Bir izdivaç


  Hasat vaktinin bitimini bildiren bu manzara beni üzdü. Artık yaz sonbahara yerini bırakmıştı. Bununla beraber toz, sıcaklık her tarafta hükmünü sürdürüyordu. Bunlardan yalnız bahçede sığınılacak bir yer edindiğimiz yer müstesna idi. Bu sıcak ve ağır havanın, bu yakıcı ateş saçan güneşin altında hasatçılar bir taraftan diğer tarafa küme küme gidip geliyorlar, gürültü ile konuşuyorlar, telaşla hareket ediyorlardı.
  Gölgede bulunan sıranın üzerine uzanmış olan Katya beyaz patiska mendilinin altında yavaşça nefesleniyor, leziz ve taze kirazlar iştah açıcı bir şekilde sepet içinde parlıyordu. Elbisemiz bana hiç bu kadar temiz ve güzel görünmemiş, sürahideki su ışık yansımasıyla hiç bu kadar nazarı süsleyen renkler meydana getirmemişti. Ben de hiç bu derece hayat-efza bir mutluluk hissi ile duygulanmamıştım. Fakat herhalde hissetmiş olduğum mutluluğun bir gaflet eseri olmadığını da düşünüyordum. Lakin benim bu saadetime kim katılacak? Bütün kadınlık kimliğimi bu saadetlerimle beraber kime ve nasıl vereceğim?
  Güneş karşıki tepenin arkasından kaybolmuştu. Tozlar da birden dağıldı. Ufuk batan güneşin eğimli ziyaları içinde daha saf ve parlak şekilleniyordu. Bulutlar tamamıyla dağılmıştı. Ağaçların arasından, girişten köylülerin henüz çıktıkları üç değirmen çatısı seçiliyor, arabalar süratle hareket ediyor, hasatçılar neşeli ve handan bağrışıyor şüphesiz bütün bu acele bir mesai gününün daha sona erdiğini gösteriyordu. Köylü kadınlar da omuzlarında taraklar, kuşaklarında ot demetleri bağlanmış, gayet neşeli türkü çağırarak ikametgâhlarına dönüyorlardı.
  Lakin Sergey Mikaloviç geri dönmüyordu. Hâlbuki onun tepeden indiğini göreli çok olmuştu. Nihayet bakmakta olduğum cadde üzerinde göründü. Hendeği dolaşıyordu. Hızlı ve arkası kesilmeksizin adımlarla, güleç ve şaşaalı bir yüzle şapkası elinde, bana doğru geliyordu. Katya'nın uyuduğunu görür görmez dudaklarını ısırdı, gözlerini kapadı. Derhal onun, ara sıra bilinmez nasıl bir his sebebiyle hâsıl olup bizim latife tarzında "vahşi sevinç" diye adlandırdığımız, bir şevk ve neşe girdabı içinde bulunduğunu anladım. Böyle zamanlarda o, dinlenme vakitlerinde kuvvetli bir istek fışkırmasıyla oyun oynayan bir mektep çocuğu gibi olurdu.
  Şimdi bütün varlığı bir hoşnutluk ve mutluluk havası soluyor, ancak gençlere özel bir faaliyet ve uyanıklık ile parlıyordu. 
  Elimi sıkarak hafif bir seda ile dedi ki;
  -  Bonjur, bonjur… Genç menekşe… Nasılsınız? İyi misiniz?
  Ben de hatırını sorunca cevaben:
  - Ben iyiyim. Adeta on üç yaşında gibiyim. Hatta bir gün bile fazla değil. Hayvanla oynamak, ağaçlar üzerine tırmanmak için çılgın, önüne geçilmez bir arzu hissediyorum, dedi.
  Gülümseyen gözlerine bakarak, vahşi dediğim bu sevincin benim de kalbimi teshir ettiğini hissederek cevap verdim:
  - Siz yine şiddetli bir neşe kasırgası dönüyorsunuz.
  Gözlerini kapayarak ve bir kahkahayı zorla tutmaya muvaffak olarak dedi ki:
  Evet… Fakat siz niçin Katya'nın burnuna vuruyorsunuz?
  Meğerse onu görmekten doğan hoşnutlukla Katya'yı hala yelpazelemekte devam ediyor, elimdeki dalın yapraklarıyla bakıcımın yüzüne hafif darbeler indiriyormuşum.
  Gülmeye başladı.
  Katya uyandırmaktan çekiniyormuşum gibi yavaş bir sesle Mikaloviç'e:
  Göreceksiniz ya… Uyumadığını söyleyecek, diyor fakat hakikatte Katya'yı uyandırmamak için değil belki Mikaloviç'e böyle gayet hafif sesle lakırdı söylemekte anlatılamaz bir zevk duyduğum için yavaş söylüyordum. O sevildiğimi işitmiyormuş gibi bir tavır ile cevap olarak yalnız dudaklarını kımıldatmakla yetiniyordu. Sonra kiraz sepetini görüp hemen aldı, ıhlamur ağacı altında bebekleri ile meşgul Sotya'ya koştu. Bebeklerin üzerine oturdu. Küçük kardeşim şu hali görür görmez kızdı. Fakat Mikaloviç yemişleri gösterip te hangisinden yiyeceğini sorunca hemen barışmış oldular. Bunun üzerine ben:
  - Daha kiraz getireyim mi? Yoksa beraber bizzat gidip ağaçlardan mı koparalım? Dedim.
  Mikaloviç sepeti aldı. İçerisine bebekleri koydu. Meyve bahçesine doğru koştu. Sotya gülerek arkasından gidiyor, bebeklerini kendisine iade etmesi için paltosunun eteklerinden çekiyordu. Ciddi bir tavırla bebeklerini verdi. Ve bana döndü.
  Şimdi her ne kadar Katya'nın uyanması için çekinerek ve sessizce konuşmaya gerek kalmadıysa da Mikaloviç – bilinmez neden – yine gayet yavaş sesle dedi ki:
  - Ne… Nasıl, size menekşe demeye hakkım yok mu? Bugün mesainin bütün tozlarından, tahammülsüz sıcaklarından, sıkıntı ve eziyetlerinden sonra bu latif ve mest eden çiçeğin kokusunu koklamak için ancak sizin kokulu, lezzetli samimi çevreniz içinde bulunmalıyım.
  Bu sözlerden hissettiğim heyecanlı sevinci sezdirmemek için hemen sordum:
  - Nasıl, tarla işleri yolunda gidiyor mu?
  - Pek yolunda… Bugün siz gelmezden önce bahçeden nasıl çalıştıklarını seyrediyordum. Ben burada böyle atıl ve tembel bir şekilde vakit geçirirken onların orada, yakıcı güneşin altında benim istirahatimi temin için takati mahveden bir gayretle çalıştıklarını gördükçe kendimden utanıyordum.
  Sözümü keserek ciddi bir tavır, bakışlarımın derinliklerine kadar nüfuz eden okşayıcı bir nazarla:
  - Yok, azizem, dedi, böyle felsefe yapmanın lüzumu yok. Bu adeta çocukluk… Bilmez misiniz ki köylüler böyle sabahtan akşama kadar kızgın güneşin altında çalışmaya mecburdur. Ve zaten bu, onlar için büyük bir hayat zevkidir. Herkesin sosyal seviyesi bir olmaz ya… Rica ediyorum! Böyle bir daha beyhude fikirlerde bulunmayınız!
  - Fakat bunları yalnız size söylüyorum.
  - Biliyorum… Biliyorum… Lakin kirazlarımız? Meyve ağaçlarının bulunduğu yer kapalıydı. Bahçıvanların hepsi tarlada olduğundan orada kimse yoktu. Sotya anahtarı getirmek için koştu. Fakat onun dönmesini beklemeyen dostumuz duvarın üzerine çıkıp meyve ağaçlarının olduğu yere atladı. Duvardan bana bağırdı:
  - Kiraz ister misiniz? Sepeti uzatınız…
  - Hayır, ben kendim toplayacağım. Anahtarı aramaya gidiyorum. Sotya şimdi gelmedi. Bu esnada ne yaptığını görmek için çılgın bir arzuya kapıldım. Onu kimsenin görmemesi için kim bilir nasıl telaşlı bir hal ve hareketle kiraz topluyordu.
  Ayaklarımın uçlarına basarak, usulcacık duvarın etrafını dolaştım. Duvarın açılan bir yerinde boş bir fıçı duruyordu. Fıçının üstüne çıktım. Duvar ancak belime kadar geliyordu. Biraz öne eğilmekle bahçenin içini iyice görebildim. Şimdi geniş yapraklı, dalları latif ve iştiha açıcı siyah kirazlarla dolu bu yaşlı ağaçların oluşturduğu manzara gözümün önüne serilmişti. 
  Başımı biraz daha ileriye eğerek büyük bir kiraz ağacı kütüğü arkasında aradığımı gördüm. Şüphesiz o benim gittiğimi zannederek kimsenin kendisini göremeyeceğine inanmıştı. Ağaç kökleri üzerine oturmuş, başı açık, gözleri kapalı, bir kiraz tanesini elinde döndürüyordu. Birden omuzlarını kaldırdı. Gözlerini açtı. Bir şey mırıldandı ve tebessüm etti. Bu tebessüm ve mırıldanma bana o kadar garip, o kadar acip göründü ki kendisini tecessüs ettiğimden dolayı büyük bir mahcubiyet hissettim. "Maşa" diye bana hitap işitir gibi oldum. Sonra kendi kendime: Hayır, bu olamaz, dedim.
  - Sevgili Maşa! Bu övgü nidası eskisinden daha okşayıcı bir açıklık ile tekrarlandı. Bu defa gerçekten bir ses işitmiştim. Kalbim o kadar kuvvetle çarpmaya; belirsiz bir hoşnutluk, yasak bir saadet gibi bütün varlığımı öyle şiddetle doldurmaya başladı ki düşmemek ve kendimi teessüf gerektirecek bir hale sokmamak için iki elimle duvara dayanmaya mecbur oldum.
  Bu hareket benim varlığımı Mikaloviç'e açık etti. Titrek bir tavırla etrafına baktı. Gözlerini eğdi. Bir çocuk gibi kızardı. Bana bir şey demek istiyor fakat başarılı olamıyordu. Yüzü gittikçe alevleniyordu. Bu sırada bana bakarak tebessüm ediyordu. Güleç bir yüzle kendisine seslendim. Bütün yüzünden bir sevinç parıltısı saçılıyordu. Artık bu, beni baba gibi iltifatlara daldıran, nasihat ve iyiliğimi isteyen teşviklerde bulunan yaşlı bir amca değil, beni seven ve tatlı bir titretişle korkutan, benden karşılık olarak gördüğü muhabbetle utanmalara, tereddüt ve çekingenliklere yakalanan bir dost idi.
  Karşılıklı bir kelime etmeksizin birbirimize bakarken birden ciddi bir tavırla doğruldu. Ansızın dudaklarındaki tebessüm silindi. Gözlerindeki heyecan şaşaası söndü. Ve ondan sonra – yanımızda uygunsuz bir şey ortaya çıkmış ta beni tedbir ve ihtiyata davet ediyormuş gibi – koruyucu bir soğuk tavırla:
  - Lakin siz oradan inseniz… Bir yerinizi inciteceksiniz. Saçlarınızı düzeltiniz. Kendinize geliniz. Böyle neye benziyorsunuz?
  Kendi kendime: ((Bu komediye ne lüzum var? Benim neden böyle canımı sıkıyor?)) diye düşünüyordum. Bu esnada şu hareketin ciddi olup olmadığını anlamak, kendisi üzerinde oluşturduğum tesir ve nüfuzu denemek için karşı konmaz bir arzu hissettim.
  - Hayır, dedim, kirazları kendim toplayacağım. Ve ellerimi en yakın bulunan ağaca sararak duvarın üzerine atladım. Mikaloviç hemen gelip beni düşmekten korumak için elini uzatmak istedi ise de o vakte kadar ben bahçeye atlamıştım bile. 
  Yine kızarak: - Neler yapıyorsunuz! Diye bağırdı. Heyecanını memnun olmayan bir yüzle gizlemeye çalışıyordu.
  - Az kaldı kendinizi sakatlayacaktınız. Bakalım şimdi buradan nasıl çıkacaksınız?
  Öncekinden daha fazla üzgün görünüyordu. Fakat bu defaki üzüntü ve heyecanı beni sevindirecek yerde ürküttü. Ben de kendimde şaşkınlık belirtileri hissettim. Kızardım. Heyecanımı göstermemek için kiraz toplamaya başladım. Kendi kendimi azarlıyor, bu şekilde hareket ettiğime pişman oluyordum. Korkuyordum.
  Her ikimiz de susuyor, hiçbir kelime söylemiyor ve bu halden muzdarip oluyorduk.
  En nihayet Sotya gelerek anahtarı getirdi. Ve bizi bu zor ve tahammülsüz yerden kurtardı. Lakin uzun süre birbirimize bakmaya cesaret edemeyerek yalnız kardeşimle konuşuyorduk.
  Biraz sonra Katya'nın yanına gittik. O, hiç uyumadığını, konuştuğumuz lakırdıların hepsini işittiğini bize söylüyordu. 
  Ben biraz sükûnet buldum. Mikaloviç tekrar baba gibi ve koruyucu tavrını takınmaya çalıştıysa da buna muvaffak olamadı. Zira onun bu düzme ciddiyetleri artık üzerimde evvelki etkiyi oluşturmuyordu.
  Bundan birkaç gün evvel yaptığımız konuşma birden bütün bir şiddet ve açıklıkla hatırıma gelmişti. 
  Katya bir erkek için sevgisini açığa vurmasının bir kadına nisbeten pek kolay olduğunu iddia eylemişti. Demişti ki: - Bir erkek daima aşkını açığa vurup sezdirebilir. Kadın ise buna asla cesaret edemez. Mikaloviç cevaben: - Benim fikrimce erkek de aşkını açığa vuramaz ve vurmamalı da.
  Ben hemen sormuştum: - Niçin?
  - Zira aşk itirafı çoğunlukla sahte olur, sevdanın samimiyetini bozar. Mesela bir insan sever. Fakat ebediyen seveceğini nasıl keşfedebilir? Sevdiğini tamamen hissetse bile bir erkeğin bir kadına ((seni seviyorum!)) demesi pek zordur. Hem ben öyle zannederim ki ((seni seviyorum!)) eskimiş cümlesini israf edenler çoğunlukla yanılırlar yahut başkalarını aldatırlar ki neticesi pek müthiş olur.
  Katya sordu:
  - Eğer kendisine bir şey söylenmezse bir kadın sevildiğini nasıl anlayabilir?
  - Bilmem… Herkesin aşk duygularını beyan etmek ve sezdirmek için kendisine özel bir tavır ve hareketi vardır. Seven adamın hisleri ve aşk derdi mutlaka belli olur. Ben hikâyelerde, roman kahramanlarından birinin diğerine ((ah! Seni seviyorum… Elanor!)) diye ilan-ı aşk ettiğini okuduğum zaman her iki kahramanda da bir olağanüstülük göremediğim için, doğrusu ya, aşk duygularının sıhhatinden emin olamıyorum. Bütün bu sevenlerde derin, hakiki bir samimiyet hissedemiyorum. Aynı çehre… Aynı eda… Aynı nazarlar… Ve aynı konuşma ahengi… 
  Bu latifeyle karışık nüktelerin bana özel ciddi kinayeleri barındırdığını anlıyordum. Lakin roman kahramanları mevzu-u bahis olunca Katya latifeyi bertaraf edip bağırdı:
  - Hep daima böyle garip fikirler ortaya koymaktan nasıl lezzet alırsınız, bilmem ki! Şimdi serbestçe söyleyiniz bakalım bana. Bu ana kadar hiçbir kadına: ((Seni seviyorum!)) demediniz mi?
  Gülerek cevap verdi:
  - Hayatım boyunca buna benzer hiçbir söz israf etmediğim gibi hiçbir kadının ayakları önünde diz çökerek sevdakar yalvarışlarda da bulunmadım. Ve asla da bulunmayacağım!
  Bu sözleri düşünerek kendi kendime diyordum: ((Aşkını bana itiraf etmek için hiçbir ihtiyaç hissetmiyor. Bununla beraber beni sevdiğini anlıyordum. Lakayt görünmek için harcadığı çaba ve gayretler fikrimi asla değiştirmeyecektir.))
  Arkamdan yemek salonuna girerek dedi ki:
  - Bana bir parça bir şey çal! Çoktan beri sizi dinlemedim.
  Cevaben: - Ben de bunu düşünüyordum, dedim ve gözlerimi bütün bir nüfuz şiddetiyle gözlerine dikerek ilave ettim:
  - Bana darılmadınız değil mi Mikaloviç?
  - Niçin darılayım? Kızararak cevap verdim:
  - Yemekten sonra söylediklerinizi dinlemediğim için.
  Maksadımı anladı, başını salladı ve tebessüm etti. Bakışı ile bizim azarlamaya layık olduğumuzu, fakat kendisini bunu yapmak için kuvvet ve metaneti olmadığını anlatıyor gibiydi.
  Piyanonun karşısına oturarak sordum:
  - Artık aramızda hiçbir şey yok, barıştık değil mi?
  - Hay, hay…
  Gece Mikaloviç benimle az konuştu. Fakat aşkını – istemeyerek, kalbinin duygusal fışkırışına karşı koyamayarak – hareketleriyle, nazarlarıyla, hatta Katya ve Sotya'ya söylediği sözleriyle belli ediyordu. Artık aşkından şüphe etmiyordum. Fakat kendisine acıyor, huzurunun bizim için ne derece sevinç gerekliliği olduğunu hissediyor, erkeklik vakar ve gururunu kirletmemek maksadıyla âşıkane duygularını gizlemesine ve bana yapmacık bir soğukluk göstermesine hak veriyordum. Bununla beraber etmiş olduğum münasebetsizliğin hatırlaması bana cinayet işlemişim gibi azap veriyordu. Bana olan özel hürmetinin bahçe duvarından atladığımdan beri tamamen bittiğini zannediyordum. 
  Çaydan sonra piyanonun yanına gittim. O da geldi. Bu yüksek tavanlı geniş salon, yalnız piyano üzerine konulmuş iki mumun yaydığı hafif ışıkla aydınlanıyordu. Şeffaf bir mehtaplı gece açık pencerelerin arasından bize tebessüm eyliyordu. Her şey derin, esiri bir sessizliğe dalmıştı.
  Mikaloviç arkamda oturmuştu. Kendisini göremiyordum. Fakat salonun bu yarı karanlık içinde bulunan her tarafında, piyanodan çıkan iniltili sedalarda, kendimde onun varlığını hissediyordum.
  Nazarlarını, hareketlerini fark edememekle beraber bütün bunları kalben duyuyor gibiydim. 
  Bana notasını getirip te onunla ve sadece onun için öğrendiğim "Mozart'ın" fantezi sonatını çalmaya başladım. Artık ben çaldığım havayı düşünmüyor, bununla beraber fena çalmadığımı ve piyanodan Mikaloviç'in hoşnut olduğunu zannediyordum.
  Bana baktığını ve mutlu olduğunu artık açıkça hissediyordum. Birden, elimde olmadan, çalmakta devam ederek, başımı çevirdim. Bulunduğu tarafa bir bakış attım. Bu şeffaf gecenin aydınlığının derinliğinden başını kaldırdı. Eli yanağında olduğu halde oturmuş, ateşli nazarlarını sakin halde üzerime dikmişti. Bu bakışların karşılaşmasıyla ben tebessüm ettim. Çaldığım parçayı bıraktım. O gülüyor, azarlayıcı bir tavırla, devam etmem için nota defterini gösteriyordu. 
  Sonatın sonlarına geldiğim zaman mehtap mine renkli gökte tamamıyla yükselmişti. Süslü ve altın gibi parlak ışınları mumların zayıf ışıklarına karışarak odayı gümüşe benzer bir nur ve ışık dalgasıyla kaplıyordu.
  Katya pek fena çaldığımı söylerken Mikaloviç bilakis bu akşamki kadar mahirce ve ustaca bir şekilde hiçbir zaman bu sonatı çalmadığımı temin ediyordu. Mikaloviç gezinmeye başlamıştı. Yemek odasından salona geçerken benim tarafıma geldikçe bana bakıyor, tebessüm ediyordu. Ben de tebessümlerine karşılık veriyor hatta – hiçbir sebep olmadığı halde – kahkaha ile gülmek için güçlü bir arzu hissediyor, bugün gerçekleşen şeylerin genelinden kendimi oldukça bahtiyar buluyordum. O, yemek odasından çıkar çıkmaz derhal piyanonun yanında duran ve bana yaklaşan Katya'yı kucakladım. Çenesinin altındaki o pek sevdiğim tombul boynuna bir öpücük kondurdum. Bu esnada Mikaloviç içeri girdi. Hemen yeni bir tavır takındı. Fakat şunu da itiraf edeyim ki dökülmeye hazır bir kahkahayı zabtetmek için çektiğim zorluk beni pek gülünç bir hale koymuştu.
  Katya Mikaloviç'e sordu:
  - Bugün bunun nesi var?
  Mikaloviç hiç cevap vermedi. Yalnız bana baktı ve tebessüm etti. O bugün benim ne olduğumu pekâlâ biliyordu.
  Mikaloviç salondan terasa geçilecek kapının önünde biraz duraksayarak… – Bakınız, dedi, ne latif, ne de ruha ferahlık veren bir gece!
  Gerçekten şimdiye kadar böyle güzel ve büyüleyici, böyle latif ve şaşaalı bir gece görmemiştim. Dolunay halinde bulunan ay evimizin üstünde bulunuyordu. Onun için henüz görünmüyordu. Fakat terasın bir kısmı ay ışığıyla aydındı.
  Etrafı çiçeklerle süslü, sisler içinde kaybolmuş geniş yol üzerinde dalya fidanlarının gölgeleri şekilleniyor, dalların arasından limonluğun parlak çatısının mehtabın ışığının yansımasıyla parladığı görülüyordu. Daha öteden gittikçe yoğun bir sis tabakası yükseliyor, kısmen çiçekleri dökülen çıplak leylak ağaçlarının dalları üzerinde çiy etkisiyle nemlenen salkımlar seçiliyordu. Gölge ve ışık yollarda öyle hayali etkilerle birleşmişti ki ağaçlar, yollar fark olunmuyor, fakat latif ve yumuşak bir çalkantılı beşik içinde sallanan kulübelerin mehtap nurlarıyla parlayan yüzleri gözüküyordu.
  Sağ tarafta, evin gölgeli tarafında her şey karanlıklı, meş'um ve korkutucuydu. Diğer tarafta kavak ağacının mağrurane yükselmiş aydın tepesi bu karanlığın derinlikleri içinde şekilleniyordu. Şu şekillenmeye karşı insanın kendi kendine: ((Niçin bu ağaç daha yükseklere, mavi göğün derinliklerine doğru yükselecek yerde -  sanki böyle donuk bir nur ve ışığın çarpışma yeri içinde yıkanmak için – evimizin boyuna kadar yükseldikten sonra bitap şekilde yükselmesine son veriyor?)) diyeceği geliyor.
  Bu gecenin muhteşemliklerinden istifade etmek maksadıyla: 
  - Haydi, dışarda bir parça gezelim… Katya takunyalarımı giymek şartıyla bu teklifi kabul etti. Ben buna lüzum olmadığını, Mikaloviç ile kol kola gezeceğimizi söyledim. Mikaloviç'in kolları nasıl olur da benim ayaklarımı rutubetten korur? Bunu düşünmüyordum. Fakat bu teklif her üçümüze pek doğal göründü. O, şimdiye kadar bana hiç kolunu takdim etmemişti. Bu akşam ben kendiliğimden koluna girdim. Şu hal Mikaloviç'e hiç garip görünmedi. Her üçümüz terastan indik. 
  Şimdi gök, bahçe, soluduğum hava, etrafı kuşatan cisimler… Hâsılı bütün kâinat bana büsbütün yeni ve başka görünüyordu. 
Takip ettiğimiz ağaçlı yolda ileriye baktığım zaman artık ötede hiçbir şey olmadığını, hakikat âleminin şuracıkta bitiş noktasına geldiğini, bütün muhteşemliğiyle bu gecenin sonsuza kadar devam edeceğini zannediyordum. Bununla beraber biz ilerliyorduk. Ve bizim ilerlememiz için, bütün bu gecenin muhteşemliğinin hayal süsleyen duvarı geri çekildikçe biz her tarafta daha ruh okşayan bahçeler, daha latif ağaçlar, daha ferahlatıcı yollar buluyorduk. Hakikatte ise ayaklarımızın altında aydın ve karanlıklı daireleri çiğneyerek, geçtiğimiz yere tesadüf eden kabarık kırı yaprakları ezerek bir yoldan diğer bir yola gidiyorduk.
  Mikaloviç yanımda olduğu halde sessiz ve eşit adımlarla yürüyor, yavaşça kolumu tutuyordu. Katya da yanımızda ayaklarıyla çakıl taşlarını çatırdatarak yürüyordu. 
  Yüksek semadan kıymetli mehtap damlaları, sessiz dalların arasından, üzerimize dökülüyordu.
  İleriye veya geriye attığım her adımda hayal süsleyen duvarın kapandığını hissediyor, artık ilerlemenin imkânsız olduğunu anlıyor, gördüğüm ve duyduğum şeylerin bir hakikat olduğuna inanamıyor, bütün bunların büyüleyici ve aldatıcı bir şiir allığı ve hayalden başka bir şey olmadığına inanıyordum.
  Katya birden bire: - Ah, bir kurbağa, diye bağırdı. Elimde olmadan düşündüm: - Evet, bir kurbağa… Fakat bu kadar korku ve telaşa ne lüzum var?
  Bu esnada Katya'nın bu gibi hayvanlardan korktuğunu hatırlayarak yere baktım. Küçük bir kurbağa sıçrayarak ayaklarımın önünde durmuştu.
  Mikaloviç bana sordu: - Siz kurbağadan korkmaz mısınız?
  Gözlerimi üzerine diktim. Bulunduğumuz yolda ıhlamur ağacı bulunmadığı için dostumun yüz çizgilerini açıkça fark ve ayırmaya güç yetirebiliyordum. Simasını o kadar güzel ve o kadar mutlu buluyordum ki kalbim tatlı bir saadetle titriyordu. 
  Mikaloviç bana: ((Kurbağalardan korkmaz mısınız?)) demişti. Bunu söylerken konuşma edasında öyle anlatılamaz bir heyecan ve sevda titremesi hissettim ki, duygularını, fikrini, bana ne demek istediğini anlamıştım: Seni seviyorum muazzez çocuk! Seni seviyorum! Seni seviyorum! Mikaloviç'in nazarlarında bu şiir ve aşk parçasını okuduğum gibi… Işık, gölge, hava, çevre… Bütün bunlar da bana sanki bu aşk ezgisini tekrar ediyordu: Seni seviyorum!
  Böyle hülya ve sevda mestiyle, bahçenin her tarafını dolaştık. Katya daima yanımızda yürüyor, yorgunluktan soluyordu. En sonunda içeri girmek zamanı olduğunu söyledi. Kendisine acıdım ve kendi kendime düşündüm ki: Ya Rabbi! Niçin o bizim hissettiklerimizi duymuyor, niçin herkes bu gece benim onun kadar mutlu değildir? 
  Eve girdik. Fakat Mikaloviç horozların ötmeye başladığına, bütün evin derin bir uykuya daldığına rağmen uzun bir müddet daha bahçede kaldı.
  Katya, uyumak için vaktin geçtiğine önem vermek istemeyerek bir müddet daha beraber oturduk, uzun uzadıya konuştuk.
  Şafak sökmeye ve horozlar üçüncü defa olarak ötmeye başladığı zaman Mikaloviç gitmek için kalktı. Saat üç idi. Bir adet, hiçbir şey söylemeksizin, vedalaştı. Gitti. Lakin – bilmem neden – bu andan itibaren onun tamamıyla bana ait olduğunu ve hiçbir şeyin onu benden ayıramayacağını anlıyordum.
  Artık şimdi itiraf edeyim ki Sergey 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Sofya Tolstoy Anıları. ( Tam metin)

Son Durak - Tolstoy'un Son Yılı,,- tam metin, sesli okunuşunu YouTube' tan dinleyenilirsimiz-

İZMİR' Lİ BİR ŞAİR VE ROMANCI VE ÖYKÜCÜ NECATİ CUMALI...