyet ve duygularını genişletiyor. Mesele yalnız bundadır: İnsanlara bu lazım mıdır?
                                                                                BEGİÇEVKA’DA
        Belli manada Begiçevka’da Allah’a ibadet yapılıyor: Orada açlık çekenlere yardım devam ediyordu. Ve fakirler için doksan tane yemekhane açılmıştı. O zaman, bu işleri, Pavel İvanoviç Biryukov idare ediyordu. Onun yardımcıları ise kentli yazıcı Semyonov ve tanımadığımız biri-Lindberq idi. Bu ikisinin arası iyiydi. Başkaları da vardı. Sonradan Lev Nikolayeviç’i ve onun dünya görüşünü dillendiren, Sopotsko’da geldi. Sopotsko sevimsiz bir insandı.
         Yasnaya Polyana’dan Begiçevka’ya göçen  Pavel İvanoviç çıkıp gitti. Açlık çeken bu yerlerde hayat zordu ve burada faaliyet göstermek de ağırdı. Gelişinden biraz sonra Lev Nikolayeviç kızları ile Don sahili boyunca yerleşmiş kentlerdeki yemekhaneleri gezmeye başladı. Begiçevka’ya gelmiş Yekaterina İvanovna Baratınska’ya bana dehşetle söyledi: ‘’Lev Nikolayeviç yemekhaneleri gezip dolaşırken boğazına kadar kar içinde zorla ilerliyor ve çok yoruluyor.’’ Ben onu oradan inatla çağırırdım ama o dinlemezdi. Aşırı soğuktaydı ve aşırı öksürmeye başladı. Bir müddet öyle gitti.
                                                                                       1894
      O  zaman biz, Moskova’da yaşıyorduk ve Lev Nikolayeviç Ocak ayından önce kendi ibretli hikayelerini yazmaya başlamıştı.
       Ben ise, evde olmayan kızlarım Tanya ve Maşa’nın ricası ile Yasnaya Polyana’da mevcut ocağın ters yönünde ev yaptırmak istiyordum. Bunun için Yasnaya Polyana’ya gittim. Boş evde tek kalmayım diye yanımda Mariya Aleksandrov Şmidt de geldi. Bizim hizmetçilerimiz yoktu ve biz Mariya Aleksandrovna  ile her işimizi kendimiz yapıyorduk: çörek pişirdik, evi ısıttık. Kısacası neşeli Robinsonluk yapıyorduk. Erzakı Moskova’ dan getirmiştim onunla üç gün yaşadık. Tula’dan mimar çağırttım. Biz onunla yer ölçtürdük, getir-koy ediyorduk ama bu inşaata başlamaya pek hevesim de kalmamıştı. Moskova’ya döndüm. 
         Ocak ayında, hepsi çıkıp gitti. Ben, küçük çocuklarla – Andryuşa, Maşa, Saşa ve Vaneçka ile Moskova’da kaldım. Oğlum Seryoj’un mezuniyetinden iki ay sonra benimle yaşaması bana büyük sevinç verdi. Oğlum Lyova’nı doktorlar dışarıya gönderdiler. O, doktor Flyorov’un bize uygun gördüğü genç doktor Qorbaçov ile Cannes’e gitti. Lyova, babası Lev Nikolayeviç’in önceki zamanlarda Moskova’daki hayatını özlediğini görüyordu. Babasına aşağıdakileri yazdı: ‘’ Gariptir, ben senin inkar ettiklerinin hepsine katıldığını gördüğümde, ıstırap çeken Menşikov gibi başka hassas insanları gördüğümde, Yasnaya’da, Lidiya İvonovna Veselitskaya’nın bizim evden aldığı sıkıntıları gördüğümde göze çarpan insanların senden öğrendiği ve duydukları ile gördüklerini; gördüğümde – ben acı duyuyor ve kederleniyorum. Ben, bu yüzden az seviyorum. Ama ben, hissediyorum ki, senin konuştuğunu senden çok seviyorum. Bu günlerde hep bunları düşünüyorum. Lakin son kararı veremiyorum. Allah beni saklasın, sen de beni bağışla. Sana da, bazen çok zor oluyor biliyorum. Ve sen hepsini mümkün olduğu kadar uzak tutarak katılmamaya çalışıyorsun.’’
      Oğlumun, bütün bu yorumları ve Lev Nikolayeviç’in ıstırapları, benim üzerimi sanki bir örtü gibi örtüyor. Fakat ne edeyim başka türlü yaşamanın, hayatın gidişini döndürmenin yollarını bana hiçbir zaman söylememiş ve göstermemişti. Dokuz çocuğumuz vardı. Onların çoğu büyümüştü ve ona göre de para ve her türlü rahatlık istiyorlardı Hep hasta zavallı Lyova’nın iyi bir doktora ihtiyacı vardı ve bunun için para gerekliydi, dışardaki yaşantısı da sıkıntılı gidiyordu. Parayı ben kontrol ediyordum ve tek isteğim vardı, kendini şen, rahat, ferahlı, güzel hissetsin. Ama hayatı ne şekilde yoluna koyacağımı bilmiyordum. Hepimiz bir yerde yaşıyorduk fakat nedense sadece ben töhmet altında kalıyordum. Sevimli kocamın gittikçe artan hayattan kırgınlıkları bana ağır geliyor, üzüyordu. O, kendini fiziki yönden de yoruyordu. Kızağa konulan büyük su kapıyla kuyudan su taşıyordu. Su kapı öyle ağırdı ki, tez-tez halden düşüyor şöyle diyor ve yazıyordu: ‘’…zayıflık ve ölümün yakınlığı daha fazla duyulmaya başlanmıştır…’’ Benim hayat tarzımı töhmetlendiren, lakin onu değiştirmek yolunu göstermeyen Lev Nikolayeviç, bizim karşılıklı soğukluğumuzdan şikayet ederdi. Gerçi ben kendi tarafımdan bunu hissettirmiyordum ve onu önceleri gibi yine de seviyordum.
   …Lev Nikolayeviç, aile hayatına tamamıyla kayıtsız kalıyordu. Ama onun yüreğinin derinliğinde bana,  ve kızlarına muhabbet eksilmiyordu. Lakin o bu muhabbetten uzaklaşıyordu. Ben ise kendi yalnızlığımın ve ailem için tam mesuliyetimin gittikçe artığını hissediyordum. Belki Tanya’dan başka hiç kimse benim kalbimim acısını anlamıyordu. Hiç kimse benim zorunlu işlerimi, bu işlerdeki zorluğu, zahmeti, kendi çalışmalarında ıstırap çeken ve kocamım asık suratından ve bitmez kınamalarından çektiğim azabı hafifletmiyordu.
     Hayat ise, bize çok şey vermişti: sıhhati de, muhabbetti de, çocukları da, refahı da; Lev Nikolayeviç’in güzel hayatını da;  nedense o, bütün bunları tek başına ıstıraba çevirdi. Hatta bir çılgınlık hissinden, o çok zaman durmuyordu.  Fiziki ve manevi enerjisinin tükenmekte olduğunu itiraf ediyor ve yazıyordu,  ‘’insanın gücünün tükenmesi, alışkanlıklarından vazgeçebilmesi nice olur? Kocalığın ne olduğunu bilebilmek!’’

                                                      N.N.GE’NİN ‘’ ÇARMIHA ÇEKİLME’’ TABLOSU
   Nikolay Nikolayeviç Gen’in, bizde kalması hepimizi sevindirdi. Altı yaşındaki oğlum Vaneçka’nın onunla İngilizce konuşmaya çalışmasını izlemek etkileyiciydi. Ge, Vaneçka hakkında diyordu ki, o bizim hepimizden akıllıdır ve dünyada her şeyi çoktan anlamıştır.
       Nikolayev Nikolayeviç kendisinin büyük tablosu, ‘’Çarmıha gerilmek’’i getirmişti. Tablo bize çok büyük sarsıcı etki yaptı ama benim hoşuma gitmedi. Lev Nikolayeviç ona her nasılsa şaşkınlıkla bakıyordu. 
      Lev Nikolayeviç, gençlerle sohbet etmeyi çok severdi. Bir defa o, gece saat üçte Myasnitski’den çok yorgun geldi. O, ressamlık ve heykeltıraşlık okulunda aziz hanımlarla güzel sanatlar hakkında sohbetler etmiş ve sabah, Tanya’nın odasından horultusu işitiliyordu.
     Ge’nin, burada olması, Lev Nikolayeviç’in, Tretyakov galerisine gitmesine neden oldu. Sonra bize  fikirlerini söylüyordu. Vasnetsov’un resimleri hakkında; aydınlık değildir ve teknik olarak iyi çizilmemiştir. Orlov’un ‘’Ölün anında aile bireyleri dua ediyor ’’ resminden hayran ve müteessir olmuştu. O, Repin’in ‘’Nihilistin hepsi’’ resminden uzun süre ayrılamamış.’’Keşiş mahkumun yanında’’ resmi onun hoşuna gitti. Repin’in ‘’Qrozni’’ yani İoann Qrozni’nin kendi oğlunu öldürmesi ve yine  Repin’in ‘’Gözlemiyorlar’’ resminin yanından geçerken Lev Nikolayeviç :’’ Bunlardan gıcık oluyorum’’. ‘’Pilat’’ yani Ge’nin ‘’Hakikat nedir’’ resmi için: ’’ Harikadır’’  
         Bu sıralarda Lev Nikolayeviç’in çoklu yaratıcılık niyetleri vardı. Sayısız- hesapsız mektuplardan başka o, dram, ‘’çocuklara Hristiyan taliminin şerhi’’ vs. yazmak istiyordu.
           …Ailenin hepsi Yasnaya Polyana’ya göçmeden -Mayıs’ın öncesinde-  kızımız Maşa’nın boğaz hastalığı çok korkuttu. O, yazıp, Mariya Aleksandrovna Şmidti yanına çağırdı. Maşa’ya,  Şmidt bakıyordu. 3- Mayıs da Yasnaya‘ya Tanay, Vera Kuzminska ve Nikolay Nikolayeviç Ge geldiler. Göç ettikten az sonra Lev Nikolayeviç’in yanına, önceden, açlık çekenlere her defa bin manat gönderen tanımadığımız bir papaz geldi. Bir de Tolstoy’a çok saygı besleyen Amerikalı Crosby  çıka- geldi.  Mr. Crosby, Moskova’da benim yanımda da bulundu ve Yasnaya’da neler olduğunu sordu. Öncelikle şunu sordu, fikrimce Yasnaya Polyana’da,  bana, her şeyden çok güzel gelen nedir? Ben : ‘’Tabii ki, kocam’’ dedim. O ise ‘’Yok, sizin küçük oğlunuz-Vaneçka -. Ben hayatımda hiçbir vakit böyle çocuğa rast gelmedim.’’ dedi. Benim sevimli son beşiğime-en ufak çocuğuma, böyle kıymet verdiği için, Mr. Crosby’i daha çok sevdim. Sonraları Crosby  bize kendi kitaplarını, şiirlerini gönderdi ve Lev Nikolayeviç’le mektuplaştı.
                                                                           N.N. GEN’İN ÖLÜMÜ
     2 -Haziran’da, Nikolay Nikolayeviç Ge’nin oğlundan, babasının felçten vefat ettiği hakkında telgraf aldık. Biz Moskova’da iken, koca ressamın yüzünün ifadesinde zavallılık, yorgunluk hissettik. O, haddinden fazla yoruluyordu. Gençleri başına toplar, bazen çok uzun konuşurdu. Yadımdadır, ressamlar kurultayında, kendi konuşmasına şu sözlerle başlamıştı: ‘’ Biz hepimiz güzel sanatı seviyoruz’’ ve öyle güzel seda ve belagatli konuşmuştu ki, o akşam onun şanına yakışır alkışlar salonu doldurmuştu. O, Xamovnik’iye, bizim yanımıza, mutlu ama yorgunluktan tamamıyla elden ayaktan düşmüş halde geldi.
 O, sahibi olduğu evine geldikten sonra derhal hastalandı ve öldü. Onun ölümü Lev Nikolayeviç’i çok kederlendirdi. O, vefat etmiş olan dostu hakkında:’’ Ben, onu böyle sevdiğimi hiç bilmiyordum. O füsunkar, dahi, koca çocuktu.’’dedi.
        15 Haziran’da Yasnaya Polyana’ya Amerika’dan Rus hanım Mak- Qahan gelmişti. Lev Nikolayeviç’e, onun çok merak ettiği Henri Corc’dan kitaplar getirmişti. Lev Nikolayeviç kendi Günlük’üne yazıyordu: ’’Toprağa sahip olmanın günahını, bir daha çok açık hissettim.’’ O, Petersburg’da veba olduğundan bizde uzun müddet misafir kalmış, Nikolayeviç Straxov’la çok sohbet ederdi. O, akşamları bize Dostoyevski hakkındaki tenkitleri okuyor, gündüz ise geziyor ve Samara ovalarından gelmiş Kırgızların hasta Lyova için hazırladıkları kımızdan, zevkle içiyordu. Ama kımız Lyova’ya fayda etmedi, aksine zarar verdi. O, çok gençti. Onun barsakları bozulmuştur diyorlardı.  Yadımdadır, bu istekli oğlumu hasta görmek beni çok üzüyordu ama babası oğlunun hastalığına inanmayarak onu kınarken ve ‘’ özünü ela almak, ruhtan düşmemek, meşgul olmak lazımdır’’ derken, Lyova’nın,  kederli kara gözleriyle, babasına baktığında ben  çok etkileniyordum. Lev Nikolayeviç, hiçbir vakit insanların ıstırapları ile yaşayamıyordu ve bilerek – hatta çok kere içgüdüsel- bu ıstırapları inkar ediyor, onlardan kaçıyordu. Benimle de hep böyle olurdu.
                                                                                   VANEÇKA
      …Ben yine Moskova’ya yerleşmeye başladım ve bu defa küçükleri –Saşa ve Vaneçka’yı da götürdüm. Sonra ise Lev Nikolayeviç’e ve kızlarıma yazıyordum: ‘’ Benim en güzel hislerim sizinle, sizin manevi atmosferinizi özlüyorum. Burada, çocuklarım önceki gibi değiller, ne köy ne bağ ne de insanlar önceki gibi değil. Bundan dolayı, Lyova’nın ruhen ve bedenen vaziyeti çok kötüdür.’’
      Gelmeden önce ben Vaneçka ile Yasnaya Polyana’daki güzel yerlerle vedalaşmaya gittik. Biz, bağın kucağındaki bağ evinde manzaraya bakıp haz aldık. Aydın, hafif soğuk, bir Ekim günüydü. Donmuş çiy her şeyi parıldatıyordu. Vaneçka, uzaklara bakarak dedi:  ‘’Güzeldir, ey güzellik! Ben de seninleyim, bize başka şey lazım değil’’ Zavallı çocuk o zaman anladı ki, dünyada güzellik ve muhabbetin verdiği saadeti hiçbir şey vermez. Bu onun Yasnaya Polyana ile son vedasıydı. O, gelen yılın Şubat’ında Moskova’da öldü.
                                                                                       1895
                                                       MOSKOVA’DA VANEÇKA’NIN HASTALANMASI
     Hasta Lyova ve dört küçük çocukla kalıp, bütün vaktimi ve kuvvetimi onlara sarf ederdim. Lyova son derece asabiydi, doktor Belogolovov’un dediklerine uyardı, elektrikle tedavi oluyordu fakat ona hiç faydası olmadı. O, bana sert davranırdı ve bunu onun hasta olması ile izah etsem de, kederlendirirdi.
         Çocuklarım, kötü okuyordular ve benim, onlara kendi vazifelerini icra etmeyi öğretmek için tartışmaya ve çalışmaya gücüm yetmiyor ve bu, ancak bizim güzel ilşkilerimizi bozuyor. Hoş vakitlerimiz de olurdu. Bir defa Mişa, Puşkin’in ‘’Kaptan kızı’’ hakkında ifade yazısına bakmayı rica etti ve biz birlikte çalıştık. Bazen de, akşamları onunla Mozart’ın sonatalarını ve Şubert’in eserlerini çalardık. O zamanlar Mişa, kemanı çok iyi çalardı ve ben, bundan zevk alırdım.
        Vaneçka’da, Mişa’nın keman çalışını çok severdi, özellikle onu Şopen’in valsı mutlu ederdi. Bir defa o bana dedi: ’’Ana, ben, öğrenmeyi çok isterdim. Bana müziği öğret’’
    5-Ocak’ta sabah vakti şu sözlerle uyandım.’Vaneçka hastalandı’’. Analık hayatımda bu ‘’hastalandı’’ sözünden yüreğim azap duyardı. Bu defa da olduğu gibi bütün çocuklarıma endişe duyuyordum.
          Kendimi, Vaneçka’nın hayatına bağışlamıştım ama bu hem kötü hem tehlikeliydi. O nezaketli, zayıf bir oğlandı. Ve yine kalbime hüzün çöktü. Bundan önce Jul Vern’in hikayelerini hevesle okuyorduk. Saşa ve Vanya ‘’ Denizaltında 80 000 versa ve ‘’Kapitan Qrantın Çocukları’’nı okumayı rica ederlerdi. Ben de siz bundan ders alacak mısınız, derdim. Vaneçka bana itiraz etti:’’Ana, sen göreceksin Denizaltında 80 000 versa ile Kaptan Qrantın Çocukları’ndan nice akıllanacağız’’
      Vaneçka’nın hastalığı gittikçe şiddetlendi. Çok ağrılar veren ateşi tutmuştu. Ağrıları vardı, rengi solmuştu, bir şey yemiyordu. Ben üzülüyordum. Çocuğumun ellerini ve ayaklarını ovuşturuyor onun solgun yanaklarını öpüyordum. Ateşine grip ve şiddetli öksürük de ilave olmuştu. Onu çocuk hastalıkları profesörü Nil Fyodoroviç Filatov tedavi ediyordu. Ateşi, 15- Ocak’ta daha geçmemişti ve Vaneçka acı çekiyordu. Filatov teselli etmeye çalışıyor bu basit bir griptir diyordu. Vaneçka’nın ateşi arttı, 40 dereceyi geçti. Filatov, izlemeyi artırdı. Bense, ümidimi yitirmeye başladım, kalbime kötü fikirler geliyordu. Ocak’ın sonunda durumu biraz iyileşti. Ben, hep onunlaydım ona Qrimmin  masallarını okuyordum. Biz onu yukarıya; sakin, ışığı daha çok olan misafir odasına çıkardık. Burası tam kuruydu. 
     Bir sefer misafir odasında yatağın üzerinde uzanmış olarak bana dedi: ‘’ Ana, ben her şeyden doymuşum, istiyorum ki babam gibi yazayım. Ben sana diyeceğim sen yaz’’
    Ve o kendi çocukluk hayatından ‘’Kurtulmak önemliyse’’ başlığı altında büyükçe bir hikayeyi açıklıkla dikte ettirdi: Bu hikaye çocuklar için ‘’İqruşeçka’’ gazetesinde ve sonra benim ‘’Gelincik-İskeletçikler’’ kitabımda yayınlandı.
      Ölümüne bir gün kala Vaneçka beni şaşırttı. Kendi şeylerini bağışlamaya başladı. O, bunlara kendi eliyle yazdığı kağıtlarda belirtiyordu.’’ Vanya’dan Maşa’ya’’veya ‘’Aşpaz S.N. e Vanya’dan’’. Bir seferinde çocuk odasının duvarında asılı, değişik küçük resimleri çıkardı ve onları çok sevdiği kardeşi Mişa’nın odasına götürdü. O, benden çivi ve çekiç istedi, onları duvara astı. Vaneçka, Mişa’yı çok severdi. Mişa, küstüğünde hemen onunla barışmak isterdi, eğer Mişa barışmak istemezse çok üzülür ağlardı. Mişa’nın Vaneçka’yı ne kadar sevdiğini bilmem ama ilk oğluna onun adını koydu.
        Bir sefer, -ölümüne az kalmış olduğunda- Vaneçka, pencereden bakıyordu, birden bana sordu: ’’Ana, Alyoşa (benim ölen büyük oğlum)  şimdi melek midir?’’ ‘’Yedi yaşına kadar ölmüş olan çocuklar melek olur diyorlar.’’ ‘’Evet’’ dedim. Benim bu sözlerime karşılık:’’ Ana ne güzel olurdu, ben de yedi yaşına kadar öleydim, melek olurdum. Aziz ana, beni kiliseye götür ki, günahlarım kalmasın.’’ Bu sözler kalbimde ağır his bıraktı.
       20- Şubat’ta kızım Maşa ile birlikte Vaneçka’yı profesör Filatov’un kliniğine götürdüm. Profesör kabul için bu günü belirlemişti. Onlar, şen ve zinde kaydedildi. Vaneçka, bana, sevinçle sarıldı. Doktor onun her şey yemesini ve çok gezmesini önerdi. Sabah yemeğinden sonra Saşa ile gezmeye gidiyor ve öğlende tekrar yiyordu. Tanya ve Maşa, Vaneçka’ya analık şefkati gösteriyorlardı.
      Bir akşam Saşa ve Vaneçka kız kardeşleri  Maşa’dan, Dikken’sin çocuklar için yazılmış ‘’Katorqaçının(ressamın) kızı’’ adını almış ‘’Büyük Ümitler’’ hikayesini okumasını rica ettiler. Vaneçka, yatmak vakti yanıma geldi. Onun kederli, yorgun hali beni üzdü. Okunan hakkında sordum. ‘’Ah, konuşma, ana, her şeyden kederlidir, dehşet! 
      Onunla aşağıya, çocuk odasına indim. O, esniyor ve bana gamlı gamlı gözyaşları içinde: ‘’Ah, ana, yine odur, o, ateş!’’ Hararetini ölçtüm. Ateşi, 38,5 idi. Vaneçka, gözlerindeki ağrıdan şikayet ediyordu. Ben kızılca başlangıcı zannettim. Vaneçka, yine hastalanıyordu. Ağladım. Ve o, benim gözyaşlarımı görüp: ’’ Ağlama ana, bu, Allah’ın hükmüdür.’’
 Bundan az önce, benden dua okumamı istedi. Sözlerinin manasını ona anlatmaya çalıştım. Sonra benden masal okumamı istedi. Onun isteğini yerine getirdim. Mişa, çocuk odasına girdi, ben ise yatak odasına geçtim. Sonra haber aldım ki, Vaneçka, Mişa’ya, ‘’Ben biliyorum ki, şimdi öleceğim.’’demiş.
      O gece ateş içerisinde yanıyordu, ama yatıyordu. Seher vakti Doktor Filatov’a gelmesi için adam gönderdik. Doktor, muayene ettiğinde ateşi 40 dereceye yükselmişti. Karnında ağrıları vardı ve ishal oldu. Enfeksiyon ve çiçek hastalığı birleşti.
     Gece, saat üçte, Vaneçka uyandı, bana baktı:’’ Aziz ana, bağışla, seni uyutmadım.’’  ‘’ Aziz oğlum,ben uykumu aldım, biz senin yanında vardiyeli oturuyoruz.’’ ‘’ Şimdi kimin nöbeti olacak, Tanya’nın mı?’’ ‘’Yok Maşa’nın’’ – ‘’Maşa’yı çağır, git yat’’  Aziz oğlum, kuru dudaklarını uzatıp, beni sıkarak hızlı hızlı öpmeye başladı. Ben sordum. ‘’Neren ağrıyor?’’ ‘’Hiçbir yerim ağrımıyor’’ Sonra beni gönderdi.
      Bundan sonra, o, artık kendisine gelmedi. Ertesi gün ateşi 42 dereceye çıktı. Filatov, onu hardal suyunda ıslatılmış örtülerle sarıyordu ama faydası olmuyordu, başı ölüde olduğu gibi güçsüz halde, yana eğiliyordu, sonra elleri ve ayakları soğumaya başladı: o, sanki ne içinse, şaşırarak gözlerini açtı ve sakinleşti.
         Bu 23 Şubat akşamı saat 11 de oldu.
         Kocam Lyovoçka beni Tanya’nın odasına çağırdı benimle yatağa oturdu ve ben başımı onun göğsüne koydum çok kederliydim. Biz ikimiz ümitsizlik içinde donup kaldık. 
          En son dakikalar kızım  Maşa ve bütün gün dua okuyan rahibe Mariya Nikolayevna, Vaneçka’nın yanındaydılar. Bana sonra söylediler; kocam, benim gibi dertten aklını yitirerek karyolaya uzanmış arada bir hıçkırarak ağlıyormuş.
       Tanya, kah çocuk odasına giriyor kah oradan kaçıp geliyordu.
       Vaneçka’ya ağ örgü kısa kazağı giydirildikten ve uzun, sarı kıvrım saçları tarandıktan sonra ben ve Lyovoçka onun odasına girmeye cesaret ettik. Vaneçka, yatağa uzanmıştı, ben onun göğsüne ikona koydum, biri mum koyduğu şamdanı yaktı ve onun başının ucuna koydu.
       Yakın zamanda Vaneçka’nın ölüm haberi akraba ve dostlarımız arasında yayıldı. Çok çiçek ve çelenk gönderdiler, çocuk odası bağa benziyordu. Herkesin burada buluşmasının tehlikesi düşünülmüyordu. Dört çocuğu olan aziz mehriban Safo Martınaova o saat duyup geldi, bizimle ağlıyordu ve bizim derdimize yakından ortak oldu. Biz ise hepimiz merhum Vaneçka’ya muhabbetimiz ne ise özel bir ünsiyetle bağlanmıştık. Mariya Nikolayevna, bizimle kaldı. Bize samimi, manevi bir teselli veriyordu. Lev Nikolayeviç, o zamanki Günlük’üne, yüreğinin feryadını yazıyordu: ‘’ Vaneçkamı defnettik. Dehşetli, dehşetli! Çok büyük ruhi hadisedir. İlahi, sana teşekkür ederim. Sana teşekkür ederim.’’
     Bu hadiseden sonraki üçüncü gün,-25 Şubat’da  Vaneçka için matem duası okudular.Büyükler tabutu mıhladılar, gündüz saat on iki de çocuklar,  Pavel İvanoviç Birgukov’la tabutu bayıra çıkartılar ve bizim, büyük kirşenin (kızağın) üzerine koydular. Ben kocamla özbeöz eyleştik. Dostlarımız tarafından uyarılarak, yavaşça yürümeye başladık.
      Ben, Lyovoçka ile bizim sevimli çocuğumuzu bizim ışıklı geleceğimizi, sükut içerisinde götürdük. Nikolski yakınlarındaki Pokrovski kabristanına, kardeşi Alyoşa’nın yanına düşünüyorduk.  Yakınlaşınca, Lyovoçka,  ilk tanıştığımız günleri hatırlamaya başladı. O, hep bu yolla, bizim yaşadığımız Pokrovski’ye, sık sık yürüyerek veya atla gelirdi. O, müteessir oluyor, ağlıyor ve beni, hem sözlerle hem de hatıralarla avutuyordu ve onun muhabbetinden kendimi iyi hissediyordum.
      Pokrovski kabristanı yakınındaki Nikolski kenti cenaze için gelen yerli ve başka şehirlerden gelenlerle doluydu. Pazar günüydü. Okullular, çelenklerle yürüyerek kenti dolaşıyorlardı.
      Tabutu kirşeden Lev Nikolayeviç ve erkek çocuklarım alıp götürdü. Büyükler beli bükülmüş, musibetten sarsılmış babaya bakarak ağlıyordu. Definde, ailemizden başka, Manya Raçinskaya, Sonya Mamonova, Kolya Obolenski, Safo Martınova, Vera Severtseva, Vera Tolstoy ve bir çok insan vardı. Hepsi şiddetle hıçkırarak ağlıyordu.
      Tabutu çukura koyduklarında ben fena oldum, yıkıldım. Sonra oğlum İlyuşa’nın, o vaziyeti görmemem için önümü kapattığını söylediler, kim olduğunu hatırlayamadığım biri ellerimi tutmuştu. Kocam Lyovoçka beni kucaklayıp sinesine bastı ve ben uzun müddet böylece donmuş gibi kaldım.
          Ben çok kentli çocuğun gürültüsü ile kendime geldim: ve çocuklara şekerleme ve sütlü ekmek dağıtılmasını söyledim. Çocuklar gülüyorlar, kurabiyeleri yere bırakıyor sonra tekrar alıyorlardı. Vaneçka’nın, hepsini misafir etmeyi ve bayram geçirmeyi çok sevdiğini düşünüp hıçkırarak ağladım.
     Defin işi bitip dağıldıktan sonra ressam Kasatkin kabristana mezarın yanına geldi ve taze mezarın iki etüdünü çekti. Onlardan birini bana diğerini ‘’Şeffaf’’ adlandırdığı Vaneçka’ya sevgi göstergesi olarak samimi ve şiirsel bir mektupla Tanya’ya bağışladı.
       Biz, Vaneçka’nın ölümünden sonra, sanki yetim kalmış gibi boşalmış evimize geldik. Yadımdadır, Lev Nikolayeviç, aşağıda, yemek odasında, hasta Lyova için önceden getirilmiş divanda oturdu ve ağlayarak dedi: ’’Ben öyle düşünüyordum ki, oğullarımdan Vaneçka, ben öldükten sonra benim bu dünyadaki işlerimi devam ettirecek.’’
        Başka bir zamanda, yaklaşık aynı fikri tekrarladı: ‘’Ben biliyordum ki, Vaneçka, benden sonra Allah işini devam ettirecek. Ne yapmalı!
       Onun derin üzüntüsünü görmek, kendi ıstırabımdan ağırdı…
         Başka çocuklara oranla, Vaneçka, huy olarak babasına çok benziyordu. Onun da derin ve açık renkli gözleri vardı, onda da manevi içeriklerde bir ciddiyet vardı. Bir defa ayna karşısında kıvırcık saçlarını tarayan Vaneçka,  yüzünü bana çevirerek tebessümle demişti. ‘’Ana, öyle hissediyorum ki, babama çok benziyorum.’’
                                                                              DEFNETTİKTEN SONRA
         Vaneçka’nın ölümünden sonraki ilk gece ben karabasanlardan endişeye düşerek yerimden sıçradım, yanımda yatan kocam korkacak bir şeyin olmadığına beni inandırdı. Fakat bu karabasanlar beni uzun süre rahat bırakmadı. Bir de Vaneçka’nın zarif ve günah olmayan sesini işitiyordum. Bazen öyle oluyordu ki, onunla beraber dua ediyorduk, birbirimize haç çıkartıyorduk ve o bana: ‘’ Beni sararak öp, başını başımın yanına koy, göğsüme nefes ver ki, senin nefesin ile rahat rahat uykuya dalayım.’’
   Ana ile çocuğun muhabbetinden daha temiz, kuvvetli ve güzel muhabbet yoktur. Vaneçka’nın ölümü ile evimizdeki sevimli çocuk aleminin sonu geldi. Kalbine bir gariplik çöken Saşa evde tek ve kederli geziyordu. O, karakteri itibariyle asosyal biriydi. Vaneçka ise aksine insanları severdi. Mektup yazmaktan, misafir kabul etmekten, hediye vermekten ve bayramlardan hoşlanırdı.
         Hatta lakayt Menşikov da onla ilgili bahsinde yazmıştı: ‘’Ben Sizin küçük oğlunuzu gördüğümde düşünmüştüm ki, o ya ölecek ya da babasından daha dahi olacaktır.’’ Vaneçka’nın ölümüne baş sağlığı için yazılmış ve onun hakkında çok samimi mektuplar aldım. N.N.Straxov, Lev Nikolayeviç’e : ‘’ Onun büyük geleceği vardı, belki de sizin yalnız adınıza değil, sizin şöhretinize de varis olacaktı. Hem de ne kadar sevimliydi- sözle söylemek zordur’’ şeklinde yazmıştı.
                                    LEV NİKOLAYEVİÇ’İN VANEÇKA’NIN ÖLÜMÜNE MÜNASEBETİ
    Lev Nikolayeviç’in hayatında ki her şeyde bir açıklık bir yalınlık görünüyordu. O, makamın, vaziyetin, insanların sözlerinin, tabiatın - yani hem hayati hem de fikri sahalardaki her şeyin bediiliyini duyabiliyordu. O, çok zaman insanların ıstıraplarına kayıtsız kalırdı ama kitap okurken, müzik dinlerken yahut insanların hoş sohbetinden ağlamaya başlardı. Elbette bu kayıtları okuyan herkes, Lev Nikolayeviç’in, oğlu Vaneçka’nın ölümünden nasıl etkilendiğini bilmek isteyecektir. Bunun için ben, onun Günlük’ünden ve qrafinya Aleksandra Andreyevna Tolstoy’ya mektubundan birkaç satır vereceğim.
      12- Mart -1892 tarihli Günlük’ünden: ‘’Vanya’nın ölümü, benim için Nikolenka’nın - L.Tolstoy’un Çocukluk adlı eserinin ana karakteri -  ölümü gibi oldu. Yok, daha fazla derecede Allah’ın tezahürü, ona cezb olunmalıydı. Ne diyebilirim? Bu kederli, ağır bir olaydı, hatta açıkça diye bilirim ki, bu Allah’ın merhametinden gelen, ona yakınlaştıran, hayat yalanının düğümlerini açan bir olaydır.
      Sofya, olaya böyle bakmıyor. Onun ıstırabı cismani üzülmedir, bu hadisenin ruhi önemini gölgede bırakıyor. Lakin o beni hayrete düşürdü.  Üzülmenin ıstırabı onun kalbinin tutulduğu her şeyden onu azad etti. Öyle bir kapılar aralandı – ben demiştim, benim için sanki belli bir süre sema açıldı -  ve bizim kalbimizin özü olan muhabbetin ilahi önemi çıplaklaştı. O, ilk günler, beni kendi garip muhabbeti ile şaşırtıyordu. Muhabbeti bir şekilde bozan, aksatan ne ise onu tahkir ediyor, ıstırap çekmeye, çıplaklaşmış muhabbetin yeşermesine, azapla büzüşmeye mecbur ediyordu. 
        Vakit geçiyor. Onun ıstırapları, genel muhabbete memnunluk vermiyor… Ben ona yardımcı olmak istiyorum. Fakat şimdiye kadar yardım edemedim. Ben onu seviyorum onunla olmak hem ağırdır hem hoş. O cismen zayıftır… Biz hepimiz birbirimize çok yakınız… Objektif bakımdan çocukların ölümü konusunda, tabiat daha güzellerini yetiştirmeyi deniyor ve görünürde dünya onları kabul etmek için hala hazır değil, onları geri götürüyor. Lakin ileri gitmek için tabiat deneme etmelidir. Bu taleptir.
    Çok çabuk uçup giden kırlangıçlar, havada dönüyorlar. Lakin onlar her halde uçup gelmelidirler. Vaneçka’da böyledir…’’
                                                                      SERGEY İVANOVİÇ TANEYEV

        Bir bahar günü ben Xamovniçeski’deki evin balkonunda divanda sağlıksız uzanırken Sergey İvanoviç Taneyev baş sağlığına gelmişti. Ona, sohbet esnasında sormuştum, yazın nerede olacaksın diye; o, yazı Orlov quberniyası (eyalet) kentlerinden birinde dostu Maslovgil’de  geçireceğini, fakat bu yıl oraya hasta çocuk getirecekler, onları rahatsız  hoş olmaz; şimdi  bir malikanede kiralık oda arıyorum dedi. Ben, Yasnaya Polyana’daki çatı katını verebileceğimi söyledim fakat ben hasta oğlumuz Lyova orada mı kalacak veya Qanga’da mı kalacak, bunu tam bilemedim. Ben Lyova’nın yazı orada geçirme niyeti yoksa Sergey İvanoviç’e kiraya vereceğimi söyledim. Bu teklifimi Taneyev olumlu karşıladı ben de ailemle konuştum ve Lyova ile mektuplaştım. Ve Sergey İvanoviç 125 manat karşılığı çatı katımıza göçüp geldi. Ben para almak istemiyordum fakat Taneyev bedava kalmak istemiyordu. Ben de bu parayı hayır işine verdim. Çünkü Taneyev’in bizde kalması ve fortepiano’da son derece güzel eserler çalması,  paradan önemliydi, bizi sevindiriyordu.
      Kahvaltıdan sonra, o, Lev Nikolayeviç ile santranç oynuyordu, akşamları ise tez-tez royalda çalıyordu ve onun çaldığına hayran olurdu. Lev Nikolayeviç’le , o,  şart koşmuşlardı, eğer Sergey İvanoviç santrançda yenilirse Lev nikolayeviç’in istediği eseri çalacak, Lev Nikolayeviç yenilirse, Sergey İvanoviç’e yeni yazdığı eseri okuyacak. Bu bizim için çok basitti çünkü hepimiz dinleyiciydik, akşamları hüzünlü geçiyordu. Yadımdadır, bir akşam Taneyev’in icazkar çalmasını heyecanla bekledim. Bu müziğin altında gönlümün keskin ıstırapları uyuyordu. Bazen ben, Taneyev’in katına gider göze görünmeden bir yerde oturur, açık pancereden Sergey İvanoviç’in Lev Nikolayeviç tarafından istenilen Şopen’in dans polonezlerini,(dans müziği) Bethoven’in sonatalarından birini, piyeslerini tekrar tekrar çalmasını dinlerdim. Bu vakitlerde kendi derdimi düşünmüyordum hayalen başka bir yere uçup gidiyordum, yüreğim rahatlıyordu ve ben ıstırapla bu mutlu halin tekrarını ardı ardına yaşardım.
     Açıkça söylemem gerekirse, ben, müziğin ne olduğunu o zaman anladım. Konserlere gitmiyordum, iyi müzisyenleri, özel piyanocuları tanımıyordum. Taneyev’in çalmasında bir fevkaledelik vardı. O müzikte filozofdu, bazen ifasında öyle bir ihtiras gösterirdi ki, insanı kuşkular basardı, vahim bir durum olurdu; hayatta ise coşkusuz idi, zarafetten hoşlanırdı, maskaracıydı, yemek heveslisiydi ve görünüş olarak en iyi insandı. Onu anlamak için yakından tanımak lazımdı. O dünyada her şeyden çok müziğini ve Pelageya Vasilyevnan’ı seviyordu.
        Ben, bazen, Taneyev, Saşa ve onun hoşsohbet İngiliz dili öğretmeni miss Velş ile gezmeye giderdim. Fakat istemeden Vaneçka’yı hatırladığımda, gözyaşları içinde eve dönerdim. Sevdiğim insanlarla gezmek bana ağır gelirdi. Yadımdadır, Lev Nikolayeviç beni gezmeye çağırmıştı onun davetine sevindim fakat yolda beni ağlamak tuttu ve ben zavallı kocamın canını sıktım o üzülerek derdi: sanki hiçbir şey yoktur, yaz da yoktur, bil ki, hayatın tamamıyla kötü ve bence yaralı başlamıştır.
       Bütün günümüzü köşe –bucak geçirirdik. Yalnız kahvaltıda ve çay vakti bir yere toplanırdık. Ben yirmi beş yıl peş peşe her yaz beraber yaşadığımız bacımın burada olmadığına üzülüyordum.
 Olayları tasvir ederken ben çok teessüflenirim. O zaman, Lev Nikolayeviç’in sohbetlerini ve onun benim ile yaşadığını kayıt etmiyordum. Şahsen onun yaratıcılığı ve ruhi halleri ilgimi çekerdi ancak not tutmak aklıma hiç gelmiyordu. Ben, bu konuda karar verdim; vaktim olduğunda bütün hayatımın tarihçesini yazacağım.
                                                                                    1896
                                                                               JANDARMA
      Bir defasında biz hepimiz balkonda eyleniyorduk bir asker yakınlaşarak tek başına Lev Nikolayeviç’in yanına geldi. Ona ne istediğini sorduk. Lev Nikolayeviç izin istedi ve onunla eve gitti. Bu tanımadığımız kişi aslında sivil giyimli bir jandarmaydı. Lev Nikolayeviç’i, onun ailesini, yanına gelen adamları izlemek, onların hakkında bilgi toplamak ve haber vermek için hükümet tarafından gönderilmiş bir casusdu.
     Pişmanlık duyan casus : ‘’ Benim ne hakkım var habercilik edeyim? Burada hepsi mukaddesler gibi yaşıyor…’’diyordu.
     Hükümetin peşine casus takması Lev Nikolayeviç’e çok iğrenç geldi. Ama casusun bu işten pişmanlık ve nefret duyması sevindirdi. O zamanlar Lev Nikolayeviç’in genelde keyfi yoktu. O, karaciğer hastalığı ile ilgili Ems içiyordu ve ayağı zorluyordu, herkese özel muhabbet etmiyordu, hepimizi sevme arzusu kuvvetliydi.
       Elindeki işinden ayrılarak, o yeni bir eser için – Samara hayatından kesitler- yoğunlaşmıştı. Çöl göçeri, kollektif hayatın ekincisi, medeni hayatla mücadelesi. Sevdiği bu iş, bu toprak, artık ilk defa değildi, onu kendine getiriyordu. O, önceleri de yeni topraklarla mesken tutmuş insanlar hakkında yazmak istiyordu. Kendi de evli iken, bir işçi kadın ile yeni topraklara gitmeyi arzulardı. Ben, bütün bunları  yüreğime salardım. Lakin o gitti! Düşündüğü işi hayata geçirmek Lev Nikolayeviç’e nasip olmadı.
                                                                                             

                                                                                       1897

       20 -Aralık da Lev Nikolayeviç, hepimizin kanını donduran bir mektup aldı. Bu mektupta Lev Nikolayeviç’in 1898 yılında, eğer değişmezse belirlenen bir günde öldürüleceği yazıyordu. Günü tam olarak yadımda değil. Ama yeni gün, Lev Nikolayeviç, tehlikeye meydan okuyarak gezintiye gitti ve özellikle çok gezdi. Ben de, dostlardan ve yakın adamlardan bir nefer de Lev Nikolayeviç’i korumak için onunla gittik. Ben kuşkuluydum, karşımıza çıkan insanlara dikkatle bakıyordum, lakin hiçbir kasıtlı hareket görmedik yalnız hepimiz hem asabi gerginlikten hem de uzun süren gezintiden çok yorulmuştuk.
        Lev Nikolayeviç gündeliğinde yazmıştı: ‘’Hem vahimdir hem de güzel…’’
        Bu arada kıskançlık olayı beni üzmüştü.… Seher vakti çıkarken sanki üstüme kaynar su döküldü: Lev Nikolayeviç benim geleceğimi haber alınca derhal  kardeşinin yanına, Piroqova’ya gitmişti. Ben o dakika bunun sebebini düşündüm ve hemen sürat katarı ile Lazarevo’ya ve oradan rahat olmayan bir arabayla Piroqova’ya gittim. Orada beni, Lev Nikolayeviç’in her şeyi bilmek isteyen gözleri ile beni süzen kardeşi, Sergey Nikolayeviç karşıladı.
      -Ne olmuştur? diye benden sordu.  Lyovoçka’nın hali perişandı. Bu nedendir? Diyerek devam etti.
      Ve alay eder gibi beni sorgu-suale tuttu.
        -Katiyen bir şey olmamıştır, elli üç yaşında koca kadını kıskanmak bu konuda konuşmak ayıptır.        
       Halbuki baş gösteren işin bütün sebebi, Lev Nikolayeviç’in, Taneyev’e olan kıskançlığıdır. Bacım Maşenka ile Moskova’da yaşarken, Taneyev, bağdaki köşkte meşgul olmaya gelirdi. Bu ise Lev Nikolayeviç’in canını sıkmıştı ve ahvalini bozmuştu. Buna da ben çok teessüf ederdim ‘’Lyovoçka nerededir?’’ diye soruşturdum. ‘’Bağda’’
         Bir seferinde bağa girip onu aramaya başladım. Ot üzerinde uzanmış, ona diktiğim keten bornozu üstüne örtmüş yatıyor. Ona bakıp ağladım. Benim bu yatmış sevimli insana muhabbetimin yanında bütün insanlar, bütün olaylar, bütün müzikler usandırıcı, lüzumsuz ve değersiz göründü. O gözlerini açtı.
      - Niye geldin? Diye acıklı bir sesle sordu.
      -Ne demek niye? Senin arkandan geldim.
       Önceleri Lev Nikolayeviç sert ve ciddiydi. Sonra biz yürek dolusu konuştuk. ‘’senin canını sıktıysam beni bağışla’’ dedim.  Sevdiğime inandırdım ve sonunda kalbini yumuşattım.
                                                                                    1898
       Benim, müziğe muhabbetim ve merakım, müzikle uğraşanların evimize gelmesine neden oluyordu. Onlar Lev Nikolayeviç’in müziğe ilgisini de biliyorlardı ve onun eleştirilerini önemsiyorlardı
      Mesela, 6 Şubat’ta bize Sergey İvanoviç Taneyev ve A.B. Qoldenveyzer geldi. Taneyev’in ‘’Oresteya’’ operasından senfonik uvertürü royalda beraber çaldılar.
       Dinleyiciler eseri pek güzel bulmadılar. Lev Nikolayeviç temkinliydi, ‘’mevzu ona hoş gelir’’ dedi. Taneyev’in müziği hakkında  hep şöyle kritik yapardı, ‘’bunun müziği oldukça seçkindir ama çok zaman usandırıcıdır.’’
       Bir defa da Lev Nikolayeviç, Taneyev’in, 12 Mart 1898 de bize çaldığı senfoni hakkında görüşünü bildirdi. Taneyev’in senfoni hakkında fikir söylemesine Lev Nikolayeviç ciddi ve özenle yanaştı ve teessüratını anlatmaya çalıştı. O, ‘’ Hem bu senfonide ve hem de bütün yeni müziklerde, hiçbir şeyde, ne melodi de ne ritim de ne de harmonide tutarlılık vardır! Yeni melodini izlemeye başlarsan birden o kırılır yeni ritmi kavrarsan o değişir. Daima sertlik hissedersin. Halbuki, asıl açıklığı eserde hissedersin ki o da başka türlü olmaz ve bir şey o birinden doğar. Ve düşünürsün, ben kendim de eseri bu tür yahşi yaratırdım!’’
         Sergey İvanoviç Taneyev, Lev Nikolayeviç’i dikkatle dinliyordu, ancak sanıyorum ki senfoninin özü istediği derece de Lev Nikolayeviç’e hoş gelmemesinden, üzüldü ve umutsuz duruma düştü..
    Bir defa da Taneyev kendinin 4 ses için ‘’Güneşin doğması’’ eserini getirip bize çaldı. Burada iki makam: Güneşi gözleme ve onun doğuşu, güzel karşılaştırılmıştı.
       … Lev Nikolayeviç’ten ötürü, benim, güzel sanatlara muhabbetim münasebetiyle garip bir netice çıkardım. Herkes yapmaz ve iyi anlamaz, o zaman ben yaşıyorum, yeni müzikiye, kitaba, ressamlığa yahut beğendiğim insanlara ilgi gösteririm bu konuda kocamın kanı karadır, o, heyecanlıdır ve hırslıdır.
           Ben hiç durmadan ona gömlek dikiyorum, yazdıklarını aktarıyorum, her türlü pratik işlerle meşgul oluyorum, yavaş yavaş kederleniyorum, sararıp soluyorum, kocam ise sakindir, hoşsohbettir ve hatta şendir. Benim kalbimi kıran da budur! Kocamın hoşsohbetleri namına kendimdeki canlı her bir şeyi boğmalı, kızgın ihtirasımı söndürmeli, uyumalı ve yaşamamalıyım. Seneka’nın yazdığı gibi, bir yerde – manasız ömür sürmeliyim.
      …Ben Kiev’de oldum, buraya, daha önce, oğlum Vaneçka’nın ölümünden sonra gelmiştim ve benim bu kadim ve dini şiirle dolu güzel şehirden etkilenmem önceki gibi yine kuvvetli oldu. Ben bacımla birlikte bütün katedralleri gezdim. Vladimir katedralinde bana Svedomski’nin ‘’Halkın Hristiyanlığı kabul etmesi’’ resmi ise hiç hoş gelmedi; kabadır, hevessiz yapılmış ve ona inanmadım. Dinyeper sahilinde mukaddes Vladimir’in heykelini çok beğeniyorum. O, öne uzattığı elinde haç tutmuştur. Bu defa, Kiev büyük manastırının yeraltı mağaralarına gitmeye cesaret ettim.
          Gitmek isteyen on iki- on beş insan toplandı. Bize eşlik eden büyük rahibin arkasından gidiyordum. Hepimizin elinde, şamdanda yanan mumlar vardı. Eğilerek yürüyorduk. Birden nedense evham yaptım.  ‘Rica ettim, ‘’beni buradan çıkarın, boğulacağım’’
        Koca rahip bana sakince baktı ve dedi: ‘’ İnsanlar burada yıllarca yaşamışlar sen ise 15 dakika yol gitmekten korkuyorsun. Şimdi kilisedir, dua et.’’Mağaralarda, mukaddeslerin, gönüllü şekilde duvara yaptıkları delikleri de gösterdiler. Onlar bu zindanda yaşıyor ve ölüyorlardı. Bu deliklerden ise onlara çörek ve su veriyorlardı… 
       Kasım ayının sonunda Moskova’da beni aşağıdaki sözler korkuttu, dediklerine göre; Lev Nikolayeviç, nedense, kanunsuz götürülen ikonaya rast gelmiş, ikonayı mujiklere vermiş. Bu konuyu muhakeme  edecekler. Genellikle, bu konu çok hayhuya neden olmuştu ve rahatsız ediyordu. Ben, bu konuyu, Lev Nikolayeviç’e mektupla sordum. O böyle cevap verdi: ‘’ Ben ikonaya rast gelerek, onun yanından dolanıp geçtim… Nezaretçiye şöyle dedim, yalana ve putperestliğe alude olmaya gerek görmüyorum… Hangi  güç seni korkutuyor ve bizim neyimize gerek; Petersburgda yahut Kazan’da ne konuşuyorlar?...’’ Lev Nikolayeviç bunu da ilave yazmıştı: ‘’ Bu bizim yaşadığımız asıl… İçimizdeki mutluluğa (mesela,  Yasnaya’ daki bu 2 ½ güne) hiç de mani olamaz.’’
  
                                                                                      1899
          ‘’Dirilme’’ (Diriliş) üzerindeki çalışma hala tamamlanmamıştı. O, tekrar-tekrar eserin üzerinde çalışıyordu. 17 Ocak’ta Butır hapishanesinin nezaretçisini yanına çağırttı. Nezaretçi tutsakların yaşayış şartları ve hayatından çeşitli bilgiler verdi. Lev Nikolayeviç, romanın bütünlüğünü gözetmeden-her vakit acele ederdi- ‘’Niva’’ redaksiyasına İncil’den epigraf gönderdi ve onu romanın, bir kısmına yazılmasını rica etti. Şimdi nereye yazılmasını istediği yadımda değil. Sansür denetimine göre ‘’Dirilme’’ den çok yerlerin çıkarılması beni çok üzüyordu. Gerçi öyle yerler vardı ki, ben de çıkartırdım. ‘’Niva’’ nın redaktörü Marsk, üç nüshanın sürümlerini düzelteceğin  söyledi ama sözünü tutmadı.
‘’Dirilme’’nin tam nüshasına sahip olmak istediğime bakmayarak, ben bu romandaki birçok şeye nedense olumsuz bakıyordum, hem de çok üzülüyordum. Mesela, o priçastiye(cemaat, dini ayin) için şarap ve çöreği doğramak diye adlandırır. İsa’nın çarmığa çekilmesini nedense ‘’İsa, darağacında idam edilmiştir’’ diye yazıyordu; bunlara ve birçok başka şeylere ben kesin itiraz ederdim. Lev Nikolayeviç, bacısı Mariya Nikolayevna’nın da beğenmediği bu sözleri, romandan çıkarmayı arzu etti. Fakat ahmak ve despot, Çertkov,(L.N. Tolstoy’un sekreteri) Lev Nikolayeviç’in arzusuna bakmayarak bu yerleri başka bir baskıda bastırdı.
        Pyotr İliç Çaykovski’nin kardeşi Modest İliç, Maslovgil’de görüşmemizde şöyle demişti; ‘’Lev Nikolayeviç’in, Pyort İliç’e yazdığı bir mektupda, müziğini en güzel sanat kabul ediyor ve ona güzel sanat dünyasında birincilik veriyor’’ Bende buna katılıyorum. Musikide daima arzu için yer kalır. Musiki kendi düşünceni devam ettiriyor, son demiyor. Resimde ve edebi eserde ise her şey açıktır, her şey sona kadar denilmiştir. 
      Biz de tez-tez çeşitli konularda meraklı sohbetler yapardık. Yadımdadır, misafirlerimiz gelmişti, onlarla sohbet vakti Lev Nikolayeviç israrla, ‘’insanın amelleri(işleri, niyetleri) zayıf olsa bile, manevi yönden olgunlaşması (tam olması, bütünleşmesi) mümkündür.’’ Şahsen ben buna katılmıyorum. Yaramaz ve sönük ameller zamanı, manevi hareket olamaz,  bu halde o faaliyetsizdir.
      Mart’ın öncesinde, knyaz Paolo Trubetskoy, Moskova’da Lev Nikolayeviç’in at üzerinde küçük bir heykelini yaptı. Lev Nikolayeviç’in, Tarpan adlı, güzel, minik bir atı vardı. Ama onu zapt edemiyordu. Trubetskoy, başka bir at buldu.
       Sağlam ve zinde olan Lev Nikolayeviç, sabahları çok meşgul olurdu. Onun yazısının özünü aktaracak kimse olmadığından bu işi kendi üzerime aldım, çok yazıyordum. Benim Lev nikolayeviç’in eserlerinin neşri, kitapların satışı ve sınırlı abone ile alakadar işlerime, ailemizin sevimli ve akıllı dostu Nikolay Nikolayeviç Ge(oğul) gayretle yardım ediyordu.
      Lev Nikolayeviç’in at üzerinde heykeli ile beraber Trubetskoy, onun elleri koynunda küçük büstünü de yaptı. Buda Lev nikolayeviç’i, başka heykel portrelerinden daha çok sevindiriyordu.   Trubetskoy’un bu işleri ile alakadar Lev Nikolayeviç her gün at sırtında – Xamovnik’i virajından Myasnitski’ye giderdi.
         P. Trubetskoy, Lev Nikolayeviç’i bir daha, onun evi terk etmesinden az önce 1910 Sonbaharında çirkin bir at üzerinde yapmıştı.
            Ben, Trubetskoy’dan, Lev Nikolayeviç’i hep bindiği Delir(atın ismi) üstünde neden yapmadın diye sordum. Cevap olarak, şimdi Tolstoy’un yaşı ve karakteri için bu çirkin at daha uygundur.
       … Kendimin çok zaman alakasız hatıralarımı, meraksız ve fakir malumatlarımı öyle bir kutuya atıyorum. Lakin onları hayatta olduğu gibi ardıcıl şekilde kayıt ederken ben bu hatıraları kendi hafızamda yeniden yaşıyorum ve bazen kalbimin derinliklerindeki yaraları üste çıkararak ağlıyorsam da, bu bana hoştur.
                                                 KIZIM TAŞANIN TOYU VE ONUN NETİCELERİ
           Tanya’nın toy günü(düğün günü) gittikçe yakınlaşıyordu. Düğün günü 12Kasım’dı sonra 14 üne aldılar. Evde nedense gergin, meyus bir hava hüküm sürüyordu. Öyle derinden bir sıkıntı, dayanılmaz şekilde eziyet veriyordu. Ekim’de, Tanya, Yasnaya Polyana’da son günlerini geçirirken Lev Nikolayeviç kendi Günlük’ine şöyle yazmıştı: ‘’ Yasnaya Polyana’da sadece Tanya son günlerini yaşıyor, yazık. Putperest hayat tarzıdır, her şey ondan ileri gelir…’’
      Tanya çok gamlıydı. Sanki onun, gençlikle bağlı her şeyi tükenmiştir. Otuz beş yaşına gelmiş kızlık hayatı artık ona hiçbir şey vaat etmiyor. Onun gönlüne yeni hayat, muhabbet ve analık düşmüştü..
        Tanya, narin güllerle, başında duvak, dantelli elbiseyle, yeni toy libasıyla nikahlanmak istemedi ve sade boz renkli elbisesini giydi. Ancak o, her halde ikona ile hayır dua vermemi istedi, bunu da ben kardeşim Aleksandr Andreyeviç Bers’le birlikte icra ettim. Tanya, Zubovo’da bizim Znamenye mahalle kilisesinde nikahlandı. Onun, sağdıç, asker kardeşleri, Mihail Sergeyeviç’in ise bacısı çocukları ve Foxt idi. Lev Nikolayeviç ve ben kiliseye gitmedik.  
      Lev Nikolayeviç,Tanya ile vedalaşırken öyle hüngür hüngür ağladı ki, sanki hayatındaki en değerli şeyle vedalaşıyordu. Şiddetli hüngürmekten koca vücudu titriyordu.
        Tanya’ya, hayır dua ederken, Lev Nikolayeviç’in yanında kendimi tutuyordum, lakin Tanya nikah merasimine giderken onun aşağıdaki boş odasına çekildiğimde; beni, dehşetli bir ümitsizlik kapladı: Ben Vaneçka öldüğünde ağladığım gibi ağlamaya başladım. Sanki yüreğim parçalanacaktı. Bütün gün ağladım. Tanya’nın simasında; biz, dostu, ailede yardıma ihtiyacı olan herkesin yardımcısını, teselli ve muhabbete gereği olan herkese, yüreği yanan bir insanı yitirdik.
      Tanya ile vedalaşırken, gözyaşları içerisinde, otuz neş yıllık müşterek hayatımız döneminde bana ettikleri için teşekkürümü bildirdim.
         Kocası Suxotin hakkında bildiğimiz; kibar, gönlü güzel, altı çocuğu olan elli yaşında bir dul kişi olduğuydu. Onun karısı veremden ölmüştü. Ve bütün bunlar saadet vaat etmiyordu.
          20- Kasım’da Lev Nikolayeviç kendi Günlük’üne yazdı: ’’Ben Moskova’dayım, Tanya, her nedense Suxotin’le çıkıp gelmişti. Acınak ve tahkir edilmiş vaziyetteydi. Benim yetmiş yıldır kadınlar hakkında reyim hep aşağı düşüyor, görünen o ki, yine aşağı salmak lazımdır.’’
        Üç yıllık aile hayatından sonra Tanya bana yazdı. ‘’Suxotin’e gitmek kararından bir dakika bile olsun pişmanlık duymadım.’’ Sonra Viyana’dan yazdığı mektupta: ‘’Benim talihim güzel haldedir.’’
     Mixail Sergeyeviç ile yaşadığı on beş yıl içerisinde, o, mutlu görünüyordu.Ve Lev Nikolayeviç kendi güveyinin yanına, Koçetı’ya gidip gelirdi.
        Toydan sonra delikanlılar günün kalan vaktini kendi evinde – Tanya, bizde – Xamovnik ,otağında, Mixail Suxotin ise bacısıgilde geçirdiler. Ertesi gün onlar dışarıya gittiler. Biz hepimiz Tanya’yı ortada tutuyorduk. Ve birbirimizi sıkmamaya, ve ağlamamaya çalışıyorduk.
       Yalnız 15- Kasım da, kahvaltı vakti Lev Nikolayeviç, Tanya’nın oturduğu ve bugün herkesin oturmaya cüret edemeyeceği boş sandalye ve yanındaki kap kaçağa bakıp gözü yaşlı halde boğuk, yürek sızlatan bir sesle dedi:’’Tanya ise gelmeyecek’’
      Koca adamın bu kederi sarsıcı tesir gösterdi.
    Kahvaltıdan sonra Lev Nikolayeviç zarafat gösterirmiş gibi aslında elemle sıkılarak dedi: ‘’Şimdi hepimiz Tanya’nın yanına gidelim’’ Ben yukarıdaki odaya, Lev Nikolayeviç’in yanına giderken, o koca ellerini yalvarıcı tarzda tutup ümitsizlikle ve titrek sesle dedi:’’ Aman Allah! Gör biz onu kime verdik!’’
    Kederli ve ağır günler gelip geçiyordu. Lev Nikolayeviç, gergin bir halde  ‘’Dirilme’’yi yayınlamaya çalışıyordu. Bu nedenle, o, dertlerini unutmak istiyordu. Görünür hiçbir şey onu sevindirmedi. İyi uyuyamıyor ve az yiyordu. Bedeni bu gerginliğe fazla dayanmadı ve 21 Kasım’da gece vakti haddinden fazla karabaşak sıyığı yediği için hastalandı. Karnında ve karaciğerinde 24 saat devam eden ağrılar oldu. Kusmaya başladı. Önce yediklerini sonra öd ve sonunda kan kustu. Bundan sonra nabzı 55 e düştü. Ağrıdan sanki evi başına yıkmıştı. Fakat o doktorları çağırtmak istemiyor ve ona teklif edilen hiçbir şeyi kabul etmiyordu.
                               LEV NİKOLAYEVİÇ WİLHELM HAKKINDA MAKALELERİ: QRİNEVKA 
   4 Aralık’ta ve 16 Aralık’ta, Lev Nikolayeviç, çeşitli makaleler yazdı: Biri Transilvanya muharebesi  hakkında diğeri ‘’ İntihar hakkında’’ Sonra Lev Nikolayeviç iki makale daha yazdı: ‘’İsa’nın vasiyetleri’’ ve ’’İncil’i nasıl okumalı’’
    Transilvanya muharebesine ait makalesinde Lev Nikolayeviç, tanımadığım bir yazara cevap olarak, yazdığı mektupta; Wilhelm’in, özellikle şimdiki devirde -1916- şaşırmış hassasiyetini anlatıyor. Ve ‘’Kitapcık çok zayıftır,  haddinden çok keskindir, imparatorluğun en iğrenç- eğer komik demezsek- temsilcilerinden biri 2. Wilhelm’in iğrenç durumunu gereği kadar dikkate almamıştır.’’
     Lev Nikolayeviç’in 1900 yılında Wilhelm’in kişiliğini tarif etmesi ilginçtir: Kral Humbert’in öldürülmesi ile ilgili yazılmış ‘’Öldürme’’ isimli makalesinde Lev Nikolayeviç, hükümdarları çocukluktan ihata eden muhitin onlara tesir ettiğini söylüyor ve yeri gelmişken Wilhelm hakkında yazıyordu: ‘’  Bir Almanya Wilhelm’inin dediği bir sefahat ve rezil şey yoktur ki, coşkun sedalar ile karşılanmasın ve son derece önemli bir olay gibi bütün dünyanın yayın organları tarafından gündeme getirilmesin. Şimdi görün onun beyninde neler vardır, ne düşünceler vardır. Diyor ki: ‘’ Emrimle, askerler kendi atalarını bile öldürmelidirler. ‘’Ura! Diye bağırırlar. Diyor ki, İncil’i demir yumrukla tatbik etmek lazımdır. Ura!  Diyor ki, Çin’de yakalananlar esir alınmamalı, hepsini kırmalı. Ura! Bağırırlar…’’
     Daha önce 2- Ocak 1896 da, Con Mansona, mektubunda Lev Nikolayeviç’in Wilhelm hakkında şöyle dediğini yazmıştı: ‘’İmparator Wilhelm, zamanımızın en komik simalarından biridir: natig, şair, müzisyen, dramaturg, ressam ve başka! Vatansever olan Wilhelm, bu yakınlarda, bütün Avrupa halklarını ellerinde kılıç tutmuş halde deniz sahilinde durup uzakta oturan Buda ve Konfüçyüs figürlerine bakan yerde, tasvir eden bir resim yapmıştı. Wilhelm’a göre bu; Avrupa halkları oradan gelecek tehlikeye karşı koymak için birleşmelidirler. Ve o, kendisinin 1800 yıl gecikmiş, putperestlik, kabalık, vatanseverlik bakımından tamamıyla haklıdır.’’ demekti.
       Lev Nikolayeviç’in 2. Wilhelm hakkında, I.A.Sergeyenko’nun hatırlattığı bir düşüncesi:’’ Yakınlarda 2. Wilhelm kendine özel, bezekli bir taht sipariş ettirmiş ve demirli üniforma, tarım şalvar, kuşlu şapka giyerek, bunun da üstüne kırmızı gömlek giymiş, çıkıp tahta oturmuştu’’
         Lev Nikolateviç’i özellikle 2. Wilhelm’in her türlü gerçekciliğe ve güzelliğe düşman kesilmiş, daima gözü kül üfüren efektlere ihtiras besleyen zevksiz tabiatını gösterirdi.
         Tolstoy, Alman kayzerini garip bulurdu. ‘’Kayzer, costurulmuş şöhretperestliğini tatmin için, her şeyi yapacak karaktere sahiptir ve o hastalık derecesinde Napoleonçuluğun korkulu alametlerini taşıyor’’ derdi.
        Tolstoy, cehennemin restorasyonu hakkında fantastik efsane üzerine çalışıyordu. Masal da olsa, her halde insan karakterini sembolleştirirken, soygunculuk ihtirasının boyut kazanması, belirlenmesi için Alman figüründen daha uygun form bulamamıştı.
     Bu o kadar önemsenmiyordu, Tolstoy’un, bazı okuyucularında, şaşkınlığa sebep oldu. Sarsıcı zaferler kazanmak ihtirası ile içini yiyen tipik şan-şöhret düşkünü, efsanelerin azametli kahramanı, yarım tanrı inancına usanmaz iddiacı olan bu adam birdenbire soyguncuların başkanına dönüştü. Bu, sanatkârın maharetle yarattığı imgelerin, aşırı karikatür çizgilerle aslını değiştirmesi değil mi?
     Açıklıkla görüldü ki, sanatkarın, önceden, peygamberane haber vermesi imiş.
                                                                                        
                                                                                       1900

       11- Ocak’ta, yakından tanıdığım qrafinya E.A.Kapnist’den mektup aldım. Bu mektupta yurtsuz çocuklar için yetimhane yaptığı binaya kayyum olmaya karar verdiğim için sevincini belirtmiş. Mektubunda: ‘’Allah’a dua ediyorum bu mukaddes iş, sizin kalbinize, ona evvelden sarf ettiğiniz muhabbet kadar sevinç getirsin.’’
   Yetimhaneye yardım olarak çeşitli yardımlar – Hübner tarafından 130 arşın basma Hovard’dan kağıt, Popov’dan nohut, bibela kitaplar vs. gönderildi. Hamamlar teşkil edildi.
      Klasik kadın gimnaziyasının bayan müdürü S.N. Fişer, karşılıksız çalışarak ilahiyat dersleri öğretmenliği yapmıştı ve nedense şöyle yazmıştı: ‘’Bu yeni mucizelerden birisiydi’’ Qrafinya Kapnist önceden kendi yetimhanesini A.N.Unkovskaya’ya vermişti, ama onların ikisi de hasta olduklarından faaliyetlerini devam ettiremediler. Moskova’da düşündüğüm hiçbir iş olmadığından, bana tamamıyla yabancı olan işi üzerime alma kararı verdim ama çok korkuyordum, çünkü kendi faaliyetlerimi güzel yapıp yapamayacağımı bilmiyordum.
       Yetimhanelerin müdürü, kynaz Petroviç Trubetskoy’un evinde, toplanma kararı alınmıştı. Bu toplantıda yetimhanenin gelir ve gider işleri müzakere olundu.
      Nasıl olduysa, koca, mehriban, kynaz Trubetskoy’la fikirlerim uyuşuyordu. Güzel olan ise önceki toplantılardan birinde beni ortak kararla müdüre seçmişlerdi ve knyaginya Urusovan’ı (kızlık ailesi Lavrova) bana yardımcı tayin ettiler. Bir defa, o, şöyle fikir belirtti; ‘’yetimhanede çamaşır yıkayan kızları eğitmek lazım, bizlerin onlara büyük ihtiyacı var.’’
        Yetimhanede kızlar, on üç yaşına kadar kalabilirler sonra biz onları uygun olan yerlere yerleştirirdik. 
         Ben itiraf ettim: ‘’Her halde, knyaginya, biz bir kayyum gibi kendi rahatlığımız hakkında değil, bize emanet olunan çocukların iyiliği hakkında düşünmeliyiz’’ dedim.
        Knyaz, koltuktan kalkıp dedi: ‘’ Ben qrafinya ile (yani benimle) aynı düşünüyorum’’
      Ben çocukları hep severim ve yetimhane işlerine hızla giriştim. Üyeler kayıt ettim. Tüccar Morozov,  benim Lev Nikolayeviç’in karısı olup olmadığımı soruşturmuş, olumlu cevap alınca beş manat üyelik aidatı karşılığında elli manat göndermişti. 
        Ben yetimhaneye, merhum Vaneçka’nın, iki bin manatını bağışladım. İnek aldım. Oğlanlara otuz şapka dokudum. Çocuklara oyuncak, portakal getirirdim. Bir akşam, çocukların yatacağı zaman getirdiğim portakal ve oyuncakları dağıttım, neşeye sebep oldu. Yetimhanede beni devreye alan bir grup çocuğun katılımı ile yapılan konserin afişi şimdi bile duruyor.
       Bir defa bizim yetimhane balkonuna sadece üzerindeki don ile çıkarak yaramazlık eden bir oğlan getirdiler. Onun babası ayyaştı, anası da ölmüştü. Bu oğlan çok hoş şahsiyet ve akıllı çıktı. Bir defa da üç çocuk getirdiler: çok akıllı iki oğlan ve şirin bir kız. Büyük oğlan sadece ve çok vakit kuru çörek kırıntılarını yiyordu ve kardeşi ile kız kardeşine de yediriyordu. Yetimhanede, aklınca ve davranışlarıyla diğer oğlanlar arasında kendini kanıtladı ve sevdirdi. Dersi çok güzel okuyordu, sonraları biz onu sabah mektebine verdik. Devamında küçük oğlan bir çeşit vahşi hayvancağızı hatırlatıyordu. O, kendi ihtiyaçlarını temizlikle gideremiyordu. Ama bizim yetimhanenin öğretmeni azimle onu terbiye etti.
     Biz de, büyük oğlanlara, yazıp okumaktan başka, uzunboğaz( geleneksel Azeri giysisi)  kesip biçmeyi,  sökük dikmeyi, kızlara ise, dokumayı, dikmeyi ve çörek pişirmeyi öğretiyorduk.
       Perhiz zamanı (dini bir gün) ben çocuklar ve bütün hizmetçilerle birlikte yetimhanede perhiz saklıyordum. Yetimhaneler, yardımda bulunanların paralarıyla devam ediyordu. Bu yardımların kesilme ihtimali korkusu nedeniyle para bulmak için değişik usullere başvuruyorduk.
          Ben, yetimhanenin yararına müzikli eğlence gecesi yapmaya karar verdim. Çok uğraşmak gerekiyordu. Her vakit Moskova’da, güzel müzik icra eden, kendi orkestrası olan Litvinov adlı birisi vardı. O, Arenskin’in, Puşkin’in sözlerine yazılmış ’’ Bağçesaray fontanı’’ eserini gösterime koydu. Arenskin’in özel olarak Puşkin bayramlarına bestelediği bu müzikli poema(manzume) çok güzeldir. Sonra M.A. Staxoviç, Lev Nikolayeviç’in konser için bana verdiği ‘’Kim haklıdır?’’ eserinden küçük bir parçayı çok güzel okudu. Verjbiloviç geldi ve violonselde Bach’ın aryasını ve başka eserleri çaldı.
       Bütün konser bezekli, zadegan bayramı karakteri taşıyordu. Sanatçıların hepsi büyük cemiyettendi. Üzerinde gül ile dolu sepetler koyulmuş bir masanın arkasında, bezekli elbise giymiş iki yahut üç kibar hanım duruyordu.
           Ben kendim, yeni yardımcım A.A. Qoryainova ve konserin kadın sanatçıları –  bezekli, dantelli elbiseler içindeydik. Hanımlar üzerinde yetimhanenin bütün çocuklarının benimle ve bütün hizmetçilerle resmi olan afişleri satıyordular.
          Benim için baş ağrısı çok, elde ettiğimiz meblağ ise azdı: toplam 1500 manat. Bu akşamda okunacak parçayı sansür kuruluna takdim etmek, konsere izin almak için büyük knyazın yanına gitmek gerekti. Lev Nikolayeviç’le alakadar gürültülü alkışlardan ötürü; tedbir olarak, polis komiseri Trepor, beni sorguya çekti; eğer bağırma ve çapkınlık olsa ben izleyenleri sakinleştirmeye yardım edebilir miyim? Bu bana gülünç geldi. Sonunda bana yamaklık ettiler ve bu sebepten para geliri çok düşük oldu. Elbiselerini değiştirmiş polisler, girişe oturdular. Gelenlere de ‘’Siz konsere mi gidiyordunuz? Bir tane bile bilet kalmamıştır hepsi satıldı içeri girmeye çalışmayın’’ dediler. Bunun sonucu bütün pahalı yerler ve localar doluydu. Sütunların arkası ve ucuz yerler boş kalmıştı.
      Ben, 1901 yılında, hasta kocamla Kırım’a gidecektim,  yetimhane problemlerini yardımcım A.A.Qoryainova’ya söyledim. Ben yetimhaneye lazım olan her şeyi – elbiseler, yemek, ders malzemeleri vs temin ettim. Bizim yeni denetçimiz Butenev’den mektup aldım.  Bu mektupta şöyle yazmıştı, ya kendi işini yapacaksın ya da istifa edeceksin. Ben parasız kayyumluk ediyordum, yetimhaneye her ne lazımsa getirilmişti, benim muavinimde oradaydı, bana karşı böyle kötü muameleyi beklemiyordum. Ben derhal istifa etmek istiyordum. Bu konuyu kocama yazdım ve her şeyi azize qrafinya Kapnist’e haber verdim. Beni dinledikten sonra, o, çok üzüldü, hatta ağladı. O, ‘’Sekiz yıl  var ki, ben sizi kayyum gibi arzuluyordum ve size neden böyle hakaret ediyorlar!’’
      Butenev, sonra ayıldı ve bana yazdığı mektupta, önümde diz çöküp bağışlanmayı rica etti. Benden sonra çok kayyum değişti ve nihayet yetimhaneyi şehir idaresine verdiler…
       …Her sonbahar ‘’ Hep hayat için’’ gazetesinin, redaktörü Posse artık meşhur olmuş genç yazar, Maksim Gorki’yi yanımıza getirdi. O, gezintiden dönerken Lev Nikolayeviç’le eve yaklaştıklarında birlikte resimlerini çektim. Gorki, bu resmi benden aldıktan sonra,  12 Ekim’de bunun hakkında bana yazdı. Mektupta, iyi dileklerini belirtmiş, teşekkür etmişti
      … 20- Kasım da misafirler geldi, birisi Fransızca konuşuyordu ve Java adasındandı, diğeri İngilizce konuşuyordu ve Ümit burnundandı. Diyorlardı ki, Java’nın başşehrinde artık elektrik, opera, yüksek okullar var, eyaletler ise medeniyetten tamamıyla uzaktır – hatta insan yiyenlere ve asıl putperestlere de rast gelebilirsiniz.
      Bir Malezya’lı, Lev Nikolayeviç’in, felsefi eserlerini okumuş, onunla tanış olmak ve sohbet etmek için Rusya’ya gelmişti.
                                                                                        
                                                                                          1901

       …Lev Nikolayeviç’in olmadığı bir zaman, gazetelere bakarken, Lev Nikolayeviç’in, kiliseden uzaklaştırıldığını okudum. Sinodun(dini üst kurul) bu hareketinden öyle azap, hiddet hissettim ki, derhal Pobedonostsev’a mektup yazdım. Sabahı metropolitlerin de kararı imzaladığını düşünerek aynı mektubu onlara da gönderdim. Lev Nikolayeviç’in kiliseden uzaklaştırılmasında Pobedonostsev’in da imzasının olması beni özellikle şaşırttı. 1900 yılında qrafinya A.A. Tolstoy ile sohbetinde Pobedonostsev, şöyle bir fikir söylemişti; Lev Nikolayeviç’i, kilise töreninden mahrum etmek olmaz. Çünkü ölümüne iki dakika kalmış olan insanın kalbinde neler olduğunu kimse bilemez. Bu ‘’Diriliş’’ romanındaki ibadetin tasviri ve kiliseden uzaklaştırma şeyleri ile alakadar değildi.
      Lev Nikolayeviç -24- Şubat- veya 25 -  gezintiden döndüğünde, Pobedonostsev’e yazılmış mektup postaya verilmişti.  Ona mektubun karalamasını okudum, o, gülümsedi ve dedi: ‘’Bu mesele konusunda o kadar kitap yazıldı ki, onlar bu eve sığmaz, sen ise onlara kendi mektubunla ders vermek istiyorsun’’
      Benim, bu mektubum, kısa zamanda dünyayı dolaştı. Onu bütün dillere tercüme ettiler. Benim hareketim hakkında değişik şeyler yazıyorlardı. Şıklığımı yorumluyorlardı.Sinod ve ruhaniler seslerini kesmişlerdi. Bu mesele ile ilgili en akıllı makale metropolit Antonini’ye aitti. Diyorlardı ki, o, uzaklaştırmanın aleyhindeymiş. Sonra Lev Nikolayeviç de kendisi ‘’Sinoda cevap’’ını yazdı. Ama bu cevap kocasını müdafaa eden kadının –benim -  hareketim gibi ses getirmedi. Sonralar biz Kırım’da yaşarken Koreiz ziraathanesinin hanım müdürü bana söyledi: Senin, ruhanilere mektubunu, halk, hatta başka halklardan olanlar bile günlerle okuyor, özünü aktarıyorlar ve yorumluyorlar. Bu mektubu takdim ediyorum:
     ‘’Geçenlerde gazetelerde kocam, graf Lev Nikolayeviç Tolstoy’un kiliseden uzaklaştırıldığı hakkındaki sinodun gaddar haberini okudum ve kilise keşişlerinin imzaları arasında sizin de imzanızı görünce buna kayıtsız kalamadım. Benim güçsüz hiddetimin sınırı yoktur. Ve buna göre kocam bu kağıttan manen helak olacaktır.  Bu, insanların değil, Allah’ın işidir. İnsan ruhunun hayatı, dini açıdan bakıldığında tanrıdan başka kimseye malum değil ve hoşsohbetlikte, herkesten farklı değil. Ama benim mensup olduğum ve hiçbir zaman yüz çevirmeyeceğim, İsa tarafından, Allah’ın adı ile insan hayatının bütün önemli makamlarına -doğuşlara, nikâhlara, ölümlere, keder ve sevinçlere - hayır dua vermek için kurulan; bütün günahları bağışlama kanununu, bütün düşmanlara hatta bizi, gözü götürmeyenlere muhabbeti, yüce törenle bildirmeyi, hepsi için dua okumayı yapan kilisenin bu kararı, benim için akıl almaz bir şeydir. Sinodun böyle bir kararı onaylaması hatadır. Bu tutum insanlarda rağbet değil hiddet, Lev Nikolayeviç’e karşı ise büyük muhabbet ve ona karşı yönelme doğuracaktır. Biz böyle izlenimler görüyoruz ve bütün dünyadan gelen bu izlenimlerin sonu olmayacaktır.
        Duyduğuma göre Lev Nikolayeviç öldüğünde, onun için kilisede ölü duası okunmaması için karar vermişler. Kimi cezalandırmak istiyorlar?
    Ölmüş, artık hiçbir şey hissetmeyen adamı veya benim ve ona yakın insanları mı? Yani ben kocamın üstünde ve kilisede onun için dua okumaya; asıl Allah’a muhabbet karşısında, insanlardan korkmayarak vicdanlı bir keşiş yahut bu maksat için çok parayla getireceğim vicdansız bir keşiş bulamayacağım!
        Ama bu bana hiç lazım değil. Kilise benim için soyut anlayıştır ve ben ancak ona ibadet edenleri kabul ederim ki; onlar, gerçekten kilisenin manasını anlarlar. Eğer kendi kinleri ile yüce kanunu – İsa’nın muhabbetini bozmaya cüret eden insanları kilise olarak görseydik, o an biz hepimiz- hakiki müminler ve kiliseye gelen insanlar ondan çoktan çıkıp giderdik.
       Ve kiliseden uzaklaşmaların suçu, yanılmış insanlar değil, kendilerini gururla, kilisenin başı ilan etmiş şahıslardır. Onlar; kiliseden hariçte olan, yumuşak başlı, hayat nimetlerinden el çekmiş, insanlara muhabbet ve yardım duygusuyla yaşayan bedenlerin, ruhani cellatları olmuştur. Halbuki, Allah, bu insanları; pırlantadan parlayan elbiseler giyen ve yıldızlar takan; lakin cezalandıran ve kiliseden kovan keşişlerden daha çabuk bağışlayacak.
      Benim sözlerimi riyakar delillerle tekzip etmek kolaydır. Fakat hakikatin ve insanların asıl niyetleri zamanla anlaşılır. 
                                                                                                                 Qrafinya Sofya Tolstoy
                                                                                                         Moskova Xamovnik döngesi, 21
                                                                                                                     26 Şubat 1901
           5- Eylül’de biz Yasnaya Polyana’dan Kırım’a yola çıktık.
         Dinlenmek, Lev Nikolayeviç’e yulaf aşı pişirmek ve kahvaltı etmek için Sivastopul’da durduk. Lev Nikolayeviç, savaş sırasında Sivastopul’da geçirdiği zamanların hatıralarını canlandırmak maksadıyla şehri gezip dolaşmayı çok istiyordu. Yetmiş üç yaşındaki bir adamın kırk beş yıl önce yaşadıkları önemliydi. ‘’Burası sargı mıntıkasıydı, burada savaş başlamıştı, burada filan kişi yaşamıştır’’ vs. Bütün bu hatıralar Lev Nikolayeviç’i çok heyecanlandırdı.
       Sivastopul’dan Qaspra’ya faytonla gidiyorduk ve yol manzaraları bizi mutlu ediyordu. Ben Kırım’da pek bulunmamıştım. Rusya’nın güneyini bilmiyordum. Her şey benim için güzeldi. 
    
  
     
 

 
      
      
           

     
      -

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Son Durak - Tolstoy'un Son Yılı,,- tam metin, sesli okunuşunu YouTube' tan dinleyenilirsimiz-

BİR İZDİVACIN ROMANI Lev Nikolayeviç TOLSTOY Osmanlıcadan Latinize Eden Alaettin Coşkun İZMİR (Tam Metin) 2018Bir İki SözYalnız Rusya'nın değil bütün cihan insaniyetinin en büyük edip filozofu olan ''Tolstoy'' un sevk-i tesadüfle elime geçen psikolojik bir hikâyesini 1319'da Rus-Japon Harbi esnasında ''Bir İzdivacın Romanı'' unvanıyla Fransızcadan tercüme etmiştim. Hikmetli edebiyatçının ruhi hislerden bahseden romanlarında da ne derin, ne şayan-ı hayret bir tasvir ve tahlil gücü mevcud bulunduğu bu hikâyeden tamamen anlaşılabilir. Şimdi içinde bulunduğumuz şu nazik ve çok ihtiyaçlı yenilik devrinin ince, hissi, âşıkane eserlerden ziyade ciddi, sosyal, fikri, edebi eserlere muhtaç bulunduğunu idrak etmeyenlerden değilim… Fakat vaktiyle tercüme için harcadığım emeğin heba olmasına gönlümün bir türlü razı olmaması ve aynı zamanda eserin Tolstoy gibi bir düşünür aklın hislerinin ürünü bulunması basım ve yayım etmekliğime sebebiyet vermiştir.Tolstoy'un ve diğer büyük Avrupa edebiyatçı ve düşünürlerinin milleti, gençleri aydınlatacak büyük teliflerinin dilimize nakliyle cidden fakir olan irfan kütüphanemizin zenginleştirilmesi hususu ise gerçekten muktedir ve üstad mütercimlerimize ait bir sosyal vazifedir.12 Eylül 1326 Raif Necdet Bir İzdivacın Romanı-Lein Tolstoy- Annem sonbaharda vefat etmişti… Bu sene kışı köydeki yazlığımızda geçirmek için yapyalnız kalmıştık… Derin bir ümitsizlik ve matem içinde bulunuyorduk… Sevgili annemin veda etmesiyle artık yanımda -pek sevdiğim- iki vücut kalmış oluyordu: Katya, Sotya… Katya bakıcımız idi… O bizi şefkatli bir sütanne gibi eğitmiş ve terbiye etmişti. Geçmiş hatıralarım; küçüklüğümden beri bütün kalbimle sevdiğim bu bakıcımı ailemizin vefakâr bir dostu sıfatıyla hürmet gözümün önünde tekrar canlandırıyor… Sotya da küçük kız kardeşim idi. Of… O sene '' Pokrovsko''daki yazlığımızda ne kadar karanlık ve soğuk, ne kadar ümitsiz ve sıkıntılı olan bir kış geçirdik! Kar öyle bir çoklukla yağıyordu ki hiddet ve şiddetle esen rüzgârın yığdığı kümeler birer mini beyaz dağ şeklinde pencerelerimizin yüksekliğini geçiyor, kar etkisi ve soğukla donan camlar saydam bir levha halini alıyordu. Bütün bir kış müddetini uzlet ve inziva köşesinde geçirdik… Bir defa bile dışarıya çıkmadık… Sanki hayatla bağlantı ve temasımız kesilmişti… Pek uzun aralıklarla bizi ziyarete gelen dostlarımız ise derin bir ümitsizlik ve sıkıntı altında bulunan evimize hayat ve neşe serpemiyorlardı… Gayet hafif ve çekingen seslerle konuşan misafirlerimizin hüzünlü yüzlerinde sanki birisini uyandırmak ihtimali korkusundan sebep bir tereddüd ve endişe rengi hissediliyordu… Bunların hiç güldükleri görülmezdi. Bilakis, bana bakmakla üzüntüyü anlamayı başaramayan bütün bu misafirler küçük kardeşim Sotya'yı görür görmez hemen gözyaşlarının akmasına izin verirlerdi. Annemin odası kapalıydı… Odama girmek için burdan geçtiğim zaman -bu ıssız, bu soğuk odada geçen şeyleri bizzat görmek maksadıyla- kapıyı açmak için korku hissiyle karışık karşı konmaz bir arzuya kapılırdım. Ben o vakit on yedi yaşındaydım… Annem vefatından önce bu kışı şehirde geçireceğimizi kararlaştırmıştı… Beni şehrin gürültülü hayatına alıştıracak, en kibar kadın toplanma yerlerine götürecekti… Annemin ölümünü hatırlamam beni aşırı derecede etkiliyor ve üzüyordu… Bununla beraber bütün bu üzüntüler ve acılar arasında genç ve güzel olduğumu – güzelliğimi herkes dillendirdiği için bundan emindim – buna rağmen köyde bütün bir kışı rahatsız edici bir katı yalnızlık içinde geçirmeye mecbur kaldığımı derin bir bıkkınlık ile düşünmeyi de unutmuyordum. Daha şimdiden bu yalnızlık köşesi benim için tahammülsüz olmaya başlamıştı. Can sıkıntısı beni tahrib ediyordu. Ne odamdan çıkmaya muvaffak oluyor, ne piyano çalıyor, ne de kitap okuyabiliyordum… Bakıcım Katya ile eğlenmemi, sürekli ve tatlı meşguliyetlerle vakit geçirmemi istiyor, bu konuda beni teşvik ve tergipten geri kalmıyordu. Bakıcımın zorlamalarına karşı bir gün kendisine kesin bir şekilde cevap verdim; << Hiçbir şey yapmaya gücüm yok! >> Bundan sonra kalbimin derinliklerinde bir soru titredi: - Hayatta benim için artık neyin önemi olabilir? Bundan sonra okumanın, müziğin, nakşın ne önemi var? Gençlik hayatımın en güzide seneleri böyle sıkıcı bir uzlet dairesi içinde yok ve perişan olduktan sonra… Yaşamak için insanın kuvvet ve cesaretini kıran bu soruya karşı ancak bir cevap bulabilirdim: gözyaşları… Benim için diyorlar ki: zayıflıyormuşum, değişiyormuşum… Fakat bence bunların ne önemi var? Artık kimin hoşuna gideceğim? Bana öyle geliyordu ki bütün hayatım bir katı inziva içinde sönüp mahvolacak… Usandırıcı bir can sıkıntısına bağlı bu uzlet hayatından, bu his durgunluğundan kurtulmak, silkinmek için kendimde naçiz bir kuvvet ve metanet bile hissedemiyorum… Kışın sonuna doğru sağlığımdan endişeli olmaya başlayan Katya, her türlü ihtimal ve engellere rağmen yabancı şehirlere seyahat etmemi ısrarla tavsiye etti… Fakat bu seyahati yapabilmek için paraya muhtaç idik. Annemin servet namına bir şey bırakıp bırakmadığını bilmiyorduk. Her gün vasimizin ulaşmasını bekliyorduk. O gelecek ve bütün işlerimizi düzenleyecekti. En sonunda martta geldi. Büyük bir hayat boşluğu içinde, duygusuz ve düşüncesiz, başıboş ve tembel, bir heyula gibi odadan odaya dolaştığım bir gün Katya aşırı sevinçle bana bağırıyordu: - Müjde… Müjde… Çok şükür… Mikaloviç gelmiş. Hal-i hazır durumumuza dair bilgi taleb eylemiş ve akşam yemeğini bizimle beraber yiyeceğine dair haber göndermiş. Haydi, göreyim seni… Benim sevgili "maşa"cığım! Kendini topla. Bakalım o senin için ne fikirde bulunacak. Bizi ne kadar sevdiğini bilirsin pekâlâ… Mikaloviç bizim akrabamızdan ve ölü babamın – sence aralarında pek büyük bir fark olduğu halde – en samimi dostlarından idi. Mikaloviç'in ulaşım haberi beni çok memnun etmişti. Bu memnuniyet hissi kendisinin ulaşmasıyla işlerimizin yoluna konulacağından ve seyahat hayallerimizin bu şekilde kuvveden fiile çıkacağından dolayı olmayıp belki küçüklükten beri kendisi hakkında beslediğim hürmet ve muhabbetten dolayıydı. Katya üzerimden gevşeklik ve tembelliği silkmek için sürekli bana nasihatler veriyor, tanıdığımız insanlar içinde Mikaloviç kadar özellikli ve hürmete şayan bir adamın bulunmadığına beni temin eyliyor, kendisine karşı kayıtsız kalmamaklığımı özel bir önemle tembih ediyordu. Evimizin içinde Katya ve Sotya'dan uşağa varıncaya kadar herkes hakkında bir muhabbet beslerim. Fakat validemin vaktiyle söyleyip de şimdi güçlü etkisi kalbimden silinmeyen bir sözü, Mikaloviç hakkında hissettiğim muhabbete ayrıcalıklı bir özel çekicilik bahşediyordu. Bir gün annem demişti ki: - Maşa, sana Mikaloviç gibi bir eş bulmak isterim. Annemin bu sözü o vakit bana pek garip ve hatta nahoş görünmüştü. Benim eş hayalim büsbütün başka idi. Ben hayalimde ölçülü ve hoş bir endam, narin ve zarif bir vücuda, hüzünlü ve sevdalı bakışlara sahip genç bir eş tasavvur ederdim. Mikaloviç ise bilakis… Bir defa genç değil. Gençlerin en güzide, en canlı, en gösterişli, en coşkun özel dönemini aşmış. Tam anlamıyla kuvvetli ve sağlam vücutlu bir erkek… Eğer zannımda aldanmıyorsam şen ve neşeli bir varlık… Bununla beraber annemin arzusu hayalimi tahrik etmekten boş durmuyordu. Ve şimdi: Altı sene önce, ancak on iki yaşında bulunduğum bir zamanda bana << Benim mini mini menekşeciğim >> diye hitap eden Mikaloviç ile oynarken kendisine ansızın beni eşliğe seçme fikri geldiği anda ne hale düşeceğimi gayet heyecanla kendi kendime sorduğum zamanları, o çocukluğun o mutlu dakikalarını düşünmekten kendimi alıkoyamıyordum. Mikaloviç yemek zamanından biraz öncece gelmişti. Katya her günkü yemek listesine salçalı enginar ile kaymaklı tatlı ilave etmişti. Pencerede Mikaloviç'in kızağını görünceye kadar bekledim. Kızak ön köşesini döner dönmez hemen salona indim. Onu beklediğimi kendisine sezdirmeme kararlılığındaydım. Bununla beraber misafir odasında Mikaloviç'in ayak sesini, tınan sedasını ve kendisini karşılamaya giden Katya'nın aşırı sevinçten doğan coşkulu sesini işittiğim zaman artık salonda duramayarak Mikaloviç'in bulunduğu odaya doğru koştum. Vasimiz bakıcının elini tutuyor ve yüksek sesle güler yüzle konuşuyordu. Benim içeriye girdiğimi görür görmez hemen başka bir duruma geçti. Aşinalık etmeksizin bir müddet bana baktı. Ben bu bakışların ağırlığı altında ezildim. Ve bilinmez nasıl bir hissin sevkiyle kızardım. Mikaloviç kendisine has sade ve doğal bir hal ile: - Nasıl ya Rabb! Olur mu ki bu, siz olasınız… Dedi… Ve şaşkın bir tavırla kollarını açarak bana yaklaştı: - Nasıl? Mümkün mü bu kadar değişesiniz… Ne kadar büyüdünüz, maşallah! Artık siz mini mini bir menekşe değil tamamıyla açılmış bir gülsünüz. Bu esnada elimi geniş avucunun içine alarak güzel fakat öyle şiddetli fakat öyle kuvvetli bir sıkıştırdı ki az kaldı bağıracaktım. Ben elimi öpecek zannıyla kendisine doğru meyletmiştim. Fakat o, sabit ve mutlu bakışlarıyla sanki göz pınarlarımı kucaklamak isteyerek – bir ikinci defa daha – elimi sıkmakla yetindi. Mikaloviç'i on seneden beri görmemiştim. Bu müddet zarfında pek çok değişmiş, yaşlanmış ve rengi esmerleşmişti. Bıraktığı favori tarzındaki çatal sakal ise kendisine hiç yakışmamıştı. Bununla birlikte sade ve kibar tavrını, simasının daima ifade ettiği saflık ve temizlik manasını, çizgileri ve alnından beliren samimiyet ve zarafet nüktesini, bakışlarındaki parlaklık ve baygınlığı, tebessümlerindeki ancak çocuklara özel sıcaklığı korumuştu. O beş dakika içinde gösterdiği samimiyet ile yapmacıklı bir dost olmak sıfatından sıyrılarak ailemiz üyelerine katılmış gibiydi. Hatta onu tekrar görmekten doğan büyük bir sevinçle hizmetine koşturan hizmetçilerimiz bile aynı fikirdeydi. Mikaloviç annemin vefatından sonra bizi ziyarete gelen ve ziyaret sürelerini derin, ölümü hatırlatan bir sıkıcı sessizlik veya acılı bir taşkın ağlamayla doldurarak güya bu şekilde vicdani vazifelerini yerine getirmiş olan dostlarımızın tamamen aksine olarak hareket ediyordu. Daima şevk ve neşe eseri gösteriyor, annemizin vefatına ait hiçbir hüzün ve etkilenme işareti ima etmemek istiyordu. Şu hal öncelikle bana çok garip ve ilgisiz göründü. Daha doğrusunu söylemek gerekirse en yakın akrabamızdan olan bir zatın şu lakayd tavrı beni gücenik bile etti. Fakat sonra anladım ki bu suskunluk ve dikkatli davranma eseri lakaytlıktan değil annemin hatırasına hürmetten dolayıdır. Ve bundan dolayı da annem adına, kendisi hakkında derin bir minnettarlık hissi ile hislendim. Akşamleyin Katya sofrada benim ile kardeşimin arasına – annem hayatta iken de Katya sofrada aynı yeri işgal ederdi – oturarak çayı koydu. İhtiyar hizmetçimiz Krakuvar ölü babamın eski bir piposunu bularak getirdi. Mikaloviç pipo dudaklarının arasında eskiden yaptığı gibi odanın içinde gezinmeye başladı. Birden bire duraksayarak dedi ki: - Bu evin geçirdiği müthiş olayları düşündüğüm zaman… Katya semaver kapağını kapayarak ve boşanmaya hazır gözlerinin hüzünlü ve üzüntülü nazarlarıyla Mikaloviç'e bakarak, bir derin ah ile: - Evet, dedi. Bu sırada Mikaloviç bana sözünü yönlendirdi: - Pederinizi hatırlayabiliyor musunuz? - Hayal meyal… Mikaloviç bu cevabım üzerine güçsüz bir seda, düşünceli ve hüzünlü bir yüz ile: - Pederiniz hayatta olsaydı, dedi onunla ne kadar mesud olacaktınız, bilseniz… Pederinizi ben çok severdim. Bu sözleri söylerken sesi gittikçe titreyerek yavaşlanıyor, gözleri artarak parlıyordu. Bu sırada Katya söze karıştı: - Cenab-ı Hakk kendisini annesinden de mahrum bıraktı. Dedi ve şiddetle cebinden mendilini çıkararak ağlamaya başladı. Mikaloviç yüzünü çevirerek ruhi üzüntü ve acısını gizlemeye çalışarak: - Evet, dedi, bu evin müthiş felaketler gördü. Fakat biraz sonra kardeşime: - Satya, bana oyuncaklarını gösterir misin? Dedi ve Sotya'yı alıp salona gitti. Gözlerim yaş ile doldu, Katya'ya bakıyordum. Bakıcım Mikaloviç için: - Oh! Bu misli bulunmaz bir dost, diyordu. Ve gerçekte benim için yabancı olmaktan başka bir özelliği olmaması lazım gelen bu adamın hakkımızda gösterdiği samimiyet eserleri o kadar derin, o kadar sıcak idi ki kalbimde ılık, okşayıcı bir rüzgârın latif esintisi ve bu mest eden esintinin etkisiyle ruhuma zail olmaz bir saadetin gönül alıcı çisentileri serpildiğini hisseder gibi oluyordum. Şimdi salondan kardeşim Sotya'nın şen ve neşeli kahkahaları ile Mikaloviç'in gülüşünü işitiyorduk. Kendisine bir bardak çay gönderdim. Ve biraz sonra Mikaloviç'in piyanoya oturarak Sotya'nın mini mini parmaklarını beyaz dişler üzerinde hafif darbelerle gezdirterek eğlendirdiğini anladım. Birden: - Mary Alexandrovna… Gel bize bir şey çal, diye bağırdı. Gayet dostane olan şu hitab ve davet tarzı beni çokça hoşnut etti. Hemen kalkıp yanına gittim; Beethoven nota defterini açarak ve Kasyana Fantazya sunatını göstererek: - Bana şunu çalınız, dedi. Ve elinde çay bardağı olduğu halde salonun bir köşesine çekilerek ilave etti: - Bakalım şu aheste ve inleyen parçayı nasıl çalacaksınız. Bilmem nasıl bir hissin sevkiyledir ki böyle samimi bir zatın arzusuna karşı mazeret beyanı etmenin… Şu saf ve iyi yürekli adama resmi bir şekilde davranmanın… İyi bir piyanist olduğumu fırsat bularak çalmaktan imtina göstermenin uygun ve hatta mümkün olmayacağını anladım. Anladım da uysal bir tavırla piyanoya oturarak – mümkün olduğu kadar iyi – çalmağa başladım. Bununla beraber piyanodaki maharet seviyeme ait vereceği hükmün lehimde olacağına şüphe ediyordum. Zira Mikaloviç'in müzik sanatına perestiş ettiğini ve bu harika sanatın tüm incelik ve anlaşılması zor bilgilerine, sır ve gizliliklerine vakıf olduğunu biliyordum. Çaldığım sonatın musiki ahengi tefekkür ve duygularıma uygun idi. Bana pek fena çalmadım gibi geliyordu. Raksan ve tarab-engiz bir hava çalmak istediğim zaman Mikaloviç engel oldu: - Hayır, dedi, canlı ve tarab-engiz havaları iyi çalamayacaksınız. Bırakınız onları. Demin çaldığınız aheste ve inleyen parçada gerçekten başarılı oldunuz. Müziğin ruhunu anlamışsınız. Tebrik ederim… Bu tutarlı övgü ve sitayiş öyle hoşlandırdı ve büyüledi ki kıpkırmızı oldum. Mikaloviç'i babamın en samimi dostu ve hemfikri sıfatıyla görmek ve onunla baş başa, çocukluk zamanımda ettiği çocukça muamelelere, şakalara karşı şimdi ciddi ve vakarlı konuşmak benim için pek yeni ve güzel bir şey oldu. Katya, yatağına yatırmak için Sonya'yı alıp salondan çıkmıştı. Şimdi ben onunla yapyalnız kalmıştım. Bana pederimden bahsediyor, kendisiyle nasıl tanıştığını anlatıyor, ben oyuncaklarla meşgul olacak derecede küçük iken evimizin nasıl bir saadet ve mutluluk yuvası olduğunu izah ediyordu. Ben bütün bunları dinleyerek babamın latif ve muhterem hayalini görüyor ve büsbütün yeni bir hayat yaşıyor gibi oluyordum. İlk defa olmak üzere Mikaloviç'i cana yakın, sade ve iyi yürekli bir adam olmak üzere görüyordum. En fazla sevdiğim şeylere ve kitaplarıma ait sorular soruyor, duygularımın dünyasına uygun bir şekilde bana nasihatler veriyordu. Artık o, benim için şen sevinçli bir arkadaş, benimle şakalaşan ve bana oyuncaklar vererek beni memnun etmeye çalışan şakacı değil belki kendisi için kalbimin derinliklerinde istemeyerek derin ve sıcak bir hürmet ve iyi hislerle bağlandığım sevgili ve ciddi bir adamdı. Kendisiyle konuştuğum esnada pek mutluydum. Fakat aynı zamanda da zihnen pek meşgul bulunuyordum. Söyleyeceğim her sözün oluşturacağı etkiden korkuyordum. En aziz bir dostunun kızı olmak sebebiyle Mikaloviç'ten kazandığım muhabbet isterdim ki kendi kişisel özelliklerimle pekişsin. Katya küçük bacımı yatağa yatırdıktan sonra tekrar yanımıza gelerek şimdiye kadar Mikaloviç'e açamadığım üzüntü ve bıkkınlığımdan, bitkinlik ve miskinlikten bahis ve şikâyet etmeye başladı. Mikaloviç mütebessim halde başını sallayarak azarlamayla karışık açık bir tavırla: - İşte bak, dedi, benden en önemli bir şeyi sakladınız. Cevap olarak dedim ki: - Ne için söyleyeyim. Faydası olmadıktan sonra… Zaten bu hal elbette geçer. Bana öyle geliyordu ki bu esnada yalnızlık ve uzletten doğan can sıkıntısından, üzgünlük ve bıkkınlıktan artık kurtulmuştum. Bir halde ki güya can sıkıntısını hiçbir vakit hissetmemiştim. Mikaloviç tekrar dedi ki: Uzletten şikâyet etmek, yalnızlığa tahammül edememek iyi bir şey değildir. Böyle bezgin, ümitsiz bir hayat yaşayan mümkün müdür ki bir kız olsun! Gülerek: - Şüphesiz ben kızım, dedi. O, cevap verdi. – Hayır, sen öyle yaramaz bir kızsın ki cihan gençliğinin diriliğini takdir ettiği halde daima üzgün ve ümitsiz bir hayat sürüklersin. Hiçbir şekilde kendine değil fakat başkalarına neşe sebebi olarak yaşayan, hayat varlığı dışarda rahatsızlık veren bir şiir şaşaası ve cazibeyle inkişaf ettiği halde kendi fikrince hiç olan bir kızcağız! Bir şey söylemiş olmak için dedim ki: - Benim için ne güzel fikirleriniz var. Ufak bir tereddüt duraksamasından sonra: - Hayır, dedi, babanıza benzediğiniz pek beyhude değil. Sizde ondan bir koku var. Şimdi saf ve etkileyici bakışı kalbimi yine şevkli bir neşeli heyecan ve iftiharla dolduruyordu. Mikaloviç'in kendisine has bu bakışını ilk başta saf fakat gittikçe etkileme gücü sanki her yeri kaplayan bir hüzün rengi ile artan bu bakışını; ilk bakış darbesinde o kadar neşeli görünen simasından süzülen ince mana arasından – birinci defa olarak – fark ettim. O, sözünde nasihatlerinde devam ediyordu: - Sizin hiç can sıkıntısı ile üzüntü ve bezginlikle kıymetli vaktinizi geçirmeye hakkınız yok. Siz ruhunu tamamıyla anlamaya muvaffak olduğunuz müzikle meşgul olmalı, eğlenmelisiniz. Önünüzde öyle bir hayat var ki ilerde zahmet çekmemek, üzgün ve acılı olmamak isterseniz mutlaka o hayat için mutlaka hazırlanmanız icab eder. Bir sene gecikmek bu maksadın tar u mar olması için yeterlidir. Benimle bir baba, bir amca gibi konuşuyor, bana ciddi nasihatler veriyordu. Fakat ben aynı zamanda hakkımda akranca davranmak için bir gayret gösterdiğini anlıyordum. Beni kendisinin haricinde tutmaya çalıştığını hissetmek kalbimde kötü bir tesir bırakıyordu. Bununla birlikte bu konudaki çaba ve gayretinin sırf bana ait olduğunu anlamaktan da pek mağrur oluyordum. Bir müddet işlere dair Katya ile de konuştuktan sonra ayağa kalkarak: - Şimdilik ad'yu, sevgili dostlarım, dedi. Ve bana yaklaşarak elimi tuttu. Katya sordu: - Tekrar birbirimizi ne vakit göreceğiz? Elimi bırakmayarak cevap verdi: - İlkbaharda… Burada "Danilovka"ya gidiyorum. Orada mümkün olduğu kadar işleri yoluna koyduktan sonra bazı şahsi işlerimin düzeltilmesi için Moskova'ya gideceğim. Artık bu yaz sık sık görüşürüz. Ben hemen çok üzgün olarak : - Niçin, dedim, böyle bu kadar uzun bir müddet için ayrılıyorsunuz. Gerçekte ben onu her gün göreceğimi ümid ediyordum. Şimdi tekrar eski kalb bunalımının beni yine ele geçirip baskı altına alacağından pek korkuyorum. Ve zannettim ki bu korku ve telaş eseri bakışımdan, sesimden belli oldu. Mikaloviç, gayet soğuk ve lakayd bulduğum bir seda ile: - Evet, çok çalışınız. Kendinizi hüzün ve bıkkınlığa, merak ve endişeye kaptırmayınız, dedi. Ve sonra elimi bırakarak ve bana bakmayarak ekledi: -İlkbaharda geldiğim zaman sizi imtihan edeceğim. Acele kürkünü giydi. Kendisini takiben aşağıya indik. Vedalaşırken benden gözlerini çevirmek için kalbiyle mücadele ettiği hissediliyordu. Kendi kendime << Niçin bana bakmamak için bu kadar kendini zorladı? Acaba onun gitmemesini arzu ettiğimi anladı mı? Oh! O, cidden pek mükemmel ve alicenab bir insan… Fakat hepsi bundan ibaret… >> diyordum. Bu akşam Katya ile beraber yatmazdan evvel uzun bir sohbete daldık. Ondan hiç bahsetmedik. Yazı nasıl geçireceğimizi, evimizdeki kışı nerede bitireceğimizi konuşuyorduk. << Bence hayatın ne önemi var? >> müthiş sorusu artık beni taciz etmiyordu. Bana öyle geliyordu ki insan dünyada mesud olmak için yaşamalıdır. Şimdi gelecekteki hayatımın ufkunda saadet, pek çok saadet görüyorum. Pokrovsko'daki çok sakin ve karanlık evimiz ansızın bana hayat ve ışık ile doluyor gibi göründü. 2 Hele ilkbahar gelebildi. Şimdi eski can sıkıntısına mukabil – karışık arzu ve emellerle dolu belli olmayan hayallere dalıyordum. Kışın başlangıcında olduğu gibi artık miskin ve sefil bir hayat yaşamıyordum. Kardeşim Sotya'nın eğitim ve öğretimiyle uğraşıyor, edebi okumalar ve müzik alıştırmalarıyla vakit geçiriyordum. Bununla beraber yalnız bahçeye giderek yollarda saatlerce – tıpkı bir serseri gibi – dolaşmayı veyahut bilinemez nasıl bir heyecan veren hissin sevkiyle, dalgın ve hülyalı, coşkun ve emel besler halde kanepeye oturmayı pek severdim. Bütün geceleri - özellikle mehtap gecelerini – kolumu penceremin kenarına dayayarak uykusuz ve şaşkınca geçirir, gariplik gösteren seher manzaralarını seyrederek zevkleniyordum. Hatta bazı kere gecelik entarimle Katya'nın haberi olmaksızın usulcacık bahçeye çıkar, şebnemler arasından ta havuz kenarına kadar giderdim. Bir defa mehtapta gece yarısı öyle bir hisse kapıldım ki, yapyalnız bahçenin her bir tarafını dolaştım. O vakit düşüncemi daima meşgul eden hülyaların şimdi gerçek yüzünü anlamak, tahlil etmek benim için pek zordur. Şimdi düşündükçe bütün bu şeyler bana o kadar garip ve o kadar hayattan uzak geliyordu ki nasıl isteyerek, zevk alarak bunları yapabildiğimi şaşkınca kendime soruyordum. Mayıs'ın sonuna doğru sözünde sadık olan Mikaloviç seyahatinden döndü. İlk ziyareti akşama doğru, kendisini beklediğimiz bir zamanda gerçekleşti. Teras üzerinde çay içiyorduk. Bahçe güzel bir yeşillik elbisesine bürünmüş, bülbüller kuruluktaki küçük ağaçlarda yuvalarını yapmışlardı. Tomurcuklanan leylak fidanları, kıvırcık salkımları ve beyaz ve eflatun renklerinin karışımlarının ahenginden dolayı latif ve göz okşayan renkleriyle çiçeklerin açılma zamanının yaklaştığını ima ediyordu. "Bulu" ağaçlarının yaprakları batan güneşin baygın ışınları ile şeffaf birer safha halinde gözüküyordu. Akşama özel jale, çimenleri nemlendiriyordu. Bahçenin gerisinde bulunan havalide günlük işlerin son gürültüleri ağıla giren koyun sürüsünün sesleri ile sönüyordu. Nikon terasının önünde fıçı arabasıyla bahçedeki yolları çiçekleri, ağaçları suluyordu. Fıçının süzgeçli tenekesinden fışkıran en soğuk su serpintileri ay çiçeği fidanları etrafındaki toprak yığınlarında siyah daireler şekillendiriyordu. Terasın orta yerinde beyaz örtülü masa üzerinde gayet önemle silinmiş semaver parlıyor, kaynıyor; beri tarafta da gevrekler, peksimetler ve kaymak iştiha açıcı bir manzara teşkil ediyordu. Katya iyi bir ev kadını haliyle çay fincanlarını o tombul elleriyle yıkamıştı. O gün hamama gittiğim için çok iştiham vardı. Çayı beklemeden bir dilim ekmekle bir tabak kaymağı bir hamlede bitirdim. Üzerimde kılları açık ketenden yalnız bir buluz vardı. Yaş saçlarım bir mendille örtülmüştü. İlk defa Mikaloviç'i salon penceresinin arkasından Katya gördü: - Ah, dedi, şimdi biz de seni konuşuyorduk. Ben hemen üzerime bir elbise giymek fikriyle kalktım. Tam kapının eşiğinden atlayacağım zaman beni yakaladı: - Köyde de bu kadar merasimin gereği var mı ya! Bu sözleri söylerken mendil ile kapalı saçlarıma bakıyor, tebessüm ediyordu: - Siz Karakuvar'dan sıkılır mısınız? Hayır… O halde farz ediniz ki ben de bir Karakuvar'ım. Fakat bu esnada bana öyle bir bakış attı ki Karakuvar bana böyle bir nazarla bakamazdı. - Şimdi geleceğim, dedim ve sıvıştım. Mikaloviç arkamdan: - Lakin niçin gidiyorsunuz ya… Siz bu halinizle yeni evlenmiş genç ve güzel bir köylü kadına benziyorsunuz, diye bağırıyordu. Gayet hızlı bir şekilde elbisemi giyerken kendi kendime: - Aman ya Rabbi! Ne tuhaf, ne garip bakışları var! Fakat bana ne… Dönüşünden memnunum ya… O, yeter. Şimdi çok neşeliyim. Diye düşünüyordum… Aynaya hızlı bir bakış attıktan sonra çok sevinçli bir şekilde odamdan indim. Ona bir an evvel kavuşmak için hissettiğim şevk ve can atmayı belli ettirmeksizin koşarak terasa döndüm. Fakat yanaklarımda ateşli bir kırmızı tabaka belirmişti. Mikaloviç, masanın yanında bakıcıma işlerimizin işleyiş tarzından bahsediyordu. Beni görür görmez Katya le olan konuşmasını kesmeyerek yalnız tebessüm etti. Ben bu sohbetin halinden işlerimizin yolunda gittiğini, durumumuzun memnuniyet verici bir halde olduğunu anladım. Köyde yalnız yazı geçirecektik. Kışın – Sotya'nın eğitimini bitirmesi için – hoşumuza giden bir yere mesela Petersburg'a veyahut yabancı şehirlerden birisine gitmek için serbest bulunuyorduk. Birden bire Mikaloviç'e hitaben bakıcım dedi ki: - Ah! Siz de bizimle beraber gelseniz. Emin olun biz sizsiz gideceğimiz yerde, bir ormanda kaybolmuş gibi olacağız. Gülerek, yarım şaka yarım ciddi, cevap verdi: - Sizinle yalnız Petersburg'a veyahut başka bir yere gitmek değil, hatta bütün dünyayı dolaşırım. Lakin… Dedim ki : - O halde niçin gelmiyorsunuz? Mademki öyledir… Sizinle bütün dünyayı dolaşırız. (Tebessüm eder halde başını sallayarak): - Annem? İşlerim? Haydi, bu meseleyi şimdi bırakalım. Söyleyiniz, hikâye ediniz bakalım bana… Benim gitmemden beri nasıl vakit geçirdiniz? Yine zamanlarınızı can sıkıntısı ile merak ve endişe ile mi mahv ve heba ettiniz? Vaktimi bir sürekli çalışmayla geçirdiğimi, asla can sıkıntısı hissetmediğimi beyan ettikten, Katya da bu sözleri tasdik ettikten sonra bana birkaç övgü kelimesi ibzal etti. Ve manidar, okşayıcı bakışlarıyla – sanki bu yolda hareket etmek hakkına sahipmiş gibi – beni taltif etmek istedi. Bu anda; şimdiye kadar yapmış olduğum iyi şeyleri gayet samimiyetle kendisine nakletmek ve memnun olduğu bir nazar ile görmediği halleri saf ve nadim bir günahkâr gibi ayrıntısıyla itiraf eylemek için kendimde derin bir ihtiyaç hissettim. O akşam pek güzel geçti. Uzun süre terasta kaldık. O kadar derin ve samimi konuşuyorduk ki etrafıma bakmak için vakit bulamamıştım. Çiçeklerin nüfuz kuvveti gittikçe artmış, ruhu okşayan kokuları her tarafta yayılmıştı. Bolca şebnemlerle bahçe örtülüydü. Leylak fidanındaki bülbül titrek, baygın nağmelerle ezgi yaparken… Seslerimizden ürkerek susuyordu. Yıldızlı gökyüzü sanki bizi kucaklamak için üzerimize doğru iniyor gibiydi. Gittikçe sıklığı artan karanlığı; usulca terasın üzerine gerilmiş tentenin altına giren yarasanın beyaz şalımın etrafında kanatlarını çırpmaya başladığı vakit fark ettim. Gece kuşu gayet sessiz tentenin altından süzülüp bahçenin karanlıkları içinde kaybolduğu zaman öyle bir korku titremesi ile titredim ki az kaldı bağıracaktım. Mikaloviç lakırdıyı keserek: - Yazlığınızı ne kadar çok seviyorum! Bütün hayatımı burada bu terasın üzerinde böylece geçirmeye razıyım, dedi. - Pekâlâ! Sizi daima burada oturmaktan kim men ediyor? - Evet, daima oturmalı fakat hayat… O insanı her zaman böyle oturtmuyor. Katya söze karışarak dedi ki: - Niçin evlenmiyorsunuz? Siz pek mükemmel bir zevç olursunuz. Mikaloviç kahkahaları kopararak: - Daima oturmayı sevdiğim için değil mi, dedi, hayır… Katerin Karluna, hayır… Siz ve ben evlilikle alakamızı kestik. Herkes bana artık evlenebilecek bir adam nazarıyla bakmıyor. Ben ise zaten çoktan kendime bu nazarla bakmamaya karar vermiştim. Ve işte o zamandan beri de asude bir hayat geçiriyorum. Bana, bu sözleri zoraki bir güler yüzlülükle söylüyor gibi geldi. Katya dedi ki: - Ne düşünüyorsunuz? Henüz otuz altı yaşında olduğunuz halde şimdiden her şeyden elinizi çekiyor musunuz? - Evet. Her şeyden… Artık benim istirahatten başka bir arzum yoktur. Evlilik ise takip ettiğim hayat tarzına büsbütün aykırıdır. (Beni göstererek) Bu genç kıza sorunuz. İşte evlendirilecek biri… Bize gelince, biz onun saadetiyle mutlu olacağız. Bu sözleri zoraki bir lakaydlıkla söylemeye çalışırken ezalı söyleminde görünmez bir teessüf kokusu hisseder gibi oluyordum. Bir süre sustu. Katya ile ben bu suskunluğa katıldık. Sonunda iskemlesinin üzerinde dönerek: - Pekâlâ, dedi, farz ediniz ki münasebetsiz bir tesadüf neticesi olarak on yedi yaşında genç bir kızla evleneyim. Ve yine farz edelim ki bu genç kız Mary Alexandrovna olsun. Misal mükemmel… Ve onu seçmemden dolayı pek memnunum. Oh… Evet, ondan daha mükemmelini bulamam. Ben gülmeye başladım. Çünkü neden bu kadar memnun olduğunu ve ne için beni en güzel bir misal olarak gösterdiğini anlayamıyordum. Bana hitaben şaka tarzında dedi ki: - Pekâlâ… Bana bütün kalp saflığınızla beraber bana söyleyiniz bakalım. Cevval bir genç ruhtan kaynayan duygu ve hayallerinizle beraber benim gibi hayatının mühim kısmını yaşayıp ta artık istirahatten başka bir şey düşünmeyen bir ihtiyarla hayatınızı birleştirecek olursanız mutsuz olmaz mısınız? Ne cevap vereceğimi bilememekten doğan sıkıcı bir suskunluk ve tereddüd anı geçirdim. Mikaloviç gülerek devam etti: - Size evlilik teklifinde bulunmuyorum. Gayet serbestlikle cevap veriniz. Bahçede yalnız gezinirken benim gibi mi eş hayal edersiniz? Benimle evlilik sizin için bir felaket darbesi olmaz mı? - Hayır, bu benim için bir felaket değil. Fakat… Fikrimi tamamlamak için cevap verdi: - Fakat saadet te değil… - Hayır, fakat aldanmak ihtimali var da… Yeniden sözümü kesti ve sözünü Katya'ya yöneltti: - İşte görüyorsunuz ki pek çok hakkı var. Maşa'nın fikrini gayet serbestçe söylemesinden memnun oldum. Bu konuşmayı açtığıma pek isabet etmişim. Daha doğrusu hepsi bu kadar da değil. Bu evlilik benim için tasavvurumun üzerinde bir mutsuzluğa sebebiyet verirdi. Katya: - Ne garip bir tabiata sahipsiniz! Görülüyor ki hiç değişmemişsiniz, dedi ve ayağa kalktı. Akşam yemeğinin hazırlanması için terastan çıktı, gitti. Katya'nın gitmesinden sonra her ikimiz de sessizliğimizi koruyorduk. Her şey derin bir sessizliğe dalmış gibiydi. Yalnız bahçedeki bülbülün yakıcı nağmeleri, ruh okşayan ezgileri bahçeyi şevk ve sürurla dolduruyordu. Şimdi bülbülün sedasında akşamki çekingenliklerle korkulara bedel metanet hissolunuyordu. Bu sırada uzaklardan bir bülbül sedası bizim bülbüle cevap veriyordu. Şimdi bahçenin bülbülü – sanki komşusunun ezgisini dinlemek için – sustu. Sonra bütün bir şiddet ve kuvvetle terennüm etmeye, titrek ve eğlenici nağmelerini etrafa yaymaya başladı. Her iki kuş birbirlerine cevap veriyor ve sedaları, bizim için gizli sırlarla dolu bu gecenin derinliklerinde kocaman yayılıyordu. Bahçıvan Ser'e gitmek için evimizden geçti. Potinlerinin sesi bahçenin yollarında yankılanıyordu. Tepeden iki ıslık sesi işitildi. Ve sonra her şey derin bir sessizliğe daldı. Ağaçların yaprakları – his olunamayacak derecede – titriyor, gayet hafif bir rüzgâr darbesi tenteyi kımıldatıyor; terasta, oturduğumuz yerin etrafında derin, etkili bir koku yayılıyordu. Demin söylenen sözlerden sonra başlayan bu sükût bana azap veriyordu. Bununla beraber hiçbir kelime ile bu sükûtu ihlale muvaffak olamıyordum. Mikaloviç'e baktım. Bu yarım karanlık içinde parlayan bakışlarını bana atarak yavaşça dedi ki: - Oh! Yaşamak ne iyi şey… Kalbimden gayr-ı ihtiyari bir ah koptu. Mikaloviç sordu: - Ne dediniz? Ben tekrar ettim: - Evet, yaşamak iyidir. Sessizlik yine yeniden beni sıkmaya başlamıştı. Mikaloviç eşim olmak için pek ihtiyar olduğunu söylediği zaman kendisini üzdüğümü düşünmekten kendimi men edemiyordum. Kendisini teselli etmek istiyordum. Fakat bu vazifeyi nasıl ifa edebileceğimi bilmiyordum. Nihayet ayağa kalkarak dedi ki: - Artık gitmeliyim. Annem beni yemeğe bekler. Bugün onu hiç görmedim gibi bir şey… - Fakat ben size yeni bir sonat çalmak istiyordum. Gayet soğuk bulduğum bir tavırla: - Gelecek defa çalarsınız, dedi. Ve vedalaştı. Şimdi bu zavallı adamı en nazik bir yerinden yaraladığımı hissederek ona acıyordum. Katya ile beraber Mikaloviç'i kapının önüne kadar teşyi ettik. Ve yol üzerinde bakışlarımızla kendisini takip etmek için avluda kaldık. Atının ayak sesleri kaybolduğu zaman terasa döndüm. Yeniden şaşkınca bahçeyi, gecenin sessiz manzarasını seyre daldım. Hafif bir sis etrafı kuşatmıştı. Kalbimin sevkiyatına uyarak düşünce ve hayallere koyuldum. Mikaloviç bundan sonra iki üç defa daha bize geldi. Evvelki buluşmamızın sıkıcı, üzücü eserleri beynimizde artık tamamen silinmiş oldu. Bütün yaz Mikaloviç haftada düzenli olarak haftada iki veya üç defa bizi ziyarete gelirdi. Ve ben bu ziyaretlere o kadar alışmış, o kadar ısınmıştım ki gecikmesi beni tatsız bir yalnızlık içinde bırakırdı. Mikaloviç bana genç ve saygı duyulan bir arkadaş gibi muamele ediyor, bana sualler soruyor, nasihatler veriyor, kalbimi kendisine açmamı istiyor, beni teşyi ve bazı kere de azarlıyor ve hamlelerimi, yaramazlıklarımı çocukluklarımı zapt ve idareye çalışıyordu. Fakat bana akranca muamele etmek için harcadığı bu çaba ve gayretlere rağmen kendisini açık etmek istemediği bir gizliler âleminin gizli derinliklerinde görür gibi oluyordum. O, benim bu gizli emelleri bilmemi lüzumsuz addediyordu. Katya ile yazlığımızdaki komşularımız aracılığıyla öğrendim ki Mikaloviç annesine, işlerimizin iyi gitmesine ve kendi emlakının idaresine harcadığı dikkat ve özenden başka hiç sevmediği ve kendisine pek sıkıcı göründüğü eğlence salonlarında, müsamere ve balolarda vakit israf etmeye mecbur oluyordu. Bununla beraber kendisine, hayatı geçirme tarzına, kalbi emel ve tasavvurlarına dair hiç bilgi edinmeyi başaramıyordum. Her ne zaman konuşmamızı bu konuya yönlendirsem hemen yüzünde beliren ekşime ile şunu demek istiyordu: - Bunların size ne alakası ve faydası olabilir! Ve derhal konuşmanın akışını güzel bir sapma ile değiştirirdi. Bu ihtiyat ve çekinme öncelikle bana münasebetsiz göründü. Fakat sonra daima bana ait şeylerden bahsetmesine o kadar alıştım ki bu konuşma konusunu pek doğal bulmaya başladım. Başlangıçta beni memnun etmeyen ve sonraları pek hoşnut eden Mikaloviç'in diğer bir kişisel özelliği daha vardı ki o da maddi özelliklerim hakkında pek lakayt bulunması… Daha doğrusu güzelliğime hafife alan bir nazarla bakmasıydı. Asla ne ufak bir nazarla, ne de naçiz bir takdir kelimesiyle güzelliğimi ima etmek istemiyordu. Bilakis başkaları onun yanında bana lüzumundan fazla iltifat gösterecek olursa alaycı tebessümlerle gülmeye, yüzünde – bilmem nasıl bir gizli güzellikle – yüz ekşime belirtileri belirmeye başlar. Fakat benim kusurlarımı, hatalarımı keşfetmekten pek hazzeder, hatta bununla beni kızdırmayı pek severdi. Özel günlerde, Katya son moda elbiselerimin en güzidelerini giydirerek beni süslemeyi, tuvaletimi düzeltmeyi pek severdi. Ziyaretlere hazır olduğumu gösteren şu süslemenin görkemi Mikaloviç'in çok etkilenmesinden doğan alaycı hislerini hareketlendirip şiddetlendiriyor ve – yalnız kadın kalplerini derin bir saadetle dolduran – bütün bu değerli süslenme arzusuna tamamen mani oluyordu. Bu hal saf yürekli Katya'nın canını sıkardı. Katya kendi fikrince karar vermişti ki Mikaloviç beni kendi zevkine uygun buluyor ve o anlamıyordu ki Mikaloviç tercih edip seçtiği gayet muhteşem ve nazarları süsleyen bir manzara altında hayat âleminde arz-ı endam eylemesini görmeyi tahammül edemiyor. Bana gelince: Ben dostumun fikrini tamamıyla anlamıştım. O beni daima kendini beğendirmeye çalışan şık, güzel ve işve sahibi, heveskâr bir kız addediyordu. Kendisinin şu fikrini anlar anlamaz ne özel günlerdeki tuvaletlerimde, ne de her günkü saçlarımın düzen şeklinde ufak bir süsleme çabasının hafif bir gölgesini bile göstermemeye çalıştım. Sadeliğin ne olduğu bilinemeyen yaşıma rağmen kendimi derin, sabit bir sadeliğe bıraktım. Beni sevdiğini biliyordum. Fakat beni bir kadın gibi mi, yoksa bir çocuk gibi mi seviyordu? Bunu anlamak istemiyordum. Onun aşk ve muhabbetini ve daima bana dünyanın en mükemmel, en güzide bir kızı nazarıyla bakmasını arzu ediyor ve benim hakkımdaki şu teveccühlerin, şu hislerin artmasını istemekten kendimi alıkoyamıyordum. Bana öyle geliyordu ki o, benim saçlarımı, ellerimi, yüzümü, tavır ve hareketlerimi, dış vasıflarımı… Özetle onu aldatmaya çalışmaksızın hiçbir şeyini değiştirmeye güç bulamadığım doğal özelliklerimi daha ilk bakış darbesinde takdir etmişti. Fakat kalbimi asla anlamamıştı. Buna sebep evvela kalbimin onu sevmesi ve sonra da kendisi hakkında yeni ortaya çıkan bir aşk hissi ile gelişmiş olmasıydı. Bu konuda ben ona halimi sezdirebilirdim ve sezdirdim. Bütün bunları anladığım zaman Mikaloviç'in bulunduğu çevrede bulunmaktan derin, yüksek bir zevk duymaya başladım. Artık sebepsiz kalbi sıkıntıya duçar olmadığım gibi hayatımın akış şeklinden de sıkıntı duymuyordum. Hissediyordum ki Mikaloviç oturmuş veya ayakta durmuş olduğu halde, karşıdan veya yandan… Saçlarım düzenli veya perişan olsun, beni temaşa etmekten zevk buluyordu. O, beni artık tamamıyla anlıyor ve yanımda bulunmaktan daima memnun ve hoşnut oluyordu. Öyle zannediyorum ki – alışılmışın dışında – başkaları gibi bana güzel olduğumu söyleyeydi hiç zevk haz hissetmeyecektim. Onun hoşuna giden bir fikirle duygulandıkça kalbim nasıl bir sevinç parıltısıyla nurlanıyor, nasıl büyük bir saadetle doluyordu. İşte o zaman İltifat manasıyla dolu nazarlarını üzerime yöneltir, taze renk vermeye çalıştığı heyecanlı ve etkili sedasıyla: - Evet… Evet… Sizde bir şey var. Bunu anlayacağım. Siz gerçekten güzide bir kızsınız, derdi. Kalbimi gurur ve iftiharla dolduran bu iltifatlara beni layık kılan şey nedir? Pek önemsiz bir şey: Karakuvar'ın hakkımda beslediği samimi muhabbete karşı gösterdiğim meyil kalp samimiyeti… Yahut ince bir şiir, duygusal bir romanın gözlerimden yaşlar akıtacak derecede beni hüzün ve heyecanla titretmesi… Daha sadesi "Mozart'ı" "Şulhuf'a" tercih edişim. Kendisinin hoşuna gitmek için neler arzu ve ne yolda hareket etmem lazım geleceğini bana keşfettiren tuhaf hissi bizzat ben de tuhaflıkla karşılıyordum. Hâlbuki hakikatte iyiyi fenadan ayırt edecek kudrette bile değildim. Adetlerim ve hoşuma giden şeylerin çoğu onunkiyle uyuşmuyordu. Fakat daha önce hislerimi okşayan zevklerin bütün şiiriyet ve güzelliğini kaybetmesi için onun bir kaş çatması, bir küçük düşürücü bakışı, bir sıkılan yüzü kâfiydi. Bana bir şey sordukça gözlerimin içine bakıyordu. Ve ben ruhumun derinliklerine işlemek isteyen bu nazarlardan hislerimi bildirmemi isteyen bir mana kokluyordum. Ömrümün geçiş tarzını ansızın bir vuruşla kolaylaştıracak ve annemin vefatından beri yoğun karanlıklara boğulmuş hayatımı saadet nurlarıyla ışıklandıracak derecede kalbimde büyüleyici bir tesir oluşturan Mikaloviç'in duygu ve düşünceleri benimki ile artık latif ahenkli bir uyuşma teşkil ediyordu. Yavaş yavaş her şeyi başka bir nazarla tetkik ve tahlil etmeye başlıyordum. Katya, Sotya, hizmetçilerimiz… Hatta kendim ve uğraşılarım hakkındaki bakış açım büsbütün değişmişti. Eskiden sadece vakit geçirmek için kitap okurdum. Hâlbuki şimdi kitap okumasından aşırı derecede lezzet duyuyordum. Çünkü kitapları getiren, benimle beraber okuyan, onlar hakkında okuma açıklamaları yapan Mikaloviç idi. Önceden küçük kardeşim Sotya'nın eğitim ve terbiyesi için ayırdığım saatler bana pek uzun, pek ağır gelirdi. Bu benim için pek büyük sorunlarla ifa edebildiğim sıkıcı bir vazife hükmündeydi. Öğrencime ders verip te onun öğrendiğini görmek bence bir mutluluk telakki edilmek için Mikaloviç'in bir defa dersimde bulunması yeterli olurdu. Önceden musiki parçasını ezberden çalmak bence imkânsız görünürken şimdi onun beni dinleyeceği ve belki bazı takdir edici kelimeler de sarf edeceği fikri, bana o musiki parçasını değil bir defa hatta kırk defa bile tekrar etmek cesaret ve kuvvetini bahşediyordu. Gerçekte öyle şiddetli bir coşkun arzuyla piyano çalıyordum ki zavallı Katya evi müthiş kasırgalarına boğan bu müzik tufanı altında bunalarak kulaklarını pamukla tıkamaya mecbur oluyordu. Bakıcımın şu hali ise benim aynı şiddet ve hevesle piyano çalmama mani olmuyordu. Musiki konusunda gösterdiğim şu manidar arzu bir şevk ve heyecan nüktesi oluşturuyor gibiydi. Ruhum gibi tanıyı canım gibi sevdiğim Katya'ya varıncaya kadar her şey bana yeni bir manzara altında görünüyordu. Bizim için samimi bir dost şefkatli bir anne ve aynı zamanda da sadık bir varlık olmaya Katya'nın hiçbir mecburiyeti olmadığını ancak o zaman farkına varmıştım. Bu saygın varlığın şimdiye kadar bizim için ettiği fedakârlığın yüksekliğini, hakkımızda beslediği muhabbet ve şefkatin samimiyet derecesini tekdir etmeye ve bütün hayatımı kendisine borçlu olduğumu hissetmeye başlayarak bakıcımı bir kat daha seviyordum. Mikaloviç'in tesir ve nüfuzu altında adamlarımıza, köylülerimize, hizmetçilerimize de büsbütün başka bir nazarla bakmayı öğrendim. Bu ana kadar çevresinde yaşadığım bu saf ve fedakâr adamların hakkımda pek büyük bir muhabbet beslediklerini ancak şimdi anlayabildim. Bahçemiz tarlamız, gölgeli ağaçlarımız birden benim için yeni bir güzellik manzarasına bürünüyordu. Mikaloviç'in " dünyada bahtiyar olmak için yalnız bir çare var." Meğerse boşuna değilmiş. Gerçekte insanın bu hayat sahnesinde " başkası için yaşamak…"tan hissettiği saadete sınır yokmuş. Mikaloviç'in söylediği bu mutluluk vasıtası bana pek garip görünmüştü. Ben bundan bir şey anlamıyordum. Bununla beraber düşüncem bu cümlenin anlatmak istediği manayı anlamadıysa da yine o büyüleyici cümle ruhumun derinliğine nüfuz etmekten uzak durmuyordu. Hayatımın geçiş tarzını büyük bir değişikliğe uğratmadığı halde Sergey Mikaloviç gözlerim önüne bütün bir saadet hayatı açtı. Çocukluk dönemimden beri adet edindiğim bütün şeylere karşı şimdi büyük bir lakaytlık hissediyordum. Vakit oluyordu ki her şey kendisine özel bir manidar dil takınarak ruhumla konuşuyor ve o duygu kabını saadetlerle dolduruyordu. Bu yaz çoğunlukla odama çıkar ve yatağımda uzanırdım. Fakat bu durağanlık dakikalarında evvelki gibi ruhuma azap veren bilinmez arzular, ümitler yerine bir coşku, bir saadetin yavaş yavaş kalbime işlemesini hissediyor, yumuşak ve sıcak bir okşayıcı havayla ruhumu okşayan bu saadet içinde bir türlü uyuyamıyordum. İşte o zaman yatağımdan kalkar, Katya'nın yatak ucuna oturur ve kendisine mesut olduğumu söylerdim. Bununla birlikte o saadetimi keşfetmek için itiraflarıma ihtiyaç göstermiyor, ancak kendisinin de tamamıyla bahtiyar olduğunu söylemekle yetiniyordu. Ve sonra beni en samimi iltifatlarla kucaklıyordu. Samimiyet çevremde bulunanların mutluluğuna inanmak ihtiyacını hissettiğim için bakıcımın bu mutluluk teminatına hemen inanıyordum. Fakat Katya uyku zamanı olduğunu da unutmuyor, iltifat edici bir azarlama tavrıyla beni yatağından kaldırarak uykuya kendisini teslim ediyordu. Ben ise beni mutlu eden bütün bu şeyleri düşünmekten kendimi engelleyemiyordum. Bazı kere de yatağımdan fırlar bana ihsan eylediği saadetten dolayı Cenab-ı Hakk'a bitmek tükenmek bilmeyen bir konuşma bolluğuyla dua ederdim. Bir akşam odada derin bir suskunluk hüküm sürüyor ve uyuyan Katya'nın nefesi ile yanında duran saatin hafif ve düzgün gürültüsünden başka hiçbir şey işitilmiyordu. Yatağımın içinde donmuş, yanımdaki haçı öperek yavaş yavaş dua ediyordum. Kapı ve pencereler kapalı idi. Akşamdan içeride kalmış bir sinek vızıldayarak uçmaya başlamıştı. Ve beni saadet yorgunu bu samimi ve ciddi istiğraktan bilinemez nasıl bir gizli hisle aşırı lezzet aldığım için bu büyüleyici suskunluğun ebediyete kadar sürmesini arzu ediyordum. Bana öyle geliyordu ki fikirlerim, hülyalarım, dualarım esir-vari birer akışkan şekil kazanarak benimle beraber bu karanlıklara gömülü odada yaşıyor, yatağımın etrafında uçuşuyor, süzülüyor, üzerime doğru yaklaşıyordu. Hayallerimde tecelli eden fikir ve duyguların her biri onun duygularının özeti idi. Fakat bütün bunlar aşk mıdır? Bilmiyordum. Yalnız arzu ettiğim bir şey varsa o da bu kadar kolaylıkla doğan bu tatlı ve ince hissin ebediyen sürmesiydi. 3 Hasad zamanı bir gün yemekten sonra Katya ve Sotya ile beraber bahçeye gelip ıhlamur ağaçları altındaki kanepeye oturduk. Mikaloviç'i üç günden beri görmemiştik. Ziyaretini bekliyorduk. İdare memuru vekili, işleri teftiş için onun geleceğini söylemişti. Gerçekten saat ikiye doğru, uzaktan hayvanla tarlaya girerken gördüm. Katya onun iççin şeftali ve kiraz toplanmasını söyledikten sonra bana tebessüm ederek baktı. Bunu takiben sıranın üzerine uzandı. Güya uyumaya başladı. Ben ıhlamur ağacından yaprakları iri ve çok bir dal koparıp uyumayı taklit eden bakıcımın üzerinde bir yelpaze gibi sallamaya başladım. Aynı zamanda da hem elimde bulunan kitabı okuyor, hem de tarla tarafına… Mikaloviç'in yanımıza gelmek için geçeceği yola bakışlarımı yöneltiyordum. Sotya yaşlı bir ıhlamur ağacının kenarına oturmuş, bebeği için mini mini bir köşk yapmaya çalışıyordu. Sıcaklık son derece şiddetliydi. Hiç rüzgâr esmiyor, bir yaprak bile kımıldanmıyordu. Bulutlar siyah birer küme halinde bir tarafa yığılıyordu. Sabahtan beri devam eden şu müthiş hal bir fırtınanın çıkacağına işaret ediyordu. Ben fırtınadan önce daima heyecanlar hissederdim. Bununla beraber akşama doğru, her taraftan bulutlar dağılmaya ve güneş saf ve şeffaf bir semada ışıklarını yaymaya başladı. Bununla beraber gök gürültüsü uzaktan gürlüyor, ara sıra ufukta beliren yoğun bir bulut arasından sönük, eğik bir güneş resmi çıkıyordu. Herhalde o gün fırtınanın çıkmayacağı aşikâr idi. Bahçenin ötesinden kısmen görünen yol üzerinde ot demetleri taşıyan arabalar kesintisiz gıcırdayarak gidiyor, işlerini bitiren köylülerin bindikleri boş arabalar da büyük bir gürültü ile dönüyordu. Yaprakların arasından devirli bir hareketle yükselip adeta hava tabakalarında hareketsiz duruyor gibi görünen yoğun bir toz bulutu gözleniyordu. Daha aşağı taraflarda da aynı araba gürültüleri, gıcırtıları işitiliyor, yaldızlı ot yığınlarının aheste aheste geçtikleri ve sonra kayboldukları görülüyor, uzakta bulunan değirmenler ise sivri çatılı evler şeklinde göze görünüyordu. Daha uzaklarda tozlu tarla üzerinde arabalar, altın renkli ot yığınlar seçiliyor, tekerleklerin düzenli ve lülelerine karışan şarkılar belirsiz bir ahenk halinde işitiliyordu. Diğer bir taraftan da, tarlanın biçilen kısmı daha iyi görünüyor, biraz da sağda karmakarışık duran yığınlar arasında demet bağlayan kadınların fistanları fark olunuyordu. Hâsılı tarlada büyük bir muntazam faaliyet görülüyordu. Hasat vaktinin bitimini bildiren bu manzara beni üzdü. Artık yaz sonbahara yerini bırakmıştı. Bununla beraber toz, sıcaklık her tarafta hükmünü sürdürüyordu. Bunlardan yalnız bahçede sığınılacak bir yer edindiğimiz yer müstesna idi. Bu sıcak ve ağır havanın, bu yakıcı ateş saçan güneşin altında hasatçılar bir taraftan diğer tarafa küme küme gidip geliyorlar, gürültü ile konuşuyorlar, telaşla hareket ediyorlardı. Gölgede bulunan sıranın üzerine uzanmış olan Katya beyaz patiska mendilinin altında yavaşça nefesleniyor, leziz ve taze kirazlar iştah açıcı bir şekilde sepet içinde parlıyordu. Elbisemiz bana hiç bu kadar temiz ve güzel görünmemiş, sürahideki su ışık yansımasıyla hiç bu kadar nazarı süsleyen renkler meydana getirmemişti. Ben de hiç bu derece hayat-efza bir mutluluk hissi ile duygulanmamıştım. Fakat herhalde hissetmiş olduğum mutluluğun bir gaflet eseri olmadığını da düşünüyordum. Lakin benim bu saadetime kim katılacak? Bütün kadınlık kimliğimi bu saadetlerimle beraber kime ve nasıl vereceğim? Güneş karşıki tepenin arkasından kaybolmuştu. Tozlar da birden dağıldı. Ufuk batan güneşin eğimli ziyaları içinde daha saf ve parlak şekilleniyordu. Bulutlar tamamıyla dağılmıştı. Ağaçların arasından, girişten köylülerin henüz çıktıkları üç değirmen çatısı seçiliyor, arabalar süratle hareket ediyor, hasatçılar neşeli ve handan bağrışıyor şüphesiz bütün bu acele bir mesai gününün daha sona erdiğini gösteriyordu. Köylü kadınlar da omuzlarında taraklar, kuşaklarında ot demetleri bağlanmış, gayet neşeli türkü çağırarak ikametgâhlarına dönüyorlardı. Lakin Sergey Mikaloviç geri dönmüyordu. Hâlbuki onun tepeden indiğini göreli çok olmuştu. Nihayet bakmakta olduğum cadde üzerinde göründü. Hendeği dolaşıyordu. Hızlı ve arkası kesilmeksizin adımlarla, güleç ve şaşaalı bir yüzle şapkası elinde, bana doğru geliyordu. Katya'nın uyuduğunu görür görmez dudaklarını ısırdı, gözlerini kapadı. Derhal onun, ara sıra bilinmez nasıl bir his sebebiyle hâsıl olup bizim latife tarzında "vahşi sevinç" diye adlandırdığımız, bir şevk ve neşe girdabı içinde bulunduğunu anladım. Böyle zamanlarda o, dinlenme vakitlerinde kuvvetli bir istek fışkırmasıyla oyun oynayan bir mektep çocuğu gibi olurdu. Şimdi bütün varlığı bir hoşnutluk ve mutluluk havası soluyor, ancak gençlere özel bir faaliyet ve uyanıklık ile parlıyordu. Elimi sıkarak hafif bir seda ile dedi ki; - Bonjur, bonjur… Genç menekşe… Nasılsınız? İyi misiniz? Ben de hatırını sorunca cevaben: - Ben iyiyim. Adeta on üç yaşında gibiyim. Hatta bir gün bile fazla değil. Hayvanla oynamak, ağaçlar üzerine tırmanmak için çılgın, önüne geçilmez bir arzu hissediyorum, dedi. Gülümseyen gözlerine bakarak, vahşi dediğim bu sevincin benim de kalbimi teshir ettiğini hissederek cevap verdim: - Siz yine şiddetli bir neşe kasırgası dönüyorsunuz. Gözlerini kapayarak ve bir kahkahayı zorla tutmaya muvaffak olarak dedi ki: Evet… Fakat siz niçin Katya'nın burnuna vuruyorsunuz? Meğerse onu görmekten doğan hoşnutlukla Katya'yı hala yelpazelemekte devam ediyor, elimdeki dalın yapraklarıyla bakıcımın yüzüne hafif darbeler indiriyormuşum. Gülmeye başladı. Katya uyandırmaktan çekiniyormuşum gibi yavaş bir sesle Mikaloviç'e: Göreceksiniz ya… Uyumadığını söyleyecek, diyor fakat hakikatte Katya'yı uyandırmamak için değil belki Mikaloviç'e böyle gayet hafif sesle lakırdı söylemekte anlatılamaz bir zevk duyduğum için yavaş söylüyordum. O sevildiğimi işitmiyormuş gibi bir tavır ile cevap olarak yalnız dudaklarını kımıldatmakla yetiniyordu. Sonra kiraz sepetini görüp hemen aldı, ıhlamur ağacı altında bebekleri ile meşgul Sotya'ya koştu. Bebeklerin üzerine oturdu. Küçük kardeşim şu hali görür görmez kızdı. Fakat Mikaloviç yemişleri gösterip te hangisinden yiyeceğini sorunca hemen barışmış oldular. Bunun üzerine ben: - Daha kiraz getireyim mi? Yoksa beraber bizzat gidip ağaçlardan mı koparalım? Dedim. Mikaloviç sepeti aldı. İçerisine bebekleri koydu. Meyve bahçesine doğru koştu. Sotya gülerek arkasından gidiyor, bebeklerini kendisine iade etmesi için paltosunun eteklerinden çekiyordu. Ciddi bir tavırla bebeklerini verdi. Ve bana döndü. Şimdi her ne kadar Katya'nın uyanması için çekinerek ve sessizce konuşmaya gerek kalmadıysa da Mikaloviç – bilinmez neden – yine gayet yavaş sesle dedi ki: - Ne… Nasıl, size menekşe demeye hakkım yok mu? Bugün mesainin bütün tozlarından, tahammülsüz sıcaklarından, sıkıntı ve eziyetlerinden sonra bu latif ve mest eden çiçeğin kokusunu koklamak için ancak sizin kokulu, lezzetli samimi çevreniz içinde bulunmalıyım. Bu sözlerden hissettiğim heyecanlı sevinci sezdirmemek için hemen sordum: - Nasıl, tarla işleri yolunda gidiyor mu? - Pek yolunda… Bugün siz gelmezden önce bahçeden nasıl çalıştıklarını seyrediyordum. Ben burada böyle atıl ve tembel bir şekilde vakit geçirirken onların orada, yakıcı güneşin altında benim istirahatimi temin için takati mahveden bir gayretle çalıştıklarını gördükçe kendimden utanıyordum. Sözümü keserek ciddi bir tavır, bakışlarımın derinliklerine kadar nüfuz eden okşayıcı bir nazarla: - Yok, azizem, dedi, böyle felsefe yapmanın lüzumu yok. Bu adeta çocukluk… Bilmez misiniz ki köylüler böyle sabahtan akşama kadar kızgın güneşin altında çalışmaya mecburdur. Ve zaten bu, onlar için büyük bir hayat zevkidir. Herkesin sosyal seviyesi bir olmaz ya… Rica ediyorum! Böyle bir daha beyhude fikirlerde bulunmayınız! - Fakat bunları yalnız size söylüyorum. - Biliyorum… Biliyorum… Lakin kirazlarımız? Meyve ağaçlarının bulunduğu yer kapalıydı. Bahçıvanların hepsi tarlada olduğundan orada kimse yoktu. Sotya anahtarı getirmek için koştu. Fakat onun dönmesini beklemeyen dostumuz duvarın üzerine çıkıp meyve ağaçlarının olduğu yere atladı. Duvardan bana bağırdı: - Kiraz ister misiniz? Sepeti uzatınız… - Hayır, ben kendim toplayacağım. Anahtarı aramaya gidiyorum. Sotya şimdi gelmedi. Bu esnada ne yaptığını görmek için çılgın bir arzuya kapıldım. Onu kimsenin görmemesi için kim bilir nasıl telaşlı bir hal ve hareketle kiraz topluyordu. Ayaklarımın uçlarına basarak, usulcacık duvarın etrafını dolaştım. Duvarın açılan bir yerinde boş bir fıçı duruyordu. Fıçının üstüne çıktım. Duvar ancak belime kadar geliyordu. Biraz öne eğilmekle bahçenin içini iyice görebildim. Şimdi geniş yapraklı, dalları latif ve iştiha açıcı siyah kirazlarla dolu bu yaşlı ağaçların oluşturduğu manzara gözümün önüne serilmişti. Başımı biraz daha ileriye eğerek büyük bir kiraz ağacı kütüğü arkasında aradığımı gördüm. Şüphesiz o benim gittiğimi zannederek kimsenin kendisini göremeyeceğine inanmıştı. Ağaç kökleri üzerine oturmuş, başı açık, gözleri kapalı, bir kiraz tanesini elinde döndürüyordu. Birden omuzlarını kaldırdı. Gözlerini açtı. Bir şey mırıldandı ve tebessüm etti. Bu tebessüm ve mırıldanma bana o kadar garip, o kadar acip göründü ki kendisini tecessüs ettiğimden dolayı büyük bir mahcubiyet hissettim. "Maşa" diye bana hitap işitir gibi oldum. Sonra kendi kendime: Hayır, bu olamaz, dedim. - Sevgili Maşa! Bu övgü nidası eskisinden daha okşayıcı bir açıklık ile tekrarlandı. Bu defa gerçekten bir ses işitmiştim. Kalbim o kadar kuvvetle çarpmaya; belirsiz bir hoşnutluk, yasak bir saadet gibi bütün varlığımı öyle şiddetle doldurmaya başladı ki düşmemek ve kendimi teessüf gerektirecek bir hale sokmamak için iki elimle duvara dayanmaya mecbur oldum. Bu hareket benim varlığımı Mikaloviç'e açık etti. Titrek bir tavırla etrafına baktı. Gözlerini eğdi. Bir çocuk gibi kızardı. Bana bir şey demek istiyor fakat başarılı olamıyordu. Yüzü gittikçe alevleniyordu. Bu sırada bana bakarak tebessüm ediyordu. Güleç bir yüzle kendisine seslendim. Bütün yüzünden bir sevinç parıltısı saçılıyordu. Artık bu, beni baba gibi iltifatlara daldıran, nasihat ve iyiliğimi isteyen teşviklerde bulunan yaşlı bir amca değil, beni seven ve tatlı bir titretişle korkutan, benden karşılık olarak gördüğü muhabbetle utanmalara, tereddüt ve çekingenliklere yakalanan bir dost idi. Karşılıklı bir kelime etmeksizin birbirimize bakarken birden ciddi bir tavırla doğruldu. Ansızın dudaklarındaki tebessüm silindi. Gözlerindeki heyecan şaşaası söndü. Ve ondan sonra – yanımızda uygunsuz bir şey ortaya çıkmış ta beni tedbir ve ihtiyata davet ediyormuş gibi – koruyucu bir soğuk tavırla: - Lakin siz oradan inseniz… Bir yerinizi inciteceksiniz. Saçlarınızı düzeltiniz. Kendinize geliniz. Böyle neye benziyorsunuz? Kendi kendime: ((Bu komediye ne lüzum var? Benim neden böyle canımı sıkıyor?)) diye düşünüyordum. Bu esnada şu hareketin ciddi olup olmadığını anlamak, kendisi üzerinde oluşturduğum tesir ve nüfuzu denemek için karşı konmaz bir arzu hissettim. - Hayır, dedim, kirazları kendim toplayacağım. Ve ellerimi en yakın bulunan ağaca sararak duvarın üzerine atladım. Mikaloviç hemen gelip beni düşmekten korumak için elini uzatmak istedi ise de o vakte kadar ben bahçeye atlamıştım bile. Yine kızarak: - Neler yapıyorsunuz! Diye bağırdı. Heyecanını memnun olmayan bir yüzle gizlemeye çalışıyordu. - Az kaldı kendinizi sakatlayacaktınız. Bakalım şimdi buradan nasıl çıkacaksınız? Öncekinden daha fazla üzgün görünüyordu. Fakat bu defaki üzüntü ve heyecanı beni sevindirecek yerde ürküttü. Ben de kendimde şaşkınlık belirtileri hissettim. Kızardım. Heyecanımı göstermemek için kiraz toplamaya başladım. Kendi kendimi azarlıyor, bu şekilde hareket ettiğime pişman oluyordum. Korkuyordum. Her ikimiz de susuyor, hiçbir kelime söylemiyor ve bu halden muzdarip oluyorduk. En nihayet Sotya gelerek anahtarı getirdi. Ve bizi bu zor ve tahammülsüz yerden kurtardı. Lakin uzun süre birbirimize bakmaya cesaret edemeyerek yalnız kardeşimle konuşuyorduk. Biraz sonra Katya'nın yanına gittik. O, hiç uyumadığını, konuştuğumuz lakırdıların hepsini işittiğini bize söylüyordu. Ben biraz sükûnet buldum. Mikaloviç tekrar baba gibi ve koruyucu tavrını takınmaya çalıştıysa da buna muvaffak olamadı. Zira onun bu düzme ciddiyetleri artık üzerimde evvelki etkiyi oluşturmuyordu. Bundan birkaç gün evvel yaptığımız konuşma birden bütün bir şiddet ve açıklıkla hatırıma gelmişti. Katya bir erkek için sevgisini açığa vurmasının bir kadına nisbeten pek kolay olduğunu iddia eylemişti. Demişti ki: - Bir erkek daima aşkını açığa vurup sezdirebilir. Kadın ise buna asla cesaret edemez. Mikaloviç cevaben: - Benim fikrimce erkek de aşkını açığa vuramaz ve vurmamalı da. Ben hemen sormuştum: - Niçin? - Zira aşk itirafı çoğunlukla sahte olur, sevdanın samimiyetini bozar. Mesela bir insan sever. Fakat ebediyen seveceğini nasıl keşfedebilir? Sevdiğini tamamen hissetse bile bir erkeğin bir kadına ((seni seviyorum!)) demesi pek zordur. Hem ben öyle zannederim ki ((seni seviyorum!)) eskimiş cümlesini israf edenler çoğunlukla yanılırlar yahut başkalarını aldatırlar ki neticesi pek müthiş olur. Katya sordu: - Eğer kendisine bir şey söylenmezse bir kadın sevildiğini nasıl anlayabilir? - Bilmem… Herkesin aşk duygularını beyan etmek ve sezdirmek için kendisine özel bir tavır ve hareketi vardır. Seven adamın hisleri ve aşk derdi mutlaka belli olur. Ben hikâyelerde, roman kahramanlarından birinin diğerine ((ah! Seni seviyorum… Elanor!)) diye ilan-ı aşk ettiğini okuduğum zaman her iki kahramanda da bir olağanüstülük göremediğim için, doğrusu ya, aşk duygularının sıhhatinden emin olamıyorum. Bütün bu sevenlerde derin, hakiki bir samimiyet hissedemiyorum. Aynı çehre… Aynı eda… Aynı nazarlar… Ve aynı konuşma ahengi… Bu latifeyle karışık nüktelerin bana özel ciddi kinayeleri barındırdığını anlıyordum. Lakin roman kahramanları mevzu-u bahis olunca Katya latifeyi bertaraf edip bağırdı: - Hep daima böyle garip fikirler ortaya koymaktan nasıl lezzet alırsınız, bilmem ki! Şimdi serbestçe söyleyiniz bakalım bana. Bu ana kadar hiçbir kadına: ((Seni seviyorum!)) demediniz mi? Gülerek cevap verdi: - Hayatım boyunca buna benzer hiçbir söz israf etmediğim gibi hiçbir kadının ayakları önünde diz çökerek sevdakar yalvarışlarda da bulunmadım. Ve asla da bulunmayacağım! Bu sözleri düşünerek kendi kendime diyordum: ((Aşkını bana itiraf etmek için hiçbir ihtiyaç hissetmiyor. Bununla beraber beni sevdiğini anlıyordum. Lakayt görünmek için harcadığı çaba ve gayretler fikrimi asla değiştirmeyecektir.)) Arkamdan yemek salonuna girerek dedi ki: - Bana bir parça bir şey çal! Çoktan beri sizi dinlemedim. Cevaben: - Ben de bunu düşünüyordum, dedim ve gözlerimi bütün bir nüfuz şiddetiyle gözlerine dikerek ilave ettim: - Bana darılmadınız değil mi Mikaloviç? - Niçin darılayım? Kızararak cevap verdim: - Yemekten sonra söylediklerinizi dinlemediğim için. Maksadımı anladı, başını salladı ve tebessüm etti. Bakışı ile bizim azarlamaya layık olduğumuzu, fakat kendisini bunu yapmak için kuvvet ve metaneti olmadığını anlatıyor gibiydi. Piyanonun karşısına oturarak sordum: - Artık aramızda hiçbir şey yok, barıştık değil mi? - Hay, hay… Gece Mikaloviç benimle az konuştu. Fakat aşkını – istemeyerek, kalbinin duygusal fışkırışına karşı koyamayarak – hareketleriyle, nazarlarıyla, hatta Katya ve Sotya'ya söylediği sözleriyle belli ediyordu. Artık aşkından şüphe etmiyordum. Fakat kendisine acıyor, huzurunun bizim için ne derece sevinç gerekliliği olduğunu hissediyor, erkeklik vakar ve gururunu kirletmemek maksadıyla âşıkane duygularını gizlemesine ve bana yapmacık bir soğukluk göstermesine hak veriyordum. Bununla beraber etmiş olduğum münasebetsizliğin hatırlaması bana cinayet işlemişim gibi azap veriyordu. Bana olan özel hürmetinin bahçe duvarından atladığımdan beri tamamen bittiğini zannediyordum. Çaydan sonra piyanonun yanına gittim. O da geldi. Bu yüksek tavanlı geniş salon, yalnız piyano üzerine konulmuş iki mumun yaydığı hafif ışıkla aydınlanıyordu. Şeffaf bir mehtaplı gece açık pencerelerin arasından bize tebessüm eyliyordu. Her şey derin, esiri bir sessizliğe dalmıştı. Mikaloviç arkamda oturmuştu. Kendisini göremiyordum. Fakat salonun bu yarı karanlık içinde bulunan her tarafında, piyanodan çıkan iniltili sedalarda, kendimde onun varlığını hissediyordum. Nazarlarını, hareketlerini fark edememekle beraber bütün bunları kalben duyuyor gibiydim. Bana notasını getirip te onunla ve sadece onun için öğrendiğim "Mozart'ın" fantezi sonatını çalmaya başladım. Artık ben çaldığım havayı düşünmüyor, bununla beraber fena çalmadığımı ve piyanodan Mikaloviç'in hoşnut olduğunu zannediyordum. Bana baktığını ve mutlu olduğunu artık açıkça hissediyordum. Birden, elimde olmadan, çalmakta devam ederek, başımı çevirdim. Bulunduğu tarafa bir bakış attım. Bu şeffaf gecenin aydınlığının derinliğinden başını kaldırdı. Eli yanağında olduğu halde oturmuş, ateşli nazarlarını sakin halde üzerime dikmişti. Bu bakışların karşılaşmasıyla ben tebessüm ettim. Çaldığım parçayı bıraktım. O gülüyor, azarlayıcı bir tavırla, devam etmem için nota defterini gösteriyordu. Sonatın sonlarına geldiğim zaman mehtap mine renkli gökte tamamıyla yükselmişti. Süslü ve altın gibi parlak ışınları mumların zayıf ışıklarına karışarak odayı gümüşe benzer bir nur ve ışık dalgasıyla kaplıyordu. Katya pek fena çaldığımı söylerken Mikaloviç bilakis bu akşamki kadar mahirce ve ustaca bir şekilde hiçbir zaman bu sonatı çalmadığımı temin ediyordu. Mikaloviç gezinmeye başlamıştı. Yemek odasından salona geçerken benim tarafıma geldikçe bana bakıyor, tebessüm ediyordu. Ben de tebessümlerine karşılık veriyor hatta – hiçbir sebep olmadığı halde – kahkaha ile gülmek için güçlü bir arzu hissediyor, bugün gerçekleşen şeylerin genelinden kendimi oldukça bahtiyar buluyordum. O, yemek odasından çıkar çıkmaz derhal piyanonun yanında duran ve bana yaklaşan Katya'yı kucakladım. Çenesinin altındaki o pek sevdiğim tombul boynuna bir öpücük kondurdum. Bu esnada Mikaloviç içeri girdi. Hemen yeni bir tavır takındı. Fakat şunu da itiraf edeyim ki dökülmeye hazır bir kahkahayı zabtetmek için çektiğim zorluk beni pek gülünç bir hale koymuştu. Katya Mikaloviç'e sordu: - Bugün bunun nesi var? Mikaloviç hiç cevap vermedi. Yalnız bana baktı ve tebessüm etti. O bugün benim ne olduğumu pekâlâ biliyordu. Mikaloviç salondan terasa geçilecek kapının önünde biraz duraksayarak… – Bakınız, dedi, ne latif, ne de ruha ferahlık veren bir gece! Gerçekten şimdiye kadar böyle güzel ve büyüleyici, böyle latif ve şaşaalı bir gece görmemiştim. Dolunay halinde bulunan ay evimizin üstünde bulunuyordu. Onun için henüz görünmüyordu. Fakat terasın bir kısmı ay ışığıyla aydındı. Etrafı çiçeklerle süslü, sisler içinde kaybolmuş geniş yol üzerinde dalya fidanlarının gölgeleri şekilleniyor, dalların arasından limonluğun parlak çatısının mehtabın ışığının yansımasıyla parladığı görülüyordu. Daha öteden gittikçe yoğun bir sis tabakası yükseliyor, kısmen çiçekleri dökülen çıplak leylak ağaçlarının dalları üzerinde çiy etkisiyle nemlenen salkımlar seçiliyordu. Gölge ve ışık yollarda öyle hayali etkilerle birleşmişti ki ağaçlar, yollar fark olunmuyor, fakat latif ve yumuşak bir çalkantılı beşik içinde sallanan kulübelerin mehtap nurlarıyla parlayan yüzleri gözüküyordu. Sağ tarafta, evin gölgeli tarafında her şey karanlıklı, meş'um ve korkutucuydu. Diğer tarafta kavak ağacının mağrurane yükselmiş aydın tepesi bu karanlığın derinlikleri içinde şekilleniyordu. Şu şekillenmeye karşı insanın kendi kendine: ((Niçin bu ağaç daha yükseklere, mavi göğün derinliklerine doğru yükselecek yerde - sanki böyle donuk bir nur ve ışığın çarpışma yeri içinde yıkanmak için – evimizin boyuna kadar yükseldikten sonra bitap şekilde yükselmesine son veriyor?)) diyeceği geliyor. Bu gecenin muhteşemliklerinden istifade etmek maksadıyla: - Haydi, dışarda bir parça gezelim… Katya takunyalarımı giymek şartıyla bu teklifi kabul etti. Ben buna lüzum olmadığını, Mikaloviç ile kol kola gezeceğimizi söyledim. Mikaloviç'in kolları nasıl olur da benim ayaklarımı rutubetten korur? Bunu düşünmüyordum. Fakat bu teklif her üçümüze pek doğal göründü. O, şimdiye kadar bana hiç kolunu takdim etmemişti. Bu akşam ben kendiliğimden koluna girdim. Şu hal Mikaloviç'e hiç garip görünmedi. Her üçümüz terastan indik. Şimdi gök, bahçe, soluduğum hava, etrafı kuşatan cisimler… Hâsılı bütün kâinat bana büsbütün yeni ve başka görünüyordu. Takip ettiğimiz ağaçlı yolda ileriye baktığım zaman artık ötede hiçbir şey olmadığını, hakikat âleminin şuracıkta bitiş noktasına geldiğini, bütün muhteşemliğiyle bu gecenin sonsuza kadar devam edeceğini zannediyordum. Bununla beraber biz ilerliyorduk. Ve bizim ilerlememiz için, bütün bu gecenin muhteşemliğinin hayal süsleyen duvarı geri çekildikçe biz her tarafta daha ruh okşayan bahçeler, daha latif ağaçlar, daha ferahlatıcı yollar buluyorduk. Hakikatte ise ayaklarımızın altında aydın ve karanlıklı daireleri çiğneyerek, geçtiğimiz yere tesadüf eden kabarık kırı yaprakları ezerek bir yoldan diğer bir yola gidiyorduk. Mikaloviç yanımda olduğu halde sessiz ve eşit adımlarla yürüyor, yavaşça kolumu tutuyordu. Katya da yanımızda ayaklarıyla çakıl taşlarını çatırdatarak yürüyordu. Yüksek semadan kıymetli mehtap damlaları, sessiz dalların arasından, üzerimize dökülüyordu. İleriye veya geriye attığım her adımda hayal süsleyen duvarın kapandığını hissediyor, artık ilerlemenin imkânsız olduğunu anlıyor, gördüğüm ve duyduğum şeylerin bir hakikat olduğuna inanamıyor, bütün bunların büyüleyici ve aldatıcı bir şiir allığı ve hayalden başka bir şey olmadığına inanıyordum. Katya birden bire: - Ah, bir kurbağa, diye bağırdı. Elimde olmadan düşündüm: - Evet, bir kurbağa… Fakat bu kadar korku ve telaşa ne lüzum var? Bu esnada Katya'nın bu gibi hayvanlardan korktuğunu hatırlayarak yere baktım. Küçük bir kurbağa sıçrayarak ayaklarımın önünde durmuştu. Mikaloviç bana sordu: - Siz kurbağadan korkmaz mısınız? Gözlerimi üzerine diktim. Bulunduğumuz yolda ıhlamur ağacı bulunmadığı için dostumun yüz çizgilerini açıkça fark ve ayırmaya güç yetirebiliyordum. Simasını o kadar güzel ve o kadar mutlu buluyordum ki kalbim tatlı bir saadetle titriyordu. Mikaloviç bana: ((Kurbağalardan korkmaz mısınız?)) demişti. Bunu söylerken konuşma edasında öyle anlatılamaz bir heyecan ve sevda titremesi hissettim ki, duygularını, fikrini, bana ne demek istediğini anlamıştım: Seni seviyorum muazzez çocuk! Seni seviyorum! Seni seviyorum! Mikaloviç'in nazarlarında bu şiir ve aşk parçasını okuduğum gibi… Işık, gölge, hava, çevre… Bütün bunlar da bana sanki bu aşk ezgisini tekrar ediyordu: Seni seviyorum! Böyle hülya ve sevda mestiyle, bahçenin her tarafını dolaştık. Katya daima yanımızda yürüyor, yorgunluktan soluyordu. En sonunda içeri girmek zamanı olduğunu söyledi. Kendisine acıdım ve kendi kendime düşündüm ki: Ya Rabbi! Niçin o bizim hissettiklerimizi duymuyor, niçin herkes bu gece benim onun kadar mutlu değildir? Eve girdik. Fakat Mikaloviç horozların ötmeye başladığına, bütün evin derin bir uykuya daldığına rağmen uzun bir müddet daha bahçede kaldı. Katya, uyumak için vaktin geçtiğine önem vermek istemeyerek bir müddet daha beraber oturduk, uzun uzadıya konuştuk. Şafak sökmeye ve horozlar üçüncü defa olarak ötmeye başladığı zaman Mikaloviç gitmek için kalktı. Saat üç idi. Bir adet, hiçbir şey söylemeksizin, vedalaştı. Gitti. Lakin – bilmem neden – bu andan itibaren onun tamamıyla bana ait olduğunu ve hiçbir şeyin onu benden ayıramayacağını anlıyordum. Artık şimdi itiraf edeyim ki Sergey Mikaloviç'i seviyordum. Bu şerefli sırrı Katya'ya söylemekte kuvvetli bir ihtiyaç hissettim. O, aşk itiraflarımdan etkilenip, şaşırdı. Fakat hissettiği etki ve hayret bu gece güzel bir istirahatle uyumasına engel olamadı. Bana gelince; daha bir müddet teras üzerinde dolaştım. Sonraya bahçeye indim. Biraz evvel beraber gezdiğimiz yollarda tekrar gezdim. Bu esnada onun, en ufak ayrıntısına varıncaya kadar söylediği her bir sözü hatırlamaya çalışıyor, bütün tavırlarını, hareketlerini hayalim önünde canlandırıp tespit etmeye çalışıyordum. Hayatımda, ilk defa olarak, bütün geceyi uykusuz geçirdim ve doğuşu temaşa eyledim. Şimdiye kadar böyle aydın ve lahuti ne gece gördüm, ne de sabah. Kendi kendime diyordum: ((Niçin bana doğrudan doğruya sevdiğini söylemiyor? Niçin kendi kendine hayali engeller icad ediyor? Niçin genç ve güzel olduğu halde kendisini yaşlı gösteriyor? Niçin altın gibi kıymetli, ihtimal bir daha ele geçmesi imkânsız olan bu saygın zamanları beyhude kaybediyor? Niçin bana ((Seni seviyorum!)) demiyor? Niçin önümde kızarıp gözlerini indirmiyor? Niçin bakışlarım kalbinin derinliklerini titretmiyor? Bütün bunları kendisine söyleyeceğim. Oh! Hayır, bunları söylemeye güç yetiremeyeceğim. Fakat onu kucaklayarak en samimi gözyaşlarımla ağlayacağım. Lakin ya aldanıyorsam! Bu şüphe beynimden bir şimşek şiddetiyle geçti. Artık kalbimin hislerinden korkuyordum. Cenab-ı Hakk acaba beni böyle nereye kadar götürecek? Meyve bahçesine atladığım zaman onun hissettiği buhranı ve benim duyduğum heyecanı hatırlayarak kalben üzülmeye, Cenab-ı Hakk'a yalvarmaya başladım. Gözlerimden üzüntü damlaları dökülüyordu. Aniden fikrimden bir ümit, bir acip fikir geçti: "komünyon" ayini için hazırlanmaya, doğum günümde icra edilecek bu ayin esnasında Mikaloviç ile de nişanlılığımızın yapılmasına kalben karar verdim. Neden fikrimden böyle bir düşüncenin geçtiğini ve bu düşüncelerimi nasıl faaliyete geçireceğimi bilemiyordum. Odama döndüğüm zaman büsbütün gündüz olmuş, herkes uykudan kalkmıştı. 4 Büyük perhiz zamanında bulunuyoruz. Hiç kimse beni "komünyon" için hazırlanmakta olduğumu görerek şaşırmıyordu. Mikaloviç bir hafta bize gelmedi. Bu halden üzüntü duymadım. Bilakis bu ihtiyatlı hareketini takdir ettim. Ziyaretini doğum günüme kadar erteleyeceğini anlıyordum. Bir hafta her sabah erkenden kalkarak yapyalnız bahçede dolaşıyordum. Bu sabah gezmelerinde, bir gün önce yapmış olduğum hataları derpiş düşünerek, doğum günüm için birçok düşüncelerde bulunarak, ayinden sonra vicdanıma azap verecek en ufak bir günahta bile bulunmayacağıma katiyen karar vererek kalbimi tasfiye, vicdanımı tenkit etmeye çalışırdım. Bu sabah Katya'yı yüklü hazırlanmış uzun yazlık arabasının bahçeye girişiyle, bütün bu düşünce ve hislerim silinmiş oldu. Ben hemen arabaya atladım, bakıcımın yanına oturdum. Bu şekilde, üç kilometre uzakta bulunan kiliseye gidiyorduk. Şimdi bana öyle geliyordu ki artık daha akıllı ve ciddi olmam için ufak bir çaba ve gayret yeterli olacak. Kiliseye yaklaştıkça dindar duygularımın arttığını hissediyordum. Kilisede on kadar köylü ile bizden ve hizmetçilerimizden başka kimse yoktu. Köylülerin selamlarına tam bir yumuşaklık ve iltifatla karşılık veriyordum. Çara özel kapılar açıktı. Kilise mihrabının annem tarafından nakşedilip süslenen örtüsü gözüküyordu. Daha ötede dua okunan yerin arasında vaftiz suyunun korunduğu kabı gördüm. Vaktiyle ben de burada vaftiz olmuştum. İhtiyar rahip mihraptan çıktı. Rahibin üzerinde ölü babamın tabutunu örten çuhadan yapılmış bir elbise vardı. Kendimi bildiğim günden beri tanıdığım aynı seda ile papaz efendi ruhani ayine başladı. Rahibin ağzından çıkan her bir kelimeyi gayet dikkatle dinliyor, bu sözlerle armoninin bana verdiği hislerden etkileniyordum. Rahip vaftizden önce okunması adet olan duaya başladığı zaman bütün geçmiş hayatımı hatırlamaya başladım. Bu masumane geçmiş olan çocukluk hayatı şimdiki ruhumun şaşaalı saflığına nazaran o kadar karanlık geliyordu ki titreyerek, korkarak günahlarıma ağlıyordum. Fakat aynı zamanda hissettim ki bütün günahlarım affolunacak. Rahip efendi ayinin bitiminden sonra ((Cenab-ı Hakk'ın lütuf ve yardımı üzerinizdedir.)) dediği zaman saadet ve gönül ferahlığından doğan doğal bir his ile beni ruh sefasına daldırdı. Kalbimin derinine sıcak bir ışığın nüfuz ettiğini ve orasını nur ve şaşaaya gark ettiğini hissediyordum. Ruhani merasim son buldu. Papaz efendi bana yaklaşarak ilk duayı evde tekrar etmemi söyledi. Bu mültefit özel ilgiden dolayı kalbimin tüm samimiyetiyle kendisine teşekkür ettim. Ve bizzat kiliseye geleceğimi beyan ettim. Cevaben: - Niçin buraya kadar gelmek zahmetini çekeceksiniz? Dedi. Kibir ve gururla bir günah işleyebilme korkusu ne şekilde cevap vereceğimde beni kararsız bıraktı. Katya bana refakat etmediği için arabayı kiraya göndererek yalnız başıma yürüyerek geri döndüm. Yolda tesadüf ettiğim köylüleri gayet mütevazı olarak selamlıyordum. Bu anda bütün insanlar hakkında kalbimde öyle derin ve sınırsız bir muhabbet ve rikkat kaynıyordu ki herkese karşı yardımlaşmak ve faydalı bir varlık olmak için en ufak bir fırsatı bile kaybetmemeye çalışıyordum. Bir akşam idare müdürümüz günlük jurnalini Katya'ya vermek üzere bize geldiği zaman, mujik "Simeon"un vefat eden kızının tabutu için tahta ve ruhani ayin için de bir ruble istediğini ve talebini yerine getirdiğini bakıcıma söylüyordu. Ben bunu işitir işitmez en derin bir üzüntüyle bağırdım: - Bu zavallılar bu derece fakir midirler? İdare memuru cevap verdi: - Evet, pek fakirdirler, matmazel! Hatta tuz almaya bile kudretleri yoktur. Üzüntü ve rikkatten kalbimin ezildiğini hissettim. Bununla beraber memnun da oldum. Katya'ya gezmeye gideceğimi söyledim. Odama koştum. Paramın hepsini aldım. Bahçeden çıkarak "Simeon" kulübesine doğru yürümeye başladım. O daima aşağıdaki odada oturuyordu. Bahçeden içeriye girerek pencereye yaklaştım. Pencerenin kenarına paraları koyarak camı vurdum. Kapı gıcırdayarak açıldı. Birisi camı kimin vurduğunu soruyordu. Fakat ben hiçbir kelime bile söylemeyerek, bir cinayet eylemişim gibi korkudan titreyerek eve kaçtım. Katya nereye gittiğimi ve başıma ne geldiğini bilmek için beni sorguya çekti. Hiçbir şey söylemeksizin ondan kaçtım. Söyleyeceği sözlerin manasını anlamaktan acizdim. Bulunduğum çevre birden bana küçük ve sefil, adi ve alçak göründü. Bu halin sebeplerine bakamayarak, fikrimi bir noktada sabitlemeye muvaffak olamayarak, duçar olduğum hislerin hakikatine vakıf olamayarak uzun süre odamda kaldım. Pencerenin kenarına terk edilen paranın bilinmez sahibi hakkında bu çaresiz ailenin kendisiyle duygulanacağı minnettar ve teşekkür edici hisleri büyük bir sevinçle düşünürken parayı Simeon'a bizzat teslim etmemekten dolayı üzülüp teessüf ediyordum. Fakat sonra düşündüm ki Mikaloviç bu hareketimi kendisine söyleyecek. Bu hareketi kimsenin bilmeyeceğini düşünmekten derin bir haz duyuyordum. Oh! Bu anda ne kadar mutu idim. Öyle zannederim ki ben de dâhil olduğum halde bütün insanlar oldukça fenadır. Bununla beraber varlığımı taciz eden ölüm fikrinin bana bir mutluluk rüyası gibi görünmesi için kendimi ve diğerlerini bu kadar lütufkâr bir şefkatle uslamlamamak bence kabul edilemezdi. Cenab-ı Hakk'a dua ederek yalvarıyor, gözyaşları arasında gülüyor, benliğimden bütün dünyayı kuşatacak gibi bir coşkulu bir aşkın taştığını hissediyor ve kendimi gittikçe derin bir rikkat ve şefkat içinde buluyordum. Dua esnasında İncil okuyordum. Bu kitap gittikçe benim için açılıyordu. Bu lahuti hayatın hikâyesi bana gayet sade ve etkileyici; bu kutsal kelamda bulduğum düşünce ve duyguların derinliği manasının hakikatine nüfuz edilemeyecek derecede yüksek görünüyordu. Lakin buna karşın, İncil'i okuduktan sonra etrafıma baktığım ve fikrimi günlük hayata yönelttiğim zaman bütün bunlar bana gayet sade ve kolay görünüyordu. Bana öyle görünüyordu ki insan için akraba ve yakınlarını sevmek ve sevdirmek kadar sade ve kolay bir şey yoktur. Herkes benim hakkımda o kadar şefkatli, o kadar lütufkâr olmuştu ki hatta ders verdiğim Sotya bile değişmişti. Verdiğim dersleri tamamıyla anlamaya çalışıyor ve beni sıkmıyordu. Diğerleri de lütufkâr ve övücü muamelelerini benden esirgemiyorlardı. Sonra düşmanlarımı düşündüm. Bunlardan af talep etmeliydim. Bir genç kız hatırladım ki bu, vaktiyle komşumuzdu. Takriben bir sene önce, beraber kalabalık bir yerde bulunurken onun hakkında münasebetsiz bir şakada bulunmuştum. O zamandan beri bize gelmiyordu. Kendisine mektup yazdım. Kabahatimi itiraf ederek af talep ettim. O da bana gönderdiği mektupta tamamıyla af ettiğini bildirmekle beraber benden de af temenni ediyordu. Manasında derin ve samimi bir rikkat hissi bulduğum bu saf ve taze satırları aşırı etki ve sevinçten, ağlayarak okumuştum. Bakıcımdan da af talep ettiğim zaman o, ağlamaya başlamıştı. Kendi kendime soruyordum: - Niçin benim hakkımda bu kadar lütufkâr davranıyorlar? Onların sevgilerini hak etmek için ben ne yaptım? Elimde olmadan Mikaloviç'i düşünmeye başladım. Onu düşünmekten mümkün değil kendimi engelleyemiyor ve bunun günah olmasına ihtimal veremiyordum. Fakat ilk defa olarak kendisini sevdiğimi kalben itiraf ettiğim geceden beri onu büsbütün başka, kendimi düşündüğüm gibi düşünmeye başlamıştım. Artık yaşının benden büyük olmasından dolayı duyduğum sıkıcı his bana azap vermiyordu. O, adeta benim akranım olmuştu. Fikrimin seviyesini arttıran yükseklikleri hep kendisine bağlıyor, bütün ruhuna etki etmeye çalışıyordum. Önceden bana kapalı ve garip görünen halleri, sözleri şimdi tamamen açıklığa kavuşmuştu. "Hayatta saadet bir başkası için yaşamaktan ibarettir" sözünü Mikaloviç'in niçin sürekli tekrar eylediğini ilk defa olarak şimdi anladım. Ve fikrine tamamen katıldım. Bana öyle geliyordu ki her ikimiz sonsuz ve sıkıntılardan uzak bir saadetle bahtiyar olacağız. Onun samimiyeti etrafında bulundukça ne seyahat etmeyi, ne dışarı çıkıp gezmeyi, ne süslenmeyi arzu ediyorum. Yalnız saf ve geniş bir aile hayatı, sıcak ve sükûnetli bir yuva, karşılıklı ve ebedi bir fedakârlık içinde samimi ve ebedi bir aşk… Kiliseden dönüşümde öyle bol ve tükenmez bir saadet hissettim ki bu özel saadetin çok devam edememesi ihtimali beni titretti. Evimizin bahçesine girdiğim zaman, tanıdığım iki tekerlekli bir arabada gürültüyle avluya giriyordu. Arabadan inen Mikaloviç yanıma gelip doğum günümden dolayı tebriklerde bulunduktan sonra doğruca salona girdik. Birbirimizi tanıdığımız zamandan beri, bu sabahki kadar, huzurunda böyle büyük bir itidal ve lakaytlık göstermedim. Sanki bütün manevi varlığım değişmiş, nüfuz etmesi imkânsız bir muamma halini almıştı. Artık heyecan ve buhran duymuyordum. Mikaloviç kalbimin derinliklerinde gömülü sırları keşfetmek için fırsatçı idi. Piyanonun yanına gittim. Fakat o, kapağı kilitledi ve anahtarı cebine koydu. Dedi ki: - Ruhunuzdaki sakinlik ve asayişi bozmayınız. Çünkü orada bütün bu maddi müziğin üzerinde ilahi bir yüksek ahenk işiteceksiniz. Bir müddet sonra yemeğe çıktı. Yemek sırasında özel günümden dolayı tebrik görevini, ertesi günü Moskova'ya hareket etmeğe mecbur olduğu için de veda merasimini ifa etmek için geldiğini beyan etti. Bu sözleri söylerken Katya'ya baktı. Ve sonra bana çekingen bir bakış fırlattı. Bu nazar Mikaloviç'in yüzümde üzüntü ve heyecan alameti görmekten korktuğunu bana anlatmak içindi. Fakat ben ne şaşkınlık eseri ve ne de üzüntü alameti gösterdim. Hatta Moskova'da uzun süre kalıp kalmayacağını bile sormadım. Gidişini bana söyleyeceğini ve fakat hareket etmeyeceğini ben önceden biliyordum. Bunu nasıl keşfettim? İzah etmek benim için şimdi mümkün değildir. Yalnız şunu biliyorum ki hayatımın en güzide saatlerini oluşturan bu şerefli günde olan şeyleri anlamış ve olacakları da bir önsezi ile anlamıştım. Öyle güzel bir mutluluk rüyası içinde bulunuyordum ki orada benim için gelecek, mazi gibi belirli ve açık idi. Mikaloviç yemekten sonra gitmek istedi. Fakat Katya kilisede geçirilmiş bir sabah ile yorgun olduğundan uyumaya gitmişti. Veda merasimini ifa için onu beklemeye mecbur olmuştu. Salon güneşli olduğu için terasa indik. Ben tamamen lakayt görünüyordum. Daha bir kelime bile konuşmuyorduk. Kısa sohbetimize, tamamıyla beni konu alacak bir şekil vermeye muktedirdim. Mikaloviç karşımda oturmuştu. Parmaklığa dirseğini dayamış, kendisine doğru bir leylak dalı çekerek yapraklarıyla eğleniyordu. Söze başladığım zaman tuttuğu dalı bıraktı. Elini başına koydu. Edindiği şu vaziyet ya son derece dingin bir adamın alması lazım gelen bir hal idi veyahut bilakis, şiddetli bir heyecan ve buhranın pençesi altında ezilen bir varlığın… Birden sordum: - Niçin gidiyorsunuz? Bunu söylerken her kelimenin hecelerini uzatarak söze başka bir kuvvet vermeye çalışıyor ve karşıdan kendisine bakıyordum. Birden bire cevap vermedi. Bir müddet sonra, gözlerini yere eğerek: - İşlerden dolayı, dedi. Kendisine derin bir samimiyetle sorulan bu soruyu kapalı bir cevap ile savmak için ne kadar sıkıntı çektiğini görüyordum. - Beni dinleyiniz, dedim, bu günün hayatımda ne kadar kıymetli bir özel önemi olduğunu biliyorsunuz. Böyle özel bir günde daima bulunduğunuz ortamda bulunmaktan büyük bir mutluluk zevki hisseden ve sizi seven bir zayıf varlığı birden terk ederek Moskova'ya gitmek için nasıl bir mazeretiniz olmalıdır? Rica ederim söyleyiniz bunu bana! Gidişinizin sebeplerini bilmek isterim. - Gidişimin gerçek sebeplerini size söylemek benim için güç bir şeydir. Bu hafta sizi ve kendimi pek çok düşündüm. Ve en sonunda seyahat etmeye mecbur olduğuma karar verdim. Niçin böyle bir karar aldığımı anlayabilirsiniz. Eğer beni severseniz artık ısrar etmezsiniz. Eliyle alnını ovuşturdu. Sonra elini gözlerine getirdi. Ve ilave etti: - Son derece üzgünüm. Siz niçin gittiğimi anlıyorsunuz. Kalbim şiddetle çarptı. Cevaben dedim ki: - Anlayamıyorum. Dediğinizi anlayamıyorum. Yalvarırım size! Hepsini söyleyiniz. Bana söyleyeceğiniz her bir sözü gayet sakin ve soğukkanlı bir şekilde dinlemeye gücüm var. Vaziyetini değiştirdi. Leylak dalını üzerine doğru çekti. Kendisine kuvvet ve cesaret vermeye çalışan bir seda ile: - Söylenecek şeyin gülünç, sözle ifadesi imkânsız ve benim için üzücü olmasına rağmen söylemeye çalışacağım, dedi. Ve maddi bir sıkıntıya uğramış gibi kaşlarını çattı. Yüzünü buruşturdu. - Pekâlâ, söyleyiniz, dedim. O devam etti. - Gençliğe veda etmiş, artık olgunluk yaşına erişmiş bir erkek ile bir de genç, dilber, tamamen mutlu, henüz hayatı ve insanları tanıyamamış bir kız tasavvur ediniz. Bunlar aile münasebetiyle birbirlerini iyi tanırlar ve hatta erkek bu genç ve dilber kızı bir derin babalık hissi ile sever. Fakat bir gün bu muhabbet hissinin ansızın değişip başka bir tarzda tecelli edeceğini hiç düşünemez. Sustu. Ben hiç cevap vermedim. Bir dakika sonra kesin bir tavırla, bana bakmaksızın, sözünde devam etti: - O erkek, genç matmazelin, hayatı henüz bir oyuncaktan ibaret zannedebilecek derecede çocuk olduğunu ve bu güzide kız hakkında duyduğu babalık sevgisinin kolaylıkla başka bir hisse çekileceğini unutmuştu. O, ansızın kalbinde ortaya çıkan bu sevda hissini duyduğu zaman yanıldığını anlamış ve şiddetli bir korkuyla titremişti. İşte bu zavallı erkek, dostane samimi alakalarının bozulacağından korktuğu için şerefli ve namuslu hislerini korumak için gitme kararını verdi. Mikaloviç bu sözleri söylerken yeniden kendinden geçere, hissiz ve düşüncesiz, gözlerini kapadı. Ben yavaş, üzüntü ve heyecanımı barındıran bir ses ile: - Fakat niçin, dedim, o erkek o kızı sevmekten bu kadar korkuyor? Tahkir edilmiş bir adam tavrıyla cevap verdi: - Siz gençsiniz. Ben ise… Siz benimle oynamaktan başka bir şey arzu etmiyorsunuz. Hâlbuki ben başka bir şey istiyorum. Oynayınız. Evet, oynayınız. Fakat benimle, benim kalbimle değil… Çünkü ben bu oyunu ciddiye alabilirim. İşte o zaman sefil, bedbaht olurum. Sonra hatta siz de… Fakat artık bütün bu çocuklukları bırakalım. Niçin gitmek istediğimi tamamıyla anladınız değil mi? Rica ederim, artık ondan bahsetmeyelim. - Hayır… Hayır… Bahsedelim. Söyleyiniz, rica ederim. O erkek, o genç kızı seviyor mu? Söyleyiniz, bir kelime: ya hayır ya evet… Mikaloviç cevap veremedi. Ben devam ettim: - Onu sevmiyorsa niçin onunla bir çocuk gibi oynadı? Sözümü keserek gayet istekle dedi ki: - Evet, evet… Fakat aralarında her şey bitti. Bir dost gibi birbirlerinden ayrıldılar. - Lakin bana söylediğiniz şu söz pek müthiştir. Bu hal başka bir şekilde neticelenemez miydi? Söylediğim şeyden korktum. Mikaloviç heyecanın sıcak etkisiyle yanan yüzünü kapayarak, nazarlarını gözlerimin derinliklerine dikerek cevap verdi: - Evet, bu başka türlü sonuçlanabilirdi. Bunda yapılabilecek iki şey vardır. İzah edeceğim. Yalnız rica ederim sözümü kesmeyiniz. Gayet sessiz ve soğukkanlı beni dinlemeye gayret ediniz. Ayağa kalkarak, acı ve sinirli bir tebessüm ile gülmeyi taklit ederek devam etti: - O iki halden biri: Matmazeli sevdiği için o adam çılgın olmuştur. Genç matmazel ise bu çılgın adamın şu haline alaycı tebessümlerle gülerek kalben memnuniyet hissetmiştir. Bu, genç kız için eğlenceli bir şaka, zavallı erkek için de hayatını uçurumlara sürükleyen tehlikeli bir cazibeden başka bir şey değildir. Titredim, sözünü kesmek istedim. Fakat buna engel oldu. Elinin elimin üzerine koyarak titrek bir seda ile: - Dinleyiniz, dedi, ikinci halde: Matmazel o mösyöye merhamet eder. Bunun üzerine o zavallı adam sevildiğini ve matmazelin zevci olabileceğini hayal eder. O zaman bu zavallı çılgın zan eder ki hayatını uçurumdan kurtarıyor. Lakin o genç kız bunun aldatıcı bir seraptan başka bir şey olmadığını açığa vurmak için gecikmez. Sonra güya sözüne netice vermiş olmak için ilave etti: - Artık bundan bahsetmeyelim. Sesi kısılmıştı. Yavaş yavaş önümde dolaşmaya başladı. O ((Artık bundan bahsetmeyelim.)) derken ben tamamen anlıyor hissediyordum ki cevabımı ruhunun bütün kuvvetiyle bekliyordu. Ve ben de söylemek istiyordum fakat güç yetiremiyordum. Kalbim ezilmiş, sıkışmıştı. Kendisine baktım. Benzi bir ölü gibi sararmıştı. Dudağı titriyordu. Bu haline acıdım. Bir olağanüstü gayretle bu beni üzen sıkıcı suskunluğu birden ihlal ettim. Tam bir sükûnet ve metanetle dedim ki: - Bir üçüncü hal daha vardır ki… Devam etmek için kendimde kuvvet ve cesaret bulamadım. Mikaloviç şimdi sessizliği koruyordu. Ben kuvvetli bir çabayla tekrar söze başladım: - Üçüncü hal de şudur: O erkek genç kızı asla sevmemiştir. Ayrılmaya karar vermekle iyi bir şey yapıyorum zannederken bilakis pek fena hareket etmiştir. O, bu hareketinden mağrur da olmuştur. Gitmekten memnun olan sizsiniz. Bana gelince: Ben sizi ta ilk günden beri sevdim. Bu son kelime sakin ve mutedil sesimi – bizzat beni korkuya uğratan – vahşi bir bağırtıya değiştirdi. O, önümde ayakta duruyordu fazlasıyla. Sararmıştı. Dudaklarının çırpıntılı titreyişleri belli oluyor, iki gözyaşı tanesi yanağından akıyordu. Varlığımdan sıyrılmış, boğazımı tıkayan üzüntü hıçkırığından boğulacak bir hale gelmiş olduğum halde bağırdım: - Bu haliniz pek takatsizdir. Niçin böyle? Bu esnada kendisinden uzaklaşmak için kalkıp gitmek istedim. Fakat vakit bulamadım. Başı dizlerimin üzerinde idi. Titrek dudakları, döktüğü gözyaşlarından ıslanan ve titreyen ellerimi öpüyor ve: - Oh ya Rabbim! Bu saadet gerçekten tasavvurum üstündeydi, diyordu. Ben: - Niçin, niçin şüphe ediyorsunuz, dedim, görmüyor musunuz, ruhumda saadet nuru nasıl parlıyor? Beş dakika sonra Sotya Katya'nın yanına koşarak bütün evdekilere işittirecek bir şekilde bağırıyordu: - Biliyor musunuz? Haberiniz var mı? Maşa Mikaloviç ile izdivaç ediyor. 5İzdivacımızı ertelemek için hiçbir sebep yoktu. Ne Mikaloviç ne de ben beklemek arzu etmiyorduk. Şüphesiz Katya çeyizimi almak için Moskova'ya gitmek istiyordu. Nişanlımın annesi oğlunun yeni bir araba alması, mefruşatın yenilenmesi ve duvarların boyanması fikrinde ısrar eyliyordu. Fakat biz ilk önce evlenmek, sonra da ev eksiklerin tamamlamak fikrinde aynı fikirdeydik. Nişanlım ile ben evliliğimizin iki haftaya kadar tam bir sükûn ile çeyizsiz, ziyafetsiz, şampanyasız hâsılı bir düğüne eşlik eden bütün zevk ayrıntılarından özgür olarak icrasını istiyorduk. Bu fikrimize muttali olan kayınvalidemin pek üzüldüğünü Mikaloviç bana söyledi. Bununla birlikte o, gizliden gizliye gerekli tedariklerde bulunuyor, halıları, perdeleri, tabakları yeniliyor, birçok düşüncelerle meşgul oluyordu. Ve ben saadetimizin gerçekleşmesi için neden böyle maddi şeylere gerek görüldüğünü anlayamıyordum. Diğer taraftan, Katya da evimizi süslemek ve döşemek için uğraşıyor, düğünün parlak olması için heyecanlı bir faaliyet içinde bulunuyordu. Biz ise bütün bu maddi işlere karşı ilgisiz, ateşli bir hummalı bekleyiş içinde düğünümüzün gerçekleşme zamanını bekliyorduk. Nişanlımın validesiyle bakıcım Katya düğünümüze ait planlarla o kadar meşgul idiler ki "Pokrovsko"da bulunan yazlığımız ile "Nikoloskov"daki malikâne arasında bütün bu plan ve tedariklere ait geniş bir haberleşme kapısı açmaya mecbur oldular. Katya ile kayınvalidem arasındaki münasebet gittikçe samimi şeklini arttırıyordu. Ben de Mikaloviç'in validesi "Tatyanasa Mivnovna" hakkında derin bir hürmet ve muhabbet besliyordum. Gerçekten kendisi ciddi, vakarlı bir ev hanımı olduğu gibi asrımızın da en büyük bir kadınıydı. Mikaloviç annesini yalnız uysal ve vefalı bir evlat sıfatıyla değil, kadınlığın bütün güzellik ve özelliklerini kendisinde gören kadınların faziletlerine tutkun bir erkek haliyle seviyordu. Kayınvalidem bizim, özellikle benim hakkımda pek iyiliksever bulunuyor, oğlunun izdivaç etmek üzere olduğunu görmekten aşırı sevinçli görünüyordu. Mikaloviç'in nişanlısı sıfatıyla ziyaretine gittikçe, hal ve tavrıyla, güzide bir geline sahip olduğunu bana hissettirmek istiyor gibiydi. Artık kayınvalidemi mükemmel bir şekilde anladım ve tamamen fikrine nüfuz eyledim. Evlilikten iki hafta önce nişanlımı görür idim. O, akşam yemeği için bize gelir ve gece yarısına kadar kalırdı. Fakat bensiz yaşayamadığını daima söylemekte olmasına rağmen hiç olmazsa bir defa olsun, bütün bir günü tamamen yanımda geçirmedi. İlişkimiz – eskisi gibi – resmi bir şekilde idi. Daima birbirimize "siz" diye hitap ediyorduk. Hatta elimi bile öpmüyordu. Benimle yalnız kalmak çarelerini aramak şöyle dursun baş başa kalacağımızdan çekiniyordu. Çoğunlukla hislerinin fışkırmasından korkuyordu. İkimizden hangimizin değiştiğini bilmiyor fakat kendisinin tamamıyla akranı olduğunu hissediyordum. Önceden bana korku veren bu erkekte, kalbimi sıkan yapmacık tavır ve vaziyetler yerine şimdi, dibimin yanında saadetten mest ve şaşkın itaatli ve mütevazı, bir çocuk incelik ve samimiyeti görüyordum. Artık nişanlımın tamamen kalp ve ruhunu anlamıştım. Anladığımdan emin olduğum bu şeffaf ve hassas kalp doğama ve zevkime pek uygun geliyordu. Gelecek hayatımız için Mikaloviç'in tasarladığı planlar bile benimkilerle mutlu bir uyuşma noktasında birleşiyordu. Havalar fena gittiği için günlerin çoğunluğunu evde geçiriyorduk. Gayet tatlı ve samimi olan sohbetlerimiz, salonun piyano ile pencere arasındaki – o aşk yuvasına benzeyen – köşesinde gerçekleşiyordu. Mumların ışığı çatıdan akan yağmur damlalarının gürültüyle fışkırdığı karanlık camlarda gölgeleniyor, sular gürültü ile oluklardan akıyor ve dışarının şu rutubeti salonun bulunduğumuz şu muazzez köşesini bize daha neşeli, daha sıcak ve nurlu gösteriyordu. Bir akşam, salonda piyano yanında, sohbetimiz âdetinden fazla uzadığı bir zamanda dedi ki: - Biliyor musunuz, birçok zaman vardır ki size bir şey söylemek isterim. Her ne zaman piyano çalsanız bunu düşünürüm. - Söylemeyiniz. Hepsini keşfettim. - Evet, hakkınız var. Ondan bahsetmeyelim. - Hayır, hayır, bilakis bahsediniz, söyleyiniz. Maksadınız nedir? - Şimdi siz yaşlı mösyö ile genç ve güzel matmazelin hikâyesini pekâlâ, hatırladınız. - Bu gülünç hikâyeyi daima hatırlayacağım. Bu kadar parlak bir başarı ile neticelendiğinden dolayı bu hikâyenin kahramanları cidden bahtiyardır. Evet, biraz daha bütün mutluluğumu harap edecektim. Siz beni kurtardınız. Fakat asıl önemli olan şey benim o zaman size yalan söylememdir. Şimdi bilesiniz, nasıl büyük bir mahcubiyet hissediyorum. Bütün bunları size izah etmek istediğimin sebebi de budur. - Rica ederim, artık susunuz. (Tebessüm ederek): - Ne korkuyorsunuz? Kabahatimi affettirmek, terbiye eylemek istiyorum. Rica ederim beni mazur görünüz. Evet… Ben o zaman pek fena düşünmüş idim. Hayatımın bütün ümitsizliklerinden, bana tamiri imkânsız gibi görünen hatalarından sonra, o gün evime geri döndüğüm zaman sevmemin, bu yoksun aşkı kefenlemek için kesin kararda bulunmuştum. Artık açıkça anlıyordum ki benim için yalnız bir vazife kalmıştı: Namuslu bir adam gibi hayatıma son vermek. Fakat kararım o kadar katiyetle tutuklanmıştı ki uzun süre beni size doğru sürükleyen hislerin künhüne vakıf olamadım. Bu halin beni nereye kadar sürükleyeceğini de bilemiyordum. Ümit etmeye cesaretim olmadığı halde ümit ediyordum. Ancak bir dakika devam eden bir sessiz duraksamadan sonra ilave etti: - Bazen bana öyle geliyordu ki siz, işveli, şık, daima kendini beğendirmeyi arzulayan hafif ruhlu bir varlıktan başka bir şey değilsiniz. Ve bazen de zannederdim ki ve beni seviyor gibisiniz. Bu zıt hisler karşısında ne yolda hareket etmek lazım geleceğini seçmekte zorluğa düşüyordum. Fakat o "gece" den sonra… Hatırlıyor musunuz, bahçede şairane gezdiğimiz o şeffaf geceyi? Evet, o geceden sonra, korkmaya başladım. Mutluluk rüyam hakikate dönüşmek için bana pek büyük göründü. Yalnız kendimi, aşkımı düşünüyordum. Zira ben fena, menfaatçi bir adamım. Sustu, bana baktı ve tekrar söze başladı: - Bununla beraber büsbütün haksız da değildim. Başarısızlığımdan, aşkımın bozulmasından korkmak için hakkım vardı. Sizin benim üzerimde oluşturduğunuz etkiyi ben sizde oluşturabilir miydim? Siz henüz bir çocuk… Açılmaya hazır bir goncasınız. Siz ilk defa olarak seviyorsunuz. Hâlbuki ben… Oh! Bana bütün hakikati söyleyiniz. Fakat birden, vereceği cevabın kalbimde oluşturacağı etkiden korktum ve hemen: - Hayır, hayır… Hiçbir şey söylemeyiniz, dedim. Fikrimi kavradı: - Siz tabi aşk zevkini şimdi tattığımı öğrenmek istersiniz. Bunu size söyleyebilirim. Emin olunuz ki şimdiye kadar hiçbir kadına sevgi ilanı yapmadım. Hiçbir varlık sizin hakkınızda duyduğum güzel duyguları bana vermedi. Birden fikrine hücum eden bir takatsiz hatıranın etkisiyle kederli bir şekilde ilave etti: - Sizi sevebilmek hakkını bahşetmeniz için bana kalbiniz lazımdır. Görüyorsunuz ki size aşkımı itiraf etmezden önce iyice düşünmek vazifemdi. Hayatınızda mühim bir etki oluşturmak için size ne arz edebilirim? Aşk işte bu kadar… Bakışların tesadüf etmesi için gözlerinin içine baktım ve sordum: - Bu yeterli değildir? - Hayır, yeterli değildir, azizem… Bu, sizin için yeterli olmaz. Siz genç ve güzelsiniz. Telaşlı bir güzelliğe, gösterişli bir gençlik tazeliğine sahipsiniz. Gelecek hayatımızı düşünerek, mutluluğumuzu hayal ederek bazen geceleri uykusuz geçiriyorum. Çok yaşamış olduğum için olsa gerek, öyle zannederim ki ben asude bir hayat ile mutlu olabilecektim. Mesela mümkün olduğu kadar köylülere yardım ederek, çalışarak köydeki yuvamızda vakit geçirmek. Yalnız tabiat ve kitap ile musiki ve aşk ile ruh ihtiyaçlarını tatmin eylemek… - Pekâlâ, böyle bir hayat yaşamaklığımız için bir sebep var mı? - Benim için yok. Çünkü gençlik nurum sönmüştür. Hâlbuki sizinki bütün olgunluğuyla şaşaalı. Siz daha henüz hayatı tanımadınız. İhtimal ki siz saadeti başka şeylerde aramak arzusuna düşeceksiniz. Ve yine ihtimal ki hayatınızın sonuna bu saadeti aramakla meşgul olacaksınız. Şimdi siz tamamıyla mesut olduğunuzu zannediyorsunuz. Zira beni seviyorsunuz. - Hayır, hayır… Ben daima asude ve sakin bir hayat hayal ederim. Bir aile, bir yuva hayatı… Sizi sevdiğim için, göreceksiniz ki düşünce ve hayallerim sizinkiyle aynı olacaktır. Düşünür, tekrar söze başladı: - Siz böyle zannediyorsunuz, azizem… Fakat bu, sizin için yetersizdir. Siz genç ve güzelsiniz. Bana itimat etmediğinden, gençlik ve güzelliğimi daima yüzüme vurduğundan dolayı pek üzüldüm. Dalgın bir tavırla sordum: - Niçin seviyorsunuz beni? Gençliğimden dolayı mı yoksa bizzat benim için mi? Gözlerimi karşı konmaz bir şekilde kendisine doğru sürükleyen derin bir bakış dökülmesiyle dedi ki: - Sizi niçin sevdiğimi bilmiyorum. Bildiğim bir şey varsa o da size bütün ruhumla perestiş ettiğimdir. Cevap vermedim. Sustum. Birden bire garip bir hisse kapıldım: Önceden beni kuşatan şeyler bana karşı silindi. Sonra Mikaloviç'in siması kayboldu. Artık gözlerimin önünde parlayan gözlerinden başka hiçbir şey görmüyordum. Burgulu nazarları ta kalbimin derinliklerini kaplamıştı. Bu nazarların büyüleyen etkisiyle, vecd ve istiğraklar içinde, hissettiğim korku titremesinden kurtulmak için gözlerimi indirmeğe mecbur oldum. İzdivacın belirlenmiş gününden bir gün önce gökyüzü açılmıştı. Çoktan beri yağmayan yağmur, soğuk ve berrak sonbaharın ilk akşamına nasip olmuştu. Her taraf nemli bir tazelikle doymuştu. İlk defa olarak, bahçenin parlak yollarında, çıplak ağaçların etrafında titreyen sonbahara özel mavi bir şeffaf allık görünüyordu. Gökyüzü saf idi. Gece, düğün günü havanın pek güzel olacağını tefekkür etmekten oluşan bir mutlulukla, uyudum. Güneşin doğuşuyla uyandım. Hemen bahçeye indim. Henüz ufukta bulunan güneş, ıhlamur ağaçlarının sarı ve çıplak arasından ziyalar saçıyordu. Yollar çıtırdayan yapraklar ile örtülüydü. "Üvez" ağaçlarının erguvanlı meyveleri kırmızı renklerini sermişti. Sapları kurumuş dalya ağaçları simsiyah olmuştu. Kış, ilk defa olarak soğuk tozunu nemli çimenlere saçmıştı. Bugün evlik merasimimin yapılıyor olmasına inanamıyor, saadetime bu kadar emin olmak için sorun yaşıyordum. Kendi kendime soruyordum: - Mümkün mü ki artık bu akşam kendi odama karşın Nikaolskoy'daki büyük yabancı evde yatayım? Artık Sotya ve Katya'ya her akşam ondan bahsetmeyeyim? Onun ile piyanonun yanındaki o muazzez köşede oturup konuşmayayım? Karanlıkta evine döndüğü zaman artık onun için kalbimde bir korku titremesi yaşamayayım. O vakit hatırladım ki dün giydiğim düğün elbiselerini Katya üzerimde denerken yarın gelin olacağımı söylemişti. Bu esnada düğünümün pek yakın olduğunu anlamış, fakat biraz sonra yine bundan şüphe etmeye başlamıştım. Yeniden kendi kendime düşünüyordum: - Nasıl ya Rab! Bugünden itibaren artık orada, kayın validem ile beraber, Katya ile diğer arkadaşlık ettiğim ve sevdiğim insanlardan uzak olarak mı yaşayacağım? Her akşam yatmazdan önce şefkatli dadıcığımı kucaklamayacak mıyım? Artık onun yatarken bana: Geceler hayırlı olsun kızım, dediğini işitmeyecek miyim? Artık Sotya'ya ders veremeyecek ve onunla oynayamayacak mıyım? Odam ile onun odası arasındaki duvarı vurarak eğlenmeyecek, onun duru kahkahalarını işitmeyecek miyim? Nasıl, bugün yabancı bir adamın mı olacağım? Rüyalarımı, hülyalarımı, ümitlerimi hakikate dönüştüren yeni bir hayat gözlerim önünde açılacak mı? Ve bu yeni hayat ebediyen devam edecek midir? Bütün bu hayallerle beraber, ateşli bir hummalı bekleyiş içinde, Mikaloviç'in ulaşmasını bekliyordum. Mutluluk vakti geldi. Ben ancak onun huzurunda hülyalarımın hakikate dönüştüğünü ve onun eşi bulunduğumu hissettim. Yemekten önce ölü babamın ruh istirahati için yapılacak ayinde hazır bulunmak üzere hepimiz kiliseye gittik. Pederimin en saygın dostu olan nişanlımın koluna dayanarak ve hiçbir kelime alışverişinde bulunmayarak eve dönerken kendi kendime düşünüyordum: Ah! Pederim hayatta olsaydı. Saadetimi görseydi. Kilisede ayin yapılmaya başladığı zamanda birden sevgili babamı hatırlamıştım. Öyle zannediyorum ki ruhu şu seçimimden dolayı beni takdir ve takdis eyliyor. Bana şimdi öyle geliyordu ki kolumu verdiğim bu şerefli varlık, şu anda bütün hislerimi anlıyor ve üzüntüme katılıyordu. Nişanlım ağır ve sakin adımlarla yürüyordu. Uzun aralıklarla, yan gözle baktığım simasında, sevinçle hüznün ahenkli karışımından doğan bir heyecan eseri buluyordum. Birden bire bana doğru döndü. Bir şey söylemek istediğini anladım. Pederimden bahsederek: - O, birgün bana: "Maşa" ile evlen, demişti. Elimle kolunu şiddetle sıkarak dedim ki: - Pederim bugün ne kadar mesut olacaktı! Gözlerimin içine bakarak: - Evet, dedi, siz o vakit henüz bir çocuk idiniz. Pederinizin gözlerine benzettiğim için o zaman bu gözleri çok sever ve öperdim. Bir gün bu gözleri bizzat kendisi için seveceğimi düşünmekten uzak bulunuyordum. Sizi "Maşa" diye çağırırdım. - Niçin bana "sen" diye hitap etmiyorsunuz? - Tamamıyla benim olduğunu hissettiğim, çekici bakışlarının sakin ve mutlu, üzerime yöneldiğini duyduğum şu dakikada ben de sana tekil muhatap siygasıyla hitap etmek üzere idim. Hasat zamanından beri tarlada baygın baygın bırakılmış samanların ortasından… Çayırların, otların arasından yürüyorduk. Seslerimizin ve dilsiz adımlarımızın sesinden başka bir şey işitmiyorduk. Diğer yönden esmer bir tarla çıplak küçük ormana kadar yayılıyor, önümüzde bir çiftçi, daima genişleyen siyah daireler çiziyordu. Keçiler otluyor, ayakları ile tohumları saçıyor ve insana bu sevimli hayvancıkları tutmak, şefkatli bir şekilde oynamak için bir arzu geliyordu. Öbür taraftan da evimizi çevreleyen bahçeye doğru diğer siyah ve ekilmemiş bir tarla uzanıyordu. Zayıf güneş bulanık ve dağınık bir hava içinde ışık saçıyor, her taraftan birbirini boyuna kesen küçük bakir ormanlar güneş ışınının tesiriyle parlıyor, başımızın üzerinde sıcaklık yayan güneş gözlerimize, saçlarımıza, elbiselerimize giriyordu. Mikaloviç ile konuştuğumuz zaman sedalarımız garip tınlamalarla titriyor, sanki havada asılı kalıyordu. Hayatın hayhuylarından uzak bir uzlet köşesinde bulunuyoruz gibi bir hisse sahiptim. Yalnız mavi göğün altında can çekişen güneşin solgun tebessümlerini topluyorduk. Ben de Mikaloviç'e "sen" diye hitap etmek istiyordum. Fakat tahlilinden aciz kaldığım bir utan hissi beni bundan menediyordu. En sonunda tam bir cesaretle ve yarım sesle, mümkün olduğu kadar hızlı: - Niçin o kadar çabuk yürüyorsun, dedim ve kızardım. Mikaloviç adımlarını ağırlaştırdı. Ve derin bir vecd ve aşk istiğrakı içinde, mutlu ve şefkatli bir nazarla baktı. Eve dönüşümüzde nişanlımın annesi ile davetlileri hazır bulduk. Bu dakikadan itibaren kiliseden dönüşümüze kadar Mikaloviç ile bir ana bile yapyalnız kalmaya muvaffak olamadım. Nikâh merasiminin icra edileceği kiliseye girdiğim vakit hemen kimse yok gibiydi. Köşeden kayınvalidemi gördüm. Kendisi şarkıcıların yanında ayak üzerinde duruyor ve onun yanında da gözyaşları yanakları üzerinde akan Katya bulunuyordu. Hâsılı beni meraklı gözlerle inceleyen bir ki hizmetçimizden başka kimse yoktu. Mikaloviç'e gelince: Varlığını hissetmek için ona bakmak ihtiyacını hissetmiyordum. Duaları büyük bir dikkatle takip ettim. Bununla beraber bu dualar kalbimde bir karşılık bulamıyordu. Dua etmeye muktedir bir halde değildim. Baygın ve şuursuz, kilisedeki mukaddes tasvirlere, büyük mumlara ve başkalarına bakıyordum. Yalnız, kalbimi dolduran bazı fevkalade şeyler hissediyordum. Rahip haç elinde bize doğru yönelerek takdis merasimini icra ederken, Katya ile kayınvalidem beni ve zevcimi öpüyor "Karakuvar" da arabacımızı çağırıyordu. Bütün bunlardan evlilik merasiminin bittiğini anladım ve korktum. Bu sırada zevcim de beni öptü. Fakat kendisine iade ettiğim buse – bilmem neden – bana pek garip, hislerimin şiddetine göre pek sönük geldi. - Bu yalnız bundan mı ibaretti? Diye, kendi kendime düşündüm. Kiliseden çıktığımız zaman saf, taze bir hava dalgası yüzümüze çarpıyordu. Mikaloviç şapkasını giydi. Arabaya binerken bana yardım ettikten sonra kendisi de girdi, yanıma oturarak kapıyı kapadı. Bu anda bir şey kalbimi ısırdı. Araba kapısının kapanması beni titretti. Tekerlekler çakıl taşları üzerinde gıcırdamaya ve bir müddet sonra da yumuşak toprak üzerinde dönmeye başladı. Artık yoldaydık. Arabanın köşesine büzülmüş, pencereden dışarıya bakıyor ve kendi kendime düşünüyordum: - Bu kadar tahammülsüz bir bekleyişle beklediğim bu şerefli ve kıymetli saat, nasıl ya Rabbi, yalnız bundan mı ibaretti? Kendimi böyle yapyalnız onun yanında bulmak birden bana pek aşağı göründü. Bir şey söylemek fikriyle onun tarafına doğru döndüm. Fakat kendisi hakkında beslediğim şefkat ve sevda hisleri şimdi büyük bir çekingenlik ve korkuya dönüştüğü için buna muvaffak olamadım. Attığım bakışa cevap vermiş olmak için yavaşça dedi ki: - Bu ana kadar saadetime emniyet ve itimat edemiyordum. - Evet, azizim, fakat… Bilmem neden… Ben korktum. Dudaklarına getirmek için elimi alarak: - Benden mi korktun cicim? Dedi. Elim elinde mecalsiz ve hareketsiz kaldı. Kalbim sanki soğuk bir sıkışıklıkla acıyla karışık bir şekilde sıkıştı. - Evet, diyebildi. Fakat aynı zamanda kalbim şiddetle çarpmaya, elim zevcimin eli içinde titremeye başladı. Tatlı, korku taşıyan bir saadet hissi bütün varlığıma yayıldı. Gözlerim bakışlarını aradı. Birden hissettim ki artık kendisinden korkmayacağım. Deminki korku ve çekingenliğin aşktan, yeni, ter ve taze, eskisinden daha şefkatli ve kuvvetli bir aşktan ileri geldiğini anlamakta gecikmedim. Bütün ruhumla ona ait bulunduğumu ve bu aidiyetten dolayı tamamıyla mutlu olduğumu açıkça hissettim. (Birinci Kısmın Sonu)İKİNCİ KISIM1 Köydeki iki aylık dingin hayatın haftaları, günleri benim için hissedilemeyecek derecede hızlı geçti. Zira bu iki ayın varlığıma bahşettiği aşk hisleri ve sevda heyecanları bütün bir hayatı mutlu etmek için yeterli idi. Geçinme tarzımız önceden plan ve tertip eylediğimiz programa uygun şekilde gerçekleşmiyorduysa da hayallerimizin altında da değildi. Nişanlı iken hayal ettiğim ve birçok güzide insanlık faziletleriyle süslediğim düzenli çalışma hayatı nerede kaldı? Bütün bunların yerine karşılıklı bir aşkın menfaatperest hisleri, sevilmiş olmak arzuları, sebepsiz ve sınırsız bir neşe, ona ve bana ait olmayan her şey hakkında bir mutlak unutkanlık hüküm sürüyordu. Ha doğru, bazı kere Mikaloviç çalışmak için çalışma hücresine girer veyahut işlerini düzenlemek ve düzeltmek maksadıyla şehre iner veya mal ve çiftlikleriyle uğraşırdı. Fakat bunlar için benden nasıl güçlükle ayrıldığını hissederdim. Kendime aidiyeti gerçekleşmeyen her bir şey kendisine öyle manasız, öyle hiç görünürdü ki bunlarla meşgul olmanın pek faydasız olduğunu daima bana itiraf ederdi. Bu benim için de böyleydi. Piyano çalar kayınvalidem ile meşgul olur, köydeki çocuklara dersler verirdim. Fakat bütün bunları onun bir takdir kelimesine mazhar olmak için yapardım. Zevcimin hoşuna gitmeyen ve arzusuna uymayan şeylerle meşguliyet benim için imkânsızdı. İhtimal ki şu hareket tarzı fena ve menfaatçi idi. Bununla beraber beni mutlu ediyor, kadınlık kimliğimi her şeyin üstüne yükseltiyordu. Benim nazarımda bütün kâinat yalnız ondan ibaretti. Katımda insanların en güzidesi, en mükemmeli oydu. Hâsılı o, benim her şeyimdi. Bu dünyada ancak kendisi için yaşıyordum. Mikaloviç için de ben, kadınların en nefisi, en güzel ve olağanüstüsü idim. Katında en kıymetli kadınlık özellikleriyle süslenmiş bir inci, en kendinden geçiren iffetli kokular sürünmüş bir çiçek gibiydim. Bir gün dua ederken odama girdi. Ben kendisine doğru bir bakış fırlatmakla yetinerek duama devam ettim. O beni sıkmamak için, masanın yanına oturdu. Bakışlarının ağırlığını üzerimde hissediyor, gözlerimi onun tarafına çevirmekten kendimi engelleyemiyordum. Zevcim tebessüm ediyordu. Ben de gülmeye başladım. Öyle bir dakika geldi ki artık duaya devam etmek benim için imkânsız oldu. Kendisine sordum: - Sen dualarını bitirdin mi? - Evet, sen devam et. Ben gidiyorum. Başka bir söylemeksizin gitmeye kalktı. Fakat ben engel oldum: - Azizim! Eğer beni memnun etmek istersen benimle beraber dua et. Yanımda diz çöktü. Biraz tereddütten sonra, yüzü ciddi, duaya başladı. Bu esnada bana doğru döndü. Nazarlarımda bir teşvik ve takdir manası aradı. Duayı bitirdiği zaman zevcimi kucaklayarak gülmeye başladım. O, ellerimi öperek: - Hiç değişmemişsin. Daima benim bildiğim on yaşında mini mini menekşesin, diyordu. Bulunduğumuz hane köyün eski evlerinden biri olup burada vaktiyle aynı aile hayli nesillerden beri karşılıklı samimi pek çok aşk ve hürmet görmüştü. Her tarafta duvarların saygın ve iffetli hatıraları nazar-ı dikkate çarpıyordu. Kayınvalidem Tatyanasa Mivnovna, evi eski bildiği yöntem şekliyle idare etmekte devam ediyor, her köşede takdir edilesi bir düzen ve temizlik görünüyordu. Salon resimlerle süslenmiş, halılarla döşenmiş, güzel ve süslü iskemlelerle başka döşemeler düzenli ve uygun bir muhteşem ahenkte yerli yerine konulmuştu. Kayınvalidem, farklı duvarların çeşitli tarz ve üsluptaki en güzel döşemelerini benim odaya yerleştirmişti. Bu, benim için büyük bir lütuf idi. Tatyanasa Mivnovna evde varlığını hissettirmezdi. Bununlar beraber her hizmetçi işini bir saat gibi muntazam görür idi. Bütün hizmetçiler bu muhterem ihtiyar kadın hakkında hürmet ve tazim ile karışık bir korku ve çekingenlik hissederlerdi. Her cumartesi günleri düzenli olarak tahta silinir, halıların değneklerle tozları alınırdı. Her ayın ilk günü de özel ayin icra edilirdi. Zevcim ev işlerine asla müdahale etmiyordu. Yalnız tarla işleriyle meşgul oluyor, köylüleri gözlüyordu. Sabahleyin – kışın bile – erken kalkardı. Ben uykudan uyandığım zaman o, işinin başında bulunurdu. Bir müddet sonra birlikte çay içmek için eve geri dönerdi. Bu esnada son derece neşe ve sevinç gösterirdi. Çoğunlukla ne iş gördüğünü kendisine sorardım. O zaman bana öyle tuhaf ve garip hikâyeler naklederek beni eğlendirirdi ki gülmekten bayılırdım. Bazı kere de o günkü işlerin özetini söylemesini, ısrarcı ve ciddi talep ederdim. O vakit zapt edilmiş bir tebessümle, bir günlük olayları bana anlatırdı. Ben gözlerinin içine bakar, ne dediğini anlamaksızın dudaklarının hareketlerini takip ederdim. Fakat ona böyle bakmaktan ve sesini duymaktan mutlu idim. Hikâyesini bitirip te bana: - Peki… Şimdi söylediğim hikâyeyi sen de tekrar et bakalım, dediği zaman ne söyleyeceğimi şaşırırdım. Bize, aşkımıza ait olmayan sözler derin bir umursamazlık hissettiğim için olmalı, söylediği hikâyeleri anlamaz, fakat – bilinmez neden – lezzetle dinlerdim. Kayınvalidem öğle yemeğine kadar odasından dışarıya çıkmazdı. Kendi kendine çay içer ve hizmetçisiyle halimizi sordururdu. Bir gün sabahleyin Mikaloviç ile sohbet edip latifeleşirken birden oda kapısının yanında, kayınvalidem tarafından halimizi anlamaya çalışmaya memur edilen hizmetçi kadını gördüm. Ben bir kahkahayı zapt etmek için zorluk yaşıyordum. O, vakarlı ve hürmetli, köşede duruyor, gayet tuhaf ve ciddi bir sesle diyordu: ((Madam Tatyana dün yaptığınız gezintiden sonra bu gece rahat uyuyup uyuyamadığınızı sorduruyor. Kendisi geceyi pek fena geçirdiğini, sabaha kadar havlayan köpekten uyuyamadığını bildiriyor. Bir de bu sabahki küçük ekmekleri nasıl bulduğunuzu öğrenmek istiyor. Zira bu defa bu ekmekleri "Taras" değil "Nataşa" pişirip yaptı. Madam ekmekleri fena bulmuyor. Fakat bisküvilerin çok piştiğini söylüyor.)) Yemeğe kadar zevcimle nadiren beraber bulunuyordum. Ben piyano çalar veya kitap okurdum. O da ya yazı yazar veyahut tekrar dışarıya çıkardı. Saat dörde doğru öğle yemeği için toplanmış halde yemek salonunda buluşurduk. Her gün düzenli olarak, zevcim yemeğe giderken kolunu annesine takdim eylerdi. Diğer kolunu da bana vermesi için kayınvalidem zevcimi zorlardı. Üçümüz kapının her iki tarafına çarparak, sıkışarak yemek salonuna girerdik. Sofraya kayınvalidem önderlik ederdi. Konuşmamız esaslı ve ruhlu mevzular üzerine dayanıyordu. Zevcimle gizlice konuştuğumuz bazı sözler, bu uzun yemek sohbetinin monoton üslubunu letafetle keserdi. Bazı kere anne ile oğul arasında şakayla karışık bir konuşma geçerdi. Bu sevimli latifeleri pek sevdiğim için can kulağıyla dinlerdim. Bu sıcak ve samimi şakalar Tatyana ile Mikaloviç'i birbirine bağlayan derin sevgiyi diğer şeylerden fazla belli ediyordu. Yemekten sonra annemiz salondaki büyük koltuğa uzanır, tütünü ufalamakla veyahut yeni gelen kitapların yapraklarını kesmekle meşgul oluyordu. Biz ise yüksek seda ile kitap okurduk yahut piyanonun bulunduğu bitişik odaya geçerdik. Evlilik hayatımın ilk aylarında eşimle beraber pek çok kitap okuduk. Bununla birlikte en fazla ruh zevkini musikide bulduk. Musiki her gün kalbimizde yeni tesirler, titreşmeler uyandırıyordu. Ve bizi birbirimize daha büyük bir açıklıkla ifşa ediyor gibiydi. Kendisinin sevdiği seçili parçaları çaldığım vakit piyanodan epey uzak olan bir mindere oturur, kim bilir nasıl bir samimi his ile müziğin kalbinde oluşturduğu etki ve his fışkırışını zapt etmek için kendini zorlardı. Fakat ben çoğunlukla bu sırada piyanodan kalkar, usulcacık yanına gider, sesinde beliren heyecan eseri ile gözlerinden sızan nemli parlaklığı – bütün bunları bütün bunları saklamak için gösterdiği her türlü gayretlere rağmen – keşf eylerdim. Kayınvalidem bizi daima piyanoda görmek isterdi. Bununla beraber rahatsız etmekten korktuğu için yanımıza gelmez, bize bakmaksızın lakayt ve vakarlı, salondan geçmekle yetinirdi. Gece herkes büyük salonda toplanıyordu. Çayı bardaklara ben dolduruyordum. Bu vazifeyi zannetmeyiniz ki çekincesiz ve korkusuz yapıyordum. Bilakis büyük bir korku ve mahcubiyet içinde bu şerefe layık olmadığımı anlıyordum. Semaver musluğunu açarak çayı bardaklara düzenli olarak doldurmak için kendimi henüz pek genç ve sersem buluyordum. Çay bardaklarını koymak için önümde tepsiyi tutan Nikola diyordu: - Bu bardak Piyer İvanoviç için… Öteki Mary Mincina'ya özel… Sonra herkese de sormak gerekiyordu: - Çaylarınızın lezzeti iyi midir efendim? Bütün bu işleri bitirdiğim zaman zevcim: - Pekâlâ… Pekâlâ… Her şeyi büyük bir ev kadını gibi ifa ettiniz, derdi. Kayınvalidem bir müddet daha salonda oturarak iskambil kâğıtlarıyla Mary Mincina'nın gelecekten haber veren safsatalarını dinledikten sonra geceyi rahat geçirmemiz için dualar ederek bizimle vedalaşırdı. Biz de odamıza çekilirdik. Gece yarısına kadar odamızda oturur, konuşurduk. Bu zaman, hayatımızın en şerefli ve güzide dakikalarını oluştururdu. Mikaloviç bütün safhalarıyla geçmiş hayatını naklederdi. Beraber planlar kurar, felsefeden bahs açardık. Tatyana'nın gevezeliklerimizi işitmemesi için yavaş, gayet yavaş konuşurduk. Zira kayınvalidem daima erken yatmamızı tembih ederdi. Bazı kere acıkırdık. Gece yarısı bütün o derin bir uykuda iken usulcacık beraber yemek odasına iner, "Tiktiya" nın suç ortaklığıyla edinebildiğimiz nevaleyi tam bir istek ve heyecanla odamıza getirir, yalnız küçük bir mumun latif ışığı altında tatlı bir iştiha ile yerdik. Bazı defa zevcimde gördüğüm sükûnet ve mülayimlikten bir umursamazlık kokusu hissederek üzülüyor, bu umursamazlık eserinin kendimde de bulunduğunun farkına varamıyordum. Zevcim bana kararsız, gelgeç meşrep bir varlık gibi görünmeye başlıyordu. O, bir arzusu olup ta açıklamaya cesaret bulamayan bir küçük çocuk gibiydi. Bir gün kendisinin bu umursamazlığından, aşırı sakinlik ve yumuşaklığından şikâyet ettiğim zaman bana cevaben: - Ah sevgilim, dedi, o kadar kendinden geçiren bir neşe havası içinde bulunuyorum ki saadet yorgunuyum. Halimde hissettiğiniz yorgunluk ve lakaytlık sevinç ve aşktan mest olmaktan ileri geliyor. Şunu da itiraf edeyim ki bu aşırı mutluluk beni korkutuyor. Kapının çalındığını işittiğim, adıma gelen bir mektubu aldığım, uykudan uyandığım zamanlar şiddetli bir heyecana duçar olduğumu sana söylesem bilmem inanır mısın? Evet, korkuyorum, korkuyorum. Zira yaşamak isterim. Zira ufak bir şey hayatımı büsbütün değiştirebilir. Hiçbir şey anlamaksızın sözünü kabul eder gibi göründüm. Ben de mutluydum. Fakat bana öyle geliyordu ki herkes te hayatında bir defa benim gibi aynı tarzda bahtiyar olmuştur. Mutlaka başka bir mutluluk daha olmalıdır. Şüphesiz bu da o kadar büyük değildir. Fakat herhalde başkadır. Evlilik hayatımın iki ayı bu şekilde geçti. Sonra soğuklarıyla, karlarıyla kış başladı. Yavaş yavaş – zevcimin daima yanımda bulunmasına rağmen – kendimde derin, acı verici bir yalnızlık hissetmeye başladım. Günlerin aynı şekilde tekrar etmek olduğunu, kendimde ve eşimde artık bir yenilik bulunmadığını, bilakis daima tekdüze adımlarla hayatı geçirmekte olduğumuzu anlıyor gibiydim. Mikaloviç işleri için eskisinden fazla zaman ayırmıştı. Kendisini ikinci defa olarak, bana açmak istemediği bir dünya sırların derin gizliliklerinde görüyorum zannediyordum. Zevcimin bu sarsılması imkânsız sıkıcı sükûneti sinirime dokunuyordu. Mikaloviç hakkındaki muhabbetim eksilmemişti. Aşkı daima beni mutlu ediyordu. Fakat sevdalı hislerim kuvvet ve şiddetini artırmıyordu. O, sükûn ve durgunluk halindeydi. Kalbimin aşk etkisiyle titreyen bir köşesinde beni kederlendiren bir şiddetli arzunun doğduğunu hissediyordum. Sevmek saadeti artık bana yetmez olmuştu. Bu sakin monoton hayat benim ruh ihtiyacımı tatmin etmiyordu. Bana hareket ve faaliyet lazımdı. Aşkım heyecanlara, tehlikelere, fedakârlıklara susamıştı. Bazı kere Mikaloviç'ten saklamak için kendimi tuttuğum kalbi bunalımlara duçar olur, bazı defa da eşimi şaşırtan asabi ve aşırı bir şefkat ve neşe girdabı içinde bulunurdum. Bu garip buhran halini benden önce hisseden eşim kışı şehirde geçirmemizi teklif etti. Fakat ben saadetimizin yok olmasından korktuğum için, hayatımızın akış tarzına sapma darbesi vurulmamasını istirham ettim. Gerçekten ben mutluydum fakat bu mutluluğun bir fedakârlık, bir daimi çaba neticesi olarak oluşmaması beni üzüyordu. Zevcimi seviyor, bütün ruhumla onun olduğumu biliyordum. Lakin ben aşk zaferimin – hiçbir engel ve fedakârlığa uğramaksızın böyle kolaylıkla – temin edilmesini görmek istemiyordum. Kalbim ve ruhum tatmin edilmişti. Bununla beraber varlığımın derinliklerinde ateşli bir gençlik suyu kaynadığını hissediyor, temin edilmeyen derin bir faaliyet ihtiyacı duyuyordum. Kendi kendime: - Niçin o kadar arzu ettiğim şehre gitmek için teklifte bulundu? Diyordum. Zevcim eğer böyle bir teklifte bulunmamış olsaydı ihtimal ki ben, beni sıkan bu çılgın arzuların birer tehlike olduğunu ve ısrarlı bir şekilde yapmak istediğim fedakârlığın bana şu şekilde görünmesi gerekeceğini anlardım: Bütün bu sıkıcı hisleri boğmak… Fakat şehirde geçirilecek şaşaalı hayatın beni bu sıkıcı can sıkıntısından kurtarabileceği ümidi, istemediğim halde, düşüncemi zapt etmişti. Bununla beraber Mikaloviç'i – sadece çılgın heveslerimi tatmin etmek için – sevdiği bütün şeylerden mahrum etmek vicdanıma azap veriyordu. Bu tereddüt ve bunalımlar arasında vakitler geçiyor, kar evimizi gittikçe yoğun bir beyaz tabaka ile örtüyordu. Ve biz daima birbirimizin çevresinde, daima aynı yüzlerin huzurunda sıkıcı ve monoton bir hayatı sürüklemekte devam ediyorduk. Hâlbuki orada şaşaalı şehirlerin derinlik ve güzelliklerinde baygın insanlar böyle sessiz ve bilinmez, yaşayan varlığımızı hissedemeyerek yaşıyorlar, sıkıntı çekiyorlar, mahvoluyorlar. Hiçbir kuvvet ve etkinin değiştiremeyeceği bir tarzda akan bu sıkıcı yeknesak hayata bizi mahkûm bir şekilde bağlayıp sabit bırakan esaret ve ülfet zinciri her dakika hissetmekten aşırı derecede üzülüp acı çekiyordum. Aşkımız bu huzurlu ve değişmez asude hayatın bizzat esiri oluyordu. Böylece biz sabahleyin şen ve neşeli görünürken öğle yemeğinde ciddi ve hürmetkâr bulunur, akşam da şefkatli ve yumuşak olurduk. Kendi kendime düşünürdüm: ((Nasıl yaşamalıdır? Eşimin dediği gibi masum ve namuslu yaşamalıdır. Ben de bunu cidden arzu ederim. Fakat bütün hayatımız bu tekdüze hayatı sürüklemekle geçiyor. Hâlbuki bizim şimdiki gücümüz başka bir hayat istiyor.)) Mücadele etmeye, çırpınmaya, didinmeye ihtiyacım vardı. İstiyordum ki hayatım kalbi duygularım ile etkilenip heyecanlansın. Duygularımın hayat tarzımı etkilemesiyle gelişmesini arzu etmiyordum. Mikaloviç'i uçurumun kenarına götürüp ve ona: ((İşte bir adım daha… Uçuruma yuvarlanıyorum. Yalnız ufak bir hareket mahvolmam için yeterli…)) demek isterdim ki kendisi benzi sararmış olduğu halde kuvvetli kollarıyla beni yakalayarak bu korkunç düşmekten kurtarsın. Gayet güvenli bir emniyet kenarına atsın. Bu bunalımlı manevi hal sağlığım üzerinde fena bir etki oluşturdu. Aşırı bir sinirin altında adeta çılgın olmuştum. Bir sabah Mikaloviç'in hiddetli olarak – bu hal kendisinde pek nadir oluşurdu – çiftlikten dönüşü beni alışılmışından fazla bir sinirli bunalıma soktu. Birden şu hiddeti hissederek sebebini sordum. Fakat cevaben bunun nakledilmek zahmetine değer bir şey olmadığını söyledi. Kendisinin üzüntü ve hiddet sebebi olan halin ne olduğunu pek çok sonra anladım. Köyün polis komiseri "İzpiravnik" in zevcim hakkındaki bakış ve hisleri fena idi. İstifa etmek hakkına sahip olduğu halde adamlarımızdan vergi almak için onları çağırıp davet etmişti. Buna Mikaloviç'in aşırı canı sıkılmıştı. Fakat bu işlere ait ayrıntılarla beni de üzmek istemiyordu. Ben, beni alakadar olduğu işleri anlamaya kabiliyetsiz bir çocuk sayıyor, bütün bunları bana nakletmek zahmetini seçmeyi fazla ve gereksiz görüyor, zannettim. Hiçbir şey söylemeksizin odadan çıktım. Beraber çay içmek için bizde misafir olan Mincina'yı çağırdım. Sonra misafir salonuna gittik. Orda onunla her türlü ruh ve faydadan uzak, cidiyetsiz sözlerle gevezelik etmeye başladım. Mikaloviç odada büyük adımlarla yürüyor, zaman zaman bize bakış atıyordu. Bu nazarlar bende öyle garip etki oluşturuyordu ki gevezeliğimi büsbütün artırıyor, sinirli kahkahalarla gülüyordum. Söylediğim her söze, nadiren Mary Mincina'nın söylediği fikre, alaycı kahkahalar katıyordum. Eşim sesini çıkarmaksızın odasına girdi ve kapıyı kapadı. Onu gözümden kaybeder etmez bütün bu çılgın, sinirli sevinç ve neşe eserleri mahvoldu. Muhatabım derin bir hayret içinde, şu ansızın değişmenin sebebini soruyordu. Hiçbir cevap vermeksizin mindere oturdum. Ağlamak için kuvvetli bir arzuya kapıldım. Kendi kendime diyordum: ((Niçin zevcim ciddi ve vakur duruyor? Bir hiç kendisine gayet mühim bir iş gibi görünüyor. Ne olduğunu bana söylese haksız yere üzülmekte olduğunu ikna edici delillerle ispat edeceğim. Fakat beyefendi zannediyor ki hiçbir şey anlayamam. O, sıkıcı sakin âdetiyle bana azap verip aşağılamak ve sonra da mazur görünmek istiyor. Pekâlâ, öyleyse ben de mazurum. Aynı çevrede mıhlanmaktan doğan can sıkıntısı ile faydasız ve neticesiz, senelerin akış hızını hissettiğim zaman ben de gösterişli bir zevk ve neşe hayatı istemekte, öyle ise, mazurum! Her gün ileriye yürümek arzu ederim. Her saat bir yenilik isterim. Kendisinin yalnız bir emeli var: Aynı hal ve çevrede kalmak ve beni orada o sıkıntılı çevrede, sakin ve hareketsiz tutmak… Hatta beni alıp şehre bile götürmeyecek. Bana daima sade ve asude olmamı söylüyor. Fakat kendisi bana bizzat örnek olmuyor. Hayır… O hiç saf ve asude değildir.)) Gözyaşlarımın kalbimin derinliklerinden fışkırmakta olduğunu ve zevcime son derecede gücendiğimi hissediyordum. Bu hiddet ve kızgınlıkla üzgün ve şaşkın, Mikaloviç'in çalışma odasına girdim. O, masa başında oturmuş, yazı yazıyordu. Ayak seslerimi işitti. Bana ilgisiz, sakin bir bakış attı. Ve sonra yine işine devam etti. Bu nazar beni çıldırttı. Fena halde kızdım. Yanına gideceğim yerde masanın yanında durdum. Bir kitabın yapraklarını çevirmeye başladım. Yeniden gözlerini kaldırdı ve bana doğru çevirdi: - Maşa, pek neşesiz görünüyorsun! Yönelttiğim soğuk nazarla cevap vermek istiyordum: Bu soruya ne gerek var? Başını eğdi ve şefkatli tebessüm etti. İlk defa olarak tebessümü karşılıksız kaldı. Ciddi ve serzenişli, sordum: - Bugün size ne oldu Allah aşkına! Niçin bana hiddet ve içerlenmenizin sebebini söylemek istemiyorsun? - Önemsiz şeyler, polisim… Ufak bir sıkıntı… Şimdi sana her şeyi söyleyebilirim: İki köylü şehre gitmişler… Sözünü keserek dedim ki: - Niçin bu sabah çay vakti sorduğum zaman bunu bana söylemedin? - Beynim sersemdi, pek hiddetliydim. Onun için… - Fakat ben ne olduğunu o zaman anlamak isterdim. - Niçin? - Sen de niçin sana nasihat verebileceğimi, yol gösterebileceğimi asla ummuyorsun? Kalemini bırakarak cevap verdi: - Fakat emin ol ki senin hakkında böyle bir zan daima beslerim. Sensiz yaşamaya gücüm olmadığını pekâlâ bilirim. Sen yalnız benim müsteşarım değil, her şeyimsin. (Gülerek) Bana her şeyi güzel ve muhteşem gösteren senin huzur şiirindir. Şimdiye kadar bende ilk defa olarak gördüğü garip bir tavırla dedim ki: - Evet, anladım. Ben güzel bir kızcağızım ki… Bir tereddüt duraksamasından sonra ilave ettim: - Bulunduğun şu sakinlik hali bana aşırı azap veriyor. (Can atarak) – Pekâlâ! Şimdi bütün bu işleri sana nakil ve izah edeceğim. Sonra sen de bana fikrini söylersin. Artık bunu anlamak için tadım ve düşkünlüğüm yok. Gerçekten bu vakayı daha önce öğrenmek için çılgın bir arzu duymuştum. Fakat şimdi… Pek az devam eden bir çekingenlikten sonra bir cesaret hamlesi ile ilave ettim: - Bu hayat pek monoton geliyor bana. Başka türlü – bilmem nasıl tarif edeyim – seninle bir akran gibi yaşamak istiyorum. Kalbinin üzüntü ve acısı açıkça belli olan yüzünden derin bir acı hissolunuyordu. Sözlerimden ne derece acı duyduğunu görerek, devam etmek için artık kendimde cesaret bulamadım. Bir vakit sustum. O sordu: - Fakat sen neden benim akranım değilsin? İzpiravnik ve köylülerle işim olduğu için mi? - Yalnız bu değil… - Ruhum, işlerin oluşturduğu meşguliyet gürültüsünden dolayı rahatsız olmakta olduğunu bilirim. Fakat emin ol ki sana ait aşkım benim bütün hayatımdır. Yüzüne bakmaksızın cevap verdim: - Siz zaten daima mazursunuz. Benim hissettiğim hiddet ve öfkeye rağmen şimdi zevcimde yeniden gördüğüm neşe ve asudelikten memnuniyetsiz oldum. - Maşa! Ne'n var? Niçin gücendin bana? Çabuk cevap verme. İyice düşün. Bana darıldın, elbette bunun için bir sebep olacak. Rica ederim haksızlıklarımı söyleyiniz. Kendisine nasıl olduğu gibi kalbimi açabilirdim? Ciddi bir tereddüt ve endişe ile: - Hakkında hiçbir şeyim yoktur, dedim, yalnız sıkılıyorum ve sıkılmaktan kurtulmak istiyorum. Bununla beraber siz, bunda mazursunuz! Bu sözleri söylerken gözlerimi ona doğru kaldırdım. Oh, maksadıma nail olmuştum. Artık eşimin sakinlik ve itidali kaybolmuştu. Bütün yüz hatlarından acı bir heyecan eseri sızıyordu. Titrek, yavaş bir seda ile dedi ki: - Maşa! Artık bu, bir şaka olmak sıfatından çıktı. Rica ederim cevap vermezden önce beni dinle! Niçin vicdanıma azap vermek, kalbimi kanatmak istiyorsun? Sözünü kestim. (Soğukça): - Zaten hak kazanacağını, tavır ve hareketlerinin tümünde mazur görüneceğini önceden biliyordum. Artık bana hiçbir şey söyleme. Sen haklı ve mazursun! (Gayet titrek bir sesle): - Ah ne yaptığını bilmiş olsan… Ben ağlamaya başladım. Bir parça hafiflik hissettim. O hiçbir şey söylemeksizin yanımda oturuyordu. Hareketimden aşırı utandım. Kendisine bakmaya cesaret edemiyordum. Zannediyorum ki beni şaşkın ve kızgın bir tavırla inceliyor. Fakat bir aralık yüzüne baktığım zaman bana yönelmiş nazarlarında af talep eden şefkatli ve sakin bir yalvarma manası hissettim. Derhal zevcimin elini elimin içine alarak dedim ki: - Affet beni. Ne dediğimi bilmiyordum. - Evet… Fakat ben biliyorum. Sen doğru söylüyordun. - Ne diyordum? Şimdi Petersburg'a gitmeliyiz. Artık burada yapılacak hiçbir işimiz yoktur. - Eğer sen arzu edersen gidelim. Bunun üzerine beni kucakladı. Ellerimi samimi öpücüklere boğdu. Ve dedi ki: - Rica ederim beni affet. Senin karşında ben pek suçluyum. O gece Mikaloviç – âdeti gereği – odada kendi kendisine mırıldanarak büyük adımlarla gezer iken… Ben ona repertuvarda bulunan bütün parçaları çaldım. Çoğunlukla eşime kendi kendine ne söylediğini sorduğum zaman o, bir dakika düşündükten sonra hepsini bana anlatırdı. Bazen şiir söyler, bazen de tuhaf bir hikâye naklederdi. Bu gece de ne mırıldandığını sorduğum zaman birden durdu, düşündü. Sonra güler yüzlü ve iltifat ederek Lermontov'un iki beyitten ibaret bir şiirini tekrar ettiği şu mealdeydi: "Fırtınada sakinlik ve asayiş bulunurmuş gibi kendisi, çılgın ve hevesli, bir fırtına istiyor…" Kendi kendime dedim ki: ((Artık hiçbir şeyi saklamaya gerek yok. O hepsini biliyor.)) Piyanodan kalktım. Koluna girdim. Ayaklarımı adımlarına uyuşturarak beraber yürümeye başladım. Bu esnada o, soru sorar bir tarz ile: - Evet, dedi ve tebessümle baktı. Ben de elimde olmadan: - Evet, diye mırıldandım. Her ikimiz, ansızın çılgın bir neşenin kasırgalarına kapıldık. Gözlerimiz gülüyor, adımlarımız aşırı şekilde uzanıyor, kalplerimiz sanki mest edici bir salıncağın heyecanlı kucağında sallanıyordu. Bu hal ile yemek salonuna gittik. Kayınvalidem sabırsızlıkla bizi bekliyordu. Yemeği neşeli ve gümbürtü koparan kahkahalar arasındaydık. İki hafta sonra paskalyayı geçirmek üzere St Petersburg'ta bulunuyorduk. 2 Bir hafta Moskova'da kaldıktan sonra Petersburg'a ulaştık. Yeni apartmanımızı döşeyip süsledik. Akrabalarımızı ziyarete başladık. Gördüğüm yabancı yüzler, yeni manzaralar o kadar neşeli, huzur ve sevgileriyle o kadar sıcak… O kadar çeşitli ve hoş idi ki köyde geçen dingin ömrümüz bana çok zamandan beri mazi olmuş faydasız ve manasız etki hayatını icra ediyordu. Herkesi bana karşı büyüklük taslayan ve soğuk tavırlı göreceğim yerde güya bütün bu yeni dostlarımın beni görmekle mutluluklarını arttırıyorlarmış gibi hakkımda aşırı samimi bir sevgi ve iltifat eseri gösterişleri cidden hayret ve hoşnutluğuma sebep oluyordu. Hakkımda gösterilen iltifat eserlerini yalnız akraba ve yakınlarımda değil bana tamamıyla yabancı olan kişilerde de görüyordum. Zevcim de her an birden, şimdiye kadar bana asla bahsetmediği dostlar buluyor ve bu, benim hayret ve teessüfüme sebep oluyordu. Mikaloviç bana karşı latif ve nezaketle davranan gençler hakkında pek katı fikirler taşırdı. Benim hoşuma giden erkeklere gayet soğukça hareket etmesine ve onlardan uzak durmasına pek şaşıyordum. Köyümüzden hareket etmezden önce zevcim bana demişti ki: - Petersburg'da nasıl vakit geçireceğimizi ve ne kadar süre kalacağımızı bilmek ister misin? Biz burada zenginler gibi geçiniyoruz. Fakat orada öyle yaşayamayacağız. Adeta fakirler gibi geçineceğiz. İşte bunun içindir ki uzun süre orada kalamamak mecburiyetindeyiz. Hayat âlemine karışmaktan, eğlence ve balo yerlerinde arz-ı endam etmekten uzak kalmamız lazım. Aksi takdirde pek çok sıkıntı çekeriz. - Hayat âlemine karışmanın ne gereği var? Biraz tiyatroya gideceğiz. Operada müzik dinleyeceğiz. Akrabalarımızı ziyaret edeceğiz. Sonra hemen köye döneceğiz. Fakat biz Petersburg'a ayak atar atmaz bütün düşüncelerimiz, planlarımız altüst olmuştu. Orada kendimi büsbütün yeni bir zevk ve sefa âleminde buldum. Bu zevk ve neşe girdabının beni uçuruma doğru sürükleyeceğinden gafil ve habersiz, kendi kendime düşünüyordum: ((Meğerse hayatı hiç tanımamış bir çocuktan farkım yokmuş. Gerçek hayat sahnesi, ilk defa olarak, şimdi hayret ve tutkunluk nazarımın önünde kendini gösteriyor. Herhalde bu benim için büsbütün yeni sahneyi doya doya seyretmeliyim.)) Bu şekilde düşünüyor ve kendimi haklı buluyordum. Köyde beni tutuklayan can sıkıntısı, kalbi bunalım şimdi tamamen silinmiş, onun yerine derin bir şevk ve neşe geçmişti. Zevcim hakkındaki kalbi sevgim gittikçe sükûnet bulmuştu. Acaba beni daha az mı seviyor diye kalbime – eskiden olduğu gibi – hiçbir soru sormuyordum. Bütün istek ve düşüncelerimi keşfettikten ve bütün hayatıma katıldıktan, en ufak bir arzumun hemen gerçekleşmesi için kuvvetli bir istek gösterdikten sonra artık şefkat ve muhabbetinden şüphe edebilir miyim ya! Sakinliği artık yok olmuştu. Yahut bu sıkıcı sükûnete artık bana azap vermeye başladığı için ihtimal ki ben öyle zannetmiştim. Petersburg'a ulaşmamızdan biraz sonra annesine mektup yazdı. Mektubu okumama müsaade etmeyerek yalnız dipnot yazmamı söyledi. Fakat ben okumak için ısrar ettim ve başarılı da oldum. Annesine diyordu ki: ((Siz Maşa'yı şimdi görseniz mümkün değil tanıyamazsınız. Hatta ben bile tanıyamıyorum. Bu necip ve zarif serbestliği, bu iltifatlı ve lütuflu davranışı ve herkesin doğasına, ruh haline göre hareket etmeyi nereden öğrendi. Bütün bu özellikler o kadar sade, o kadar doğal bir şekilde gösteriyor ki herkes onun yanında bulunmaktan aşırı mutlu ve hoşnut görünüyor.)) ((Nasıl? Bu kadın ben miyim?)) diye düşündüm ve çılgın bir sevinç hissettim. Öyle zannettim ki şimdiye kadar zevcimi asla bu kadar sevmemiştim. Herkes yanında böyle gösterişli bir başarı kazanacağımı doğrusu hiç ümit etmiyordum. Her taraftan bana söyleniyordu ki amcam en fazla benim huzurumdan hoşnut oluyor. Yengem en fazla benimle konuşmaktan zevk alıyor. Hatta bazen bütün Petersburg'da benzeri bulunmaz güzide bir kadın olduğum söyleniyordu. Diğer bir kadın da beni temin ediyordu ki hayata tutkun insanlara şevk ve neşe vermek benim elimdedir. Hayat şu haneye son derece meyilli olan eşimin teyze çocuğu madam, zevk ve safa âlemlerinden, bu âlemlerin sonsuz zevklerinden öyle canlı bir şekilde bahsederdi ki bu, beni baştan çıkarmak için yeterliydi. Bu teyze çocuğu ilk defa olarak, beni baloya davet ettiği zaman doğrudan doğruya zevcime hitap etti. Mikaloviç bana doğru dönerek ince bir tebessüm ile karışık şeytani bir tavırla sordu: - Baloya gitmek ister misin? Bir baş sallamasıyla meramımı anlatmak istedim. Lakin bu an içinde kıpkırmızı olduğumu hissettim. Lütufkâr bir tebessüm ile dedi ki: - Aldığınız tavırla, işlediği cinayeti itiraf eden bir zanlı gibisiniz. Yalvarma manası saçan bakışlarımın gülüşüyle cevap verdim: - Zevk ve safa hayatına karışmayacağımızı zira bu gibi eğlence ve kalabalık yerleri sevmediğinizi bana söylemiştin de… - Eğer baloya gitmek için büyük bir arzu hissediyorsan gideriz. - Hayır, evde kalalım. İhtimal ki bu bizim için daha iyi ve uygundur. Yeniden sordu: - Baloya gitmek istiyor musun? Söyle bana! Cevap vermedim. O, dedi ki: - Eğlenceye, baloya gitmek büyük bir felaket değildir. Fakat eğlenmek zevkli ve neşeli bir gösterişli hayat içinde yaşamak büsbütün tehlikeden de ari değildir. Neyse… Bu baloya gideceksin. Öyle gerekiyor. - Doğru mu söylüyorsun? Oraya gitmek için büyük bir heves ve arzum var. Hiçbir şey bana bu kadar kuvvetli bir arzu vermemiştir. Baloya gittim. Bu balo bütün ümitlerimin üstünde idi. Orada cazibe ve perestiş çevresinin seçkin merkezinde bulunduğumu, daha büyük bir açıklıkla hissettim. Hatta bütün bu şaşaalı ve muhteşem salonun gözleri kamaştıran şaşaalı ışıklandırma ve süslemelerinin şaşaası varlığımın şerefine bağlıyor, orkestranın yalnız benim için ruhnüvaz ahenklerle neşe ve sevinç verdiğini zannediyor, bütün davetlilerin yalnız beni takdir etmek için burada toplandığına hüküm veriyordum. Öyle hissediyordum ki bütün erkekler, dans eden delikanlılar – salonda bulunup oyuna katılmak isteyen ihtiyarlar bile – bana aşk ve muhabbetlerini göstermek için derin, karşı konmaz bir arzuya kapılıyorlardı. Teyzekızım, baloda dönen sözlerin hep bana ait olduğunu söylüyordu. Ben diğer kadınlardan hiç birine benzemezmişim. Ben pek güzide ve müstesna bir varlıkmışım. Bende öyle sade ve doğal, öyle neşeli taze şeyler varmış ki bütün bunlar insana, şeffaf bir gök altında saf bir köyü hatırlatırmış. Bu kış daha iki üç defa baloya gitmek arzu eylediğimi serbestçe zevcime itiraf edebileceğimi düşünerek, bu başarımdan pek mağrur ve müftehir oldum. Mikaloviç zevk u safa âlemine daldığımız ilk günlerinde bana ciddi ve hakiki bir hoşnutlukla eşlik ediyor, eğlenmeme müsaade ediyordu. Sanki o, başarımdan memnun ve mağrur, önceki düşüncelerini tamamen unutmuş veyahut bertaraf etmiş gibiydi. Fakat biraz sonra canı sıkılmaya başladı. Bir derecede ki bu hayat kendisine tahammülsüz bir felaket darbesi gibi görünüyordu. Ben ise kendimi diğer şeylerden korumak için, pek meşgul ve dalgın idim. Göz ucuyla sitemli ve soru soran bir bakışla bana doğru yönelmiş derin ve ciddi bakışlarına tesadüf ettiğim zaman artık bunların bana ne demek istediğini anlayamıyordum. Her taraftan gördüğüm iltifat çabaları ilk defa olarak soluduğum bu yeni ve zarif süs ve safa havası bütün fikirlerimi karıştırmıştı. Artık zevcimin bundan pek büyük olmasından doğan ümitsizlik ve ıstırabı hissediyordum. Balo salonuna girer girmez bütün takdir ve perestiş nazarlarının üzerimde toplandığını gördüğüm zaman hoşnut ve mağrur olmamak benim için mümkün değildi. Eşim ise bütün bu kalabalık karşısında, kendisine ait olduğumu itiraf etmekten sanki utanır, bu siyah elbise yığınları arasından silinmek için büyük bir atılım ve acele gösterirdi. Artık öyle bir devre geldi ki başarılarım beni hoşnut etmemeye başladı. Çünkü düşünüyordum ki bir gün ben onun için bütün bu zevkleri, başarıları feda edeceğim. Bu zevkli hayat şu hanede korkup çekinebileceğim yegâne bir tehlike varsa o da salonlarda tesadüf ettiğim delikanlılardan birine tutkun olmak ve zevcimin kıskanç hislerini tahrik etmek ihtimaliydi. Fakat o, benim için öyle büyük bir itimat besliyor, hakkımda o kadar yumuşak ve lakayt davranıyor ve bütün bu gençler zevcimin yanında öyle manasız ve önemsiz görünüyordu ki bu yegâne tehlike de bana korku verici görünmüyordu. Bununla beraber bu genç, neşeci ve keyifçi erkeklerin üzerime yöneltilmiş takdir ve perestiş nazarları beni aşırı hoşnut ediyor, izzet-i nefsimi okşuyor, kalbimi gıcıklıyor ve zevcim hakkında beslediğim aşka onların layık olduğunu bana sezdiriyordu. Fakat Mikaloviç te bana büyük bir müsamaha ve umursamazlık gösteriyordu. Bir gece balodan dönüşte parmağımla onu tehdit ederek dedim ki: - Oh… Nasıl bir istek ateşi içinde madam N… ile sohbet ettiğini gördüm. Bu sözlerimle Petersburg asiller derneklerinde tanınan bir kadını ima etmek istemiş, dikkat ve tecessüs nazarını çekmek için şu ince sözü fırlatmıştım. Zira o, insanı usandıran ve canı sıkan sessiz bir varlık idi. - Ah, neden böyle söylüyorsun, Maşa… Nasıl sen bana bu gibi bir isnatta bulunuyorsun? Bu kelimeleri dişleri arasında söylerken öyle bir yüzünü ekşitti ki sanki maddi bir sıkıntı altında ezildiği hissolunuyordu. Devam etti: - Bırak şu başkalarına ait sözleri. Senin ile benim aramda hiçbir şey bulunamaz. Bu tarz hayatımız bizim eski ve samimi ilişkimizi asla bozamaz. Ben şu hareketimden mahcup ve pişman, sustum. O, sordu: - Neden böyle düşünüyorsun? Nasıl, dediğim doğru değildir. - Samimi ilişkimiz hiç değişmedi. Ve asla değişmeyecektir. Şimdi bu sözleri söylerken pek samimiydim. O, diyordu ki: - Bununla beraber burada canım sıkılmaya başladı. Artık köye dönmeli… Tam zamanı… Ben bu cevap üzerine kendi kendime söylendim: ((O burada sıkılıyorsa ben de onunla beraber köyde yalnız sıkılmayacak mıyım?)) Kış bu şekilde geçti. Önceki düşüncelerimizin aksine olarak paskalyadan bir hafta sonra hareket etmeye karar verdik. İşlerimiz toplanmıştı. Zevcim köydekilere herkesin haline uygun birer hediye almıştı. Kendisine köyde lazım olan eşyayı da tedarik etmişti. Bütün bu eşyayı, memnun ve mutlu paket ediyor alışılmıştan fazla şen ve hoşnut görünüyordu. Hazırlanıp ta tam harekete hazır hale geldiğimiz bir zamanda teyzekızı Konts'ın vereceği müsamerede bulunmamız için gidişimizin ertelenmesini rica etti. Konts müsamereyi sadece benim için icra edecekmiş. Zira bir baloda beni gören ve Rusya'nın en güzide kadını sayılan Kontm bu müsamere vesiesiyle bana takdim olunma istiyormuş. Teyzekızı diyordu ki: - Bütün Petersburg bu müsamerede bulunacak. Eğer sen bulunmayacak olursan müsamere pek tatsız olacak. Zevcim salonun öbür köşesinde diğer biriyle konuşuyordu. Teyzekızı benden ısrarla soruyordu: - Değil mi Mary? Geleceksiniz, değil mi? Zevcime bakarak kapalı ve tereddütlü bir tavırla: - Yarından sonra köye dönmek fikrindeyiz, dedim. Bakışlarım zevciminkilere tesadüf etmişti. Teyzekızı dedi ki: - Burada kalmanız için Mikaloviç'e rica edeceğim. Cumartesi günü müsamereye gideceğiz, olmaz mı? - Lakin paketlerimiz hazırlanmış, işlerimiz bağlanmıştır. Eşim birden salonun öbür köşesinden, sordu: - Eşimin bu akşam konut cenaplarına ihtiram ve saygı sunması daha uygun olmaz mı? Sakin ve mutedil görünen sedasında şimdiye kadar hiç tanımadığım gizli bir fırtına, bir heyecan var gibiydi. Teyzekızı gümbürtü koparan bir kahkaha arasında: - Ha! Ha! Mikaloviç pek kıskançtır. Fakat bu konut cenapları için değildir. Burada bir müddet daha kalmasını Mary'den rica etmemiz sırf bizim içindir, dedi. Soğuk bir tavırla: - Karar ona aittir, dedi. Ve odadan çıkıp gitti. Anladım ki Mikaloviç pek üzüldü. Ben de kederlendim. Teyzekızına bu konuda hiçbir vaatte bulunmadım. Derhal eşimin yanına gittim Mikaloviç tefekkür denizine dalmış olduğu halde büyük adımlarla odada dolaşıyordu. Beni görmemesi için yavaş yavaş ayağımın ucuyla odaya girdim. Yüzüne bakarak kendi kendime: ((Galiba kendisini ((Tikolosko))daki sevgili evinde, hayattan memnun ve mutlu, sabah kahvesini içtiği odasında zannediyor. Tarlalarıyla, köylüleriyle tekrar buluşuyor, salondaki sıcak sohbetlerimizi ve gizlice tedarik ederek tatlı bir iştihayla yediğimiz gece yemeklerini düşünüyor.)) dedim. Kendisine, müsamereye gitmek istemediğimi, köye dönmek istediğimi söyledim. Beni görür görmez suratını astı. Simasındaki tefekkür nüktesi silindi. Bakışının manasında yeniden kendini koruyan bir sükûn ve endişe okur gibi oldum. Bana doğru, boşlayan ve umursamaz, dönerek kendisine has bir sakinlik tavrı ile sordu: - Nedir bu, azizem? Cevap vermedim. Pek kızgın idim. hakkında gösterdiğim samimiyete karşın bana böyle kurum satması doğrusu pek canımı sıktı. Tekrar dedi ki: - Gitmek istiyor musun? - İsterim. Fakat sen arzu etmiyorsun. Hem de zaten bütün eşyamız hazırlandı. Şimdiye kadar bana asla bu defaki gibi soğukça bir cevap vermediği gibi böyle donuk bir yüz ile de bakmamıştı: - Salıdan önce gitmeyeceğim. Denklerin açılması için şimdi emir vereceğim. Bundan dolayı sizi bu müsamereye gitmekten hiçbir şey menedemez. Âdeti üzere, üzgün ve heyecanlı, düzensiz adımlarla odanın içinde dolanıyor, hiç bana bakmıyordu. Ben dedim ki: - Sözlerinden hiçbir şey anlamıyorum. Hâlbuki kendinin daima itidal sahibi olduğunu söylüyordun. Niçin bana bu kadar tuhaf ve gülünç bir tavırla lakırdı söylüyorsun. Ben senin memnuniyet ve hoşnutluğun için her şeyi feda etmeye hazırım. Neden şimdi bu kadar hiç tanımadığım alaycı bir tavırla benim müsamereye gitmemi zorluyorsun. - Ne fedakârlık yaptın? (Bu kelimeye dayanarak) Ben de bu şekilde birçok fedakârlıklarda bulundum. İlk defa olarak ağzından kaba ve sert lakırdılar işitiyordum. Bu alaycı ve küçültücü sözler aşırı derece beni kızdırdı. Sarf ettiği küçük düşürücü kelimeler beni korkutmadı fakat mağlup eyledi. Bir derin ah ile: - kalben pek değişmişsin, dedim, neden yanında daima zanlıyım. Bana darıldığın sebebi yalnız bu müsamere meselesi değildir. Bana gücenmek için daha başka önemli sebepler olacak. Niçin her şeyi, olduğu gibi, söylemiyorsun? Aramızdaki samimiyetin sarsılmasından korkan sen değil miydin? Öyle ise her şeyi bana açıktan açığa söyle. Nedir darılmaya sebep? Odanın orta yerinde, yanımdan geçmeye mecbur olması için, ayakta duruyor ve cevabını bekliyordum. Kendi kendime diyordum ki: ((Şimdi yanıma gelecek. Beni kucaklayacak ve her şey bitecek.)) Fakat o, ilerleyip yanıma geleceği yerde odanın diğer ucunda durdu. Bakışını üzerime dikti: - Daima hiçbir şey anlamayacak mısın? Dedi. - Hayır. - Pekâlâ! Öyle ise ben izah edeyim. Nefret edip ve tiksiniyorum. İlk defa olarak derin, yok olması mümkün olmayan bir nefret duyuyorum. Hissetmekten kendimi alıkoyamadığım bu etkilerden son derece tiksiniyorum. Sustu. Sesindeki değişiklik ve titreklik kendisine dehşet veriyordu. Tahkir edilmekten doğan kızgınlık ve güceniklik yaşları gözlerimde olduğu halde sordum: - Bu derece nefret ve üzüntünü icap ettirecek sebep olan şey nedir? - Konutun seni pek güzel bulduğunu, senin de – sadece bunun için – zevcini, kadınlık haysiyetini unutarak tam bir can atışla onun ayakları önüne koştuğunu, varlığını unutarak necip kadınlık hislerini kaybettiğin zaman zevcinin hissetmeye mecbur olacağı can yakıcı üzüntüyü anlamak istemediğini görmekten derin, sonsuz bir nefret ve üzüntü duyuyorum. Bana karşı her türlü fedakârlığı yapmaya hazır olduğunu söyleyen sensin, değil mi? Pekâlâ… Bu, ne demektir bilir misin? Demek istiyordun ki: ((Kendimi konut cenaplarına takdim etmek benim için büyük bir şeref ve saadettir. Fakat işte bu şeref ve saadeti sadece, anlıyor musun, sadece senin için feda ediyorum.)) Konuştukça konuşma edasında daha fazla zayıflık ve heyecan eseri hissediliyor, konuşma ahenginde daha fazla bir alay ve tahkir kokusu duyuluyordu. Şimdiye kadar zevcimde asla böyle bir hal görmediğim gibi bana bu şekilde söz söylemesine de hiç ihtimal vermezdim kanım kalbime doğru saldırıyordu. Korkuyordum. Fakat birden, haksız olarak uğradığım küçük düşürülme ve tahkirle yaralanan onurum, kadınlık gururum beni öfkelendirdi. İntikam almaya karar verdim. Dedim ki: - Uzun zamandan beri zaten böyle bir hareketi bekliyordum. Söyle, söyle… - Senin neden böyle bu hareketi beklediğini bilmem fakat ben her şeyi bekleyebilirdim. Senin her gün daha güçlü bir düşkünlükle bu sefahat ve özgürlüğe, bu kirli zevk hayatına daldığını görerek… Evet, ben aldanmıyordum. İşte şimdi bu ana kadar duçar olduğum bir azap ve utanç hissi ile güçsüz ve alt üst olmuş bir haldeyim. Bana kıskançlıktan bahsettiler. Evet, ben kıskancım. Fakat kimin için? Ahlaki kimliği belli olmayan sefahatçı bir konut için. Sen bütün bunları bildiğin halde… Bu mudur fedakârlığın? Kendi kendime düşünüyordum: ((Ah, işte eşlerin kudret ve hâkimiyetleri… Bir zevç zevcesini tahkir ve rezil eder de zevce karşılık olarak kabahatini itirafla üzüntü ve pişmanlığını bile söyleyemez. Hayır, bu defa kendisine itaat etmeyeceğim.)) Yüksek sesle: - Hayır, dedim, senin için hiçbir fedakârlıkta bulunmadım. Zannettim ki kan yanaklarımda bir iz bile bırakmayarak çekilip gitti. Gerçekten benzim bir ölü gibi sararmıştı. İlave ettim: - Cumartesi günü Kont R...nin müsameresine gideceğim. - Pekâlâ… Allah selamet versin. Git istediğin kadar eğlen. Fakat aramızda her şey bitti. Bu sözleri zaptına muvaffak olamadığı şiddetli bir hiddet ve öfke fışkırışıyla söyledi. Sonra da: - Hayır, sen bana artık azap veremeyeceksin, dedi. Dudakları şiddetle titriyor, devam etmemek için büyük bir çaba gösteriyordu. Bu an ve dakikada Mikaloviç'ten korktum ve nefret ettim. Kendisine pek çok şeyler söylemek, bütün bu küçük düşürme ve rezil etmenin intikamını almak istiyordum. Fakat ağzımı açacak olursam – iyice hissediyorum ki – hemen boşanacak, hüngür hüngür ağlayacak ve bu sebeple onun indinde bir kat daha hor, aciz olacağım. Hiçbir kelime söylemeksizin odadan çıktım. Bu esnada Mikaloviç'in de ayak sesini işittim. Gayet dehşetle dönüp baktım. İlişkimizin ebediyen kırılması ihtimalinden korktum. Öyle bir rabıta ki vaktiyle beni mutlu etmeye yeterli oluyordu. Kendi kendime düşünüyordum: (( Acaba kendisine baktığım ve elimi uzattığım zaman beni anlamak için soğukkanlı olacak mı? Benim yüksek cenabımı takdir edecek mi? Yoksa üzüntü ve ıstırabımın söndüğünü mü zannedecek? Yahut pişmanlığımı kabul ederek gururlu bir sükûnetle beni af mı edecek? Neden bu kadar sevdiğim bir adam beni böyle aşağıladı ya Rab! Odama girdim. Orada birçok süre kaldım. Bu mücadele esnasında kullandığım her bir kelimeyi gayet nefret ve tiksinme ile düşünerek ağladım. Bu pis sözlerle önceden gösterdiği samimi iltifatları karşılaştırarak dehşet ve fecaat hakikati tamamıyla anlıyor ve aşağılandığımı açıkça hissediyordum. Akşamüzeri çay içmek için aşağıya indim. Eşimi misafiri mösyönün yanında gördüm. Mikaloviç'i görmekle aramızda açılan müthiş uçurumu tekrar duydum. Misafirimiz ne vakit gitmek istediğimizi bana sordu. Cevap vereceğim bir zamanda zevcim dedi ki: - Salı günü hareket edeceğiz. Konts S..nin hanesinde verilecek müsamereye katılacağız. Bana dönerek ilave etti: - Nasıl, oraya gitmeye niyetin var değil mi? Gayet sade ve doğal olmakla beraber söylenen şu sözlerden korktum. Gözlerimi kocama doğru kaldırdım. Bakışlarımız tesadüf etti. Tavrı pek alaycı, sedası pek soğuktu. - Evet, dedim. Misafirimizin gitmesinden sonra Mikaloviç yanıma geldi. Elini uzatarak dedi ki: - Rica ederim, yalvarırım sana, bu sabah söylediğim sözlerin hepsini unut. Elini aldım. Hafif bir tebessüm dudaklarım üzerinde titredi. Gözyaşlarım akmaya başladı. O sanki duygusal ve üzücü bir sahne izlemekten korkuyormuş gibi, benden epey uzak, bir koltuğa oturdu. ((Acaba hala kendisini haklı zannetmekte ısrarcı mı?)) diye düşünüyordum. İstediğim açıklama, müsamereye gidilmesi için edeceğim ricalar dilimin üzerinde duraksıyordu. Bu esnada Mikaloviç: - Anneme hareketimizin ertelenmesini yazalım. Zira merak eder, dedi. - Ne vakit gitmek istiyorsun? - Salı günü balodan sonra… - Zannederim ki sadece benim için kalmıyorsunuz. Bunu söylerken gözlerinin içine bakıyordum. Fakat bakışlarının ifadesinden hiçbir şey anlayamıyordum. Sanki onlar şimdi bana karşı katı bir örtüyle örtülmüş gibiydi. Yüzü – bilmem neden – birden bana gayet ihtiyar ve nahoş göründü. En sonunda müsamereye gittik. İlişkimiz görünürde samimiliğine geri dönmüştü. Fakat bu samimiyet eskisi gibi değildi. Baloda diğer madamlarla beraber oturan Konut S…nin yanında bulunuyordum. Bu sırada Kont bana doğru ilerliyordu. Ayağa kalkmaya mecbur oldum. Selamına karşılık verdiğim zaman hakkımda aşırı nezaket eseri gösterdi. Bu dakikada elimde olmayarak zevcimi araştırdım. Salonun diğer ucundan beni gözetlediğini ve sonra döndüğünü gördüm. Birden öyle bir utanç pençesi ve yürek darlığı altında ezildim ki Kont'un nazarları karşısında ateşli bir kızıllaşmanın bütün yüzümü istila eylediğini hissettim. Çektiğim ıstıraplara rağmen benimle büyüklük taslayarak konuşan Kont cenaplarını dinlemek icap ediyordu. Konuşmamız çok devam etmedi. Yanında bulunmaktan incindiğimi şüphesiz hissetmiş olmalı ki evde serbestçe hareket edemiyordu. Geçen haftaki balodan, yazlığımızdan ve diğer bu gibi önemsiz şeylerden bahsettik. Sonra benden müsaade elde ederek zevcimin yanına gitti. Salonun öbür köşesinde konuşuyorlardı. Kont şüphe yok benden bahsediyordu. Başını çevirerek güler yüzle bana bakması bu zannımı teyit ediyordu. Kocam kızardı. Veda âdetini gerçekleştirmeden Kont'tan ayrıldı. Mikaloviç'in nezaket kuralına aykırı olan şu hareketinden dolayı pek mahcup oldum. Öyle zannettim ki zevcimin Kont'a karşı gösterdiği soğukluk kadar benim utanışım da herkes tarafından hissedildi. Bu hal nasıl anlaşılacak? Mikaloviç ile olan çekişmemizi herkes keşfedecek mi? Eve teyzekızı ile beraber geldik. Yol esnasında sohbetimizin konusunu eşim oluşturdu. Bu uğursuz müsamere sebebiyle oluşan esef verici sahneyi ona naklettim. O, karı koca arasında bu gibi hallerin çok yaşandığını, böyle şeylerin hiçbir önemi bulundurmadığını öne sürerek beni tatmin etti. Sonra zevcimin ahlakını, mesleğini, hareket tarzını izah etti. Eşimin pek mağrur olduğunu, fikir ve hislerini pek az açığa vurduğunu söyledi. Fikrine tamamen katıldım. Eşimi pekiyi anladığıma, tam bir sükûn ve itidalle akıl yürüttüğüme inandım. Bununla beraber Mikaloviç ile beraber kendimi yapyalnız bulduğum zaman hakkındaki hislerim bunalımlı bir cinayetle vicdanımı ezerdi. Birbirimizi ayıran o vakit bir kat daha genişlediğini hissederdim. 3 Bugünden itibaren hayat ve ilişkilerimiz tamamen değişti. Baş başa edilen o samimi sohbetler eski güzellik ve şiiriyetini kaybetmişti. Şimdi çekindiğimiz birçok mesele vardı. Başka birisinin yanında yalnız olduğumuzdan bin kat fazla serbestlik ve neşe ile konuşuyorduk. Balodan, köy hayatından bahsedildiği zaman derin bir üzüntü hissediyor, gözlerimizi – tesadüf etmesi için – yapmacık bir şekilde çeviriyorduk. Artık birbirimizi ebediyen ayıran bu müthiş uçurumu tam bir açıklıkla duyuyor, oraya yaklaşmaya korkuyorduk. Zevcimin gayet mağrur ve hiddetli olduğuna artık tam bir kanaat hâsıl etmiştim. Zayıflık ve düşkünlüğünü iyi idare etmek için tedbir ve uyanıklık üzere hareket etmek gerekiyordu. Eşim de hayat âlemi dışında yaşamaya artık gücüm olmadığına, köy hayatının ruhi ihtiyaçlarımı tatmin ve ikna edemediğine, arzu ve isteklerime vakıf olmak ve ona göre hareket etmek kendisinin vazifesi bulunduğuna tamamen emin olmuştu. Duygularımızı her ikimiz de serbest söylemekten çekiniyorduk. Mikaloviç'e en mükemmel bir erkek nazarıyla baktığım, benim de onun indinde en güzide bir kadın olduğum zamanları kıyas ile meşgul oluyor ve karşılıklı gizli hükümlerde bulunuyorduk. Hareketimiz için belirli olan günden evvel ben hastalandım. Nikoloskoy'a döneceğimiz yerde yazı geçirmek için Petersburg civarındaki villaların birinde zarif bir köşk tuttuk. Annesini görmek için yalnız Mikaloviçi gitmeyi kararlaştırdı. Hareket ettiği gün kendisine eşlik edebilecek derecede afiyetim yerinde değildi. Fakat o, sağlık durumumdan dolayı istirahat etmemi tavsiye etti. Anladım ki beni köyde can sıkıntısı içinde görmekten korkuyordu. Ben de ısrar etmedim. Kocamın yokluğu esnasında hayat bana pek boş göründü. Yalnızlıktan pek sıkıldım. Fakat dönüşünde hissettim ki o, varlığıma hiçbir şey ilave edemedi. En naçiz, en manasız duygu ve düşüncelerimi bile, olduğu gibi kendisine açıklamazsam vicdanen güçlü şiddetli bir azap ve ıstırap hissedecek… En önemsiz bir sözü, en ruhsuz bir tavrı bana seçkin bir olgunluk örneği gibi görünecek, çılgın kahkahalarla gülmek için yalnız bakışlarımızın karşılaşması yeterli olacak derecede derin ve samimi olan aşkım mahvolmuştu. Artık Mikaloviç te ancak çocuklara özel neşesini, canlı meşrebini kaybetmişti. Vaktiyle izdivacımın il mutluluk döneminde, kalbimi tarif edilemez bir heyecan ve saadet titremesiyle titreten o derin ve şeffaf nazarlarına şimdi tesadüf edemiyordum. Artık beraber dua etmiyor, istiğrak vecdleri içinde aynı sevda heyecanı ile etkilenmiyorduk. Daha doğrusu birbirimizi pek az görüyorduk. Beni yalnız bırakmaktan korkmadığı zamandan beri her bir bahane ile evde durmaz, bir hayat âlemi içinde eşimden daha iyi vakit geçirirdim. Artık aramızda ne acı veren bir sahne vuku buluyor, ne de sıkıcı bir sitem… Ben onu – mümkün mertebe – memnun etmeye çalışıyor, o da bütün arzularımı yapmak için can atıyordu. Hâsılı birbirimizi seviyor gibi gözüküyorduk. Yalnız kaldığımız dakikalarda – bu dakikalar pek nadirdi – zevcimin bulunmasından ne sevinç, ne heyecan, ne de endişe hissediyordum. Sanki yalnızmışım gibi Mikaloviç'in varlığı kalbimde hiçbir etki oluşturmuyordu. Bazen öyle sakin, öyle siyah dakikalar olurdu ki kalbimin sıkıştığını hissederdim. Öyle anlıyordum ki bu hal böyle ebediyen aramızda devam etmeyecektir. Aynı hisleri Mikaloviç'in bakışlarından da okuyor gibi idim. bizim şefkat ve sevgimizde şimdi bir daire vardı ki Mikaloviç o daireyi aşmak istemezdi. Artık hiçbir şey düşünmek istemiyor, hislerimi dinlemek için vakit bulamıyor, ilişkimizin ahengindeki bu büyük değişimin getirdiği ümitsizlik ve kederi unutmaya çalışıyordum. Asla yalnız kalmıyor ve kalmak ta arzu etmiyordum. Zira ruhi halimi incelemekten korkuyordum. Sabahtan ta gece yarısına kadar olan zamanım – dışarıya çıkmadığım, baloya gitmediğim vakitlerde bile – tamamen doluydu. Bu hayat bana ne neşeli, ne de sıkıcı görünüyordu. Bu hayatın daima böyle olacağını, daima böyle devam edeceğini düşünüyordum. Hayat tarzımız üç sene bu şekilde aktı. Zevcim ile olan ilişkilerimiz aynı noktada mıhlandı. Sanki bu ilişkiler olduğu yerde donmuştu. Ne iyileşiyor, ne de fenalaşıyordu. Bu üç senelik zaman fasılası arasında – hayatımın akış tarzını düzeltmeyen – aile hayatına temas eder iki önemli vaka orta çıktı: İlk defa olarak anne oluşum. Kayınvalidemin vefatı. Annelik duygusu başlangıçta o kadar şiddetle beni büyüleyici etkisi altına aldı, öyle bir vecd ve hayret denizine daldırdı ki önümde yepyeni bir seçkin ve çekici hayatın açıldığını hissettim. Fakat iki ay sonunda, hayat alemine dönebilecek bir hale geldiğim zamanda, bu şerefli hisler yavaş yavaş eski şiddet ve kuvvetini kaybederek adeta tam bir sükun ve itidalle yapılan bir vazife hükmünü giydi. Zevcim ise bilakis ilk çocuğumuzun doğumundan beri yine dingin ve merdümgiriz hayatına geri döndü. Şimdi olanca şefkat ve sevincini evladına veriyordu. Çoğunlukla müsamere ve eğlenceye giderken çocuğumu öpmek ve kutsamak için balo tuvaletiyle odasına girdiğim zaman pederini oğlunun mini mini karyolası yanında bulur ve eşimin bakış ifadesinde bir azarlama ve sitem manası hisseder gibi olurdum. Beni zabteden vicdan azabından aşırı üzgün ve ciğerparem hakkında gösterdiğim umursamazlıktan cidden üzüntülü ve nahcup oluyor , ((Acaba ben diğer kadınlardan daha çok fena mıyım?)) diye vicdanıma karşı bir içsel hitapta bulunuyordum. Kendi kendime: ((Ne yapayım? Çocuğumu seviyorum. Lakin daima yanında bulunmaya da muvaffak olamıyorum. Canım sıkılıyor. Yapmacık tavırlar, sahte şefkatler göstermeyi asla sevmem.)) diyordum. Kayınvalidemin vefatı Mikaloviç için büyük bir üzüntü darbesi oldu. Onsuz Nikolosko'da yaşamanın kendisi için pek tahammülsüz olacağını söylüyordu. Bana gelince: Zevcimin üzüntü ve matemine katıldım fakat – bilmem bir gizili his ile – köyde evin yegâne amir ve sahibi olacağımı düşünerek gizli bir memnuniyet duymaktan kendimi alıkoyamıyordum. Biz bu üç senenin büyük kısmını şehirde geçirdik. Bu müddet zarfında Nikolosko'da yalnız iki aylık bir zaman geçirdik. Üçüncü senenin sonunda yabancı şehirlere yönelerek hareket ettik ve bütün bir yazı sahil şehirlerin birinde geçirdik. Ben o zaman yirmi bir yaşındaydım. Servetimiz pek yolunda idi. Yahut bana öyle görünüyordu. Artık varlığıma hiçbir zevk ve neşe dökemeyen aile hayatını hatırıma bile getirmiyordum. Bütün tanıdığım insanlar beni seviyor gözüküyordu. Sağlık durumum memnuniyete değer bir derecede idi. Tuvaletlerim bulunduğum şehrin en güzide, en zarif tuvaletleri arasında seçkin bir gösterişle parlıyordu. Güzel olduğumu bütün kalbimle duyuyordum. Saatlerim pek şerefli ve kıymetliydi. Bir incelik ve zinet havası bütün benliğimi kuşattı. Mutlu ve neşeli olduğumu hissediyordum. Bununla beraber bu zevk ve neşe önceden Nikolosko'da ilk defa olarak hissettiğim şevk ve saadet gibi değildi. Mutluluğuma bizzat kendim sebep olduğum o saygın zamanlarda duyduğum samimi hoşnutluğa karşın şimdi hissettiğim hayat sevinci hiçtir. Fakat bu mutlak hiçlik içinde şu halden memnunum. Artık fazla bir şey istemiyor, fazla hiçbir şey ümit etmiyor ve hiçbir şeyden korkmuyorum. Bana hayatım tam, vicdanım ise dingin görünüyor. Şehirdeki delikanlıların hiçbiri bana diğerlerinden farklı ve üstün görünmüyordu. Bütün bu gençlere karşı benimle âşıkça latifelerde bulunan ihtiyar Baron K… gibi hareket ediyordum. İyi tanıdıklarımdan, yalnız çenesinden bırakılmış sakalıyla genç bir Fransız'la sarışın ihtiyar bir İngiliz vardı. Bunların ikisi de bende aynı önemsiz etkiyi yapıyordu. Bununla beraber beni saran bu zevk ve neşe hayatının oluşmasına hep bu gibi ruhsuz adamlar sebep oluyordu. Bütün bunların arasından yalnız biri – hakkımda hissettiği hürmet ve perestişi gösterdiği cesaretten anladığım bir İtalyan markisi – özel şekilde dikkatimi çekiyordu. Bulunduğum yerde bulunmak ve benimle konuşmak… Ata binmiş olarak yaptığım gezintilerde bana eşlik etmek… Gazinolarda bana tesadüf etmek ve güzel olduğumu daima söylemek için en ufak bir fırsatı bile kaybetmiyordu. Birçok defalar hotelin etrafında meraklı ve serseri dolaştığını pencereden gördüm. Onun sabit ve hoş olmayan bakışı çoğunlukla beni kızartır, bakışımı başka tarafa çevirtirdi. Bu genç ve zarif İtalyalı latif tebessümüyle, alnının ifade ettiği özel işaret ile – gayet güzel bir adam olduğu halde – zevcime benziyordu. Beni şiddetli, hırslı bir aşk ile sevdiğine emindim. Bazı kere bu genci mağrur bir acıma ile düşünüyor, bazı defa da sevdalı heyecanını sakinleştirmek, kendisini güvenilen ve sakin bir dost hükmünde tutmak çarelerini aradım. Fakat o, bütün bu fikirleri, teşebbüsleri şiddetle reddeder, her dakika kaynamaya hazır olduğunu hissettiğim gizli aşk ile kalbimin sakinlik ve istirahatini – hoş olmayan bir şekilde – karıştırmaya devam ederdi. Bu adamdan korkuyordum – bunun nefsime karşı itiraf etmek istemiyordum – arzu etmeyerek çoğunlukla onu düşünüyordum. Eşim diğer genç delikanlılara göstermediği soğukluğu bu İtalyalı marki hakkında gösteriyordu. Mevsimin sonuna doğru hastalandım. İki hafta odadan dışarıya çıkamadım. Kulübe gidecek derecede iyileştiğim zaman anladım ki keyifsizliğim esnasında güzellik ve olgunlukla meşhur bir kadın, çoktan beri gelişi beklenilen Lady S… gelmişti. Kulüpte beni çevreliyorlar, beni aşırı güzel karşılıyorlardı. Fakat iltifatların en parlağı yeni kadının şaşaası etrafına serpiliyordu. Ondan, onun güzelliğinden başka bir söz işitmiyordum. Kendisini bana göstediler. Gerçekten pek güzel ve sevimli idi. Fakat çehresinde belli olan gurur ve iftihar eseri kalbimde fena, hoş olmayan bir tesir oluşturuyordu. Bu kadını düşünmekten kendimi alıkoyamıyordum. Vaktiyle bu çevrede beni hoşnut ve mutlu eyleyen şeyler bugün bana pek tatsız ve cazibesiz görünüyordu. Ertesi günü Lady S… civar şatoda bir eğlence tertip etti. Bu eğlenceye – bilmem neden – katılmaya karar verdim. Az olan sevenlerimden yalnız biri bana sadık kaldı. Bu andan itibaren gözlerimin önünde her şey değişti. Bütün bu adamları ruhsuz ve sıkıcı buluyor, daima ağlamak arzu ediyordum. Şimdi en mümkün hızla Rusya'ya dönmek şiddetli bir istek duyuyordum. Kalbime büsbütün yeni bir his – şimdi bu hissi kendime karşı itiraf etmek istemiyorum – nüfuz edivermişti. Sağlık durumumu bahane ederek artık kulübe devam etmemeye başladım. Kardeşim matmazel L…M… beraberimde olduğu halde yalnız civarda gezmek ve iyi su içmek için evden çıkardım. Eşim yanımda değildi. O birkaç gün için Heidelberg'e gitmişti. Tamamıyla iyileştikten sonra Rusya'ya dönecektik. Bir gün Lady S… tanıdığı bütün erkek ve kadınları eve sürükledi. Ben yine matmazel L…M… ile beraber şato civarında bir gezinti yapmayı tercih ettim. Batan güneşin zinde renkleri altında bize tebessüm eyleyen "Badn"ın latif ve şiirli civarı iki tarafına yaşlı kestane ağaçları dizilmiş engebeli yolu takip eden arabamızdan görüldüğü zaman kendimizden geçmiş yoldaşım ile ciddi bir konuşmaya dalmıştık. İlk defa olarak kardeşimde yanında her şeyden bahsedilir ve çabuk dost olunur bir kadın ruh ve özelliği keşfettim. Aile hayatından, çocuklardan, sahil memleketlerde sürülen ömrün boşluğundan bahsediyor, Rusya'ya dönmek arzusunu açığa vuruyor ve derin, samimi bir hüzün ve duygu ile duygulanıyorduk. Eski şatoya girdik. Avluda her şey serin ve gölgeli idi. Hâlbuki güneş hala bu harabelerde ışık saçıyordu. Açık kapının arasından "Badn"ın manzarası bir levha gibi görünüyor, daha ilerden bilinmez ayak ve seda gürültüsü işitiliyordu. Dostum ile beraber akşam yemeğini yedik. Vecd ve istiğraklar içinde batışı izledik. Şimdi işittiğimiz sedalar bize pek açık geliyordu. İsmimin söylendiğini duyar gibi oldum. Bu sedalar artık benim için meçhul değildi. Bunlardan biri markid… Diğeri de iyi tanıdığım bir Fransız idi. Benden ve Lady S…den bahsediyorlardı. Fransız Lady'nin güzellik ve olgunluğu ile benimkini izah edip kıyaslıyordu. Fransız bana ait hakaret içeren bir kelime sarf etmedi. Fakat – bilmem neden – onu dinlerken kanımın kalbime doğru saldırdığını hissettim. Fransız, İtalyalı markiye simamız arasındaki farkları, işaretleri, incelikleri inceden inceye tahlil ediyordu: Ben henüz bir çocuk imişim. Lady S… ancak on dokuz yaşında imiş. Benim örmem gayet güzelmiş. Rakibimin endamı da pek zarif ve hoşmuş. O, asil ve güzide bir varlık "senenki" – böyle ifade ediyordu – şimdiye kadar burada görülmemiş Rus prenseslerden biri. En sonunda Lady S… ile rekabet etmediğimden ve merdümgiriz bir şekilde yaşadığımdan dolayı beni överek hüküm ve kıyaslamasını bitirmiş oldu. Bunun üzerine İtalyan: - Ona acıyorum, dedi. Fransız (neşeli ve alaycı bir kahkaha ile): - Belki o, hiç olmazsa sizinle teselli bulmak istiyor. İtalyan (titrek bir seda ile): - Eğer buradan giderse takip edeceğim. Fransız (gülerek): - Geçici mutlu! Hala sevmekle uğraşıyor. İtalyan: - Sevmek mi? Bir süre sustu. Sonra tekrar devam etti: - Sevmeksizin ben asla yaşayamam. Aşksız hayat neye yarar? Bu dünyada hoş ve perestiş etmeye değen yalnız bir şey vardır: Hayatı sonsuz bir roman yapmak. Ben romanı asla yarıda bırakmayacağım. Bu roman neticeye kadar mutlak devam edecek. - Cenab-ı Hak başarılı kılsın, dostum. Artık bir şey işitmedik. Fakat biraz sonra sağdan ayak sesleri merdivenlerde tınladı. Fransız ile İtalyan kapıdan dışarı çıkarken avluda birden bizi görerek aşırı hayret gösterdiler. Marki bana doğru ilerleyince kıpkırmızı oldum. Elini bana uzatmak küstahlığında bulunur bulunmaz pek korktum. Bununla beraber reddetmeye muvaffak olamadım. Beraber ilerde bizi bekleyen arabaya doğru yürümeye başladık. Dostum, Fransız'ın eşliğinde önümüzde yürüyordu. İtalyan'ın hiddet ve öfkemden korkmadığını, söylediği sözlerin hepsini işittiğimi bildiği halde hiç önem vermediğini görerek sıkılıyordum. Fransız'ın sözleri – ihtimal doğru olmakla beraber – kadınlık gururumu yaralamıştı. Fakat markinin küstah fikirleri, cesaretli tavırları beni şaşırtmış, öfkelendirmişti. Kendisine hiç bakmadığım ve hiçbir cevap vermediğim, tuttuğu elimi bir bahane ile çekerek güya kulağımı kaşıdığım halde yine onu bu kadar yanımda görmem bana kendisini pek iğrenç gösteriyordu. Onu dinlememek, dostuma yetişmek maksadıyla adımlarımı hızlandırmıştım. O, bana tabiatın mükemmelliklerinden, güzel manzaralardan, bu beklenilmeyen tesadüfün meydana getirdiği mutluluktan, hâsılı birçok şeylerden bahsediyor fakat hiçbirisini işitmiyordum. Ben zevcimi, oğlumu, köyümü düşünüyordum. Vicdansız bir utanç hissi, itiraf edilmeye cesaret olunamayan keder ve hevesler, beni üzüyordu. Kalbimin sükûnetini karıştıran bu heyecan veren hisler arasında kendimi toplamak için bir an evvel odamda yalnız bulunmayı arzu eyliyordum. Dostum arzumun tersine olarak pek yavaş yürüyordu. Arabaya yaklaşmamız için kat edilecek daha hayli mesafemiz vardı. Marki beni bir müddet daha zaptı altında tutmak için kasten adımlarını ağırlaştırıyor gibiydi. Kendi kendime: Bu, böyle devam edemez, dedim ve kesin bir karar ile hızlı hızlı yürümeye başladım. Fakat o, beni bırakmamakta ısrar ediyor ve hatta elimi tutarak sıkıyordu. Yolun dönüm noktası bizi dostumdan büsbütün ayırdı. Yapyalnız kaldık: İtalyan ve ben… Birden şiddetli bir korku ve heyecan hissettim. Soğukça: - Mazur görün beni, dedim ve elimi çekmek istedim. Maalesef kolumdaki dantela elbisesinin düğmesine ilişti. O kadar yakın üzerime eğildi ki göğsü bana dönüyor, yenimi düğmesinden kurtarmak bahanesiyle eldivensiz parmakları elime temas ediyordu. Korku ve haşyet ve hoşnutluk zevki ile karışık – benim için büsbütün yeni – bir his, bir donuk bir titreyiş ile bütün vücudumu dolaştı. Hakkında hissettiğim nefret ve iğrenmeyi anlar ümidiyle markiye tahkir eden bir bakış fırlattım. Fakat bu nazar ona büsbütün başka bir şey ifade etti: Korku ve heyecan… Parlak ve nemli bakışları hırslı bir aşk ile yüzümü sanki yutmak istiyor, sıcak elleri tam bir yumuşaklıkla bileğimi okşuyor, dudakları ((seni seviyorum)) teranesini mırıldanıyor, kendisine ait olduğumu söylüyor, ellerimi kuvvetle sıkarak ateşli bir istekle bana bakarken vücuduma temas edecek derecede yaklaşıyordu. Akıcı bir ateş damarlarımı dolaştı. Gözlerim kararmaya, kalbim titremeye başladı. Kendimi savunmak için söylemek istediğim sözler kurumuş boğazımda söndü. Birden yanağımda bir öpücüğün ateşini hissettim. Donuk ve titrek, yolun üzerinde durdum ve markinin yüzüne baktım. Artık kendimde ne söz söylemek için kudret, ne de yürümek için kuvvet hissediyordum. Korkak ve şaşkın, ne beklediğimi, ne arzu eylediğimi bilmiyordum. Bütün bu sahne ancak bir dakika kadar devam etmişti. Fakat bu dakika benim için hayatımın pek korkunç bir dakikası oldu. Bu kısa süre arasında yüzünü tam açıklıkla inceleyip tahlil ettim. Hasır şapkasının kenarı altında belli, eşime benzeyen, kısa alnının, deliklerinden hafif bir hırıltı işitilen güzel burnunun, ince uzun parlak bıyıkların, yalnız çenede bırakılmış sakalın, güneşten yanan renkli yanakların ne ifade ettiğini anladım. Bilinmeyen bir şahıs gibi bu adamdan nefret ettim ve korktum. Fakat bu esnada – nasıl oldu bilinemez – bu iğrenç adamın aşk heyecanı kalbimde akis yeri buldu. Ve beni etkisi altına aldı. Bu güzel fakat kalın dudakların öpücüklerine, bu beyaz ince damarlı ellerin kıymetli yüzüklerle kapalı parmakların kucaklamalarına kendimi bırakmak için şiddetli bir arzuya kapıldım. Çılgın bir heves, beni ihtirasım önünde ansızın açılan yasak zevkler girdabına korkusuz atılmamı zorluyordu. Kendi kendime: - Zaten ben bedbahtım, dedim, öyle ise bütün bu dünyanın felaketleri başımın üzerine yıkılsın. Evet, öyle ise bütün alçaklık ve günah üzerimde toplansın. Genç İtalyan yüzüme doğru eğilerek, eşimin sesine benzer bir sesle: - Sizi seviyorum, dedi. O zaman eşimi, çocuğumu hatırladım. İşte benim için yalnız iki şerefli varlıklar ki ben onları iyi zamandan beri görmüyorum. Bu esnada yolun dönüm noktasında beni çağıran dostumun sedasını işittim. Kendime geldim. Bütün bir şiddetle tekrar elimi çektim, markiye bakmaksızın arkadaşıma yetişmek için hızlı ve art arda adımlarla yürümeye başladım. İtalyan'a yalnız bir defa bakışımı yönelttim. Şapkasını çıkardı, tebessümlü ve hürmetli, bir soru işareti şeklini aldı. Bu esnada hakkında hissettiğim tarif edilemez nefret ve tiksintiyi keşfedemiyordu. Of! Hayatım bana ne kadar sefil ve bedbaht görünüyordu. Gelecek ümitsizliklerle dolu… Mazi bir karanlık… Dostum yanımda sürekli lakırdı söylüyordu, ben dinlemiyordum. Bana öyle geliyordu ki o, hakkımda hissettiği nefret ve tiksintiyi saklamak için özel bir lütuf olmak üzere benimle konuşuyordu. Bunu sözlerinden, bakışlarından anlıyordum. Of! Bu öpücük acı verici bir azap ve utanç ateşi gibi yanağımı yakıyordu. Artık zevcimi, ciğerparemi düşünmek için kendimde iktidar hissedemiyordum. Odamda rahat edeceğimi, mevkiimi düşünebileceğimi ümit etmiştim. Fakat bu defa da yalnızlık beni korkutmuştu. Getirilen çayı bitirmek için vakit bulamadım. Heidelberg'te zevcimle karşılaşmak için akşamki trene yetişmek maksadıyla – hummalı bir faaliyet içinde – yolculuk ihtiyaçlarımı, eşyamı hazırlamaya başladım. Hizmetçimle beraber kompartımanda bulunuyordum. Lokomotif yürümeye, iyi ve taze bir hava açık pencerelerden girerek yüzümü okşamaya başlamıştı. İşte bu esnada kendime gelmeye, geçmiş ve gelecek hayatımı düşünmeye muvaffak olabildim. Petersburg'a ulaşmamızdan beri bütün hayatım bana yeni bir âlem sunuyor, vicdanım ise derin bir azabın ağırlığını hissediyordu. İlk defa olarak sahra hayatını, saf ve güzel hülyalarımızı hatırladım. Ve yine ilk defa olarak kendime soruyordum ki bu müddet zarfında zevcimi mutlu etmek için yaptığım şeyler nedir? Kendisine karşı zanlı olduğumu hissediyordum. Fakat niçin o da uçurumun kenarında beni durdurmuyor, niçin bana karşı fikir ve hislerini saklıyor? Niçin istediğim her ayrıntı ve izahları boşlayan bir cevap ile savıyor? Niçin beni tahkir ediyor? Yoksa beni hiç sevmiyor mu? Bununla birlikte onun bütün bu haksızlıklarıyla beraber o yabancı adamın öpücüğü yanağımı yakıyordu. Bu öpücükten daima bir azap yarası hissediyordum. Tren Heidelburg'a yaklaştıkça eşimin hayali gözlerim önünde daha büyük bir açıklıkla cisimleşiyor, karşılaşmamız gittikçe bana daha dehşet saçıyordu. Her şeyi söylemeye karar vermiştim. Evet, her şeyi… Pişmanlık gözyaşlarıyla hatalarımı tamir edeceğim, günahlarımı söyleyeceğim, kendimi affettireceğim. Bu şekilde teselli buluyor ve fakat kendisine söylemek istediğim bu ((her şeyi))n neyi barındırdığını bilmiyor, Mikaloviç'in affına mazhar olacağımı ümit etmiyordum. Lakin eşimle karşılaşıp ta, dalmış olduğu şaşkınlık ve hayrete rağmen, sakin ve kaygısız yüzünü gördüğüm vakit anladım ki ona nakledecek, itiraf eyleyecek, hatta af talebinde bulunacak hiçbir şeyim yoktur. - Böyle ansızın buraya dönmek fikrini sana kim verdi? Yarın ben gelecektim. Mikaloviç bu sözleri söyledikten sonra yüzümü inceleme ve merak süzgecinden geçirdi. Korku ve heyecanı gösterir bir tavırla bağırdı: - Ne var? Ne oldu sana? Kuvvetli bir çaba ile gözyaşlarımı tutmaya muvaffak olarak: - Hiçbir şey, dedim, senin için geldim. Eğer istersen yarın Rusya'ya geri döneriz. Kılı kırk yarar ve vesveseli bir bakışla bir müddet beni süzdü. Hiçbir şey söylemedi. Sonra tekrar sordu: - Fakat söyle bana… Ne oldu sana? Elimde olmayarak kızardım ve gözlerimi indirdim. Bakışında tahkir eden bir vesvesenin parladığını gördüm. Şimdiki gelen fikirlerini düşünerek korku ve çarpıntıya duçar oldum. Cahilce cevap verdim: - Hiçbir şey olmadı. Kendi kendime canım sıkıldı. Geldim… Seni, beraber yaşadığımız hayatı çok düşündüm. İyi zaman var ki huzurunda zanlı olduğumu hissediyorum. Evet, birçok vakit var ki haksızlıkları mı hissediyorum. Oh! Köyümüze, yuvamıza dönelim. Sonsuza kadar orada yaşayalım. Yeniden gözlerim sulandı. Mikaloviç soğukça dedi ki: - Azizem, bu duygusal sahneleri lütfen bırak. Köye dönmek arzu edersin, değil mi? Pekâlâ… Bu uygun… Çünkü işlerimiz yolunda gitmiyor. Fakat orasını her vakit istemeli. Geçici bir vakit için değil. Neyse bu da başka bir hikâye… Şu anda senin yapacağın en iyi şey çay içmektir. Garsonu çağırmak için ayağa kalktı. Şimdi, benim için zevcimin ne fikirler beslediğini düşünüyordum. Mikaloviç'e yükleyip bağladığım bana ait fikir ve hisler… Gözlerime tesadüf etmesinden derin bir utanç hissediyormuş gibi başka bir tarafa yoğunlaşmış nazarlarından sızan ifadeler beni soğuk bir korku titremesiyle sarsıyordu. Kendi kendime: ((Hayır, beni anlamak istemiyor, beni anlamıyor.)) diyordum. Çocuğumu görmek bahanesiyle odadan çıktım. Ağlayabilmek… Sürekli ağlayabilmek için yalnız kalmak arzu ediyordum. 4Uzun süreden beri derin bir terkedilme rüyası altında uyuyan Nikolosko'daki hanemiz yeniden hayat kazandı. Fakat bu mutlu yuvadaki şevk ve neşe canlandırılamadı. Kayınvalidem artık yoktu. Şimdi eşimle yalnız bulunuyordum. Lakin artık her ikimiz de uzlet ve inzivadan zevk alamıyorduk. Bilakis bu uzlet hayatı bizim için bir işkence oluyordu. Kış o kadar hüzünlü ve katı idi ki daima hasta idim. ikinci çocuğumun doğumundan sonra ancak afiyet kazanabildim. Zevcimle ilişkimiz şehirde geçirdiğimiz hayat esnasında aldığı soğuk tarzı şimdi koruyordu. Aramızda affı mümkün olmayan bit cürüm vardı. O, bu aşk günahını keşfetmemiş görünmekle bana azap etmek istiyor gibiydi. Tamamen bana kendini bırakmamakla bana yaraşır cezayı veriyordu. Gerçekten artık zevcim – eskisi gibi – bana ruhunu vermiyordu. Bazı kere düşünürdüm ki: Gösterdiği şu umursamazlık lüzum görürcesine sadece bana azap vermek içindir. Eski his kendisinde şimdi gizlice vardır. Bu umutlu düşünce ile kalbine birkaç aşk hatırası kıvılcımı sıçratmaya çalışırdım. Fakat o, olduğu gibi, kalbini açmak, serbest cevap vermek istemiyordu. Daima benden fikir ve meramını, kalbi sırlarını gizliyordu. Tavrıyla, bakışıyla bana: ((Her şeyi… Evet, her şeyi biliyorum. Bana söylemek istediğin her şeyi biliyorum. Onun için senin söylemen fazla ve faydasızdır.)) demek istiyor gibiydi. Başlangıçta Mikaloviç'in samimiyet ve serbestlikle hislerini söylemekten çekinmesini görmek beni pek üzmüştü. Fakat sonra anladım ki bu hal samimiyetsizlikten değil, fikir ve duygularını beyan etmek gereklilik ve ihtiyacını hissedememekten kaynaklanmıştır. Hayatımızın geçiş tarzı pek kuru idi. Zevcim, bilmek ve bakmak istemediğim işleriyle meşgul iken, ben zamanımı tembellik ve durgunlukla geçirdim. Fakat bu tembellik ve durgunluğum – eskisi gibi Mikaloviç'in dikkatini çekmez ve bunun için bana darılmazdı. Çocuklarım da henüz, eşimle benim aramda bir samimiyet bağı oluşturabilmek için pek küçüktü. İlkbahar tekrar geldi. Katya ile kardeşim yazı köyde geçireceklerdi. Hanemizi tamir etmek gerektiğinden biz de çocuklarımızla beraber yazı geçirmek üzere Pokrovsko 'ya gittik. Evimizi bahçesiyle, terasıyla olduğu gibi buldum. Işıklı salondaki açılır kapanır yuvarlak masayla piyano aynı yerde, beyaz perdeleriyle, genç kızlık hayatına özel beyaz rüyalarıyla odam aynı halde… Bu odada şimdi biri büyük, diğeri küçük iki karyola vardı. Önceden bana ait olan büyüğünde büyük oğlum Nikola'm, küçüğünde güçlükle güzel yüzünü fark edebildiğim henüz kundaktan çıkmış mini mini İvan'ım yatıyordu. Her akşam uykuya dalan bu iki çocuğum üzerinde kutsama merasimi yaptıktan sonra çoğunlukla bu sakin odada bir süre dururdum. Birden duvarlarda, perdelerde hâsılı şerefli odamın en gizli, en sırlı köşelerinde şimdi benden pek uzak bulunduğunu – kalbimde derin bir yara ile – hissettiğim taze, emel veren hayallerin esiri uçuşunu görür gibi oluyordum. Mazinin ilham ettiği bütün bu hisler, sesler genç kızlık şarkılarını hatırlatıyordu. Şimdi bu saf ve nermin hayaller nerede? Şerefli ve ruh okşayan şarkılar… Siz ne oldunuz? Pek küstah ve korkusuz olan ümitlerim, mübhem ve karışık rüyalarım, hülyalarım şimdi bir hakikat oldu. Fakat bu hakikat meğerse sert, zorlu, tatsız bir hayattan başka bir şey değilmiş. Benim etrafımda hiçbir şey değişmemişti. İşte aynı bahçe ve pencere, işte bahçedeki aynnı dar yoku, aynı sırayı görüyordum. Havuzunu kenarında bülbüller aynı ezgileri tekrar ediyorlar, aynı leylaklar çiçeklerini açıyorlar ve aynı ay da üstümüzde parlıyor. Ve bununla beraber her şey değişmişti. Bir daha dönmesi muhal olarak, hiçbir ümit emaresi bırakmayarak değişmişti. Pek güzel ve ruh okşayıcı olabilmesi mümkün olan her şey, şimdi pek tatsız ve soğuktur. Önceki gibi salonda Katya ile yalnız kalıyor ve Mikaloviç'ten bahsediyorduk. Fakat Katya'nın yüz hatları hayattan bıktığını ima ediyor, kurşun rengi siması üzerindeki gözler hiçbir ümit ve sevinç şulesi ile artık parlamıyordu. Tavrının manasında, benim dertlerim için dalmış olduğu samimi acıdan başka hiçbir şey hissedilmiyordu. Eskiden olduğu gibi, artık biz Mikaloviç'in maddi ve manevi meziyetlerine hayran ve tutkun değildik. Kalbimizin derininden taşan mutluluk feyzini birbirimize sezdirmek için artık ihtiyaç duymuyorduk. Mikaloviç yine eskisi gibidir. Yalnız kaşlarını ayıran buruşukluk daha derin çukurlaşmış, şakakların etrafındaki beyaz saçlar daha fazla çoğalmıştı. Derin, meraklı nazarları benim için daima gizliydi. Sanki aramızda yoğun bir bulut, hareketsiz duruyor. Ben de hiç değişmedim gibi. Lakin artık kalbimde ne aşk var, ne de sevda arzusu… Kendimden hiç memnun değilim. Mikaloviç hakkında önceden hissettiğim aşkın heyecanı, eskiden tanıdığım hayatın doluluğu şimdi bana pek uzak, ulaşması pek imkânsız gözüküyor. O vakit bana gayet açık ve doğru görünen bir şeyi şimdi anlamaktan acizim: Oh! Diğerler için yaşamak saadeti! Lakin kendim için yaşamak kuvvet ve cesaretine olamadıktan sonra başkaları için nasıl yaşayabilirim? Köyden hareketimden beri piyanomu büsbütün terk ve ihmal etmiştim. Fakat Pukrosko'ya dönüşümde yaşlı piyanom ile eski not defterleri bana tekrar musikiye dönmek arzusunu verdi. Yeni inşaatı incelemek üzere zevcim Katya ve Sotya ile birlikte Nikolosko'ya gittikleri bir gün ben evde yalnız kalmıştım. Dönüşlerini beklemek için salona indim. Piyanonun başına geçtim. "Kasya Ona Fantazya" sonatını aldım ve çalmaya başladım. Beni dinlemek için salonda hiç kimse yoktu. Hiçbir gürültü işitmiyordum. Pencereler bahçeye doğru açılmıştı. Sonatın latif, sevimli sedaları odanın içine bir acı "tan tan" sesi ile yayılıyordu. Eski bir alışkanlığın vermiş olduğu bir hamle ile bitap ve mecalsiz, sonatı bitirdiğim zaman, önceleri piyano çaldığım esnada Mikaloviç'in mevki aldığı yere, o şerefli ve mutlu köşeye doğru bakmak için elimde olmayarak döndüm. O, artık orada değildi. Sandalyesi şimdi eski yerindeydi. Pencereden leylak fidanlarını görüyordum. Günbatımının ziya saçan çekiciliği, akşamın tazelik ve güzelliği açık pencerelerden içeriye giriyor, bende garip ve güzel bir etki oluşturuyordu. Dirseğimi piyanoya dayadım. Yüzümü ellerimle örttüm. Sonsuz deniz tefekkürlere daldım. Uzun süre bu şekilde hareketsiz ve sakin kaldım. Geri dönmesi imkânsız mazinin şerefli hatıralarını derin bir acıyla düşünüyor ve mahcup ve çekinik, gelecek için hülyalar kurmakla meşgul bulunuyordum. Fakat önümde artık hiçbir şey göremiyordum. Ne bir ümit parıltısı, ne de bir emel ışığı… Bana karşı her şey karanlıklıydı. Kendi kendime tam bir dehşetle: ((Mümkün mü, gençliğin en seçkin devresi böyle boş ve faydasız geçmiş bulunsun!)) diye söyleniyordum. Ansızın başımı kaldırdım. Üzerime saldıran bu sıkıcı fikirleri defetmek, kişiliğimi unutmak için bir kere daha aynı sonatı – şiddetli bir sinirli bunalım içinde – çalmaya başladım. Kendi kendime: - Ya Rabbim, diyordum, eğer töhmetli isem beni affet. Mutluluğumu, ruhumun zarif rahatlığını iade et yahut yeni bir hayata başlamak için ne yapmak lazım geldiğini bana göster! Bahçede sonradan büyük kapının merdivenleri önünde tekerlek gürültüsü işitildi. Sonra tanıdığım ayak sesleri teras üzerinde yankılandı. Fakat bu adımlar önceden uyandırdığı güzel ve heyecanlandırıcı hisleri kalbimde artık meydana getirmiyordu. Çaldığım parçayı bitirdiğim vakit arkamda birisinin yürümekte olduğunu ve sonra da bir elin omuzumun üzerine konduğunu duydum. Zevcim: - Bu sonatı çaldığın için ne kadar nazik ve lütufkârsın! Dedi. Ben hiçbir cevap vermedim. - Şimdi daha çay içmediniz mi? Henüz işaretleri yüzümde yok olmayan üzüntü ve heyecan eserlerini görmemesi için gözlerimi kendisine doğru kaldırmaksızın, içmediğime delalet edecek bir işaretle başımı salladım. - Katya ile Sotya şimdi dönecekler. Hayvan serkeşlikte bulundu. Caddeden yürüyerek gelmeyi tercih ettiler. - Çay içmek için onları bekleyelim, dedim. Beni takip eder ümidiyle balkona çıktım. Fakat o, çocuklarını görmek için odalarına gitti. Yeniden varlığı, güzel ve samimi sesi beni temin etti ki hiçbir şey kaybetmemişti. O, gayet alicenap ve saf bir eş, şefkatli bir pederdi. Bana neyin eksik geldiğini bilemiyordum. Terasa geldim. Mikaloviç'in bana ilk defa olarak aşkını itiraf ettiği zaman bulunduğum kanepeye oturdum. Güneş batıyor, karanlık yavaş yavaş başlıyordu. Bir ilkbahar bulutu bahçemizin üzerinde, asılı duruyor fakat ağaçların üzerinden şeffaf bir gök köşesi görünüyor ve bu mavi gökte, sönen şafak nurları yerine yıldızlı bir manzara yayılıyordu. Bir bulut gölgesi, her şey üzerinde gergin duruyor ve gayet tatlı bir bahar yağmurunun yağacağını vadedip müjdeliyordu. Rüzgâr esmiyordu. Ne bir yaprak, ne de bir filiz kımıldanıyordu. Leylaklarla diğer çiçekler o kadar canlı açılmışlardı ki havanın çiçekten olduğuna insanın inanacağı geliyordu. Bu çiçekli hava muntazam etkilerle artıp eksilen bilinmez kokular yayıyordu. Ben, gözlerim kapalı, ne bu mest eden çiçekleri görmek, ne de koklamak arzu ediyordum. Yalnız bu tatlı kokunun çiçekli havasında bulunmak, o havayı – adeta içercesine – solumak ihtiyacını hissediyordum. Oval dairelerinde sıralanmış gülfidanları hafif bir tazelik esintisi ile kımıldanıyordu. Kurbağalar yağacak yağmurla suya atılmaya hazır, havuz kenarında sürekli devam eden vakvaklarıyla ahenk yapıyor, bütün bu gürültüler bir hıçkırık gibi havaya yükselerek uzun bir şikâyet inlemesi yayıyordu. Bülbüller kısa fasılalarla birbirlerini çağırıyorlar, acı bir uçuşla karışık bir yerden diğer bir yere uçuyorlardı. Bütün bu mükemmellik karşısında rahat olmak sebebini arıyor, kederlerimin arasından bazı şeyler ümit etmeye cesaret ediyordum. Zevcim yanıma gelmiş ve oturmuştu: - Katya ile Sotya'nın yağmura tutulmalarından korkuyordum. - Ben de… Aramızda uzun, sıkıcı bir sessizlik başladı. Rüzgârın dağıtamadığı bulu gittikçe artıyor, her yer gittikçe derin bir sükûnete dalıyordu. Birden büyük bir damla tentenin üzerine damladı. Bir diğeri çakıl taşlarla örtülü yola düştü. Şimdi şiddetli, taze bir yağmur gittikçe artar bir kuvvetle yağmaya başlıyordu. Bülbüller ve kurbağalar sustular. Yalnız uzaklarda yağmur gürültüsü arasında bir kuş, şüphesiz dallar arasında kalmış kuru yapraklar üzerinde kendisine bir sığınak arayan bir bülbül ahenkli ve sürekli devam eden nağmelerle ötüyordu. Mikaloviç'e: - Nereye gidiyorsun, dedim. Bir yere gitmemesi için ekledim: - Burası o kadar iyi ki… - Hizmetçi ile Katya'ya şemsiyesini göndermek istiyorum. - Hiç gerek yok. Yağmur şimdi donacak. Fikrimi onayladı. Beraber terasın kenarında kaldık. Elimi ıslak parmaklığa dayadım, başımı dışarıya eğdim. Yağmur saçlarımı ve boynumu ıslattı. Yağmur gürültüsü durdu. Artık yapraklardan düşen birkaç damladan başka bir şey işitilmiyordu. Kurbağalar kendi âlemlerindeki konsere tekrar başladılar. Bülbüller şen ve neşeli, tekrar canlandılar. Önümüzde her şey parlıyordu. Mikaloviç parmaklığa yaslanarak ve elini nemli saçlarım üzerinde unutmak isteyerek: - Hava ne kadar güzel, dedi. Bu sade iltifat bende bir kederlendirme etkisi yaptı. Ağlamak istiyordum. Mikaloviç ekledi: - İnsana bundan fazla bir şey lazım mıdır? Ben bu anda o kadar memnunum ki hiçbir eksiklik hissetmiyorum. Tamamen mutluyum. Kendi kendime: ((Bu söylediğin sözlerde önceden bana mutluluğundan bahsettiğin zaman kullandığın kelimelerdeki samimiyet sıcaklığı yok. Evet, sen pek memnunsun. Kalbimde itiraf edilmesi başarılamamış geçek pişmanlığın acı veren ağırlığını, gözlerimde akmasına izin verilmeye cesaret edilmemiş yaşların zehir ateşini hissettiğim vakitten beri, evet, memnun ve rahatsız.)) - Ben de havayı pek güzel buluyorum. Etrafımda her şey o kadar güzel ki hüzün ve üzüntü ile titriyorum. Kalbimde daima birçok arzular, ümitler duyuyorum. Sen de mümkün müdür ki tabiat harikalarından lezzet aldığın zaman hiçbir hüzün ve üzüntü hissetmeyesin? Elini başımdan çekti. Biraz durdu. Sonra dedi ki: - Evet, bu hal, özellikle ilkbaharda, bende de gerçekleşirdi. Ben de geceleri arzu ve ümitlerle geçirirdim. Bu geceler hayatımın en tatlı, en şerefli, en müstesna geceleriydi. Fakat o zaman bütün hayatım önümdeydi. Şimdi ise köydedir. Şimdi sahip olduğum şeylerle kendimi memnun etmeyi biliyorum. Ve işte onun için memnun ve rahatım. Bu sözleri Mikaloviç öyle doğal ve içi rahat bir tavırla söylüyordu ki bundan hissettiğim hüzün ve üzüntüye rağmen kendisinin samimiyetinden şüphe etmeye muvaffak olamadım. - Artık hiçbir şey arzu etmiyor musun? Diye sordum. Fikrimi keşfederek dedi ki: - Mümkün olmayacağını bildiğim hiçbir şey arzu etmiyorum. Beni bir çocuk gibi okşayarak, elini yeniden iltifat edercesine saçlarım üzerinde gezdirerek: - Başını ıslatmışsın, dedi. Ben boynu üzgün ve kederli bir eda ile birden sordum: - Geçmişe ait hiçbir üzüntü ve özlemin yok mu? Düşünmek için derin bir sükûnete daldı. Sonra, üzgün ve hazin bir konuşma ahengiyle: - Hayır, dedi. Kendisine doğru dönerek, nazarlarımı gözlerinin içine dikerek: - Söylediğin doğru değil... Doğru değil… Diye bağırdım. Sen maziye acımıyor musun, teessüf etmiyor musun? Bir defa daha: - Hayır, dedi, mazi için minnettar hislerle duyguluyum. Fakat onun batmasına esef etmiyorum. - Nasıl, mazinin dönmesini arzu etmiyor musun? Yüzünü çevirdi. Nazarı bahçede, başıboş dolaştı. Sonra: - Hayır, mazinin dönüşünü asla istemiyorum, dedi. - Maziye tekrar dönmek için sen orada hiçbir şey bulmuyor musun? Mazinin batışına esef göstermiyor musun? Bundan dolayı beni hiç suçlamıyor musun? - Asla! Doğrudan doğruya bana bakmaya mecbur olması için kolunu tutarak: - Dinle, dedim, dinle. Niçin nasıl yaşamaklığımı arzu ettiğini bana söylemedin? Niçin bana faydalanmasını bilemediğim bir serbestlik verdin? Niçin beni hayatta yalnız olarak bıraktın? Eğer istemiş olsaydın, eğer elimden beni tutmuş bulunsaydın hiçbir şey olmayacaktı. Hiçbir şey… Bana doğru dönerek, şaşkın, sordu: - Ne oldu ki? Ya rab, beni hala anlamıyor mu? Yahut – daha fenası – beni hala anlamak istemiyor mu? Artık gözlerim sulanmaya başlamıştı. Sitemli bir tavırla sordum: - Eğer bir şey olmamış olsaydı hakkımda gösterdiğin hakaret ve umursamazlık ile bana acı verir, bana hayatta şerefli görünen her bir şeyden beni çeker miydin? Ne istediğimi anlamıyormuş gibi:- Ne'n var azizem, dedi. - Her şeyi söylememe müsaade et. Hiç zannetme ki geçen bütün şeylerden sonra yine beni sevmiş olasın. Hayır, (sözümü kesmek için harekette bulundu) uzun süreden beri kalbimde sakladığım her bir şeyi şimdi sana söylemem gerekiyor. Henüz hayatı tanımadığım halde yapyalnız serbest gezmeme müsaade etmeniz benim hatam mıdır? Hakkımda gösterdiğim samimi muhabbete rağmen gösterdiğin sükûn ve lakaytlıktan ben mi mesul olacağım? Her ikimizin felaket sebebi olabilecek bu serbest hayata beni atmak için sen bütün iktidarını kullandın. Asla kendisinde görülmeyen bir dehşet ile: - Fakat bütün bunları sen nereden anlıyorsun? Diye bağırdı. Ben cevap verdim: - Köyde kalmak istemediğini, kışı Petersburg'da geçirmek arzu ettiğini daha dün söyleyen sen değil misin? Bilmiyor musun ki şehirden nefret ediyorum. (Ciddi ve soğuk): - Yeter… Yeter… Kendi kendime derin bir üzüntü ile: Haksızlığını, bana karşı bakış ve duygularının gayet fena, kirli olduğunu düşünüyordum. En sonunda dedim ki: - Rica ederim, beni hiç sevmediğini söyle. Evet, itiraf et bunu. Samimi hıçkırıklarla gözlerimden yaşlar akıyordu. Yüzümü mendil ile kapayarak, çığlıkları zapt etmek için çalışarak: ((Oh ya Rabbim! Beni nasıl anlıyor?)) diye düşünüyordum. Bu anda kalbimde bir seda titredi: Her şey bitti… Her şey… Mikaloviç teselli etmek için bana yaklaşıyordu. Söylediğim sözler onun onurunu kırmıştı. Sesi sakin ve kuru idi. - Neden beni aşağılamak ve kederlendirmeye çalıştığını bilemiyorum. Eğer bu eskisinden daha az söylediğini düşünmekten ileri geliyorsa… Acı bir hıçkırıkla: Ah, sevilmek, dedim ve acı gözyaşlarıyla mendilimi ıslattım. - Mademki serbestçe her şeyi söylememi istiyorsun, öyleyse dinle: - Seni ilk defa olarak gördüğüm dakikadan itibaren gecelerimi yalnız seni düşünerek büyülenerek geçirmeye başladım. Gittikçe şiddetlenen ve beni hükmü altına alan bir aşkın tahammülsüz etkisi ile bitkin idim. Petersburg'da da, yabancı memleketlerde de bana acı verip perişan eden bu aşkı kırmak, yok etmek için nefsimle mücadeleler ederek siyah ve büyüleyici geceler geçirdim. Oh… Fakat o aşkı tamamen mahvedemedim. Bunula beraber gizliliği bitirdim. Sani daima severim. Fakat başka bir aşk ile… - Buna aşk mı diyorsun? Benim için bu, bir işkenceden başka bir şey değildir. Niçin o kadar helak edici ve zehirli bulduğun halde hayat âleminde serbestçe yaşamama müsaade ettin? Ve sonra da bu hayattan memnun göründüğümden dolayı beni sevmemeye başladın? - Bu sebepten dolayı değil, azizem… Ben söylemekte devam ettim: - Niçin üzerimde bütün kuvvet ve iktidarını kullanmadın? Niçin beni kendine bağlamadın? Niçin beni öldürmedin? Evet, beni mutlu eden her şeyden mahrumiyete ölümü tercih ederdim. O zaman beni öldüren, acı bir azap içinde öldürerek yaşayan bu utanç ve pişmanlık hissine uğramazdım. Yeniden yüzümü örttüm. Hüngür hüngür ağlamaya başladım. Bu esnada Katya ile Sotya gelerek yağmurdan ıslandıklarından memnun, terasa koştular. Aramızda uzun bir sessizlik devam etti. Fakat bizi görür görmez sustular ve derhal çekildiler. Aramızda uzun bir sessizlik devam etti. Bütün gözyaşlarımı döktükten sonra ufak bir rahatlama eseri duyar gibi oldum. Zevcime baktım. O, oturmuş ve başını omuzu üzerine yaslamıştı. Bakışıma cevap vermek istiyor fakat yavaşça ah etmekten başka bir şeye muktedir olamıyordu. Yavaşça kendisine yaklaştım. Kolunu çektim. Düşünceli gözleri üzerime yoğunlaşmıştı. Düşüncelerini takip ediyormuş gibi: - Evet, dedi, siz kadınlar… Gerçek hayata dönmezden önce hayatın hiçliğini tatmaya büyük bir ihtiyacınız vardır. İçinde gayet çekici bulduğum bu hayat şu hanedan öyle hissettim ki seni men etmek hakkına sahip değilim. Onun için sana müsaade ettim. - Ah! Mademki beni seviyordun niçin bu faydasız hayat şu haneye beni sevk ettin? Mademki perestiş ediyordun… Niçin beni böyle tehlikeli bir hayatın cehennemi zevklerine terk ettin? Niçin? - Sen istediğin için, o hayata yaklaşmamaya muktedir olamadığın için… Anladın mı? Hayatı, bu faydasız ve helak edici hayatı sana bizzat tattırmak gerekiyordu. Ve sen şimdi onu öğrendin. - Ah, sen çok haklısın, pek çok… Tekrar yeniden sessizlik başladı. Nihayet cevap verdi: - Söylediğin şey pek acıdır. Fakat bir hakikattir. Ayağa kalktı. Teras üzerinde dolaşmaya başladı. Birden karşımda durarak dedi ki: - Hayır, hata bende. Sizi böyle şiddetli, cansız bir aşk humması ile sevmeyecektim. Evet, bu benim hatam. Tam bir korku ve çekinceyle: - Hepsini unutalım, dedim. - Hayır, artık geçmişin mutluluğu bir daha geri gelmeyecek. Söylerken sesi gayet tatlı bir şekilde değişmeye başlıyordu. Elimi omuzuna koyarak dedim ki: - Fakat şimdi her şey dönmüştür. - Hayır, geçmişin batışına yazıklanmadığımı söylemekle hakikati itiraf etmiş olmadım. Oh, evet… Bu, canlandırılması artık mümkün olmayan defnedilmiş aşkın matemini en acı ıstıraplarla tutuyorum. Mazinin mutlu zamanlarına derin bir teessüf ve üzüntü nazarıyla bakıyorum. Hata kimindir, bilmiyorum. Aşk daima vardır fakat bu eski aşk değildir. Artık bu eski aşkın kuvveti, hayat özü yok. Yalnız latif hatıraları kaldı. Hepsi bundan ibaret… Sözünü keserek dedim ki: - Oh, böyle söyleme! Her şey eskiden olduğu gibi olacak. Her şey yeniden diriltilebilir, değil mi? Bunu sorarken gözlerine sıcak ve ateşli bir arzu ile baktım. Dingin nazarlarında – eskiden olduğu gibi – artık derin ve ateşli bir bakış manası yoktu. O vakit anladım ki arzularım beyhude ve istediğim şeyin diriltilmesi imkânsızdır. Mikaloviç sakin ve şefkatli bir tebessümle cevap verdi. Fakat bu tebessüm bana bir yaşlı handesi şeklinde göründü: - Sen hala ne kadar gençsin. Ben ise ne kadar ihtiyar! Artık senin bütün ruhunla istediğin şeyi ben vermeye muktedir değilim. Artık birbirimizi aldatmayalım. Eskiden hissettiğimiz heyecan ve acıları şimdi tanıyamadığımızdan dolayı birbirimizi tebrik edelim. Artık arayacak, isteyecek hiçbir şeyimiz yoktur. Aradığımızı biz bulduk. Saadetimiz pek küçük değildir. Şimdi o, bize bu mini mini varlık için bir ülfet ve muhabbet yolu bırakıyor. Bana kollarında küçük İvan ile gelen ve terasın girişinde duran sütanneyi gösteriyordu. Sözünü bitirmiş olmak için ilave etti: - İşte böyle azizem… Sonra bana doğru ilerleyerek beni öptü. Fakat artık bu, genç bir aşığın ateşli busesi değil, belki ihtiyar bir sevenin hararetsiz ve tatsız bir busesiydi. Gecenin kokulu tazeliği – daima kuvvetli ve etkili – bahçeye yayılıyor, sesler daha kuvvetli, doğanın uğraşıları daha muhteşem oluyor, semada cisimler daha ziyade parlıyordu. Zevcime baktım. Ruhumda bir hafiflik, bir rahatlık duydum. Sanki beni acısının pençesinde ezen şiddetli sinir mahvolmuştu. Mikaloviç: - Tam çay içilecek zaman, dedi. Beraber küçük salona girdik. Kapının eşiğinde yeni sütannenin kucağında mini mini İvan'a tesadüf ettim. Çocuğumu kollarımın arasına aldım. Çıplak ve pembe bacaklarını gayet dikkatle açtım. Sıkıştırdım, sevdim… Dudaklarımla öptüm. Uyandı. Mini mini ellerini parmaklarıyla beraber kımıldattı. Endişeli gözlerini açtı. Birden bakışları üzerime yöneldi. Yarı açık dudakları arasından masum bir tebessüm belirdi. ((Bu mini mini varlık benimdir ha…)) diye düşündüm. Bütün varlığımı titreten şiddetli bir saadet heyecanı içinde İvan'ı göğsümde öyle samimi bir şiddetle, öyle tarif edilmez can atıcı bir analık hissi ile sıktım ki yumuşak ve nazik vücut azalarını incittim diye korktum. Mini mini soğuk ellerini öpmeye başladım. Başına varıncaya kadar bütün nazik ve minyon vücudu saçlarımla örtülüydü. Eşim yanıma yaklaştı. Çocuğuna hitaben: - İvan Sergoviç, dedi. Fakat ben ((İvan Sergoviç))e böyle hitap edilmesinden, yüzünün açılmasından müteessir oldum. Benden başka hiçbir kimse onu uzun süre, böyle derin vecd ve istiğraklar içinde, temaşa etmeyecek. Bu esnada zevcim bana bakarak gülüyor. Birçok senelerden beri ilk defa olarak zevcimin bu bakışının tesadüfünden derin bir hoşnutluk hissettim. Bugünden itibaren kahramanları zevcim ile benden ibaret olan roman… Evlilik hayatımın romanı bitti. Eski hayat ancak bir geçmiş hatıra kabilinden başka bir etki bırakmadı. Yeni bir his, çocuklarım ile pederlerinin muhabbeti gözlerim önünde yeni bir hayat ufku açtı. Büsbütün başka, mutlu ve eskisinden farklı bir hayat… Ve ben bugün o hayat yolunda sebatkâr adımlarla şimdi yürüyordum. SON