Prizren ve Prizren - Ak Güvercin Olsaydım. (Tem Metin)


PRİZREN VE PRİZREN


 Gün ağarmaya başlamıştı. Akşam komşularını ağırlaşmış geç yatmıştı. Kalkmak zor geldi. Karısı yinede erken uyanmıştı. Kalkmasa ne yapacaktı. Ahmet Coşo aksi adamdı. Hayriye kalkar kalkmaz Dori'yi hazırlamaya başladı. Doru küheylan bir nazlı sultandı. Bugün tarlaya gidilecekti. Bir at yeterdi. Ahmet Coşo, sert adam, tomruk misal, dalları kesilmiş kaba, kalın. O da kalktı. Güvercinlerin in kafesini açtı. Kuşların bu erken saatte dışarı çıkası yoktu. Onlara deli gibi tutundu. 
     Hayriye şanslıydı. Dori bugün huysuzluk etmiyor sakin duruyordu. Yelesini, sırtını okşadı, 
ona güzel sözler söyledi. Dorinin bakışında mer-hamet vardı.
Geçen tarlaya gidişlerinde abisi Sinan Mera tarlaya gitmek istemedi. Kavga başlayınca Doride böyle anud bir vakitte huysuzlandı. Arabaya ko-şulmak istemedi. İşte o an gök yere indi. Ahmet Coşo küfürlere başladı. Atın meşininden tuttu, atın başını aşağı çekti, geri geri arabaya iteledi. Dori inatçı. Tahtakuruları diz kapaklarını yesin dedi. Sağ elini kaldırdı vurmadı. Dori yerine yer-leşti. Coşo abisine sinirleniyor, daha ısrarla, daha fazla konuşuyor ve bağırıyordu.
Çift kanatlı bahçe kapısı açıldı, araba şoseye çıktı. Derenin sağ tarafından devam etti, sağa dö-nüp mezarlığın yanından tarlanın yolunu tuttu. Sinan Mera arabayı kullanıyordu. Tarlaya yakla-şınca üç ırgatta göründü. Baruthanenin yakının-daki bu tarla verimliydi, taşsız toprağı vardı. Ah-met Coşo atı boşa aldı. Suyu tarlaya döndürmek için çapayı eline alıp suyun başına gitti. Gökte az bulut vardı. Güneş gümüş rengi bulutların arasın-dan kendine yer buldu, yüzünü gösterdi. İki kar-deş ve üç ırgat çalıştılar, terleri mintanlarını ıslattı. Öğlen olmuştu.
Ahmet Çoşonun oğlu Muharrem, Sinan Me-ranın kızı Hado ile sofra bezine sarılmış piteyi

(börek) ve testiye konmuş ayranı sopaya geçirmiş-ler sopayı da omuzlarına koymuş, biri önde biri arkada, tepeyi dönmüş tarlaya yaklaşmışlardı. İşe ara verdiler.
Hafif rüzgârın değmesiyle zümrüt- misal ye-şillenmiş yapraklarının, raks ettiği elma ağaçları-nın gölgesine bağdaş kurup oturdular. Etraf canlı, latif, güzel ve revnekdardı.
Sıcak kol pitesini, soğuk has yağlı ayranla yediler. Irgatlar tepeye doğru gidip ağaçların altı-na uzandılar. Güneş yakmaya başlamıştı. İki kar-deşte elma ağaçlarının altında toprağa yattı. Ço-cuklar da koşarak, oynayarak eve döndüler.
Ahmet Coşo bağı düşündü, yarın bağa gidi-lecekti. Toprağın sıcaklığı sarmıştı bedenini. Top-rak, ana kucağı gibi kucağına alıp sarmıştı. Hoşa giden hafif ve latif esen rüzgâr onu rahatlattı. Uy-kuya daldı.
Kalktıklarında, ikindi ezanı yaklaşıyordu. Et-li biber ve kırmızı patlıcan(domates) ekmişlerdi. Bir tarafta hayvanlar için yonca ekilmişti. Tarlada biraz daha uğraştılar. Akşam olmaya başladı. Su-ların karardığı vakitti, evlerinin yolunu tuttular. Bu sefer Dorinin kayışları Ahmet Coşonun elin
deydi. Yarın bağda iş çok, iş bitmez ki, kış için Gınçardan odunda indirmek lazım diye fısıldadı.
- Deh deh
Ev yolunun üstünde, sokak başında çeşme vardı. Arabadan indi, çeşmede çarıklarını yıkadı. Abisi arabayı avluya sokmuştu. Coşo avluya girer girmez güvercinlerin kafesine göz attı. Sonra atın yanına geldi.
- Dori ne yaptın yoruldun mu?
Atın koşumlarını çözdü. Meşinler süslüydü. Kırmızı mavi püskülleri vardı, uçlarına ufak ayna-lar bağlanmıştı. Dorıyi diğer atların yanına, iki katlı kargır evin altındaki ahıra soktu.
Çocuklar daha yatmamıştı. Abisinin üç ço-cuğu yetim kalmıştı. Anneleri raktan (kanserden) ölmüş, bir erkek iki kız çocuğunu Coşo kendi ço-cukları gibi görmüş, ayırmamış, Hayriyede anne-lik etmişti. Hayalin mahsulü olan çocuklar koca evin neşesiydi. Önce abisinin çocuklarını sevdi; başlarını okşadı. Şakalaştı.
Faridin ne yaptın?
İyi be aco(amca) iyi
Güldane sen 

- Yemeniye oya işledim, çok isla(güzel) ol-du. Sen ne yaptın aco(amca) yoruldun mu?
Hayriye cerviş (unlu, içinde fasulye olan koyu çorba) yapmıştı. Koca derin tabakta yer sof-rasının ortasına kondu. Çoluk çocuk, herkes sof-ranın etrafına dizildi, kuzinede pişen ev ekmeğiy-le çala kaşık yendi.
Erken yatmak lazımdı. Odalar iç içeydi dip odaya geçti, pantolonunu çıkardı, dertop ederek köşeye attı. Karyolaya uzandı.
Düşüncelere daldı…
İkinci büyük savaşın haberleri devamlı ge-liyordu. Prizrende etkisi hissedilmese de ilerde ne olurdu? İtalyanlar Kosovayı işgal ettiğinde kasa-bada normal yaşam devam etmişti. Askerlerin olması canlılık getirmiş hatta alışverişi hızlandır-mış denebilirdi. İtalyan askerler çok kurnazdılar bazıları derelerde ördekleri çalıyor kafasını kopa-rıyor hemen çantasına atıyordu. Pazarda karpuzu bilerek kıranlar vardı; atılan karpuzu alıp giderdi. Bazıları pazarda tavuk satan kadının tavuğunun, kimseye göstermeden boğazını sıkar öldürürdü. Atılan tavuğu bedavadan alır giderdi. İtalyanlar çocuklardan Balil adını verdikleri gerçek silahlı

bölükler oluşturmuşlar savaşmaya hazır halde eğitim yaptırıyorlardı. Halk, işinde gücündeydi. İtalyanlardan sonra almanlar gelişinde değişen pek bir şey olmamıştı. Onlar İtalyanlara nispeten daha dürüsttüler. Bağ ve bahçelerden aldıkları ürünün parasını veriyorlardı. Alman askerleri Müslümanlara ilişmemişler Muhammedan diyene saygı bile göstermişlerdi. Gerçi bunun nedeni ka-sabaya ilk girişlerinde iki askeri öldürülünce Sırp-ları kolayca bulabilmek içindi, çıplak soyuyor eğer sünnetli ise öldürmüyordu. İki askerine karşılıkta iki yüz gayri müslimi tutuklamış eğer bir asker daha ölürse hepsini öldürürüm diyerek tehditte bulunmuş. Bir alman askerine karşılık postane önünde on siyasiyi asmıştı.
Bosnada Tito önderliğindeki komünist par-tizanların Almanlarla mücadele ettiğini, oraya arabalarla mal götürüp getiren Prizrenlilerden ve başka kasabalılardan duymuş, İpeke gittiğinde savaştan kaçanları görmüştü. Şimdi Tito vardı. Tito önderliğinde partizanlar Kral Aleksandarı devirmiş, yönetime el koymuş, kendileri kral ol-muştu. Onların yeni Yugoslavyası kurulmuştu. Almanlar da çekip gitmişti. Almanların Müslü-manlardan oluşturdukları askerler de boşta kal-mış, onlarda bulundukları kışlayı yağmalamış herkes bir şeyler götürmüştü. Artık kasabada par
tizanlar vardı. Üstü başı pejmürde, uzun saçları ve sakallarıyla dağdan inen bu bitliler, korku tüne-linden çıkmış birer hilkat garibesiydi. Hayriye partizanları hiç sevmezdi…
- Allah koruya, uyumak lazım yarın ezanla
kalkıcaz.
Sabah çabuk oldu. Uyumuş dinlenmişti. Kalktı su içti. Hayriye adet üzeri ondan erken kalkmış Doriyi hazırlıyordu. Tahtadan balkona çıktı. Abisi kalkmamıştı. Karısına seslendi:
- Hayriye, Dori dursun. İki büyük at hazır-
la. Bağda iş yok tadam gider. Ben
Faridinle Goraya gidicem. Bir şeyler geti-
ririm; şar peyniri getiririm, yağ getiririm
hem teyzemi görürüm.
Hayriye: Ahmet yanardöner, nerden çıktı şimdi bu diye aklından geçirdi.
- Gelirken Enbiyayı getir. Kız Prizrene çok-
tandır inmiyo, çocuklara da bakar.
Ahmet Coşo Faridini kaldırdı. Atları ara-baya koşmak için avluya indi. Hayriyede arkala-rına vermek için yiyecek bir şeyler hazırlamaya sofaya çıktı. Her şey hazırdı. Faridin avlunun çift

kanatlı kapısını açtı. Atlar yürümeye başladı. Hay-riye pencereden el salladı.
Güle güle. Sağlıkla gidin. Coşo:
Bir iki gün orda kalırız.
Faridin acosundan kayışları istedi, yer değiş-tirdiler.
Faridin atlara iyi bakıcan onlar bizim her şeyimiz. Allah göstermesin ölürlerse eşek bile alamayız. Gerçi ölmesi bu komünist-lerin, bu cenabetlerin almasından iyidir. O hayvanlar hayvana eziyette ederler.
Yok be aco almazlar. Ben bakarım atlara.
Hava soğuk sayılırdı. Sabah serinliği insanı ürpertiyordu. Sinan Paşa Camii göründü. Coşkun akan Bistrica deresini sollarına alıp, dutluğun yo-lunu tuttular. Yolun sağına soluna dut ağaçları dikilmişti. Birkaç sene sonra bayağı bol alır, yol gölgelenirdi. Faridin kamçıya ses çıkartmak için kamçıyı havada sallıyor, talim yapıyordu.
Sinan Merada çoktan kalkmıştı. Bağa gitti. Irgatlarla beraber üzüm salkımlarını kestiler. Kü-felere yerleştirdiler. Bunlar şadırvanda kurulan
18

sebze meyve pazarına gidecekti. Bu sene tarla be-reketliydi. Buğulu, iri kara üzüm taneleri, bir ya-kut gibi parlıyordu. Koca salkımları dallar zor ta-şıyordu. Birkaç büyük sepette ev için ayırdı, en büyük salkımları pekmez yapılması için seçmişti. Günün dönmesine yakın; beyaz keçe Arnavut takyasını(takkesini) düzeltti, atına bindi. Yolda Etuş Tadaya(abiye) rast geldi.
Selamın aleyküm. Etuş Tada(abi)
Aleyküm selam.
Nasılsın
………..
Atın nerde Etuş tada?
Evin arkasına yer yaptım. Oraya gizledim. Bu gavurlar atları alıyorlar
Alırlar mı?
Ahmet Coşo nerde?
Goraya gitti
Haberin var mı? Yarın bütün kadınlar pe-çeyi   çıkaracak,   manto   giyip   şadırvan meydanında toplanacakmış. Yarın erkek

ler sokağa çıkmayacak, çıkan olursa işten çıkaracaklarmış. General Rankoviçin emri böyleymiş
- ………….
Sinan Mera ofluyarak, küfürler ederek de-vam etti. Eve yaklaştığında, iki kocabaş hayvan avluya böğürüşerek giriyordu. Kızları Güldane ve Hado dış kapının kenarında hayvanların girmesi-ni bekliyordu. Avluya girdiğinde burnuna haşla-ma (bir çeşit börek) kokusu geldi. Çarıklarını çı-karmadan kendi sofasına girdi. Yarın dedi.
Güneş, Goranın koca ağaçlarının ardından önce ışıklarını sonra kendini gösterdi. Ahmet Coşo hayvanların koşumlarını taktı. Dudaklarında hafif bir gülümseyiş vardı. Sabah vakti şu koca dağlar-da, rüzgârın esmesiyle ağaç yapraklarından çıkan sesler içinde Allahım şükür verdiklerine diyor, evine gidiyordu. Dünden bir şeyler yüklemişler-di. Albaniadan gelen zeytinyağını da yerleştirdi. Teyze kızı Enbiya çoktan arabaya binmişti. Enbiya en az bir iki ay Prizrende kalırdı.
- Deh deh! Hadi Dori, yolumuz uzak
Şadırvana yaklaştığında kasabanın kadınları carlarını çıkarmış, manto giymiş, yüzlerini açmış gördü. Dünya dolu bela başına üşüştü. “Allahım
Tevfikin karısı Fatimeyi gördü. Kadında onu görmüş olacak ki telaşla, ona doğru hızlı adımlarla geliyordu. Huzursuz olduğu belliydi.
- Coşo beni arabana bindir eve götür. Olur
mu? Bizi habise atsalar da olacak. Gel gel.
Faridin sen in, yürü. Gitmem dedim. Tevfik dinlemedi. Evde manto yok. Eski bir
şey buldum, yemeniyle de başımı örttüm.
Carı çıkardım, peçeyi de. Çok utandım.
Allahtan erkekler evlerde kaldı.
Ahmet Coşo tekke sokağından girdi, arka-lardan evine kadar götürdü. Enbiyada indi.
Dragomandan Kurilaya çıkarken, dostu, can yoldaşı, kardaşı Etuş Tadaya uğradı. Aklı ka-rışıktı.
Selamün aleyküm
Aleyküm selam. Coşo hoş geldin.
Ne yapay bu gâvurlar be
Aç bunlar, hırsız…..
At nerde? Ahırı neden yıktın?
Arkada kerpiçten yer yaptım sakladım
21

Pek konuşmadılar. Ata bakmaya gittiler. Atın babası Türkiyadan gelmişti. Zeki ve daya-nıklıydı. Arap atını andırırdı. Geniş alnı, küçük burnu, kalkık duran kuyruğu, karanlık bulut rengi ile ufak tefek adamın, pek büyük olmayan atıydı. Evin daim misafiriydi. Şimdi onu kaybetmek kor-kusu vardı.
***
Coşo sert, kaba, belacı adamdı. Kavgası ek-sik olmazdı. Evlenmeden önce yaptığı bir kavgada sol kaşı yarılmıştı. Kaşı arasında çizik izi, ölünceye kadar durdu. Sevmeleri de eksik olmazdı. Sevdiği bir Sırp kadından ayırmak için çok uğraştılar.
Hayriyenin evi bahçeli, insan boyu taş du-varla çevriliydi. Bahçede şarkı söylerken duydu sesini,
Bulut gelir pare pare
Sen açtın bana yare
Yağma yağmur, esme be deli rüzgâr
Yarım yoldadır
22
Bulut gelir seher ile Çiçek açar bahar ile Herkes sarılmış yar ile
Yağma yağmur Esme re deli rüzgâr Yarım yoldadır
Bulut gelir pare pare Dördü aktır dördü kare Sen açtın sineme yare
Yağma yağmur Esme bre deli rüzgâr Yârim yoldadır
Sonra bir düğünde duvara tırmanıp görür kendisini.
Önce sesini sonra kendisini beğenir. Sevda-ya tutuldu sert adam. Evlendi Hayriyeyle. Dü-ğünlerde oynamayı da severdi. Uzun boyu, koca elleri, alnına düşen perçemi ile oyun yakışırdı ona.
Hayriye ise narin vücudu, derinden bakan yosun yeşili gözleriyle kibar ama dayanıklı, bir o kadar sabırlı kadındı.
23

Coşo güvercinlere tutkundu. Sünnetinde he-diye olarak getirilen güvercini çok sevmiş, o gün-den sonra güvercinlerin perisine tutulmuştu. Gü-vercinleri görmeye arkadaşları gelirdi. Yine böyle bir vakitte Hayriye helada yakalandı. Namahrem olduğundan dışarı çıkamamış, ufak bebeği sofada ağlamaktan kendinden geçtiği halde, Çoşo güver-cinlerden başka bir şey görmemiş alacaları, kap-lanları, mısırileri uçurmuş, dönen güvercinlerini seyretmişti. Bebek ağlamaktan bayılmış Hayriye helâda kendinden geçmişti.
***
Hayriye erken kalktı. Çocuklara baktı, küçük oğlu Ferit, Muharremin yanında uyuyordu. Ate-şini kontrol etti. Sofada Sinan Meranın çocukları yatıyordu. Yetimlere dua etti. Ekmek hamurunu yoğurdu, kabarmaya bıraktı. Kuzineye odun al-maya avluya indi. Bu sabah sıcak ekmek yiyecek-lerdi.
Coşo ahırdaydı.
-   Benden önce uyanmışsın


Hııı
Danayı kesicen mi? Havalar iyiyken et ku-ruturuz pastırma yaparız.
Bilmem… Satsak daha mı iyi? Kirazlarda para etmedi. Bilmem ne yapsak.
Coşo abisiyle tarlaya gitti. Her zaman arpa ekerlerdi bu sene ilk ektikleri yoncalar bir karış olmuştu. Irgatlarla beraber yolmaya koyuldular. Çökmekten dizleri ağrıyor, çekmekten elleri yoru-luyordu. Bütün gün ter yaptılar yoruldular. Ak-şam oldu. Hava ılık, gökyüzü açıktı. Yıldızları, bir ağacın dallarına asılmış kandillere benzetti. Diken ellerini kanatmıştı. Dudağı çatlamış beli hafif sızı-lı, kollarında derman yok. O gece tarlada yattılar. Ertesi günde. Gün akşama kavuşmuştu. Akşam mı yatsı mı, ezan okunsa bilirdi.
Eve geldiklerinde içinde bir huzursuzluk hissetti. Hayriye sofrayı hazırladı. Yer sofrasının etrafına dizildiler. Çocuklar, büyükler başlamadığı için bekliyorlardı. Sinan Mera ilk lokmayı ağzına götürdü, acıkmış çocuklar devam etti. Coşo yedi yemedi kalktı. Hayriye kocasının tedirginliğini anladı.
- Nereye gidiyon?
- Stankoviçe…
Stankoviç te güvercin meraklısıydı. Çocuk-luk arkadaşı sayılırdı. Sırp olmasına karşın iyi komşuydu.
Coşo kapıyı çaldı. Stan, Stan diye bağırdı. Stankoviç avlu kapısını açtı.
- Hoş geldin Coşo.
Birlikte sofaya geçtiler. Stanın karısı masayı örttü, odadan iskemle getirdi. Tekrar girdi.
- Ne yapay bunlar be Stan. Sinan paşa ca-
misini kapattılar, Hacı Fahriyi udbaya (iç
emniyet birimi-polis şubesi - UDB
Unutraşna Drzovna Bezbednost) götürüp
hapise attılar.
Stan: Galiba Hacı Fahrinin topraklarını ala-caklar dedi.
Coşo:
- Hacı Fahri Prizrenin en zengini, toprağı
çok. Ama babadan kalan toprak, miras
toprak alınır mı?
Stan sesini yükselterek: Komünist hükümet Coşo, komünist dedi.

Stanın karısı kahve getirdi, içtiler. Coşonun canı sıkıldı, kalbi vesvese doldu.
Coşo çehresi asık:
Benimde bir tarlam, bir evim var. Nasıl verilir toprak. Olacak iş mi?
Coşo sen reçbersin, fukara adamsın… Ha-cı Fahri, çok zengin. Udbada sorguya çekmişler. Altınlarını da alacaklar, canını kurtardığına şükür etsin.
Coşo fazla oturmadı. Kalktı. Uğurladılar. Eve geldi. Ahırların kapıları açıktı. Bakmadan abisinin yanına çıktı. Abisi kerevette oturmuş, sigara sarı-yordu.
Tada toprak verilir mi? Babadan kalan toprak nasıl verilir? Hacı Fahrinin toprak-larını alacaklarmış..
Müslümanlara Allah yardım eder.
Bu topraklar bu ev babadan kaldı
Bir bağ var. O da bu yerlerin en değerli en verimli toprağı, üzümü en güzel olan ba-ğı, onu vermem ben. Ölürümde vermem.
Bende vermem Tada
27


Coşo avluya indi. Hayriye sofaya açılan ka-pının eşiğine oturmuştu. Birlikte odalarına girdi-ler. Sıkıntı zamanı uzun olurdu. Gece geçmek bil-miyordu. Coşo sıkıntılıydı.
Annesi Esma mısırdan buraya gelen bir Os-manlı paşasının beslemesiydi. Yetim kalınca, Paşa yanına almış bakmış büyütmüş. Evlenme çağına gelince yanında çalışan Muharrem Coşo ile evlen-dirmişti.
Bu ev babamın, tarladaki elmaları babam dikti. Allahım senin hükmün her şeye geçer
***
Kış yaklaşıyordu. Kara bulutlar, bazen kuca-ğına aldığı yağmuru bırakıyordu. Havanın açık, güneşin hem ısıttığı hem nur gibi etrafı aydınlattı-ğı bir gündü. Coşo Hayriyeyi kendi çocuklarını, abisinin çocuklarını arabaya bindirdi. Bülbül De-resine götürdü. Yeşillenmiş bitkiler arasında bir ağacın altına oturdular. Ağaçların içinden minik kuşların billursu sesi duyuluyordu. Gelirken ara
bada söylediği, Ramizem türküsüne devam edi-yordu.
Bir evler yaptırdım be Ramizem sazdan sa-mandan
İçine girilmez be Ramizem tozdan duman-dan.
Çalsın sazlar Ramizem
Kına yakılsın
Takı takılsın
Bir evler yaptırdım be Ramizem hamama karşı
Nasıl çıkıcan babana karşı
Komşu Dubalankada çocuklarıyla ordaydı. Daire (def) çaldı. Oynadılar türküler söylediler. Dori dereye girdi yıkandı. Akşam olmadan yola çıktılar. Dori yolu biliyordu.
Bir evler yaptırdım be Ramizem sazdan sa-mandan
Nasıl çıkıcan be Ramizem tozdan dumandan
Hayriye Bülbül Deresini severdi. En son; kadın, çoluk çocuk, mahalle, hıdrellezde Leze (türbe) gitmişlerdi. Çeşit çeşit yemeklerini, yanın-da ayranlarını, gül şerbetlerini, bumbarlarını( su-cuk) hazırlarlar; dağların tepesindeki türbeye gi-derler yerler içerler eğlenirlerdi. Adamlar rakıları-nı içer, oyunlar oynarlardı. Şöhret olurdu bu gün. Senenin yorgunluğu giderdi. Güzeldi. Bugün de eğlenmişlerdi. Güzel bir gündü.
***
Hava haykırıyor, hiddetleniyordu. Rüzgâr kızgındı. Duvarlara hışımla çarpıyor, ortalığı ka-rıştırıyor, alabildiğini alıp havaya uçuruyordu. Ağaç dalları eğiliyor, kırılıyor kendilerini yerlere atıyordu. Prizrenin üstüne üşüşen kara bulutlar, birbirleriyle kavga ediyor, koçlar gibi tokuşuyor; çıkan ateşi, yılankavi kıvrılarak Şar dağlarına ini-yor kayboluyor gök gürlüyordu. Boşalan yağmur dağlardan aşağı iniyordu. Dar sokaklar dereye dönüştü.
Bulutlar kapıştı. Rüzgar uludu. Kış dağlar-dan tarlalara, bağlara, çayırlara indi. Kış gelmişti. Kışın herkes evinde olurdu.
- Hayriye kuzineye odun at, kahve yap.
Evde, Gınçardan getirilen fazlaca yakacak odun vardı.
Hayriye hamur karıyordu. Güldane kalktı. Önce ufak tahta parçalarını sonra ufak bir tomruk attı. Coşo devam etti:
- Bu partizanlar içimizi de dondurdu. Kış
zor geçecek.
Ayrı tarz bir kışta, insanların hayatında var-dı. Bu kış müthiş eziyetli ve kanlı bir kıştı. İnsanla-rın evlerine baskınlar yapıyorlar, dağıtıyorlar, arı-yorlar, altınlarını alıyorlardı. Buldukları altınları aralarında oluşturdukları bir komisyon vasıtasıyla kayıt altına alıyorlar Belgrata gönderiyorlardı. Masa üstünde kalan ufak tefek parçaları araların-da; bu sana bu bana deyip üleşiyorlardı.
Tevfikin o güzel evini aldılar. Çingene ma-hallesinde, bir çingene evinde bir oda tahsis etti-ler. Sen şimdiye kadar zengindin, bundan sonra da fakirlerin nasıl yaşadığını bir gör dediler.
31
Prizren kalabalıklaştı, yapancılaştı. Yugos-lavyanın başka yerlerinden gelen güya memurlar, Müslüman evlerinin bir odasına yerleşiyordu. Dağlarda yaşayan vahşi it sürüleri bunların ya-nında uysal kalırdı.
Hacı Fahriye paralarının, altınlarının yerini söylemesi için akıl almaz işkenceler yaptılar. En sonunda kazanın içinde boğarak öldürdüler.
Birçok adamı alıp götürdüler, kaybettiler.
Çekirge sürüleri gibi saldırdılar, her şeyi bi-tirdiler. Coşonun evinde bir sandık unu vardı, onu da aldılar.
***
Kar yağıyordu. Çocuklar dün geceden Kuriladan Dragomana inen yokuşta kardan tüm-sekler yaptılar su döküp dondurdular. Tahtadan kızakları ile arka arkaya diziliyor kayıyorlardı. Tümseklerden geçerken sağa sola savrulan, kızağı kırılan oluyordu. Dragoman camisine kadar kaya-bilen seviniyor, bağırıyor, tekrar yokuşun başına koşuyordu. Muharremin en sevdiği şeydi bu, kışı
seviyordu. Çocuklar kışın soğukluğunu hissetmi-yor beyazın tadını çıkarıyorlardı.
Kış çetin geçeceğe benziyor. Geçen kış karın yüksekliği bir buçuk metreyi bulmuştu. Coşonun kendine yetecek zahiresi yoktu. Kendini emin his-setmiyordu. Kışın tarlaya işe gidilmez, vakit daha çok evin içinde geçerdi.
Kıtlık baş gösterdi. Komşular ellerinde olan-ları birbirleriyle paylaşıyordu. Zahireci Mermer-cinin, partizanlar almasın diye damdan dama, evden eve tenekelerle dağıttığı buğdayda, çok ev-de bitmişti. Allahtan Coşo danayı kesmiş yaptığı pastırmaların birazını saklamıştı. Yaşamak her gün daha zor oluyordu. Hayriye süpürge tohum-larından çorba yapar, çocukları aç koymamaya çalışırdı.
Şimdi de gâvur; ekmeği karneye bağladı. Ekmek karne ile alınır oldu. Ölmeyecek kadar mı-sır ekmeği veriyordu.
Kuzine, meşe odunu ile kırmızılaşmıştı. Safikalb Coşo, ruhu canıyla Türkiyaya gitmeyi düşünüyordu. Dinleri kabul etmeyen, Allahı da kabul etmeyen bu adamlardan rahatsız olmayan mı var? Hayat, mısır sümbülünün gömlekleri gibi birbiri içinde sarılı, ayrı ayrı tarzlar sunuyor ki;
şimdiki durum zor. Bu hayatın harala gürelesine dayanmak zor. Bezi herkesin arşınına göre vermi-yorlar. Yeni bir başlangıç olur dedi. Türkiyaya gitme arzusu, güneşin içini ısıtması gibiydi.
Müslüman kasabasında neler oluyordu. Bu-ralarda yaşanmazdı. Gidip Türk bayrağının altın-da ölmek hepsinden iyidir. Fikrini aydınlatan tek şey Türkiyaya gitmek düşüncesiydi.
Hacı Şahsıvarın oğlu Yunus 1917 de nasılsa Türkiyeye gitmiş Konyada ev tutmuş dükkân açmış, geri dönüp ailesini de götürecekmiş ama sınırlar kapanmış. Tek isteğim Türkiyaya gitmek. Eğer sıçanın geçeceği kadar bir delik açılsa, ordan geçip gidicem dermiş hep.
Arada dağlar var…
Coşo: Dağları da aşarım dedi. Odasına gir-di.
Sabah erken kalktı. Kızaklı arabayı hazırladı. Arabaya altı at koştu. Dori önde sağdaydı. Bir metrelik odunları yüklemeye gitti. Yerleştirdi. İpekin yolunu tuttu. Şose karla kaplanmıştı. Epey yol aldı. Dilinde:
Maya dağdan kalkar kazlar Al topuklu beyaz kızlar Yarımın yüreği sızlar Eğlenemem aldanamam Ben bu yerlerde duramam Vardar ovası Vardar ovası Kazanamadım sıla parası Maya dağın yıldızıyım Ben annemin bir kızıyım Efendimin sağ gözüyüm Eğlenemem aldanamam Ben bu yerlerde duramam
türküsü vardı .
Araba kara saplandı, indi karları temizledi; ileri yürüdü, burada kar daha sertti. Dorinin sağ-rına vurdu.
-   Deh Deh
At öne uzandı, diğer atlar ona uydular, araba gıcırdadı, hareket etti. Yoldan gidip gelenler çok olduğundan kar oturmuştu. Yol açıktı.
35
Bulutlarla dolu havayı, hafif rüzgâr süpürüp temizledi, gökyüzünün berrak yüzünde güneş ziyasıyla görüldü. Süt gibi beyaz karda güneş ışık-ları gözünü alıyordu.
Vakit öğlene geliyordu. Karnı acıkmıştı. Hem karnını doyurmak hem de atları dinlendir-mek için mola verdi. Çalı çırpı topladı ateş yaktı. Yerden bir avuç kar aldı, karla beraber ellerini ovuşturdu, ovuşturarak ellerini temizledi. Azık torbasını açtı Bismillah dedi. Yemeye başladı.
***
Ahmet Coşo başka şehirlere gittiğinde bir hafta bazen iki hafta evden uzak kalırdı. Eve dö-nüşlerinde içini tatlı bir ferahlık kaplardı. Prizrene yaklaştıkça ılık, asude bir şehre gittiğini duyardı. Yüzünde hafif bir gülümseme olur, kalbi yumuşardı.
İşte Prizren… Prizren muhabbetti. Bu top-raklardan nice saltanatlar nice hükümdarlar geç-miş, zulümat dolu yıllar bu toprakları kan gölüne çevirmişti. Ama Prizren oradaydı. Ve buradak
insanlar yıllarca birlikte yaşamıştı. Ebediyen Bal-kanların sevdalı şehri olarak kalacaktı.
Eskiden dışardan kasabaya gelenler tanrının misafiri sayılır ikram görürdü. Şimdi ise ipinden boşalmış azgın hayvanlar gibi saldıran bu insan-lar, çürük ve küf kokan nefesleriyle evleri bile kir-letiyorlardı. Zaleme güruhu, sokaklarda dolaşıyor, korku salıyor tedirgin ediyordu. İnsanların ruhu nahoş, kalbi bihoş, kafa karışık.
***
Sina Paşa Camii beyaz giymişti. Beyaz ya-kışmıştı. Camiye doğru arabayı sürdü. Şadırvan meydanına geldi. İndi, dört çeşmeli şadırvandan su içti. Susamamıştı, ama çok soğuk akan sudan içti. Önünde dut ağacı olan kahvehaneye girdi. Sobanın yanına oturdu. Kahve istedi. Soğukta du-ran, yapraklarını dökmüş ağaç, baharı bekliyordu. Evinin bahçesinde ki dut ağacının altında bazen oturup karısının kendisine pişirdiği kahveyi yu-dumlardı. Sırtını gürül gürül yanan sobaya dön-dü. Tanıdık sima göremedi, olanlarında yüzleri asıktı. Kahvesini içti. Buğulu camdan atlara baktı.
37
Dori galiba başını sallıyordu. Çıktı arabaya bindi. Caminin önünden ilerledi, şehri ikiye bölen dere coşmuştu. Taş köprünün üstünden geçerken atları durdurdu. Coşkun dereye baktı. Yazın gençler derenin yukarısından bellerine geçirdikleri şişme lastiklerle suyun akıntısına kendilerini bırakır, hızla aşağılara akıp giderlerdi. Kendiside soğuk ve nur gibi suda yapmıştı bunu… Gür sesiyle Doriye seslendi
-   Dehhh!
Hamamın   önünden   evine   doğru   arabayı sürdü.
***
Bistrisa deresinin kale tarafında, bayırda, Hı-ristiyanlar yaşardı. Burada bir kilise ve Sinan paşa camisinin ilersinde bir kilise daha vardı. Hıristi-yanların özel günlerinde; papaz elinde asası, göz alıcı renkli rubasıyla önde, sarı saçlı masum yüzlü göz kamaştıran giyimleriyle tek sıra olmuş çocuk-lar arkada, iplerinden tuttukları gümüş buhur kâ-selerini yavaş yavaş sallayarak Şadırvanda yürü
yüş yaparlardı. Debdebeden ırak bu tören geçişle-rini Müslümanlar saygıyla seyir ederdi. Bura in-sanı birbirine sabır gösterirdi.
Müslüman mahallesinde evler bahçeliydi, evden eve açılan kapıcıklardan, sokağın bir başın-dan diğer başına rahatlıkla giderdiniz. Bunları daha çok kadınlar kullanırdı. Komşuların karşılık-lı güvenleri vardı.
Şimdi. Şimdi ise! Muhbirler, ispiyoncular, Kosova bedavaya çalışan ajan dolu. Oğlu babasını gammazlıyor. aman beni de hapse atın, babam ispiyon ettiğimi anlarsa beni öldürür diyen evlat-lar. Camiye girenleri gözetleyen, namaz kılanları udbaya (Unutraşna Drzavna Bezbednost- iç em-niyet birimi) gidip ihbar edenler. Bunlara ispiyon-cu demek az kalır; bunlar, hain.
İspiyon edilenler gecenin bir vakti evlerin-den alınır sorguya çekilirdi. Bol bol dayak yer pa-rasını getirmesi söylenirdi. İşkenceden ölen, kay-bolup giderdi. Birçok insan alıp götürülmüş bir daha kendilerinden haber alınamamıştı.
Coşo eve yaklaşıyordu. Allah Kerim. Allah Kerim diye içinden geçirdi. Kapının önüne gel-mişti. Seslendi. Çift kanatlı bahçe kapısı açıldı. Güldane ve Hado kapının sağında ve solunda at
binerken kullanılan taşların üzerine çıkıp selam durdular, araba içeri girdi. Çocuklar avlunun or-tasına yığılmış karın etrafında dönerek sevinç çığ-lıkları attılar. Kendilerine armağan geldiğini bili-yorlardı.
***
Artık akşam olup hava karardığında ışıklar çok hanede yanmaz, sokaklarda tek tük karanlık gölgeler dolaşır, sokak taşlarına şevk değmezdi. Kapılar kapanır herkes evine sanki gizlenirdi. Ge-ce kar hiç durmadı. İnce ince yavaşça kasabanın üstüne iniyordu. Hayriye en temiz çarşafları ser-miş, çiçek desenli yorganı çıkarmıştı. İki sıcak vü-cut mis gibi kokan yatağa yatmış, uyumuştu.
Coşo kuşlukta uyandı. Taşıma işi bulmak ümidiyle dışarıya çıktı. Udbaya yakın bir yerde komşusunu gördü. Komşusu büyük bir yükün altında eziliyor gibi yolun kenarına oturmuştu. Yanına gitti.
-   Ne var ne oldu?
Komşusu başını duvara dayadı. Zar zor an-latmaya çalıştı. Kalbinde ki sıkıntı yüzünden anla-şılıyordu. Belli ki kafası da karışmıştı.
- İş yok para yok. Açız, ekmek verin de-dim. Komünist partiye üye olmadığımdan iş vermediler, ekmek vesikası vermediler. Yardım istedim. Beni tanıyan memur Kı-zını getir ekmek verelim dedi. Diğer me-mur; Bunun bir değil üç kızı var, getirsin işte veririz ekmekte dedi.
Coşo çaresizliği hissetti. Elim elemler içinde kaldı. Dağların arkasından gelen bu vahşiler bu-raları alt üst ettiler. Bizi kim kurtarır? İnsan şekli-ne girmiş bu canavarlara kimin sözü geçer? Al-lahım kurtar. Çaresiz. Yürüdü.
Gelen günler içinde birkaç kez kahve içmeye çağırsa da, komşusu gelmedi. Eski canlılığı kal-mamıştı. Sabah geç kalkıyor, kalkınca da kapıcığın yanında taşa oturuyor tütün içiyordu. Kızları da suskunlaşmıştı. Herkes dilini tutmuş gibiydi, komşulara dahi ses etmiyorlardı.
***

Genelde günler yek diğer komşuya acımakla geçiyordu. Coşo birkaç gün evden çıkmadı. Gü-vercinlerine baktı. Taklacı güvercinleri pek sev-mezdi. Dönen, havada yusyuvarlak, tepsi gibi olup evin kiremitlerine kadar inen, kiremitlere çarpmasın diye bağırmak mecburiyetinde kaldığı güvercinleri daha çok severdi. Onları uçurdu. Dönmelerini seyretti. Yemledi, bakımlarını yaptı. Mısırinin yavruları vardı. Palazlanıyorlardı. Yal-nız anacın ayağında bir şişlik olmuştu. Geçen gün kantoron sürmüştü. Şişlik biraz insede kuş yürür-ken ayağını kasıyordu, her halde ağrı yapıyordu. Onu ameliyat etti, dikti, tedavisini yaptı. Kanatla-rında şişlik olan alacaya kantoron yağı iyi gelmiş-ti. Kantoron şişesi duvarda daim asılı dururdu.
Bugün Cuma. Coşo, cumayı Bayraklı cami-sinde kılmak istiyordu. Dua edeyim Allah bir yol açar diye düşünüyordu.
Sokaktaki kar, geceleyin asker çizmeleriyle çiğnenmiş, toprağa karışmış çamur olmuştu. Gök-yüzü kara bulutlarla kaplıydı. Bayraklı camisine gitti.
Cami, bahçesindeki taş çeşmeleri, zarif reva-kı, pencereleri, beyaz kubbesi, gökyüzüne yükse
len küçük şerefeli ince minaresi, renkli süsleriyle insana huzur veren bir camiydi. Her şey hüzün ve hazla örtülmüştü. Çeşmeler abdest için bekleyen-lerle doluydu. Buz gibi akan su ile abdest aldı. Huşu içinde namazını kıldı. Rahatladı. Ona bir pencere açılmıştı. Yeşillikleri gördü, denizi gördü. Kıyıya vuran hafif dalgaların çağıltısını duydu. Denizden esen hafif rüzgâr yanaklarını okşadı.
Bayraklıdan aşağı şadırvana doğru yürü-meye başladı. Kalabalığın bağrıştığını, arabanın üstünde başına kumaşlar sarılmış adama, bazıla-rının tükürdüğünü gördü. Durdu. Dudaklarını büktü. İnsanların bağrışları kalbine acı veriyordu. İnsan dostlarını hep iyi görmek ister. Oysa Yunus Tadanın bu hali onu derinden derinden sızlatı-yordu.
Yunus Tadanın mallarını elli atmış arabaya doldurup arka arkaya dizmişler, öndeki arabaya da kendisini oturtmuşlar Prizren sokaklarında gezdiriyorlar. Coşo Yunus Tadaya tükürenleri bir an boğazlamak istedi. Arabaların yanında ellerin-de silahlarla komünistler sıralanmıştı. Yunus ta-danın bütün kazandıklarını, yıllarca kazandıkları-nı götürüyorlardı.
Coşo arabaya yanaştı kenarını yakaladı. Yu-nus tadanın gözlerini görmek istedi. Kumaşlar
yüzünü örtmüştü göremedi. Komünist bir şey söyledi. Duymadı. Ellerini arabadan çekti, elleri titriyordu.
Tükürenler içinde Yunus Tadanın baktığı, ekmeğini verdiği insanlar da vardı. Yoksullara, kimsesizlere, yetimlere yardım eden Merhamet Derneğine sırtında çuval çuval erzak taşımıştı Yunus Tada. Yunus Tadayı savaş zengini diye hapse atmışlardı, asacaklardı. Hapisten onu bir Sırp kadın kurtardı. Kosovayı İtalyanların işga-linde, iç çamaşırı yapan fabrikasını kapatmıştı. İtalyanlara mal yapmamıştı. Sırp kadında bu fab-rikada çalıştığını, çalışmadığı halde maaşı ve ye-meğini aldığını, Yunus Tadanın savaşta para ka-zanmadığını ama eskiden beri ticaretle uğraştığını söyleyerek onu asılmaktan kurtarmıştı. Hapisten çıkması içinde on günde ancak iki insanın sayabi-leceği altı buçuk milyon dinar ceza kesmişlerdi. Şimdide Prizren sokaklarında dolaştırıyorlardı.
Nasıl olmuştu da böyle mahkûmiyete düş-müştü. Yalnız kendisinin değil Prizrenin yıllarca kazandıkları da gidiyordu aslında. Coşo sessizdi, kalbine zehir gibi acılar doluyor, bağırmamak için yumruklarını sıkıyordu.
Yunus Tada ailece ticaretle uğraşıyordu. As-lında o Yunus Ağa idi. Oğlu Tevfik, ikinci dünya

savaşında İtalyaya gidip gemi dolusu mal alıyor-du. Amerika çıkartma yapınca, savaş kızışınca gemi limandan çıkamamış, daha sonra savaş bi-tince, İtalyanlar gelip malı alması için radyodan ismiyle anonslar yaptırmışlardı.
Yunus Tada: Oğlum malını gidip alsan ne olacak? Malın gelse bunlar hemen el koyacaklar, malına yazık demiş oğlunu engellemişti.
***
Her adım başında biçare insanlar bulunur oldu. Zalimler hücum edip malını gasp ederek, evini harap ediyor. Bazen yaralıyor veya öldürü-yor. Etraf toz duman herc ü merc içinde; bu hale gökyüzü dahi ağlıyor. Nereye bakılsa hep böyley-di. Prizrende zalimlerin gürültüleri, mazlumların ağlayışları var. Prizrende matem var.
Komünistler her akşam bir yerde konferans düzenliyor. Yeni düzeni anlatıyordu. Her şey dev-letindi. Halk çalışacak üretecek bu fakirlik bitecek-ti. İki evi olan bir evini olmayana verecekti. Kadın-ların peçelerini açmalarını da söylüyorlardı.
Kalplerine fenalık yuvalanmış bu adamların getirdiği yenilik salt vurgunculuktu.
***
Ahmet Coşo evinden çıktı. Lapa lapa kar ya-ğıyordu. Yürümek hevesi geldi. İnsanların geç-mediği karların tertemiz biriktiği yerlere gitmek istedi. Kaleye yürüdü. Hava sertti. Ağaçların dal-larına biriken kar, soğuk rüzgarın esmesiyle bazen üstüne düşüyordu. Prizreni tepeden gören surlara oturdu. Sağda Maraş, Beş çeşmeler onun önünde Bayraklı camisi daha yukarıda Kurila. Ortada Körağa Mahallesi solda Sinanpaşa Camisi ve şeh-rin ortasından kıvrıla kıvrıla akan, saf su Bistrisa.
Mazi kabrine giren, aziz insanların başında bir mezar taşı gibiydi. Anası, babası, dedeleri ölüp gitmişti. Silinme sırası ona gelen bir nokta, ezile-cek bir karıncaydı. İçinde bir eziklik bir tedirgin-lik vardı. Başını dik tutmaya çalıştı. Derin bir ne-fes aldı. Allah büyüktür dedi. 
İkindiye yakın eve geldi. Hayriye sofada otu-ruyordu. Kocasının geldiğini görünce yavaşça balkona çıktı.
Hoş geldin
Hoş bulduk Hayriye. Nasılsın?
İyi be iyi
Güvercinlerin kafesi açıktı. Coşoyu görünce hepsi birden dışarı hücum etti. Bazıları omuzuna kondu. Bulabildiği az yemle yemledi. Hadonun sofada söylediği:
Ak güvercin olsaydım Pencereye konsaydım Penceren pek yüksekte Yar dizine konsaydım
Keten gömlek sekiz kat Dördünü giy dördünü sat Benden başka seversen Kalkma döşeklere yat
türküsü kulağına geliyordu. Koca dutun al-tına oturdu. Güldane de kahvesini getirdi.
Faridin nerde? Güldane
Feritle dışarı çıktı. Dolaştırıp gelir.
Hava kararıyo
Coşo çocukların karanlığa kalmalarına çok kızardı. Ona göre akşam ezanında herkes evde olmalıydı. Bu abisi içinde geçerliydi.
***
Hava temizlenmeye başlamıştı. Hava soğuk, gök pusluydu. Bulutlar dağılıyor, gökyüzü açılı-yordu. Kışın ağırlığı pek hissedilmiyordu. Prizreni bir şeyler bekliyor gibi sessiz, sakindi…
Fehim İbrahimin Kör ağa mahallesindeki evinde de Naciye ve çocuklar Fehim İbrahimi bekliyordu. Fehim İbrahim gelecek, dört çocuk bir ana yer sofrasında kurulup yemeklerini yiyecek-lerdi. Pencere camı çalındı. Cama önce 
ra hızla vuruldu. Pencere şıngırdadı büyük oğlu Reşat perdeyi araladı, annesi Naciyede pencereye yanaştı. Gelen dükkân komşusuydu, tanıyorlardı. Ama ne olmuştu da gelmişti.
- Naciye ince(yenge) Fehim Tadayı poliziya aldı, götürdü. Dükkânları kapat-mıştık, gelip götürdüler.
Evin havası değişti. Koca ev acı bir hal aldı. Naciye yutkunarak Neden diyebildi. Sesi kesildi. Hunharca rezillik başlamıştı. Ne yapacaklarını ne söyleyeceklerini bilemeden kapıyı açıp çıktılar udbanın yolunu tuttular. Ne kadar yakarsalar da zalimler göstermediler Fehim İbrahimi.
Birkaç gün önce partizanlar belediye binası-nın gönderine Yugoslavyanın yeni bayrağını çekmişlerdi. Cesur adam buna karşı geldi onların bayrağını indirdi. Silahını çekti, bağırarak: Bir daha bu bayrağı buraya asarsanız sizi öldürürüm dedi. Kendi bayrağını astı. Yüzlerine tükürdü.
Zalim ve vicdansız adamlar Fehim İbrahimi yere atmış sanki boğazına basmışlardı koca ça-murlu siyah çizmeleriyle, başını ezeceklerdi. Fe-him İbrahim o vahşilerin ayağını öpmedi. Yüzle-rine tükürdü. İzzet ve haysiyetini ve kalbini kur-tardı. Yürekli adam başka türlü yapamazdı. Yapsa
ruhu ölürdü. Titonun bayrağını astırmadı. Böyle puslu bir akşamda da dükkânının önünden alıp götürdüler.
Fehim İbrahim Balist (Balı Kombetar) parti-sinin kurucusu ve bölge sorumlusuydu. Taş Arnavuttu, sertti. Dağlar eğilirdi de o eğilmezdi. Tüfeksiz millet olmaz derdi. Bu topraklar için mücadele etmişti. Komünistlere karşı amansızdı. Arkadaşlarıyla yıllarca savaşmışlardı. Bir kenara çekilmediler. Yarı çıplak başı açık kan ter içinde omzunun üstündeki başı feda etmişçesine gökyü-zü Şar dağı arkasında aydınlanmaya başladığı çok sabahlara kadar dağlarda; savaştı, savaştılar.
Ertesi gün siyasi mahkûmların tutulduğu, Terzi mahalle hamamının arka sokağında, üç katlı bir eve götürdüler. Emeğinin, terinin bu topraklar için uğraşlarının hesabını soruyorlardı… Onun gördüğü işkenceleri insan hafızası kabul etmezdi. Bir gün öyle işkence yaptılar ki, adamlar yorul-duklarından bıraktılar. Vücudundan akan kanla, taş duvara Ben ölmedim yaşıyom, iyiyim yazdı. Bunu yazacak kadar yürekli. Kor yürekli. Hiçbir arkadaşının ismini vermedi. Zaten yaşaması için susması gerekiyordu.
Her sabah karısı Naciye, kızları oğulları ha-pishaneye ziyarete gidiyordu. Börekler, yemekler
yaparak. Ama sadece oğlu Ahmeti içeri alıyorlar-dı. O da çocuk olduğundan. İçerde sıra ranzalar ortada kuzine… Partizan askerler Ahmetle şaka-laşır oynarlardı. Ahmet babasının yanına oturur, baba sıcaklığını hissetmek isterdi.
Komünistlere karşı Fehim İbrahim ve arka-daşları iyi örgütlenmişti. Komünistlere direniyor-lardı. Yeni Yugoslavya oluşuyordu. Fehim İbra-him ve arkadaşları yeni sisteme var güçleriyle di-reniyorlardı. Bir bayrak tanıyorlardı ve o bayrağın altında yaşamak istiyorlardı. Bu topraklarda ya-şamak veya ölmek. Çok çekmişti bu topraklar. Bahçeler tarumar, insanlar aç, çıplak. Bu toprağın insanı kendisine efendidir. Başka efendilere hiz-met etmek istemez. Kenarı bükülmüş seccade de başı yere değer, başka yerde eğdirmek zor olurdu.
Bir sabah partizan bir albay nezaretinde Di-rim nehrine götürüldü. Ağzına tabanca namlusu-nu soktular.
- Ölmeden önce izin verin iki rekât namaz
kılayım.
Namazdan sonra albaya dönüp:
- Sen benim neden öldürüleceğimi biliyor
musun?
Albay: Hayır dedi.
Yine ağzına soğuk silahın namlusunu soktu-lar. Neden öldürdüğünü neden öldürüldüğünü bilmeyen insanlar vardı. Albay öldüreceği insanın suçunu bile bilmiyor. Akşama kadar orda tuttular. Birkaç gün sonra tekrar soğuk Dirimin kıyısına götürdüler. Dirim kırmızı akıyordu. Çırılçıplak soydular. Silahı dayadılar.
-   Söyle! Kimler vardı yanında. Bize karşı koyan arkadaşların kim?
Fehim İbrahim: Sen vardın albay
Albay: Dalga geçme nasıl olur.
Fehim İbrahim: Ne yani arkadaşları mı söy-leyeyim?
İşkence işkence. Baygın halde hapishaneye getirdiler.
Sabaha karşı kendisine gelebildi. Birçok in-sanı mezarlıkta kurşuna dizmişlerdi. Kendisini neden öldürmüyorlardı? Cenabetler. Gâvurun itleri. Ben sizi dişlerimle parçalarım. Öldürecekse-niz öldürün. Ben sizden korkmam

Fehim İbrahime bir hafta dokunmadılar. Bir hafta boyunca ufak oğlu gelmiş börek getirmişti. Sıcak böreklerle tüm koğuş karnını doyuruyordu.
Haftanın son günü karısı Naciyeyi ve büyük oğlu Reşatı, sivil emniyet birimi (UDB) evden al-dılar, polis binasına getirdiler. Fehim İbrahimle beraber üçünü sorguya çektiler. Ahmet peşlerin-den koşup gelmişti, içeri almadılar, kovaladılar. Korkutmak için Naciyeye üç sene Reşata altı ay ceza verdiler. Sorgudan sonra cezalar kalktı, Naci-ye ile Reşatı serbest bıraktılar.
Gökyüzü kara bulutlarla kaplanıyordu. Dağ-lardan dertli rüzgârlar esiyordu. Evde hıçkırıklar vardı. Naciyenin hıçkırıkları çığlığa dönüştü. La-netler yağdırdı. Nimet ve Seher kardeşlerine sarıl-dılar. Dört kardeş sofada sarmaş dolaş olmuştu.
Şar dağında tufan koptu. Gökyüzü dahi ağ-lıyordu.
Ertesi gün Fehim İbrahimi mahkemeye çı-kardılar. Geçmişini ve aşağı yukarı otuz sayfalık suçlarını sıraladılar. Ne suçları olduğunu kendide yeni öğrendi. Bunun sonu badara (kurşuna dizme) diye düşündü.
Bu bir kavgaydı. Şimdi güç onlarlaydı.
-   Ben sizle anlaşamam, İtalyanca bilen veya İtalyan hâkim isterim.
Fehim İbrahim sekiz sene İtalya-Yugoslavya gümrüğünde çalışmıştı. İtalyancayı iyi anlıyor ve konuşuyordu. Mahkemeye tepki olsun diye İtal-yan tercüman istemişti. Daha sonra Arapça yargı-lanmayı düşünüyordu. Gerçi onu dinleyen yoktu. Mahkemeler hep olmuştur. Bazı yargılanmaların sonu başından bellidir. Bu da böyle bir mahke-meydi. İşin gerçeği buydu. Bu adamlarla anlaş-mak zordu.
Mahkeme dönüşü Fehim İbrahimi içinde su dolu havuz bulunan hücreye attılar. Yarı beline kadar suyun içine koydular. Su kara-pis soğuk, ürperdi sonra vücudu alıştı. Elleri yukarıdan bağ-lıydı. Kaç saat burada böyle tutulacaktı. Suya bak-tı: Vacip oldu! Vacip oldu! Ölmek galiba vacip oldu diye fısıldadı. Boynu öne uzanmıştı. Derin-den gelen bir ses duydu. Bedenini alabilirler ama ruhun senindir, ruhun cennettedir
Bunu, bağırarak söylemeye başlayınca onu kimse duymadı. Taştan duvarlar arasında ses bir o duvara bir bu duvara çarpa çarpa yavaşladı, din-di. Ne kadar geçtiğini bilmiyordu. Dışarıda günmüydü, akşam mı olmuştu?
Tarlasına gittiğinde ağaçların içinden minik bir kuşun ince ve billursu sesini duyardı. Bir an onu hatırladı. Gözleri kapanmıştı. Sonra. Memle-keti düşman bastı, kalkın ahali kalkın. Ne duru-yorsunuz? Kafile be kafile geldiler memleketi sar-dılar. Bunları galiba kendi kulağı da duymamıştı. Takati kalmadı, acıya kul olmuştu.
Kara bulutlar binanın üstüne perde olmuş, tek ışık huzmesi sızmıyordu. Koğuşta sıklet bir hava vardı. Fehim İbrahim ranzasında açtı gözle-rini. Üstünü örtmüşlerdi yinede vücudunda bir soğukluk vardı, hiç kımıldamadı gözlerini kapattı. Ağır bir külçe gibi öylece kaldı. Koğuş sessizdi.
Bu sabah rüzgârın hazinane sesi vardı. Sanki uluyordu. Baba diyen bir ses duydu. Arabaya bindirdiler. Hava soğuktu, içi ürperdi. Soğuk du-varlarının olduğu mahkemeye götürdüler. Hiç hali yoktu. Dinledi.
Ben sizle anlaşamam dedi. Arapça hâkim istedi. Biliyordu. Geri dönüşte onu işkence bekli-yordu. Dayak-dayak, kan revan içinde kaldı. Tek-rar muhakemeye çıktığında Türkçe hâkim istedi. Sonunda Arnavutça karar verdiler. Tuna ile Sava nehirlerinin birleştiği yerde bir ada hapishanesi olan Zemuna gönderilecekti.
Prizrenden mahkûm olarak sevk edilirken; Albay:  Buna dikkat edin; bu en tehlikelisi en akıl-lısı en cesuru diyerek askerlerini uyarıyordu. Bu kelimeleri duyan Ahmet babasıyla gurur duydu. Naciye dua ediyordu: Allahım! Bu topraklara Fe-him İbrahim gibi adamlar ver! Korkmaz, yılmaz, sağlam adamlar diye dua ediyordu.
Fehim İbrahime derin çukur gözleri, aydın-lık yüzü, uzun boyu, zarif bir asilzade havası ve-rirdi. Naciye kocasını seyretti, adamının gidişi onu üzse de onunla iftihar ediyordu.
Ahmet Coşo az ilerde duruyordu. Elini kal-dırdı, sallamadı.
Fehim İbrahimin ne kadar ceza aldığını kimse bilmiyordu. Zaman nasıl geçecekti? Hapiste ne kadar kalacaktı? Zaman çabuk geçiyordu as-lında. Prizrende zaman acıydı. Kısa zamanda ne-ler olmuştu. Yakın zamanda insanların hatırala-rında hep acı vardı. Geleceği ise kestiremiyorlardı.
2. BÖLÜM
Kış bitti. Kar Prizreni çeviren dağları bırakıp gitti. Bahar sessizce gelmişti. Etraf yeşile büründü, çiçekler açtı. Renk renk açmış hoş kokulu çiçekler kendilerini sevdiriyordu. Bahar güzeldi hem de çok güzel. İnsanların kalplerine umut dolduru-yordu.
Dağların üzerinden bulutsuz güneş koca bir altın tepsi gibi kendini gösteriyor, altın ziyası pen-cerelerden evlere giriyor, aydınlatıyor, insanların içlerine doluyor onlara huzur veriyordu.
Gökçe aydınlık Prizreni sarmıştı.
57


Birkaç gün sonra Coşo Üsküpe yük götüre-cekti. Hayriyeye Jakova Pasuli ( Yakovanın fasul-yesi) yapmasını söyledi.
Hayriye, Güldane ile Hedoyu yanına aldı, kendisinin yorulmaması lazımdı. Çünkü gebeydi. Jakova pasulunun yanına Buryan (sulu pirinç, üs-tünde etler, pirinci ıspanakla yapılır, salcalı) ve ev yoğurdundan soğuk su ile ayran, kuzinede pişen sıcak ev ekmeği. Adam yollarda ev yemeği gör-meyecekti. Hayriye:
- Coşo döndüğünde nasip olursa bide Fulya
(hamur işi) yaparız sana
Coşo yolda lazım olabilecek bazı şeyler al-mak için herkesin alış veriş yapabildiği ordu paza-rı Liriaya gidiyordu. Yolda Fehim İbrahimin oğlu Ahmeti gördü.
Nasılsın Ahmet
İyim Coşo tada
Dükkân ne oldu?
Teyzemin oğluyla çalıştırıyorduk, ama babamın hapise girişinden beş altı ay son-ra evdeki malları dükkândaki malları hep-sini aldılar. Evden altı araba mal aldılar.
Malları arabaya taşırken Fransız parfü-münü düşürüp kırdılar mahalle bir hafta koktu.
Gabeller. ( hırsızlar) Babandan haber var mı?
Teyzem oğluyla babamı Zemuna ziyarete gittik. Beni yanına sokmadılar, tellerden gördüm.
Coşo Ahmetin başını okşadı, saçlarını sıvaz-ladı.
- Naciye yengeye selam söyle. Allaha ema-
net olun.
***
Ertesi gün erkenden yola çıktılar. Faridini de yanına almıştı. Faridin koca adam sayılırdı.
Pek kısa olmayan orta boyu sağlam bacakları güçlü kolları vardı. Acosu (amcası) gibiydi. Tuttu-ğu yerden ellerini koparamazdınız. Türküler söy-leyerek yeşilin her renginin olduğu ormanlardan
devam ediyor köyden köye yol alıyorlardı. Coşo Üsküp yolunu severdi. Berrak suların aktığı dere yataklarının yamaçlarına, ağaçların çelenk çelenk sardığı köyler kurulmuştu. Hoşuna gidiyordu bu manzara. Vardar ovasında su soğuk ve boldu. İn-sana en çok lazım olan en çok yaratılmıştı bura-larda. Akışını seyir hoşuna gidiyordu. Akan su-yun kenarında uyumak bir ömre bedeldi. Uyudu-ğu o yer ve anı dünyalara değişmezdi. Gündüzleri yol alıyor geceleri bir köyde konaklıyorlardı. Üs-küp yaklaşıyordu.
Hava açık bulutsuzdu. Coşo türküsünü söy-lüyordu. Bitirmeden Faridine döndü.
- “Çok eskilerde buralarda Lek Dugacin kanunları geçermiş. Kan davalı olanlardan biri, köyünü kasabasını terk ettiği zaman yenilgiyi kabul etmiş sayılır, onun peşine düşmezlermiş. Hele evinde hiç öldürmez-lermiş. Hem çocuğuna çoluğuna karısına akrabalarına zarar vermezlermiş. Bizim Prizrene gelen Kazaz lakaplı Aslan, Gjkovadan (Yakova) gelmiş yerleşmiş. Aslanın abisi, ipek tüccarıymış.
Bir gün bunu kıstırıyorlar, parasını, malı-nı, silahını ta elbiselerine kadar soymuşlar sonrada öldürmüşler. Aslan bir gün pa
zarda gezerken abisinin silahını ve peleri-nini (veya paltosu) tanıyor. Satan adamı evine kadar takip ediyor. Ben tanrı misa-firiyim, beni kabul edin demiş.
Tanrı misafiri baş üstüne
O gece Aslan yatmış. Sabah abisinin çiz-melerini de görünce emin olmuş. Çarşıya çıktıklarında çekmiş silahını adamı öl-dürmüş. Oradan Prizrene gelmiş, kur-tulmuş. Çok çalışmış, burada evlenmiş, ev bark sahibi olmuş.” İşte böyle.
Eskiden insanlarda bir ahlak varmış. Evinde öldürmüyor, kasabayı terk edeni de öldürmüyor. Kanun işte! Kazaz Prizrene geliyor, daha önce anlaştığı başka bir kan davalının eviyle, evini ta-kas ediyor, buraya yerleşiyor.
Şimdi komünist ne yapıyo? Bilmem nereler-den gelmiş bitliler insanların evine giriyo canının istediğini öldürüyo acımıyo insanları korkutuyo. Buralardan kaçmalarını istiyo, gece yarısı evinden aldığı evin reisi üç gün içinde evine geldi geldi gelmedimi bir daha bulunamazdı, kaybederlerdi.
***
Üsküp dumanlıydı. Yaklaştıkça duman dağı-lıyordu. Coşo Üsküpü severdi, çarşısında dolaş-mak huzur verirdi. Cennetten doğduğuna inandı-ğı Vardar nehrinin kıyısında coşkun bitkilerle be-zenmiş bu şehir onun için rüya şehirdi. Nehrin üzerinden geçerken hafif serinlik his eder, içine ferahlık gelirdi. Çatıları kırmızı kiremit evleri ara-sında; kubbeleri gümüş, beyaz camileri, Üsküpün parlak süsüydü. Asude şehirde bir incelik bir za-rafet ve huzur vardı.
***
Prizrende yazın kokusu vardı. Çocuklar plajaya gidiyordu. Bistrisa deresinin üzerine yapı-lan havuz çocuk dolardı. Şen şakrak bağrışmalar, suya atlamalar oynamalar. Çocuklar yazı bayrama çevirmişti. Sabah kalkıp okula gitme derdi yoktu. Şadırvandaki dükkânlar kapanıncaya kadar so-kaklarda oynuyorlardı.
62

PRİZREN VE PRİZREN
Daha büyük olanlar santrale yüzmeye gider, büyük tünelin başından girip hızla akan suya kendilerini bırakır, çıkarken tutunurdu, tutun-mamak tehlikeliydi, on metre aşağıya suyla bera-ber düşebilirdi.
Bazıları Drime yüzmeye giderdi. Drim teh-likeliydi. Her sene biri boğulurdu burada. Dip dalanlar suyun akıntısıyla ağaç köklerine takılır bazen çıkamazdı.
Çocukların bir kısmı tarlaya çalışmaya gidi-yordu. Babalarının futbolu sevdiği çocuklar ise futbol öğreniyordu.
Muharrem bir kunduracıda çalışmaya baş-lamıştı. Akşam eve yorgun geldi. İşe tam alışa-mamıştı. Çalıştığı yer çarık ve plastikten kadın sandaleti yapıyordu. Sofaya girdiğinde yer sofrası hazırdı. Güldane, Hedo oturmuş, Feritte bağdaş kurmaya çalışıyordu. Annesi babasına yolluk ola-rak verdiği tava kavurmasını ısıtıyordu. Ekmeğin kokusu hoştu. Annesi:  Ellerini yıkamamışsın  Muharrem bir koşu indi avluda elini yüzünü yı-kadı. Hızlıca geri geldi. Acıkmıştı. Çocuk kalbi sokaklarda deliler gibi oynamak isterdi. Ama sert adam Coşo çalışıcan demişti. Dediği dedik dedi-ğini değiştirmek zordu.
Erkenden dükkâna gidiyor süpürüyor, te-mizliyor ustası Akifi bekliyordu. Akif usta ger-çekten balöştu(saf, aptal). Muharrem çok sıkılı-yordu. Çocuk kalbi sokaklarda oynamak plajada yüzmek istiyordu. Amcasıyla tarlaya gitse gene rahat eder, oynar sıkılmazdı. Dükkân sahibi Akif gavur gibi konuşuyor, Muharrem Ben yapmam yapamam diyemiyordu.
Akşam geçmişti. Gece yaklaşıyordu. Yollar nefesini tutmuş sakin ve dilsizdiler. Kurilada çıt çıkmıyordu. Sadece sokaktan geçen derecikten ve ev içinden geçen potokdan ( suyu derecikten eve getiren ark) su şıkırtıları duyuluyordu. İnsanlar Gelin bu akşam parti konferansı var denmezse akşamları evlerinden pek çıkmıyordu.
Coşo Üsküpte işini bitirmişti yatacak yerde bulmuştu. Gündüz çarşıda dolaşırken zeytin bul-du. Siyah zeytin etliydi, az da olsa aldı. Zeytin tanesi değerliydi.
Kapadı göz kapaklarını. Taş yoldan nal ses-leri geliyordu. Nallar kesin ve sert ses çıkarıyordu. Sonra geceden fecre kadar sessizlik. Güneşin ilk ışıkları girdi pencerenin aralıklarından; kalktı, pencereyi açtı, o vakit esen rüzgâr okşadı esmer yüzünü. Faridini uyandırdı. Yola çıkacaktı.
Prizrende ise Bayram Çingene polis elbisele-rini giymiş süslü atını yavaş adımlarla yürüterek Şadırvana gidiyordu. Börekçinin önünde durdu. Bir tepsi börek alıp atın önüne koydu. Udbaya ilk gelenleri dövme işi Bayram Çingeneye verilmişti. Adam döverdi içinden fışkıran pis hırsla. Polis elbisesini giydiğinden beri bir haller olmuştu Bay-rama; büyümüş kocaman olmuştu. Başını gururla kaldırarak yürürdü. Partinin adamıydı. Bu değir-menin eşeğiydi o. Her akşam parti üyeleriyle otu-rur, yüzü ciğer kırmızısı oluncaya kadar içerdi.
Polis elbisesini çıkardı mı boşlukta kalmış karanlıkta düşüyormuş gibi hissederdi kendini. Bazı akşamlar yatağa polis üniformasıyla girdiği oluyordu.
***
Mübarek aylardı, ramazana az kalmıştı. Bay-raklı camisinden vakit ezanlarından önce bayrak sallanır, bayrağı gören diğer cami müezzinleri şe-refelerden ezanı okumaya başlardı. Bir ahenk olu-şur, semaya güzel seslerin söylediği anlamlı sözler yükselirdi. Bugün bayrak sallandı, Bayraklı camii
sala vermeye başlamıştı. Bayrağı gören diğer ca-miler Yunus Tadanın salasını okumaya başladı.
Zamanında neler düşünmüştü. Buralardan gidecekti. Olmadı. Dağlar yol vermedi. Nasibi de-ğilmiş gidemedi. Sıçanın geçeceği bir delik olsa ordan geçip gidicem derdi.
Eski adamdı, çok şey görmüştü. Bu toprak-larda ki acıyı yaşamış tüm kalbiyle hissetmiş bi-riydi o. Bu günleri önceden görmüştü. Buradaki çetin yaşamın zorluklarıyla mücadele etmiş hep ayakta kalmıştı. Bu toprakları hep sevmişti. Galiba bu topraklarda onu sevmişti ki onu bırakmadı, kucağına aldı.
Her boğazından (sokağından) geçtiği, dört çeşmeli Şadırvanından su içtiği, temiz-pak hava-sını ciğerlerine çektiği, buz gibi suyunu içtiği bu yerden ayrılıyordu.
Sonsuz diyarlara gidecekti. Bütün kasaba gelmişti. Coşo, Tevfik, Mermerci, Sinan Mera, Etuş tada bir aradaydı. Coşo: Allahın Rahmeti üzerine olsun dedi.
***
Gökyüzü maviydi. Yaz alabildiğine güzeldi. Bülbül deresi tarafından esen rüzgarın değmesiyle dallar ve yapraklar kımıldıyordu. Havada canlılık vardı. Gün akşama kavuşunca aniden karanlık çöktü. Tek tük yıldız parlıyordu. Gecenin yarısın-da gök yere indi. Yağmur sel oldu. Bistrisanın saf suyu çamurlandı. Rüzgâr pencere kanatlarını zor-luyor, açıyor, yağmur evlerin içlerine kadar giri-yordu.
Hayriye ürperdi, kalktı açılan sofa pencere-sini kapattı. Çocuklara baktı, sabiler uyuyordu. Kendide kalın yün yorganı aldı, çocukların yanına kıvrıldı. Sabah erken kalkıp evlenen karşı komşu kızına yemek yapıp götürecekti.
Öğlene doğru tencereyi aldı, komşu kızın yeni evine gitti. Kapıyı çaldı. Kapıyı geçte olsa damadın annesi açtı. Kadının yüzünden bir şeyle-rin olduğunu anladı.
Kadın: Hayriye! Sorma sorma! dedi. Hoş geldin demeden kapıyı kapattı. Hayriye tencere elinde öylece kala kaldı. Geri döndü, evin boğa-zından çıkmadan olanları öğrendi.
Akşamüstü üç sırp bir türk polis kapıya da-yanıyor.   Kızı,  damadı  ve   kızın  babasını  alıp
Prizren dışındaki polis oteline götürüyorlar. Polis-ler kızı masaya çıplak yatırıp üstünde kâğıt oynu-yorlar. Sabah da kızı geri veriyorlar.
Yazık yazık. İlk geceleri olacaktı. Olmadı. Mübtezel adamlar böyle yapıyordu. Kızın suçu ne? Bundan sonra herkes susacaktı. Başka ne ya-pabilirlerdi? Seneye kızın çocuğuda olur. Mecbur bu evlilik böyle devam edecek. Düğünleri de gü-zel olmuştu. Yakışıyorlardı birbirlerine. Beklide bunun için bulutlar hüzün yağmurları yağdırı-yordu.
Hayriyenin karnı burnundaydı, yavaş yavaş yürüyordu. Avluya girdiğinde Coşo güvercinlerle oynuyordu.
Hayriye dutun altında kütüğe oturdu. Olan-ları anlattı. Coşo kızdı:
-   Tahtakuruları diz kapaklarını yesin bunla-rın! Allahın belaları! Bela be bela!
Sonra yine güvercinlerine daldı.
İsla(iyi) kızdı. On yediyi yeni doldurmuştu. Boylu boslu güzel kızdı. Mısır püskülleri renginde ince tel saçları vardı. Dolgun vücudu diri ve can-lıydı. Zümrüt yeşili gözleri, insana huzur veri-yordu. Saçlarını çok defa Hayriye taramıştı. Saçla
rını bazan tepede toplar zülüflerini sıcak tel ma-şayla kıvırırdı. Halkalı zülüfler ayrı bir zarafet veriyordu genç kıza. Yürürken, saçlarını düz aşa-ğıya bırakmışsa, o güzelim saçlar her adımda dal-galanırdı.
Sevmişti kocası olan çocuğu. Her akşam rü-yasına girermiş. Hayallerinin başköşesinde, evinin pencere kenarında ona kahve götürürken düşler-miş onu. Hayriye dert ortağı sayılırdı. Sevdiğini ilk gördüğünde heyecanını gelip Hayriye ile pay-laşmıştı.
Buraların vahşi tazeliğiydi o.
Bir gecede soldurdular o nazenin hoş kokulu çiçeği. Attılar kör karanlıklara karanlıklar içinden gelen o vahşiler.
Hayriye, bu olanlardan sonra, çocuğu pek göremedi. Erkenden karısıyla tarlaya gidiyordu. Daha çok da Mamuşaya gider anne tarafından akrabalarının evinde kalırdı.
***
Kız istiyordu. Kız olsun diye can atıyordu. Çok dua etmişti, kız olması için. Yine de dualar etti. Mehmet nur topu gibi bir erkek çocuktu. Mu-cizevî yaratık sağlıklıydı.
- Kız olsaydı saçlarını tarayacak atkuyruğu
örecektim, başının tepesine de kurdele ta-
kacaktım, ama erkek çıktı…
Coço sevinçliydi gülüyordu, parlayan kah-verengi gözleriyle:
- İyi olur, iyi olur. Allahın emri böyleymiş.
Allah sağlık versin.
Hayriye:
- En iyisini O bilir. Böyle uygun görmüş.
***
Prizrende hayat bir öyle bir böyle devam ediyordu. İnsanlar yeni düzene alışmaya çalışıyor bunun için çabalıyordu. Bazıları insanın en kötü yanı olan ikiyüzlülüğü oynuyordu.

Denize düşen yılana sarılır misali, komünist partiye üye oluyor, her akşam toplantılara, içki partilerine katılıyordu. Bunların faydaları da ol-muyor değildi. Karakola alınan bazı tanıdıklarını dayak yemekten kurtarıyor, hapise atılmalarını engelliyordu.
Belgradta askerlik yaparken Komünist par-tiye kaydolan İsmail Hakkı Prizrene müftü olmuş-tu. Partiye üye olduğunu çok insan bilmezdi. Bay-raklı camisinde imamlıkta yapıyordu.
Kuriladan inişte sol boğazdaki tekkeye Şeyh Bedruş bakardı. Ailece tekkenin geniş avlusunun çevresindeki odalarda kalırlardı. Şeyh Bedruşun akrabası Hüseyin her akşam içerdi. Şeyh ise düz-gün adamdı. Her cuma Bayraklı camisine gidi-yordu. Bu Cuma Oruç Seyari vaaz edecekti.
Oruç Seyari çok temiz insandı. Değirmi çeh-resinde nur vardı. Bayraklı camisinin bitişiğinde bulunan sadece dini ilimler öğretilen ama şimdi-lerde çalışmayan medresede ders verirdi. Oruç Seyari aslen Goralıydı. 1944 te medrese bitirmiş icazet almıştı. Bilgili bir hocaydı. Müftü İsmail Hakkı Cuma hutbesini onun okumasını istemişti. Oruç Seyari hutbesinde, birlik beraberlikten bah-setti. Eğer bu camii tutan sütunlardan biri olmazsa caminin ayakta duramayacağını, yıkılacağını, ina
nanlarında birlik içinde olmaları gerektiğini birlik içinde olmazlarsa, çaresizliğe, namertliğe düşecek-lerini anlattı. Dualar ettirdi. Hep bir ağızdan keli-meyi şahadet getirtti.
Gün boyu dağları bir örtü gibi sarmış olan bulutlar yavaş yavaş dağılıyor akşamın kızıllığı sönüyordu. Ufukta bulutlar mor renge dönüşü-yor, havanın çarpmasıyla parçalara ayrılıyor, sav-ruluyordu. Gecenin lambaları olan yıldızlar gö-rülmeye başlamıştı. İnsanlar dertli, toprağa bu-lanmış, yorgun argın evlerine dönüyordu. Gece çok şeyi örtüyordu. İnsanlar başlarını yastığa koyduklarında günün dertlerini yorgunluklarını unutabiliyordu. İnsanlar geceye teslim oluyordu. Yıllardır bu topraklarda yaşaya gelmiş insanlar burada ölecek, bu toprağın bağrına gömülecek, belki o vakit huzura kavuşacaktı.
***
Gökyüzü ağarmaya başlamıştı. Gündüzü sa-rıp sarmalayan gece, örtüsünü kaldırıyordu. Şar dağının arkasından sabah Prizrene geliyordu. Günün ilk ışıkları evlerin odalarını aydınlatmıştı.
72

Güneşin ışığı içerisini nasıl aydınlatıyorsa Oruç Seyarinin içine de gittikçe çoğalan bir aydınlıkla aydınlatıyor, ruhuna doluyor, gittikçe büyüyor, sonsuz huzur ve yaşama sevinci veriyordu. Oruç Seyari, saf, temiz, günahsız insandı. İçinde, ışık-tan, sevgiden başka bir şey yoktu.
Sabah namazını kılmış, dualar ediyordu.
Seher vaktinde, yalnızlığın içinde bu büyük huzurun kucağında tekrar uykuya daldı. Kuşluk vakti evden dışarı çıktı. Prizrenin hüzünlü günle-rinden bir gündü. Şadırvandan yana yavaş yavaş yürümeye başladı. Polisler önünü kesti. Yaka paça alıp götürdüler.
Akşam oldu. Eve gelmeyince merakla birlik-te endişede başladı. Kız kardeşi ki, ikiziydi, udbaya gitti.
- Oruç Seyariye ne oldu? Bu saate kadar
eve dönmedi.
Kimse bir şey demedi, ertesi gün tekrar poli-se gittiler.
Kız kardeşi:
- Nereye kayboldu bu? Nerde? Siz mi aldı-
nız?
Polis:
- Yıkılan caminin altında kalmıştır belki!
Bilmiyoz dedi. Dalga geçti.
Birkaç gün sonra Priştine ye giden otobüste gördüler. Tutuklamışlardı. İşkenceler görecek. Mahkemeye çıkaracaklardı.
Oruç Seyarinin evi soğuk, nemli, karanlık izbe köşelerine dönmüştü. Odalar kasvetle dol-muş, karısı ve çocukları, sessizliğe ve karanlığa gömülmüştü.
Oruç Seyari, Nasyonal Demokrat Şiptar-Nacional Demokrati Şiptar - (milliyetçi demokra-tik arnavut) partisinin üyesiydi. Goralı olduğu halde Arnavutların safındaydı, bu toprağın insa-nıydı, mücadele ediyordu.
Oruç Seyari yi hemen mahkemeye çıkardı-lar.
Mahkeme başkanı:
- Sen toplantılara katılmışın, her hafta bir
evde toplanmış aranızda para toplamışsı-
nız. O paralarla silah almışsınız.
Oruç Seyari: 
- Mevlüt okuduk, ölenlerimiz için… Parayı da ailelerine yardım olsun diye topladık. Bende de silah yok.
Her mahkeme edilişinde aynı şeyleri söyledi. Aynı sözlerle savundu kendini. Altı sene ceza aldı. Prizrende bu partiye üye daha kimleri götürme-diler ki! Birçok insanı aldılar, hapise attılar. Evler boşalmıştı. Bazıları kandırılmış olacak ki; doğruyu söylediler yirmi sene hapis cezası yediler.
Gençler yaşlılar akşamları düzenlenen kon-feranslara çağrılıyordu. Korkudan pek gitmeyen yoktu. Bu konferanslara Oruç Seyarinin oğlu Re-cepte katılmak zorunda kaldığından katılıyordu. Okuması güzel olduğundan, partinin yayın orga-nı gazeteyi ona okuturlardı.
Gençler içinde kurslar düzenliyorlardı. Uçaksavar saldırısından nasıl kurtululur veya si-per nasıl kazılır gibi, ama kurslarda hep komü-nizm anlatılırdı. Bu kurslara başka şehirlerden katılımda olurdu.
***
75
Güneş batmış kaybolmuş, dağların ardına gitmişti. Hava ağırdı. Sessizlik çökmüştü.
Fehim İbrahimin evinin önünde yatan ma-halle köpekleri avlamaya başladı. Şiddetle avlıyor-lardı. Gelenleri sevmedikleri kendilerini yırtarca-sına avlamalarından belli oluyordu. Gelenler ya-pancıydı.
Dış kapıya hızlı hızlı vurdular. Karısı Naciye ve çocuklar kapıya koştu.
Dışarıdan kalın bir ses:
Kapıyı açın! Oğlu Reşat:
Kimsiniz? Ne istiyosunuz?
- Gelen gençler var. Evin bir odasında kala-
caklar.
Naciye:
- Olmaz. Kapıyı açmam. İsterseniz kapıyı
kırın. Kocamı aldınız hapise attınız. Bi de
size evi mi vericem. Olmaz olmaz!…
Gelenlerin kaç kişi olduğunu kestiremediler. Çocuklar kapı arkasına ağaçtan destek yaptılar.
Taş koydular. Sofaya çıkıp ışıkları söndürdüler. Sessizliğe oturdular. Islanmış puslu camlardan dışarının soluk sarı ışıkları görünüyordu.
Gelenler birkaç kez daha kapıya vurduktan sonra çekip gittiler.
Köpekler biteviye avlıyordu.
Naciye de ruh-u canıyla kocasının Zemundan kazasız belasız sağ salim evine gelme-sini istiyor, dualar ediyordu. O evinin direğiydi. Ev onunla güvenliydi. İnşallah serbest bırakırlar-dı. Daha ne kadar yatacaktı?
Naciye kızlarıyla evi sildi süpürdü temizledi. Duvarları kireç boyadı. Odalarını donattı. Ev gül gibi temiz ve kokulu oldu. Kocasını bekliyordu, hem ramazan yaklaşıyordu.
***
Kasabada her ev ramazana hazırlık yapıyor-du. Etler kavruluyor, iç yağı eritiliyor, gül şerbet-leri hazırlanıyordu.
Bayraklı camisi (Gazi Mehmet Paşa camisi) temizlendi iç duvarlar beyaz boya ile boyandı. Bahçesinin etrafında ki dokuz çeşme soğuk ve içi-lecek suyu ile ramazan akşamları insanları serinle-tecek, huzur verecekti. Her ezan vakitlerinde mi-nareden bayrak sallanıyor, diğer camilerle birlikte ezan başlıyordu. Bu ramazan boyunca devam edecekti.
Ramazanın ilk günü günlük güneşlikti, ne sı-cak ne soğuktu, teni okşayan az serin bir esinti vardı. Ramazan insanlar arasında bir ilinti kur-muştu. Bir duruluk bir huzur vardı. Komşular birbirini iftara davet ediyor, olanla, en güzel sofra-ları kuruyor yiyip içiyordu.
Büyükler teravide camileri dolduruyor, gü-zel sesliler kuran okuyordu. Hayat geceleri de canlıydı. Çocuklar geceleri sokaklarda koliba (ev-cikler) yapıyor, başka mahalle çocukları gelip yı-kıyor, sahura kadar bağrışıyor çağrışıyordu. Ba-zıları mezarlıktan büyük dikenli bitkileri toplayıp duvarlar yapıyor, bazı çocuklar akşamdan camile-ri ve kiliseleri dolaşıyor; para atılan deliklere ufak kemiksiz ellerini sokuyor kalan para var mı diye bakıyordu.
Partizanlarda küçük çocuklara sokak lamba-larını kırdırıyordu. Onlar karanlıkları seviyordu.
Ruhlarında her an olan; şiddetli yağma duygula-rıyla, karanlıkta çalacak şeyler arıyordu.
Büyükler ellerinde fazladan ne zahire varsa camilere ve tekkelere götürüyor veriyordu.
Mahalleler yeniden canlanıyordu. Kireç ha-zırlanıyor, renkler karıştırılıyor evlerin dışları bo-yanıyordu. Bayramı karşılamak adettendi.
Prizren, etrafını çeviren tepelerde coşan ne-batat arasında kalmış asude ve renkli bir şehirdi. Ama bundan böyle bura insanının şaşaalandıracak yaşamları olamazdı. Sokakların-da insanların kanına değen elleriyle dolaşan herif-ler vardı.
Bayram yinede iyi geçti. Bayram namazın-dan sonra erkekler ev ziyaretleri yaptı, kadınlar evde gelen misafirleri bekledi. Hiçbir kapı ka-panmadı; her kapı sevenlere açıktı. Kırk kat bak-lavalar ikram edildi, gül şerbetleri içildi. Bayrama tekrar kavuşmak için dualar edildi.
***

Kış kapıdaydı.
Coşo tarlayı çeviren taş duvarları kontrol et-ti, yıkılanları yerine koydu. Fazla yağmurda tarla-nın sele kapılmasını engellemek için suyun gidiş yollarını temizledi. Koca elleriyle toprağını eşele-di. Toprağın kokusu hoştu. Coşonun kalbi bura-daydı, tarlasındaydı. Tarla içinde ki çeşit çeşit ağaçların diplerini temizledi. Güneşin tepeye di-kildiği vakitte bile durmadı çalıştı.
Coşo yorulmuştu. Evine geldi. Gömlek kolla-rını dirseklerine, paçalarını dizlerine kadar çekti. Hayriye su getirdi. Suyu maşrapayla dökerek yü-zünü ellerini ayaklarını bir güzel yıkadı. Yanında ayakta duran Hayriyeye baktı:
- Bizim çalışıp çabalamaktan başka çaremiz
yok. Elimizde ne var? Çalışıcaz. Ne geldi
Allah bereket versin, şükredicez.
Hayriye havluyu verdi:
- Şükretmeliyiz öyle de. Bu partizanlar
buğdayın yarısını almasa daha iyi olur ya.
dedi.
Leğeni aldı, sofaya çıktı. Herkes acıkmıştı. Güldane ile Hado sofrayı çoktan hazırlamıştı.

Mehmet kundaktaydı, beş çocukla beraber yer sofrasına dizildiler.
Önce cervişi kaşıkladılar. Sonra kol böreğini çala kaşık ayranla yediler. Allahın verdiğine şük-rettiler.
Faridin:
- Aco, bilirmisin Salahattini udbaya almış-
lar.
Coşo:
Duymadım. Abdul Aganın oğlu Salahattin mi?
Ya, onu
Coşo sabah huzurlu kalkmak istiyordu. Bu tutuklamalar onu üzüyor, güçsüz bırakıyor, saba-hını donuklaştırıyordu. Bedeninin ısındığını his-setti. Bedeni oyunbozanlık etmeye başlamıştı. Sı-kıntı bastı.
Coşo:
Allah yardım etsin. Ne için tutmuşlar?
Silah için
Nerde duydun?

-   Bugün, atlara nal taktırırken, orda söyledi-ler
Coşo sofadan tahta verandaya çıktı. Gökyü-züne bakarken kendi kendine bunu sordu: Nasıl olucak?
***
Havalar aniden bozdu. Şar dağı sislere bu-rundu. Kış fırtınaları başladı. Yağmur bir çiseliyor bir duruyordu. Artık yollarda toz yoktu. Onun yerini çamur aldı. Dar sokaklarda yürümek ça-murlara bata çıka oluyordu. Yollar sessizliğe bü-rünmüştü. Havanın düzeleceği yoktu. Hava bir hafta böyle devam etti. Evlerin bacalarından du-manlar tütmeye başlamıştı.
Bu sabah ıslak damlar buz tutmuştu. Öğlene doğru kar yüzünü gösterdi. Kasaba akşama beyaz örtüsüyle girdi.
Salahattini, alt katta taş duvarları nemli, ru-tubet kokan, dışarıyı gören demir parmaklıklı ufak penceresi olan odada tutuyorlardı. Sessizlik vardı. Sessizlikte çeşit çeşitti. Hiçbiri birbirine
benzemezdi. Burasının sessizliğinde kederli bir şey olduğunu düşündü. Cenaze evinin sessizliğini andırıyordu. Ilık yaz gecelerinin sessizliğini de hatırladı. Sesler, kıpırtılar… Ağustos böceğinin durmaksızın bağrışını duyar gibi oldu… Aşağıya inen tahta merdivenin gıcırtısını duydu. Biri ini-yordu. Gelen polisti. Polis ışığı yaktı. Işıkta ölgün-dü.
Gelen polis çelimsiz biriydi. Üniforması yağ lekeleriyle leş olmuştu. Pis kokuyordu.
Silahın nerde? Silahını teslim et.
Bende bir tabanca vardı onu da komünist partisinin yöneticilerinden birine verdim.
Yalan söyleme
Yok. Bende silah yok
Sizde silah çoktur.
Polis, Salahattini tartaklamaya başladı. Ya-kasından tuttu tam yumruğunu vuracaktı, Salahattin kendini hızla geriye çekti polisten kur-tuldu. Salahattin, iri yarı kuvvetli biriydi. Kurtulur kurtulmaz polisin böğrüne müthiş bir yumruk attı. Polis duvara yapıştı, nefesi kesildi. Salahattin polise durmadan vuruyor her vuruşunda nara
atıyordu. Gürültüyü duyan diğer polisler aşağıya koştu. Kapıdan girer girmez Salahattinin üstüne çullandılar hep birden yere yatırdılar. Hiç durma-dan vurdular vurdular. Ayaklarını ve ellerini de arkadan telle bağladılar. Tekmeler devam etti. Hınçları geçmişti. Çuval gibi kaldırıp, dışarı, kar-ların üstüne attılar. Her yerinden kan akıyordu. Beyaz kar üzerinde kırmızı güller oluştu.
Salahattin sokak direğinin titreşen ışığına baktı. Sarımtırak ışık yağan kar tanelerini mavimsi renke çeviriyordu. Sokak mavileşti. Bayılmıştı.
Tabancayı araştırdılar. Silahını verdiği parti yöneticisi Belgrada gitmişti. Bu sefer tüfek getir, top getir dediler. Hiç biri yoktu Salahattinde. Ba-yılıncaya kadar dövdüler sonra karların üstüne attılar. Üç gün devam etti bu işkence. Üç gün so-nunda gelin alın dediler. Evine getirinceye kadar ellerini çözmediler. Eniştesi Tevfik tedavi edecek doktor bulamadı.
Doktorlar başlarının belaya girmesinden korktuklarından gelmiyorlardı. Doktor vatan hai-ni ilan edilen bir insanı gelip tedavi etmeğe kor-kuyordu. Zar zor çok paraya bir doktor buldular. Gizli gizli kapıcıklardan geçerek getirte bildiler. Doktor birkaç kez daha geldi. Her gün yeni kesi-len bir koyunun postuna sardılar. Sıcak posta sarı
lan vücut kısa zamanda kendini toparladı. Salahattin iyileşmişti iyileşmesine de, ayaklarının ağrısı ömür boyu geçmeyecek gibiydi.
***
Ahmet ve Nimet tekrar bela olmasından korktukları, evde çok iyi saklamış ve depolamış oldukları dinamitlerden ve mermilerden, bomba-lardan kimsenin gözetlemediklerinden emin ola-rak her gece birer torba Bistrisaya atıyordu. Ah-met her seferinde Nimete Aman bombaların pi-mine dokunma, dikkat et diye tembih ediyordu. Eğer partizanlar arama yapmaya kalksa evi har-man yerine çevirir, yıkar dökerdi.
Fehim İbrahim ne zaman gelirdi? Gelir miydi acaba? Ne zaman salıverirler? Bu adamların ne yapacağı belli olmaz. Belki orda öldürürler. Şim-dide Titonun adamı General Rankoviç silah mese-lesini çıkarmıştı. Her eve girip silah arıyorlardı. Bu düşünceler Naciyenin içini kemiriyordu. Yinede kocasının geleceğine inanıyordu. Bu inanç, muras-sa ruhuna tüm zorluklara karşın bir anlıkta olsa rahatlık ve ferahlık veriyordu. Fehim İbrahim evi
nin direğiydi. O yokken tarlalar bağlar harap ol-muştu. Kocası ve çocuklarla tarlaya gidip çalışma-yı, toprağına el değmeyi ne çok istiyordu.
Seneler zor geçiyordu. İnşallah hasret biterdi. Naciye her gece yastığına başını koyduğunda Ya onu bir daha sağ göremezsem? Ya çocuklarım ba-basız kalırsa diye düşünürdü.
İnşallah kocası sağ salim gelecek, beyaz ba-şörtüsünü siyahla değiştirmeyecekti.
Hep beraber mesut bahtiyar yaşayacaklardı.
Akşam oluyordu. Prizrende bağlar, bahçe-ler, tarlalar, yollar sakindiler. Yalnız Bisrisanın coşkun akan suyunun şırıltısı duyuluyordu. So-kaklarda ne gelen vardı ne giden.
Kapı çalınır gibi oldu. Naciye: Kapı mı çalın-dı? Kulak verdiler. Kapı ya bir vuran vardı. Önde Naciye arkada Reşat avluya çıktılar. Bu sefer seste duydular.  Açın ben geldim Seslenen Fehim İb-rahimdi. Reşat: Babam geldi babam geldi. Bağrı-şı içerden diğer çocuklarda duydu. Koştular. Av-luda sevinç yumağı oldular. Naciyenin kalbi küt küt atıyor, yerinden çıkacakmış gibi oluyordu. Küçük kız ortalarda dolaşıyor bazen babasının bacaklarına dolanıyor sonra annesinin bacaklarına yapışıyordu. Babası hapise giderken bir yaşında
olan küçük kızı Seher şimdi yedi yaşındaydı. Ba-basını ilk görüyordu. Fehim İbrahim kucağına aldı göğsüne bastırdı kokusunu içine çekti. Kızının boncuk mavisi gözleri gülüyordu. Babasının ko-kusunu o da tanımıştı. Fehim İbrahimin bir kolu-nu Nimet diğer kolunu Ahmet tutmuştu. Tüm aile bir aradaydı, sofaya çıktılar.
Fehim İbrahim ölümden hayata gelmişti. Zaman ona cephe almıştı. Zemunda ona ümit verecek hiçbir vaziyet yoktu. Kurşuna dizilmeyi bekliyordu. Mide hastalığına tutuldu. Mide ame-liyatına karar veren hapishane doktorları, ona narkoz vermeden ameliyata aldılar. Bunu kendide istemişti. Bunun için imza bile verdi. Eğer narkoz alırsa fazla narkoz verip öldüreceklerini düşün-müştü. Üç buçuk saat süren bir ameliyat geçirmiş-ti.
Zemun karanlıklar dünyasıydı. Güneş bir-den batıyordu. Karanlıkta gözlerini kapatır Prizreni düşünürdü. Akşamları Prizrende dağla-rın üstünde gümüş renge çalan bulutu, kırmızıya çalan bir başka bulutu görürdü.
Evine gelmişti ailesiyle beraberdi. İçine ılık duygular doluyordu. Ferahlık vardı.
87

Hasret kaldığı yatağına uzandı. Sabah mesut uyandı.
İcarda olan tarlalarına, bağlarına gidiyor do-laşıyor, yağın karın nemlendirdiği toprağını eline alıyor, kokluyordu. Tarlasını, bağını yarı yarıya icara verdiği Durak Efendi, elinden geldiğince bakmıştı.
***
Kış be. Şimşekler çakıyor gök gümbürdü-yordu. Bulutlar kapkara oluyordu. Sisler Şar da-ğının aşağılarına kadar iniyor iri damlalar deli rüzgârın değmesiyle evlerin camlarına vuruyor-du. Yağmur gökten boşalıyor gibi durmadan ya-ğıyordu. Dar sokaklar ırmak olmuştu. Seller, kesi-şen sokaklarda kızarcasına kabarıyor çoğalarak akıyordu.
Yağmur dinince kuru soğuk başladı. Hava ayaza çekti. Arkasından kar. Kış be.
Herkes evine kapanmış. Başını kapıdan çıka-ran yoktu. Fehim İbrahimde evindeydi. Hastaydı. Başından ayakuçlarına kadar garip bir kaynaşma
vardı. Sırtında giderek şiddetlenen bir ağrı oluyor, nefesini kesiyordu. Karısı sıkıntısını anladı:
Sırtını ovulayım. Üşütmüşündür. Hiç durmadın. Tarlada üşütmüşündür.
Midemin ağrısı geçti sırtım çok ağrıyor. Sırtımdan belime doğru sızı iniyor. Sırtımı ovala. Şurda kerevette yatayım. Şporete (soba-kuzine) odun at. Terlersem geçer in-şallah.
Geçer geçer.
***
Kışın soğuğu bir yandan, partizanlar bir yandan, insanların kanı donmuştu. Kalb acıları dinmiyordu. İşkenceler. İşkenceler. Vahşi çağların insanları bunların yanında masum kalırdı. Çok insanı kaybettiler. Polis binasından çıkararak, yağmurdan ıslanmış taş köprüden geçirip mezar-lığa götürdükleri çok insanı çukurlarda kurşuna dizdiler. İstedikleri tek şey silahtı.
89
İnsanların bu şiddetin tesirinden kurtulma-ya, ona karşı koymaya kuvvetleri yoktu.
Korku tünelinden çıkmış kaba duyguların esiri olan bu sarhoş adamlarla uğraşamıyorlardı.
***
Fehim İbrahim gözetim altında tutuluyordu. Oğulları Reşat ve Ahmete iş vermiyorlardı. Mim-liydiler.
Akşam, yemekten sonra şporete meşe odunu attılar. Kırmızılaşan şporet sofayı ısıtmıştı. Şporetin üst kapağının kenarlarından tavana vu-ran ateşin şavkı oynaşıyor, lambanın sarımtırak titrek ışığıyla sofayı bir kerte daha aydınlatıyordu. Naciye kahve yaptı, yanında, buğulanmış bardak ile kocasına su ikram etti. Fehim İbrahim önce su-dan içti, kerevet yastığına yaslandı kahvesini yu-dumladı. Bir fincanın ağusu yetmişti.
Düşüncelere daldı. Bir işler yapması lazımdı. Çalışmadan olmayacaktı. Pısıp oturmak ona göre değildi. Enikonu akıl yoruyordu. Düşünceleri de
tavanda oynaşan şavk gibi yerinde durmuyor, oynuyordu. Kesin ne yapabilirdi?
Bir Arnavutla anlaşıp, atın birisini verdi. At odun taşıyacaktı. Bir odun yükü parası adama bir yük parası Fehim İbrahime. Birkaç gün işler iyi gitti. Sonra Arnavut atla beraber kayboldu. Ne hikmetse ortalarda görünmüyordu. Üç beş para gelecekti lakin olmadı. Bir aya yakın bir zaman geçti oğlu Ahmet atı evin yakınlarında gördü. At evini mi özlemişti ne? Hemen bir koşu babasına haber verdi. Fehim İbrahim mide sancısı çektiği halde kalktı birlikte takip ettiler. Adam odun yük-lü atı bir fırına götürdü. Bunlar da içeri girdi. Fe-him İbrahim bağırarak:
- Ahmet kapıyı kapat!
Fehim İbrahim Arnavuta dönüp:
- Biz senle nasıl anlaşmıştık? Sense ortadan
kayboldun. Neden böyle yaptın?
Kızmıştı. Gözleri çakmaklaştı. Yerden aldığı odunla adamı bir güzel dövdü.
Bir daha seni buralarda görmeyim deyip kovaladı. Fırıncıya da dönüp:
-   Bu adamı kovala. Böyle insanlarla iş ol-maz. diye çıkıştı.
Bu insanların namertlikleri, namussuzluktan değildi. Bozulmuşlukları, birlik olamamaktan, korkulardan, gelecek kaygısından, bu karışıklık içinde dik duramamalarındandı. Olaylar bölüp parçalamıştı, dağılmışlardı. Tek problem kendile-rini nasıl kurtarabilirlerdi. Odunları Ahmet indir-di. Atı alıp eve döndüler.
Fehim İbrahimin ağrıları artmıştı.
***
İnsanların ne yüzleri gülüyordu ne de kalbleri. Kalbler uzun zamandır ağlıyordu.
Dertlerini içlerine gömmüşlerdi.
Kış olduğundan dışarı pek çıkılmıyordu. Coşo evdeydi. Canı sıkkındı. Evde sıkıntı başmış, cinler tepesine toplanmıştı. Her şey batıyordu. En ufak çocuğu Mehmetin ağlamaları canını hepten sıkmıştı. Kerevetten kalktı pencere kenarına yürü-dü, ayakta durdu.
Hayriye sustur şunu
Susmuyo. Ne yapayım? Çocuk bu, ağlar.
Mehmet, amcasının evine çıkmak istiyordu. Faridinin yanına gidecekti. Faridinde merdiven başında gelme gelme diye sesleniyordu. Çocuk aklı; ille çıkacak, inat ediyor, ağlamaları durmu-yor.
Dışarıda hafif kar vardı. Dışarıya çıktı. Hava soğuk olacağa benziyordu. Ahıra girdi. Hayvanla-ra baktı. Ahırda dolandı. Köşede duran küreği aldı, önceden yağan karları avlunun ortasına yığ-dı. Sonra küreği kenara fırlattı. Serin hava, çalış-mak rahatlatmıştı. Koca ellerini arkasına bağlayıp avluda gidip gelmeye başladı. Canını sıkkınlığı tam geçmemişti.
Hayriye çocuğu sarmış sofadan çıktı. Meh-met ağlıyordu.
Coşo içinden: Of of! Deliricem galiba! Ne-den susmuyo bu?
Hayriye cevap vermedi. O da avluya inmişti. Coşo ufacık sabiyi tuttuğu gibi kar yığınının üstü-ne attı. Allahtan kar yumuşaktı. Yığının öbür tara-fına düştü.
Hayriye ağzı açık, şaştı kaldı. İçi parçalandı. Telaşla çocuğu kaptı…
Anne kalbi cennetten gelmişti. Ondaki mer-hamet ve şefkat başka kimde olabilirdi?
Coşo avlu kapısını açtı, kendini dışarı attı. Coşonun gök gürültüsü gibi yüksek sesini, isteği-ni kim duyacaktı? Aşağı, Dragoman camisine doğru yürüdü.
***
Yağmur yağıyor. Bu kış Prizrenin yağmuru bol. Sular bildik gürültüsünü çıkararak akıyor. Seller bayırlarda yarıklar açmakta. Kuşlar yağ-murdan eğilmiş yaprakların altına gizlenmiş. Bu hava kuşları da küskünleştirmiş. Kulakları düş-müş köpekler duvar diplerinde, sırılsıklam. Bistrisa bulanık. Gökte kara bulutlar, sokaklarda çamur.
Kışın hayat evlerde devam ediyordu. Bu çok eskilerden beri böyleydi. Akşamları komşular bir-birine gidiyor kahveler içiyor dertleşiyordu. Genç
ler evlerde toplanıyor sabahlara kadar muhabbet-ler ediyor oyunlar oynuyordu.
Ilık hava yakın. Prizren içleri ısıtan güneşi bekliyor. Evlerinde kısmış, canları sıkkın insanlar, baharı bekliyor.
Dağların gün ışığını zor alan, ıssız, sessiz içerlek yerlerinde eriyen kar kristalleşmiş cam ol-muştu, altından berrak su akmakta. Dalların üs-tünde rüzgârın üfleyemediği ince kar durmakta. Kalan karların üstünde yürüyen serçelerin narin ayaklarının oluşturduğu izler silinmekte. Güneş gümüşiye dönmüş bulutlar arasından nur yüzünü gösteriyor, ısıtıyor Daha vakit var, az bekleyin der gibi tekrar bulutların arasına giriyor kaybolu-yor.
Bulutlar geceleyin rüzgârın etkisiyle burgaç-lar halinde doruklara dokunarak kıvrılıp bükülü-yor, ayın kendini gösterip kasabayı okşamasına, evin pencerelerine değmesine izin vermiyordu.
Sonra bir öğlen güneş çıktı. Ertesi günde. Hava mavi ve bulutsuzdu. Güneş ısıtıyordu. Gü-zeldi. Herkes dışarıdaydı. Güzel havaya çocuklar çok sevindiler. Akşama kadar bağrıştılar çağrıştı-lar, oynadılar.
95


***
Fehim İbrahim, sabah serinliğinde gelir; tar-lasında dolanır; toprağın sıcak ruhu içine dolar, huzur bulurdu. Hazin kalmış bağına kavuşmuştu. Tarlası başkalarının tarlasına benzemezdi. Toprağı verimliydi. Bitkin görünmüyordu. Adam diksen olurdu bu toprakta. Toprağın ruhu vardı. Bağı cennet bağlarındandı. Bağında kırmızı, beyaz ve siyah renk üzüm yetişirdi. İri taneli çekirdekli üzümlerdi. Bir salkımı kokudan zor yenirdi. Misk-i amber kokardı.
Bistrisanın kenarında uzanan geniş tarlasın-da çalışmaya başladı. Irgatlarla birlikte tarlanın toprağını tarlanın dört kenarına tepeleme yığdılar, geceden Bistrisanın çamurlu suyunu bir kanal açarak tarlaya doldurdular. Kenarları yükseltilmiş olan tarlanın içinde havuz gibi biriken su sabaha kadar duruluyor, süsülüyor içindekiler toprağa çöküyordu. Bunu bir kaç kez yaptırdı. Sonunda kenarlara yığılan toprağı tarlaya devirdi. Derenin getirdiği killi toprak ile harman yaptı, karıştırdı. Tarla daha verimli olacaktı. Bu arada yüz atmış dört araba gübre toplattırdı. Bu gübreyi de tarlaya döktürdü. Gübre ile derenin killi toprağı karışınca
tarla coştu bire on vermeye başladı. Tarla daha verimli oldu.
Hayat hareketti. Ve insan ayrı ayrı tavırlar içinde yuvarlanıyordu. Bu topraklarda hayat yek-nesak gitmiyordu. Fehim İbrahimde hiç durmu-yor sürekli çalışıyordu. Ona gün yetmiyordu. Güneş batmasaydı da şu işi de bitirseydim! di-yor; mide ağrılarına aldırmıyordu. Çalışarak za-man çabuk geçiyordu.
Tarlaya, ne bulursa ekti. Bir kısmına buğday ve arpa bir kısmına lahana, kumpir, kırmızı patlı-can(domates) etli biber; daha büyük bir kısmına karpuz ve kavun, bir kısmını da meyve ağaçlarıyla doldurdu. Erik, armut, elma. Elma yeşildi. Sert sulu kütür kütür elmalar.
Su bol. Allah vermişti. Sabah akşam ırgatlar suluyordu. Bağıda çok güzel olmuştu. Bağın kena-rında saatlerce oturduğu olurdu. Bu oturma ve seyir ona lezzet verirdi.
Bir gün Coşo ziyaretine geldi. Coşoyu uzak-tan görünce:
-   Sen misin be? Az kalsın tanıyamayacak-tım.
Doğruldu. Yüzünde acı vardı.
Coşo:
- Ne o hastamısın?
Fehim İbrahim cevap vermedi. Birlikte asma çardağın altına oturdular.
F. İbrahim:
Coşo buğdayı, arpayı biçmek lazım. Irgat bulurmusun?
Bulurum. Bende saman alırım hayvanlara.
Saatlerce oturdular, muhabbet ettiler. Dert-leştiler. Fehim İbrahim mahpushane günlerini an-lattı.
Gün geldi harman döşenmişti. İki öküz ko-şulmuştu. Dönmeğe başlamışlardı. Tepelere güneş vurmuş, ışık harmana kadar inmişti. Sıcakta uy-gundu. Saplar ancak bu sıcakta saman olurdu. Irgatlar dirgen aldılar aktarmaya başladılar. Hava ısınmış, buğday sapları çatırdamağa başlamıştı. Sarı öküzün başı biraz daha öndeydi. Öküzler borç alınmıştı. Mahsul kalktıktan sonra ödenecek-ti. “Nasıl ödenirdi? Allah biliyo. Bu kadar didin-meye ne olurdu? Vergi memurları buğdayın yarı-dan fazlasını alacaktı nasıl olsa. Gelmeleri yakın-dır” diye aklından geçirdi.
Fehim İbrahim susamıştı. Toprak testiyi ba-şına kaldırdı, kana kana su içti.
***
Fehim İbrahim gezdiği yerlerden, sevdikle-rinden, dostlarından uzakta yalnızlık içindeydi. Kalabalıklar içinde dahi yalnız hissediyordu ken-dini. Çaresizlik sarmıştı dört bir yanını. Kendi ka-ranlığına dalardı. Akşamları evinin çiçeklerle be-zeli bahçesinde oturduğunda karanlığa biraz ışık düşer, rahatlardı.
***
Cuma gecesi, Fehim İbrahim kendini kötü hissetmeye başladı. Evin içinde geziniyor, Kur-anı da elinden bırakmıyor… Arada oturuyor, ku-ran okuyor…
Saat iki buçuk olmuştu.
- Naciye çocuklara banyo yaptır.
Reşat askere gitmişti; üç çocuk, Nimet Ah-met ve Seher sırayla banyoya girdi. Seher sekiz yaşındaydı annesi yıkadı.
Fehim İbrahim yatakta oturuyor. Elinde ku-ran. Çocuklar yıkandıktan sonra,
- Naciye sende kuranı al.
Okumaya başladılar… Sabaha karşı,
- Ahmet çok çabuk Raifi (bacanağı) çağır.
Oğlu Samide gelsin. Çocuklar sakın
korkmayın, bağırmayın.
Çocuklarını sırasıyla öptü.
Ahmet, Raifi ve Samiyi alıp gelmişti. Eve önce Ahmet girdi.
Raif:
Ahmet Efendi sabah sabah ne bu telaş. Bizden sağlamsın.
Sizi sabah sabah telaşlandırdım. Benim vaktim kalmadı. Helalleşmeğe çağırdım. Raif sende şuraya otur.
Raif ve diğerleri birlikte kuran okumaya baş-ladılar. Bu okuma on beş dakika sürdü.
Saat altıyı beş geçiyordu. Güneş odayı aydın-latmıştı. Kuranı kapattı. Yavaşça, odadakilerin duyabileceği sessizlikte;
-   Naciye, Raif, Nimet, Ahmet, Seher hakkı-nızı helal edin. Telaşlanmayın.
Her bir ağızdan kelimeyi şahadet çektiler. Bu üç kere tekrar edildi.
Fehim İbrahim: Ya Hak Ya Hak Ya Hak de-di. Uzandı. Ruhunu teslim etti.
Asker Reşat ancak yedi gün sonra gelebildi.
101


3. BÖLÜM
Coşo, gün ağarmadan kalkıyor, Dorinin süs-lü meşin takımını bağlıyor, arabaya koşuyor tarla-nın yolunu tutuyordu. Güneş doğarken, sınırları-nın kimin tarafından ne zaman çizildiği bilinme-yen, taş duvarlarla çevrilmiş tarlaların arasında yol almak hoşuna giderdi.
Ağaç yapraklarına, açmış çiçeklere değerek gelen rüzgârın getirdiği kokuyu içine dolduru-yordu. Bu yol almalarında onun için bir sürur vardı. Çoğu zaman çocuklarda gelirdi. Öğlene doğru gelirler azıkta getirirlerdi. Faridin büyük olduğu için çok işte Coşoya yardım eder işleri biti-rirdi. Muharrem boş durmaz Ferit ortalarda dola-şır Güldane ve Hado ağaç altında otururdu.
Bu sene çavdar ekmişlerdi. Çavdar Sırpların yoğun yaşadığı yerlerde para ediyordu. Sapların-dan çanta ve şapka yaparlardı.
Bu topraklarda insan aç kalmaz. Toprak in-sanların istediklerini bilir, cevapsız bırakmaz. Metohiya ovasının (Prizren, Jakova, İpek ) bere-ketli bir yer olduğunu dünya alem bilir. Burada bereket vardı.
Coşonun otluk hanesi doluydu. Fehim İbra-himden aldığı samanlar daha bitmemiş üstüne koymuştu. Hayvanların otu çok, kışın rahat ede-ceklerdi.
Suda boldu. Su, gökten yağan yağmurdan fazla çıkardı topraktan.
Coşo hiç durmadan çalışıyor, bunun nedeni-ni kendide bilmiyordu. Sanki toprağı onu çağırı-yor. Dün beraber oldu toprağını bugün özlüyor-du. Toprağı onu yoruyor bir o kadar mutlu edi-yordu. Akşam başını yastığa koyduğunda, topra-ğın kokusunu da duyardı. Bu koku onu nikbin eder, uykuya gark ederdi.
***
Evde nüfus artmıştı. Artık evde altı nüfus vardı. Alaydin de(Alaettin) ekmek bekliyordu. Alaydin doğduğunda on gün isim koyamamışlar-dı. Bir sabah Muharrem kireç boyalı duvarı çivi ile eşelerken Bunun adı Alaydin olsun demiş. Adı öyle kalmıştı.
Alaydin, kıvırcık sarı saçlı, yeşil gözlü, çatık kaşlı, her çocuk gibi sevimliydi. Büyümeye dur-muştu ama bacakları yamuktu. İki yaşına geldiği halde bacakları düzelmedi. Doktor;  Kumpir kay-natın verin bol bol yesin deyince eve çuvalla kumpir alındı.
Sağlıklı çocuktu. Üç yaşında koca ineği su-lamaya yukarı sokak çeşmesine götürür. İneğin yalaktan su içişini bekler, onun arkasından eve dönerdi.
Diğer çocuklarında zamanı gelmişti. Muharemin Feritin Memetin sünneti, hayatları-nın bu hüzünlü günlerinde biraz huzur ve neşe verdi. Sokağın birkaç ev yukarısındaki komşu Ko-nak hazırlanmıştı. Erkekler orda eğlenecekti. Coşonun evi süslendi, çocukların yatacağı odanın duvarına, üzerinde Kâbe resmi olan duvar halısı
asıldı. Hangi sandıktan çıktığını salt Hayriye bili-yordu.
Üç çocuğa üç gün eğlence yapıldı.
Çorbalar, etli yemekler, köfteler çeşit çeşit börekler yapıldı. Koca tepsi kırk kat baklavalar mahallenin yaşlı ustalarına yaptırıldı. Tüm kom-şular yardım ediyordu. Sünnet düğününe Müs-lüman olmayan tanıdıklarda çağrılmıştı.
Hava üç gün masmavi ve bulutsuzdu. Ko-nakta üç gece boyunca sürmüştü eğlenceler. Çalgı-lar çalındı, türküler söylendi, alaylar çekildi. Öğ-len güneşine kadar uyuyanlar oldu.
Kadınlarda hiç durmadı. Dayre( def) çaldı türküler söyledi.
Oğlan oğlan boynuma dolan Kolum sana yastık saçlarım yorgan Ne güzel oğlan hovarda çoban
Oğlan oğlan boynuma dolan Kolum sana yastık saçlarım yorgan Amanın oğlan ne güzel çoban
Oğlanın elinde lüver belinde
Oğlan çıkmış tepeye şepke elinde
Amanın oğlan ne güzel çoban
Oğlana yaptırdım fildişi tarak Tara kâküllerini bir yana bırak Amanın oğlan ne güzel çoban
Oğlan oğlan kalk gidelim İdareyi feneri yak gidelim Amanın oğlan ne güzel çoban
Üç günün sonunda Kuranlar okundu eğlen-ceye son verildi. Burası Kurilaydı. Belacısı çoktu. Gürültü patırtısı eksik olmazdı. Şükür sünnet dü-ğünü iyi geçti. Erik veya üzüm rakısı içenlerde olmuştu ama kimse kavga çıkarmamıştı.
***
Prizrende silah aramaları tek tük de olsa oluyordu. Coşo güvercin seven komünist parti
mensubu arkadaşları sayesinde pek baskı görme-di. Nesi vardı ki? Zengin olsa hali yamandı. Prizrenin zengin kimseleri; partizanların geldiği günden beri eriyip bitmiş, çökmüştü. Yürümele-rinden besbelliydi. Oysa iki kardeş didinip duru-yordu. Sinan Mera tarlaya veya bağa gidiyor, Coşo at arabasıyla yük taşıyordu.
Bir gün Hoca mahalleden haber geldi. Güldaneyi istemeye geleceklermiş. Daha on seki-zine yeni basmıştı. Güldane nadir kır çiçeğiydi. İnce billur boynu, al al yanakları vardı. Gelişmiş serpilmişti. Özleyişleri vardı.
Hayriye çok ağladı. Evladı gibiydi. Canı gi-diyordu. Gelin olarak sokak kapısından çıkışında gözyaşları yağmur oldu.
Güldanenin saçları soldan sağa doğru ay-rılmış, dalgalı, önde biraz perçem arkada saçlar topuz yapılmış üstüne yapma çiçek takılmış. Zü-lüfler ısıtılmış maşayla halka halka. Boynunda zar zor saklanmış beşi birlikten arda kalan kurdeleye dizili üç tane lira. Bir de inci gerdanlık. Beşgen yakalı parlak kumaştan dikilmiş boydan elbise, sağ bileğinde tek bilezik parmağında taşlı yüzük. Ayakkabıları önden açık az topuklu. Dudaklarına kırmızı boya sürülmüş. Ürkek. Heyecanlı olduğu gözlerinden belli oluyor. Kocası olacak Şabannın
ise: Önden iki düğmeli, kapaklı yan cepli buruşuk gri bej bir ceketi, içinde beyaz gömleği, aynı renk pantolonu ile takımı tamamlayan boyalı deri ayakkabısı, sol kolunda Omikron marka saati.
Bu zamanda evlenmek meseleydi. Komşu-dan ödünç yatak yorgan alıp evlenen kimseler vardı. Ev kurmak zordu. Oğlan evine gelin gidi-lirdi. Güldane için ödünç bir şeyler alınmamıştı. Şaban çalışkandı. Temiz çehreli, sarı kafalı, inatçı bir Arnavuttu.
***
Hayriye her zaman olduğu gibi ezanla kalktı, ineğin yanına indi. Hayvanın başını okşadı, elleri-nin arasına aldı ona güzel sözler söyledi. İneği son kez seviyordu. Salhaneye satılacaktı. Memelerini yıkadı, sağacaktı.
Coşoda kalkmış ahıra inmişti. Gece gördüğü rüyayı anlatmaya başladı.
-   Güz mevsiminde, kuşluk vaktinde, yük-sek bir yerden denize bakıyorum… Hü-zünlendim. Etrafıma baktım. Çocuklar ko
şuyordu sende uzaktan bize el ederek ça-ğırıyordun. Deniz aniden dalgalandı sular üstüme geliyordu. Uyandım, bilemedim, hayırlısı
Hayriye de: Allah hayırlara çıkarsın dedi.
Kovayı memenin altına koydu. Memelerini parmaklarının arasında sıkarak sağmaya başladı. Kova köpüklenen sütle doldu.
Coşo evden çıktı kahvehaneye gitti. Can dos-tu Etuş Tada ordaydı. Altına bir sandalye çekti masanın kenarına ilişti. İki acı kahve söyledi.
Günün aydın olsun Etuş Tada.
Sağ ol, seninde.
Ne yapıyon?
Ne yapıcam, hiç, yabancı bayrağın altında yaşanmaz.
İyi de Etuş Tada ne yapalım?
Bu adamlar bunu bilerek yapıyor. Bizi bi-tirmek istiyorlar ki buralardan kaçalım… Hapisten salıverdikleri adamları başımıza polis yaptılar. Hayatında silah görmemiş insanları gecenin bir vakti evlerinden alı
yorlar Silahını getir, silahın nerde? baha-nesiyle dövüyorlar, işkence ediyorlar.
Coşo dinliyordu. Ne yapması gerektiğine ka-rar vermeye çalışıyordu. Kahvelerini yudumladı-lar. Ortalık tam aydınlana dek oturdular. Kalkar-ken, Coşo: Nüfus sayımı olucak diyorlar. Yapar-larsa ben Türk yazdırıcam.
Etuş tada: Çok insan yazdırıcak.
Kahveden çıktılar evlerine doğru yürüdüler.
Buralarda Türk dendiğinde Müslüman anla-şılırdı. Bazı Arnavutlar da sorulduğunda Arna-vutça: Elhamdülillah müslümanım yerine elham-dülillah Türküm derdi.
***
İnsanlar hayatta yol almak zorunda. Tırtıl kozanın içinde çok kalmaz, kalırsa ölür gider. Zamanı gelince çıkar, kelebek olur uçar gider. Coşo Türkiye hayalleri kuruyordu. Buralardan uçup gitmeyi hayal ederdi. Kendini en özgür his-settiği vakitler hayalleriyle baş başa kaldığında
oluyordu. Hayallerine hiçbir kuvvet engel koya-mıyordu. Kafasındaki düşünceler kara bulutlar gibiydi. Bu bulutların şimşeğinin ışığı, hayalleriy-di, karanlığı yırtıp parçalıyordu.
Coşoya bir şeyler oluyordu. Hiçbir yere sı-ğamıyordu. Sıkılıyordu. Gitmek istiyordu. Soyu sopu buradaydı, bu toprak onundu. Ama komü-nistler gelmişti. Bu güzel yurtta özgürce yaşayan insanları esir ettiler… Bozdular. Mahvettiler.
Bu toprağın insanı, buraların yapancısı ol-muştu sanki Prizren de Coşo gibi dertliydi, yor-gundu. Güneş isteksiz doğuyor, akşamın olmasını tenbelce bekliyor, dağların ardına saklanmak isti-yordu. Prizren merhametsiz, akıbetsiz olmuştu.
Üstünde bir ağırlık hissetti. Ama hepsine baskın çıkan Türkiyaya gitme düşüncesi vardı. Atadan kalma bu ev kolay kolay bırakılabilinir miydi? İlerde dizlerini döver miydi?
Ömrünün sonuna kadar abisinin, akrabaları-nın, dostlarının yanında olamayacağını bütün kal-biyle duyuyordu. Yalnız bir iki dostunu kaybet-miyordu, tüm geçmişini burada bırakıyordu.
İnsan ömrü kara günsüz olmaz. Kara günle-rin başladığı bu yerden gitmek, güvenli yaşayaca-ğı, emin olacağı, çocuklarını rahatlıkla büyüteceği
bir yer istiyordu. Emin olmak hoş bir şeydi. Eğer giderse gittiği yerde yeni yaşamlar sümbül vere-cekti.
***
Nüfus sayımı eski pazar (Pazar günü) yapı-lacaktı. Hayriyenin fikrini soran yoktu. Coşo ka-rarını vermişti, kesin Türk yazdıracaktı.
Sayımda Coşo Türk dedi de Sinan Mera Ar-navut yazdırdı. Aynı anne babadan olan iki kar-deşten biri Türktü diğeri Arnavut.
***
Hudut kapıları açılmıştı, isteyen gidebilecek-ti. Göç serbesti artık. Buradan kaçar gibi gidecek olanlar vardı.
Her şeyleri; ne var ne yok, her şeyi topladı-lar. Ellere ilk gidişleriydi. Ne bileceklerdi, gittikle
ri yerde her şeyin olabileceğini. Kavanozlara bas-tıkları otlu peynirler, bir sandıktı. Kavanozları özenle yerleştirmişlerdi. Kerevet, yataklar, yor-ganlar, içi saman dolu yastıklar, çiçekli sırlı tence-reler mecbur alınacaktı. En mecbur olan güvercin-lerdi. Güvercinlerde Türkiyaya gidecekti. Coşoya kalsa Doriyi de yanında götürürdü.
Güvercinlere özel kafes yaptı. Cins olanları götürecekti. Onların yemi suyu vardı. Nasıl ola-caktı? Coşo her şeyden çok güvercinlerini düşü-nüyordu.
Çok insan göç edecekti buralardan. Mal mülkte para etmiyordu. Satış fiyatından çok, porez (vergi) alıyordu devlet.
Bazıları toprağını aldığı kimsenin parasını sonradan Türkiyaya gönderecekti. Tevfik, Mer-mercinin tarlasını böyle almıştı. Zahire tüccarı Mermerci, İstanbula yerleşmek istiyordu. İstan-bula gelenlerle paramı gönderin dedi.
Güvendiği Tevfike sattı.
Coşo evini abisine bırakıyordu. Hayriyenin babadan kalma evinde, beş kız bir erkek altı evladı olan kız kardeşi Fatime oturuyordu.



Coşonun gitmesini istemeyen komşuları da yok değildi. Kıtlık zamanlarında ekmeğini paylaş-tığı komşusu gitmesine üzülüyordu. Gitmemele-rini çok söyledi. Her şey düzelir, gitmeyin diye yalvarıyordu.
Muharremde hastalanmıştı. Doktor, başı dâhil yarı beline kadar hiç kımıldamadan yataca-ğı, vücudunun yarısını içine alan alçı yapmıştı. Altı ay yatacaktı. Sadece hela ihtiyacı için kalkı-yordu. Belini çeviremiyor, boynunu oynatamıyor-du. Göz bebeklerini oynattığında bile dehşetli ağ-rıları oluyordu. Bu telaşta Hayriye bakımını ak-satmıyor, nemli bezlerle vücudunu temizliyor Al-lah ne verdi beslemeye çalışıyordu. Oğlunun has-talığına üzülüyordu.
Coşo ise gerekli kâğıtları hazırlamaya çalışı-yordu. Güvercinlerin izin belgeleri çok uğraştırı-yordu. Sağlıklı güvercinleri seçmek zorundaydı. Para da yoktu. Ne yapıyor ne ediyor hallediyordu. Pasaport ve diğer evrakları güvercin arkadaşı Sırp memur yapmıştı.
Coşo gözü karartmıştı. Ne olursa olsun Türkiyaya gitmeliydi. Bu sıkıntıların sonu iyi olur diye düşünüyordu.
115

Sevdiklerine gülücükler atsa da; sevdiklerin-den ayrılacak olması içini buruklaştırmıştı.
Eşyalar yüklendi. Hayriye tahta kaplı yerde uyuyup kalan en ufak oğlu Alaydini Hadi kalk Üsküpe gidiyoruz diyerek uyandırdı.
***
Güldane ve Hado bir haftadır ağlıyordu. Coşo sert adamdı, gözyaşlarını gören olmamıştı. Hayriye içten içten ağlıyor ruhunda fırtınalar ko-puyordu.
Tüm kasaba uğurlama gelmişti. Muharrem, o hasta haliyle arabaya bindi, zor duruyordu…
Kalblerde, erişilmez dağlar kadar büyük acı vardı. Arkada yaşlı gözler ve sallanan eller kaldı… Üsküpe geldiler. Faridinde Üsküpe kadar gel-mişti. Hayriye ve çocukların trene yerleşmesine yardım etti. Coşo ortalarda görünmüyordu. Son anda yetişti. Güvercinlerinin havasız kalmasını önlemek için uğraşmış kavga dövüş yerleştirmişti.
Tren hareket etti. Az gittikten sonra durdu. Güvercinlerle birlikte hepsini trenden indirdiler. Kavgadan ötürü problem olmuştu. Sağlık raporla-rı kuş adedine göre de eksikti. Coşo bir o yana bir bu yana koşturuyordu. Sonunda başardı. Yirmi dört saat garda bekledikten sonra yeni gelen trene bindiler. Faridin gitmekle kalmak arasındaydı. Hüzün doluydu. Gözyaşları sel olmuştu. Kara trenin dumanı kayboluncaya kadar kala kaldı. Yüreğine dert olmuştu. Garip kalmıştı.
Kara tren hazindi. Salt insan taşımıyordu. Hüzün ve hasrette götürüyordu. Bu insanların gurbetleri sıla olacaktı.
Hayriye bol bol pite (börek) yapmıştı. Pey-nirleri vardı. Çocukların dışında pek yiyen yoktu.
Edirneye vardılar… Biletler buraya kadar-mış. Coşoda anlamadı. Tekrar para ödedi. Çoşo parasını saydı verdi. Gişe memuru parayı sayar-ken on lira aşağıya attı. para eksik  dedi.
Çoşo gördüğü halde bir şey söyleyemedi. Şa-şırmıştı… Tren fazla durmadı… İstanbula gel-mek onu heyecandırıyordu. Büyük şehri ilk göre-cekti. Ve kara tren Sirkeci garına vardı… İstan-bula gelmişlerdi…
Üç gün Sirkecide kaldılar. Arada Sirkeciden Eminönüne yürür deniz havası alırdı…
Serin bir meltem rüzgârı esiyordu. Eminönü kalabalıktı. Kalabalığın sesleri suların şıpırtısıyla karışıyor, kulağına Geldin işte. Haydi, git Türkiyanın keyfine bak; istediğine kavuştun. Al-lah seninle beraber olsun! Bahtiyar ol diyordu.
Muharremle Eminönünde ki teknelerden ekmek arası balık aldılar. Son parasını da burada harcadı. Sirkeciden Zeytinburnunda ki macirhaneye götürdüler. Bir hafta misafir ettiler.
Alaydin burada kızamık çıkardı, çok ateş-lendi. Macirhane doktoru ilaç verdi. Üç gün içinde iyileşmişti.
Coşo, İzmire gidecekti. Parada bitmişti. Ya-nında getirdiği dövülmüş kahveyi sattı. Vapur biletlerini aldı.
İlk denizi gördüler. İlk deniz yolculuğu ya-pacaklardı. Türkiyada gece bile başkaydı. Yıldız-lar başka görünüyordu. Yolculukta memleketini düşündü oraları hayal etti. Prizrenin kesme taş döşeli dar sokaklarında at arabasıyla dolaşmasını, Kırık camide minbere çıkışını, Bülbül deresinin hazin şırıltılarını Bu hayaller kalbine ferahlık verdi. İçine ılık duyguların dolduğunu hissetti…
Prizren ondan uzak değildi… Denizden ise firkatli bir rüzgar esiyordu… Nedense memleke-tine tekrar dönmek aklından geçmiyordu.
Vapur İzmir limanına girerken; yağmur çise-liyordu, yağmur kısa sürdü. Yağmur, Coşo ailesi-ne hoş geldiniz demişti.
***
Gidilecek yer belliydi. Coşo, adresi Prizrende almıştı. Türkiyeye gelmesini kolaylaş-tıran, bakacağına garanti veren, bunun için gerekli evrakları hazırlayan marangoz Nuri Mataracının, Kestellide bulunan dükkânının üst katına yerleş-tiler. İki göz odaydı. Nuri Mataracı, daha önce göç eden memleketlisiydi. Oradan gelenlere yardımcı oluyordu.
Büyük oğlu Muharrem, marangoz dükkânın da çalışacaktı. Kendi de bir iş bulacaktı. Coşonun ilk düşündüğü; ev kiralayıp, oraya yerleşmekti… Eşyalar da kara trenle anca gelirdi…
Bir çorbacıda bulaşıkçı oldu. Kısa zaman sonra Mezarlıkbaşı mahallesinde, aile evinin bir
odasını kiraladı. Odanın önü bahçeydi. Güvercin-lerine yer hazırdı.
Bundan sonra altı nüfus yeni yaşamlarına burada devam edecekti…
Mehmet, ufak olmasına rağmen marangoz-hanede yardım ediyordu. Ferit, Prizrende ilkoku-lu bitirecek gibiydi, burada ise beş yıllık olan ilko-kula, dördüncü sınıftan kabul edildi.
Hayriye, en küçük oğlu Alaydinle (Alaettin) evde bir şekilde vakit geçiriyor; hiç görmediği, birçok ailenin yaşadığı aile evine alışmaya çalışı-yordu… İlk kez gördüğü; banyosu, çeşmesi, helâ-sı, çamaşırhanesi ortak kullanılan; derme çatma yapılmış, her odasında bir ailenin oturduğu bu aile evine ne kadar alışabilirdi?
***
Şubat 1958 de yayınlanan Resmi Gazete, Başbakan Adnan Menderes ve tüm bakanların imzasıyla Türk vatandaşlığına kabul edildiklerini yazdı…

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Sofya Tolstoy Anıları. ( Tam metin)

Son Durak - Tolstoy'un Son Yılı,,- tam metin, sesli okunuşunu YouTube' tan dinleyenilirsimiz-

BİR İZDİVACIN ROMANI Lev Nikolayeviç TOLSTOY Osmanlıcadan Latinize Eden Alaettin Coşkun İZMİR (Tam Metin) 2018Bir İki SözYalnız Rusya'nın değil bütün cihan insaniyetinin en büyük edip filozofu olan ''Tolstoy'' un sevk-i tesadüfle elime geçen psikolojik bir hikâyesini 1319'da Rus-Japon Harbi esnasında ''Bir İzdivacın Romanı'' unvanıyla Fransızcadan tercüme etmiştim. Hikmetli edebiyatçının ruhi hislerden bahseden romanlarında da ne derin, ne şayan-ı hayret bir tasvir ve tahlil gücü mevcud bulunduğu bu hikâyeden tamamen anlaşılabilir. Şimdi içinde bulunduğumuz şu nazik ve çok ihtiyaçlı yenilik devrinin ince, hissi, âşıkane eserlerden ziyade ciddi, sosyal, fikri, edebi eserlere muhtaç bulunduğunu idrak etmeyenlerden değilim… Fakat vaktiyle tercüme için harcadığım emeğin heba olmasına gönlümün bir türlü razı olmaması ve aynı zamanda eserin Tolstoy gibi bir düşünür aklın hislerinin ürünü bulunması basım ve yayım etmekliğime sebebiyet vermiştir.Tolstoy'un ve diğer büyük Avrupa edebiyatçı ve düşünürlerinin milleti, gençleri aydınlatacak büyük teliflerinin dilimize nakliyle cidden fakir olan irfan kütüphanemizin zenginleştirilmesi hususu ise gerçekten muktedir ve üstad mütercimlerimize ait bir sosyal vazifedir.12 Eylül 1326 Raif Necdet Bir İzdivacın Romanı-Lein Tolstoy- Annem sonbaharda vefat etmişti… Bu sene kışı köydeki yazlığımızda geçirmek için yapyalnız kalmıştık… Derin bir ümitsizlik ve matem içinde bulunuyorduk… Sevgili annemin veda etmesiyle artık yanımda -pek sevdiğim- iki vücut kalmış oluyordu: Katya, Sotya… Katya bakıcımız idi… O bizi şefkatli bir sütanne gibi eğitmiş ve terbiye etmişti. Geçmiş hatıralarım; küçüklüğümden beri bütün kalbimle sevdiğim bu bakıcımı ailemizin vefakâr bir dostu sıfatıyla hürmet gözümün önünde tekrar canlandırıyor… Sotya da küçük kız kardeşim idi. Of… O sene '' Pokrovsko''daki yazlığımızda ne kadar karanlık ve soğuk, ne kadar ümitsiz ve sıkıntılı olan bir kış geçirdik! Kar öyle bir çoklukla yağıyordu ki hiddet ve şiddetle esen rüzgârın yığdığı kümeler birer mini beyaz dağ şeklinde pencerelerimizin yüksekliğini geçiyor, kar etkisi ve soğukla donan camlar saydam bir levha halini alıyordu. Bütün bir kış müddetini uzlet ve inziva köşesinde geçirdik… Bir defa bile dışarıya çıkmadık… Sanki hayatla bağlantı ve temasımız kesilmişti… Pek uzun aralıklarla bizi ziyarete gelen dostlarımız ise derin bir ümitsizlik ve sıkıntı altında bulunan evimize hayat ve neşe serpemiyorlardı… Gayet hafif ve çekingen seslerle konuşan misafirlerimizin hüzünlü yüzlerinde sanki birisini uyandırmak ihtimali korkusundan sebep bir tereddüd ve endişe rengi hissediliyordu… Bunların hiç güldükleri görülmezdi. Bilakis, bana bakmakla üzüntüyü anlamayı başaramayan bütün bu misafirler küçük kardeşim Sotya'yı görür görmez hemen gözyaşlarının akmasına izin verirlerdi. Annemin odası kapalıydı… Odama girmek için burdan geçtiğim zaman -bu ıssız, bu soğuk odada geçen şeyleri bizzat görmek maksadıyla- kapıyı açmak için korku hissiyle karışık karşı konmaz bir arzuya kapılırdım. Ben o vakit on yedi yaşındaydım… Annem vefatından önce bu kışı şehirde geçireceğimizi kararlaştırmıştı… Beni şehrin gürültülü hayatına alıştıracak, en kibar kadın toplanma yerlerine götürecekti… Annemin ölümünü hatırlamam beni aşırı derecede etkiliyor ve üzüyordu… Bununla beraber bütün bu üzüntüler ve acılar arasında genç ve güzel olduğumu – güzelliğimi herkes dillendirdiği için bundan emindim – buna rağmen köyde bütün bir kışı rahatsız edici bir katı yalnızlık içinde geçirmeye mecbur kaldığımı derin bir bıkkınlık ile düşünmeyi de unutmuyordum. Daha şimdiden bu yalnızlık köşesi benim için tahammülsüz olmaya başlamıştı. Can sıkıntısı beni tahrib ediyordu. Ne odamdan çıkmaya muvaffak oluyor, ne piyano çalıyor, ne de kitap okuyabiliyordum… Bakıcım Katya ile eğlenmemi, sürekli ve tatlı meşguliyetlerle vakit geçirmemi istiyor, bu konuda beni teşvik ve tergipten geri kalmıyordu. Bakıcımın zorlamalarına karşı bir gün kendisine kesin bir şekilde cevap verdim; << Hiçbir şey yapmaya gücüm yok! >> Bundan sonra kalbimin derinliklerinde bir soru titredi: - Hayatta benim için artık neyin önemi olabilir? Bundan sonra okumanın, müziğin, nakşın ne önemi var? Gençlik hayatımın en güzide seneleri böyle sıkıcı bir uzlet dairesi içinde yok ve perişan olduktan sonra… Yaşamak için insanın kuvvet ve cesaretini kıran bu soruya karşı ancak bir cevap bulabilirdim: gözyaşları… Benim için diyorlar ki: zayıflıyormuşum, değişiyormuşum… Fakat bence bunların ne önemi var? Artık kimin hoşuna gideceğim? Bana öyle geliyordu ki bütün hayatım bir katı inziva içinde sönüp mahvolacak… Usandırıcı bir can sıkıntısına bağlı bu uzlet hayatından, bu his durgunluğundan kurtulmak, silkinmek için kendimde naçiz bir kuvvet ve metanet bile hissedemiyorum… Kışın sonuna doğru sağlığımdan endişeli olmaya başlayan Katya, her türlü ihtimal ve engellere rağmen yabancı şehirlere seyahat etmemi ısrarla tavsiye etti… Fakat bu seyahati yapabilmek için paraya muhtaç idik. Annemin servet namına bir şey bırakıp bırakmadığını bilmiyorduk. Her gün vasimizin ulaşmasını bekliyorduk. O gelecek ve bütün işlerimizi düzenleyecekti. En sonunda martta geldi. Büyük bir hayat boşluğu içinde, duygusuz ve düşüncesiz, başıboş ve tembel, bir heyula gibi odadan odaya dolaştığım bir gün Katya aşırı sevinçle bana bağırıyordu: - Müjde… Müjde… Çok şükür… Mikaloviç gelmiş. Hal-i hazır durumumuza dair bilgi taleb eylemiş ve akşam yemeğini bizimle beraber yiyeceğine dair haber göndermiş. Haydi, göreyim seni… Benim sevgili "maşa"cığım! Kendini topla. Bakalım o senin için ne fikirde bulunacak. Bizi ne kadar sevdiğini bilirsin pekâlâ… Mikaloviç bizim akrabamızdan ve ölü babamın – sence aralarında pek büyük bir fark olduğu halde – en samimi dostlarından idi. Mikaloviç'in ulaşım haberi beni çok memnun etmişti. Bu memnuniyet hissi kendisinin ulaşmasıyla işlerimizin yoluna konulacağından ve seyahat hayallerimizin bu şekilde kuvveden fiile çıkacağından dolayı olmayıp belki küçüklükten beri kendisi hakkında beslediğim hürmet ve muhabbetten dolayıydı. Katya üzerimden gevşeklik ve tembelliği silkmek için sürekli bana nasihatler veriyor, tanıdığımız insanlar içinde Mikaloviç kadar özellikli ve hürmete şayan bir adamın bulunmadığına beni temin eyliyor, kendisine karşı kayıtsız kalmamaklığımı özel bir önemle tembih ediyordu. Evimizin içinde Katya ve Sotya'dan uşağa varıncaya kadar herkes hakkında bir muhabbet beslerim. Fakat validemin vaktiyle söyleyip de şimdi güçlü etkisi kalbimden silinmeyen bir sözü, Mikaloviç hakkında hissettiğim muhabbete ayrıcalıklı bir özel çekicilik bahşediyordu. Bir gün annem demişti ki: - Maşa, sana Mikaloviç gibi bir eş bulmak isterim. Annemin bu sözü o vakit bana pek garip ve hatta nahoş görünmüştü. Benim eş hayalim büsbütün başka idi. Ben hayalimde ölçülü ve hoş bir endam, narin ve zarif bir vücuda, hüzünlü ve sevdalı bakışlara sahip genç bir eş tasavvur ederdim. Mikaloviç ise bilakis… Bir defa genç değil. Gençlerin en güzide, en canlı, en gösterişli, en coşkun özel dönemini aşmış. Tam anlamıyla kuvvetli ve sağlam vücutlu bir erkek… Eğer zannımda aldanmıyorsam şen ve neşeli bir varlık… Bununla beraber annemin arzusu hayalimi tahrik etmekten boş durmuyordu. Ve şimdi: Altı sene önce, ancak on iki yaşında bulunduğum bir zamanda bana << Benim mini mini menekşeciğim >> diye hitap eden Mikaloviç ile oynarken kendisine ansızın beni eşliğe seçme fikri geldiği anda ne hale düşeceğimi gayet heyecanla kendi kendime sorduğum zamanları, o çocukluğun o mutlu dakikalarını düşünmekten kendimi alıkoyamıyordum. Mikaloviç yemek zamanından biraz öncece gelmişti. Katya her günkü yemek listesine salçalı enginar ile kaymaklı tatlı ilave etmişti. Pencerede Mikaloviç'in kızağını görünceye kadar bekledim. Kızak ön köşesini döner dönmez hemen salona indim. Onu beklediğimi kendisine sezdirmeme kararlılığındaydım. Bununla beraber misafir odasında Mikaloviç'in ayak sesini, tınan sedasını ve kendisini karşılamaya giden Katya'nın aşırı sevinçten doğan coşkulu sesini işittiğim zaman artık salonda duramayarak Mikaloviç'in bulunduğu odaya doğru koştum. Vasimiz bakıcının elini tutuyor ve yüksek sesle güler yüzle konuşuyordu. Benim içeriye girdiğimi görür görmez hemen başka bir duruma geçti. Aşinalık etmeksizin bir müddet bana baktı. Ben bu bakışların ağırlığı altında ezildim. Ve bilinmez nasıl bir hissin sevkiyle kızardım. Mikaloviç kendisine has sade ve doğal bir hal ile: - Nasıl ya Rabb! Olur mu ki bu, siz olasınız… Dedi… Ve şaşkın bir tavırla kollarını açarak bana yaklaştı: - Nasıl? Mümkün mü bu kadar değişesiniz… Ne kadar büyüdünüz, maşallah! Artık siz mini mini bir menekşe değil tamamıyla açılmış bir gülsünüz. Bu esnada elimi geniş avucunun içine alarak güzel fakat öyle şiddetli fakat öyle kuvvetli bir sıkıştırdı ki az kaldı bağıracaktım. Ben elimi öpecek zannıyla kendisine doğru meyletmiştim. Fakat o, sabit ve mutlu bakışlarıyla sanki göz pınarlarımı kucaklamak isteyerek – bir ikinci defa daha – elimi sıkmakla yetindi. Mikaloviç'i on seneden beri görmemiştim. Bu müddet zarfında pek çok değişmiş, yaşlanmış ve rengi esmerleşmişti. Bıraktığı favori tarzındaki çatal sakal ise kendisine hiç yakışmamıştı. Bununla birlikte sade ve kibar tavrını, simasının daima ifade ettiği saflık ve temizlik manasını, çizgileri ve alnından beliren samimiyet ve zarafet nüktesini, bakışlarındaki parlaklık ve baygınlığı, tebessümlerindeki ancak çocuklara özel sıcaklığı korumuştu. O beş dakika içinde gösterdiği samimiyet ile yapmacıklı bir dost olmak sıfatından sıyrılarak ailemiz üyelerine katılmış gibiydi. Hatta onu tekrar görmekten doğan büyük bir sevinçle hizmetine koşturan hizmetçilerimiz bile aynı fikirdeydi. Mikaloviç annemin vefatından sonra bizi ziyarete gelen ve ziyaret sürelerini derin, ölümü hatırlatan bir sıkıcı sessizlik veya acılı bir taşkın ağlamayla doldurarak güya bu şekilde vicdani vazifelerini yerine getirmiş olan dostlarımızın tamamen aksine olarak hareket ediyordu. Daima şevk ve neşe eseri gösteriyor, annemizin vefatına ait hiçbir hüzün ve etkilenme işareti ima etmemek istiyordu. Şu hal öncelikle bana çok garip ve ilgisiz göründü. Daha doğrusunu söylemek gerekirse en yakın akrabamızdan olan bir zatın şu lakayd tavrı beni gücenik bile etti. Fakat sonra anladım ki bu suskunluk ve dikkatli davranma eseri lakaytlıktan değil annemin hatırasına hürmetten dolayıdır. Ve bundan dolayı da annem adına, kendisi hakkında derin bir minnettarlık hissi ile hislendim. Akşamleyin Katya sofrada benim ile kardeşimin arasına – annem hayatta iken de Katya sofrada aynı yeri işgal ederdi – oturarak çayı koydu. İhtiyar hizmetçimiz Krakuvar ölü babamın eski bir piposunu bularak getirdi. Mikaloviç pipo dudaklarının arasında eskiden yaptığı gibi odanın içinde gezinmeye başladı. Birden bire duraksayarak dedi ki: - Bu evin geçirdiği müthiş olayları düşündüğüm zaman… Katya semaver kapağını kapayarak ve boşanmaya hazır gözlerinin hüzünlü ve üzüntülü nazarlarıyla Mikaloviç'e bakarak, bir derin ah ile: - Evet, dedi. Bu sırada Mikaloviç bana sözünü yönlendirdi: - Pederinizi hatırlayabiliyor musunuz? - Hayal meyal… Mikaloviç bu cevabım üzerine güçsüz bir seda, düşünceli ve hüzünlü bir yüz ile: - Pederiniz hayatta olsaydı, dedi onunla ne kadar mesud olacaktınız, bilseniz… Pederinizi ben çok severdim. Bu sözleri söylerken sesi gittikçe titreyerek yavaşlanıyor, gözleri artarak parlıyordu. Bu sırada Katya söze karıştı: - Cenab-ı Hakk kendisini annesinden de mahrum bıraktı. Dedi ve şiddetle cebinden mendilini çıkararak ağlamaya başladı. Mikaloviç yüzünü çevirerek ruhi üzüntü ve acısını gizlemeye çalışarak: - Evet, dedi, bu evin müthiş felaketler gördü. Fakat biraz sonra kardeşime: - Satya, bana oyuncaklarını gösterir misin? Dedi ve Sotya'yı alıp salona gitti. Gözlerim yaş ile doldu, Katya'ya bakıyordum. Bakıcım Mikaloviç için: - Oh! Bu misli bulunmaz bir dost, diyordu. Ve gerçekte benim için yabancı olmaktan başka bir özelliği olmaması lazım gelen bu adamın hakkımızda gösterdiği samimiyet eserleri o kadar derin, o kadar sıcak idi ki kalbimde ılık, okşayıcı bir rüzgârın latif esintisi ve bu mest eden esintinin etkisiyle ruhuma zail olmaz bir saadetin gönül alıcı çisentileri serpildiğini hisseder gibi oluyordum. Şimdi salondan kardeşim Sotya'nın şen ve neşeli kahkahaları ile Mikaloviç'in gülüşünü işitiyorduk. Kendisine bir bardak çay gönderdim. Ve biraz sonra Mikaloviç'in piyanoya oturarak Sotya'nın mini mini parmaklarını beyaz dişler üzerinde hafif darbelerle gezdirterek eğlendirdiğini anladım. Birden: - Mary Alexandrovna… Gel bize bir şey çal, diye bağırdı. Gayet dostane olan şu hitab ve davet tarzı beni çokça hoşnut etti. Hemen kalkıp yanına gittim; Beethoven nota defterini açarak ve Kasyana Fantazya sunatını göstererek: - Bana şunu çalınız, dedi. Ve elinde çay bardağı olduğu halde salonun bir köşesine çekilerek ilave etti: - Bakalım şu aheste ve inleyen parçayı nasıl çalacaksınız. Bilmem nasıl bir hissin sevkiyledir ki böyle samimi bir zatın arzusuna karşı mazeret beyanı etmenin… Şu saf ve iyi yürekli adama resmi bir şekilde davranmanın… İyi bir piyanist olduğumu fırsat bularak çalmaktan imtina göstermenin uygun ve hatta mümkün olmayacağını anladım. Anladım da uysal bir tavırla piyanoya oturarak – mümkün olduğu kadar iyi – çalmağa başladım. Bununla beraber piyanodaki maharet seviyeme ait vereceği hükmün lehimde olacağına şüphe ediyordum. Zira Mikaloviç'in müzik sanatına perestiş ettiğini ve bu harika sanatın tüm incelik ve anlaşılması zor bilgilerine, sır ve gizliliklerine vakıf olduğunu biliyordum. Çaldığım sonatın musiki ahengi tefekkür ve duygularıma uygun idi. Bana pek fena çalmadım gibi geliyordu. Raksan ve tarab-engiz bir hava çalmak istediğim zaman Mikaloviç engel oldu: - Hayır, dedi, canlı ve tarab-engiz havaları iyi çalamayacaksınız. Bırakınız onları. Demin çaldığınız aheste ve inleyen parçada gerçekten başarılı oldunuz. Müziğin ruhunu anlamışsınız. Tebrik ederim… Bu tutarlı övgü ve sitayiş öyle hoşlandırdı ve büyüledi ki kıpkırmızı oldum. Mikaloviç'i babamın en samimi dostu ve hemfikri sıfatıyla görmek ve onunla baş başa, çocukluk zamanımda ettiği çocukça muamelelere, şakalara karşı şimdi ciddi ve vakarlı konuşmak benim için pek yeni ve güzel bir şey oldu. Katya, yatağına yatırmak için Sonya'yı alıp salondan çıkmıştı. Şimdi ben onunla yapyalnız kalmıştım. Bana pederimden bahsediyor, kendisiyle nasıl tanıştığını anlatıyor, ben oyuncaklarla meşgul olacak derecede küçük iken evimizin nasıl bir saadet ve mutluluk yuvası olduğunu izah ediyordu. Ben bütün bunları dinleyerek babamın latif ve muhterem hayalini görüyor ve büsbütün yeni bir hayat yaşıyor gibi oluyordum. İlk defa olmak üzere Mikaloviç'i cana yakın, sade ve iyi yürekli bir adam olmak üzere görüyordum. En fazla sevdiğim şeylere ve kitaplarıma ait sorular soruyor, duygularımın dünyasına uygun bir şekilde bana nasihatler veriyordu. Artık o, benim için şen sevinçli bir arkadaş, benimle şakalaşan ve bana oyuncaklar vererek beni memnun etmeye çalışan şakacı değil belki kendisi için kalbimin derinliklerinde istemeyerek derin ve sıcak bir hürmet ve iyi hislerle bağlandığım sevgili ve ciddi bir adamdı. Kendisiyle konuştuğum esnada pek mutluydum. Fakat aynı zamanda da zihnen pek meşgul bulunuyordum. Söyleyeceğim her sözün oluşturacağı etkiden korkuyordum. En aziz bir dostunun kızı olmak sebebiyle Mikaloviç'ten kazandığım muhabbet isterdim ki kendi kişisel özelliklerimle pekişsin. Katya küçük bacımı yatağa yatırdıktan sonra tekrar yanımıza gelerek şimdiye kadar Mikaloviç'e açamadığım üzüntü ve bıkkınlığımdan, bitkinlik ve miskinlikten bahis ve şikâyet etmeye başladı. Mikaloviç mütebessim halde başını sallayarak azarlamayla karışık açık bir tavırla: - İşte bak, dedi, benden en önemli bir şeyi sakladınız. Cevap olarak dedim ki: - Ne için söyleyeyim. Faydası olmadıktan sonra… Zaten bu hal elbette geçer. Bana öyle geliyordu ki bu esnada yalnızlık ve uzletten doğan can sıkıntısından, üzgünlük ve bıkkınlıktan artık kurtulmuştum. Bir halde ki güya can sıkıntısını hiçbir vakit hissetmemiştim. Mikaloviç tekrar dedi ki: Uzletten şikâyet etmek, yalnızlığa tahammül edememek iyi bir şey değildir. Böyle bezgin, ümitsiz bir hayat yaşayan mümkün müdür ki bir kız olsun! Gülerek: - Şüphesiz ben kızım, dedi. O, cevap verdi. – Hayır, sen öyle yaramaz bir kızsın ki cihan gençliğinin diriliğini takdir ettiği halde daima üzgün ve ümitsiz bir hayat sürüklersin. Hiçbir şekilde kendine değil fakat başkalarına neşe sebebi olarak yaşayan, hayat varlığı dışarda rahatsızlık veren bir şiir şaşaası ve cazibeyle inkişaf ettiği halde kendi fikrince hiç olan bir kızcağız! Bir şey söylemiş olmak için dedim ki: - Benim için ne güzel fikirleriniz var. Ufak bir tereddüt duraksamasından sonra: - Hayır, dedi, babanıza benzediğiniz pek beyhude değil. Sizde ondan bir koku var. Şimdi saf ve etkileyici bakışı kalbimi yine şevkli bir neşeli heyecan ve iftiharla dolduruyordu. Mikaloviç'in kendisine has bu bakışını ilk başta saf fakat gittikçe etkileme gücü sanki her yeri kaplayan bir hüzün rengi ile artan bu bakışını; ilk bakış darbesinde o kadar neşeli görünen simasından süzülen ince mana arasından – birinci defa olarak – fark ettim. O, sözünde nasihatlerinde devam ediyordu: - Sizin hiç can sıkıntısı ile üzüntü ve bezginlikle kıymetli vaktinizi geçirmeye hakkınız yok. Siz ruhunu tamamıyla anlamaya muvaffak olduğunuz müzikle meşgul olmalı, eğlenmelisiniz. Önünüzde öyle bir hayat var ki ilerde zahmet çekmemek, üzgün ve acılı olmamak isterseniz mutlaka o hayat için mutlaka hazırlanmanız icab eder. Bir sene gecikmek bu maksadın tar u mar olması için yeterlidir. Benimle bir baba, bir amca gibi konuşuyor, bana ciddi nasihatler veriyordu. Fakat ben aynı zamanda hakkımda akranca davranmak için bir gayret gösterdiğini anlıyordum. Beni kendisinin haricinde tutmaya çalıştığını hissetmek kalbimde kötü bir tesir bırakıyordu. Bununla birlikte bu konudaki çaba ve gayretinin sırf bana ait olduğunu anlamaktan da pek mağrur oluyordum. Bir müddet işlere dair Katya ile de konuştuktan sonra ayağa kalkarak: - Şimdilik ad'yu, sevgili dostlarım, dedi. Ve bana yaklaşarak elimi tuttu. Katya sordu: - Tekrar birbirimizi ne vakit göreceğiz? Elimi bırakmayarak cevap verdi: - İlkbaharda… Burada "Danilovka"ya gidiyorum. Orada mümkün olduğu kadar işleri yoluna koyduktan sonra bazı şahsi işlerimin düzeltilmesi için Moskova'ya gideceğim. Artık bu yaz sık sık görüşürüz. Ben hemen çok üzgün olarak : - Niçin, dedim, böyle bu kadar uzun bir müddet için ayrılıyorsunuz. Gerçekte ben onu her gün göreceğimi ümid ediyordum. Şimdi tekrar eski kalb bunalımının beni yine ele geçirip baskı altına alacağından pek korkuyorum. Ve zannettim ki bu korku ve telaş eseri bakışımdan, sesimden belli oldu. Mikaloviç, gayet soğuk ve lakayd bulduğum bir seda ile: - Evet, çok çalışınız. Kendinizi hüzün ve bıkkınlığa, merak ve endişeye kaptırmayınız, dedi. Ve sonra elimi bırakarak ve bana bakmayarak ekledi: -İlkbaharda geldiğim zaman sizi imtihan edeceğim. Acele kürkünü giydi. Kendisini takiben aşağıya indik. Vedalaşırken benden gözlerini çevirmek için kalbiyle mücadele ettiği hissediliyordu. Kendi kendime << Niçin bana bakmamak için bu kadar kendini zorladı? Acaba onun gitmemesini arzu ettiğimi anladı mı? Oh! O, cidden pek mükemmel ve alicenab bir insan… Fakat hepsi bundan ibaret… >> diyordum. Bu akşam Katya ile beraber yatmazdan evvel uzun bir sohbete daldık. Ondan hiç bahsetmedik. Yazı nasıl geçireceğimizi, evimizdeki kışı nerede bitireceğimizi konuşuyorduk. << Bence hayatın ne önemi var? >> müthiş sorusu artık beni taciz etmiyordu. Bana öyle geliyordu ki insan dünyada mesud olmak için yaşamalıdır. Şimdi gelecekteki hayatımın ufkunda saadet, pek çok saadet görüyorum. Pokrovsko'daki çok sakin ve karanlık evimiz ansızın bana hayat ve ışık ile doluyor gibi göründü. 2 Hele ilkbahar gelebildi. Şimdi eski can sıkıntısına mukabil – karışık arzu ve emellerle dolu belli olmayan hayallere dalıyordum. Kışın başlangıcında olduğu gibi artık miskin ve sefil bir hayat yaşamıyordum. Kardeşim Sotya'nın eğitim ve öğretimiyle uğraşıyor, edebi okumalar ve müzik alıştırmalarıyla vakit geçiriyordum. Bununla beraber yalnız bahçeye giderek yollarda saatlerce – tıpkı bir serseri gibi – dolaşmayı veyahut bilinemez nasıl bir heyecan veren hissin sevkiyle, dalgın ve hülyalı, coşkun ve emel besler halde kanepeye oturmayı pek severdim. Bütün geceleri - özellikle mehtap gecelerini – kolumu penceremin kenarına dayayarak uykusuz ve şaşkınca geçirir, gariplik gösteren seher manzaralarını seyrederek zevkleniyordum. Hatta bazı kere gecelik entarimle Katya'nın haberi olmaksızın usulcacık bahçeye çıkar, şebnemler arasından ta havuz kenarına kadar giderdim. Bir defa mehtapta gece yarısı öyle bir hisse kapıldım ki, yapyalnız bahçenin her bir tarafını dolaştım. O vakit düşüncemi daima meşgul eden hülyaların şimdi gerçek yüzünü anlamak, tahlil etmek benim için pek zordur. Şimdi düşündükçe bütün bu şeyler bana o kadar garip ve o kadar hayattan uzak geliyordu ki nasıl isteyerek, zevk alarak bunları yapabildiğimi şaşkınca kendime soruyordum. Mayıs'ın sonuna doğru sözünde sadık olan Mikaloviç seyahatinden döndü. İlk ziyareti akşama doğru, kendisini beklediğimiz bir zamanda gerçekleşti. Teras üzerinde çay içiyorduk. Bahçe güzel bir yeşillik elbisesine bürünmüş, bülbüller kuruluktaki küçük ağaçlarda yuvalarını yapmışlardı. Tomurcuklanan leylak fidanları, kıvırcık salkımları ve beyaz ve eflatun renklerinin karışımlarının ahenginden dolayı latif ve göz okşayan renkleriyle çiçeklerin açılma zamanının yaklaştığını ima ediyordu. "Bulu" ağaçlarının yaprakları batan güneşin baygın ışınları ile şeffaf birer safha halinde gözüküyordu. Akşama özel jale, çimenleri nemlendiriyordu. Bahçenin gerisinde bulunan havalide günlük işlerin son gürültüleri ağıla giren koyun sürüsünün sesleri ile sönüyordu. Nikon terasının önünde fıçı arabasıyla bahçedeki yolları çiçekleri, ağaçları suluyordu. Fıçının süzgeçli tenekesinden fışkıran en soğuk su serpintileri ay çiçeği fidanları etrafındaki toprak yığınlarında siyah daireler şekillendiriyordu. Terasın orta yerinde beyaz örtülü masa üzerinde gayet önemle silinmiş semaver parlıyor, kaynıyor; beri tarafta da gevrekler, peksimetler ve kaymak iştiha açıcı bir manzara teşkil ediyordu. Katya iyi bir ev kadını haliyle çay fincanlarını o tombul elleriyle yıkamıştı. O gün hamama gittiğim için çok iştiham vardı. Çayı beklemeden bir dilim ekmekle bir tabak kaymağı bir hamlede bitirdim. Üzerimde kılları açık ketenden yalnız bir buluz vardı. Yaş saçlarım bir mendille örtülmüştü. İlk defa Mikaloviç'i salon penceresinin arkasından Katya gördü: - Ah, dedi, şimdi biz de seni konuşuyorduk. Ben hemen üzerime bir elbise giymek fikriyle kalktım. Tam kapının eşiğinden atlayacağım zaman beni yakaladı: - Köyde de bu kadar merasimin gereği var mı ya! Bu sözleri söylerken mendil ile kapalı saçlarıma bakıyor, tebessüm ediyordu: - Siz Karakuvar'dan sıkılır mısınız? Hayır… O halde farz ediniz ki ben de bir Karakuvar'ım. Fakat bu esnada bana öyle bir bakış attı ki Karakuvar bana böyle bir nazarla bakamazdı. - Şimdi geleceğim, dedim ve sıvıştım. Mikaloviç arkamdan: - Lakin niçin gidiyorsunuz ya… Siz bu halinizle yeni evlenmiş genç ve güzel bir köylü kadına benziyorsunuz, diye bağırıyordu. Gayet hızlı bir şekilde elbisemi giyerken kendi kendime: - Aman ya Rabbi! Ne tuhaf, ne garip bakışları var! Fakat bana ne… Dönüşünden memnunum ya… O, yeter. Şimdi çok neşeliyim. Diye düşünüyordum… Aynaya hızlı bir bakış attıktan sonra çok sevinçli bir şekilde odamdan indim. Ona bir an evvel kavuşmak için hissettiğim şevk ve can atmayı belli ettirmeksizin koşarak terasa döndüm. Fakat yanaklarımda ateşli bir kırmızı tabaka belirmişti. Mikaloviç, masanın yanında bakıcıma işlerimizin işleyiş tarzından bahsediyordu. Beni görür görmez Katya le olan konuşmasını kesmeyerek yalnız tebessüm etti. Ben bu sohbetin halinden işlerimizin yolunda gittiğini, durumumuzun memnuniyet verici bir halde olduğunu anladım. Köyde yalnız yazı geçirecektik. Kışın – Sotya'nın eğitimini bitirmesi için – hoşumuza giden bir yere mesela Petersburg'a veyahut yabancı şehirlerden birisine gitmek için serbest bulunuyorduk. Birden bire Mikaloviç'e hitaben bakıcım dedi ki: - Ah! Siz de bizimle beraber gelseniz. Emin olun biz sizsiz gideceğimiz yerde, bir ormanda kaybolmuş gibi olacağız. Gülerek, yarım şaka yarım ciddi, cevap verdi: - Sizinle yalnız Petersburg'a veyahut başka bir yere gitmek değil, hatta bütün dünyayı dolaşırım. Lakin… Dedim ki : - O halde niçin gelmiyorsunuz? Mademki öyledir… Sizinle bütün dünyayı dolaşırız. (Tebessüm eder halde başını sallayarak): - Annem? İşlerim? Haydi, bu meseleyi şimdi bırakalım. Söyleyiniz, hikâye ediniz bakalım bana… Benim gitmemden beri nasıl vakit geçirdiniz? Yine zamanlarınızı can sıkıntısı ile merak ve endişe ile mi mahv ve heba ettiniz? Vaktimi bir sürekli çalışmayla geçirdiğimi, asla can sıkıntısı hissetmediğimi beyan ettikten, Katya da bu sözleri tasdik ettikten sonra bana birkaç övgü kelimesi ibzal etti. Ve manidar, okşayıcı bakışlarıyla – sanki bu yolda hareket etmek hakkına sahipmiş gibi – beni taltif etmek istedi. Bu anda; şimdiye kadar yapmış olduğum iyi şeyleri gayet samimiyetle kendisine nakletmek ve memnun olduğu bir nazar ile görmediği halleri saf ve nadim bir günahkâr gibi ayrıntısıyla itiraf eylemek için kendimde derin bir ihtiyaç hissettim. O akşam pek güzel geçti. Uzun süre terasta kaldık. O kadar derin ve samimi konuşuyorduk ki etrafıma bakmak için vakit bulamamıştım. Çiçeklerin nüfuz kuvveti gittikçe artmış, ruhu okşayan kokuları her tarafta yayılmıştı. Bolca şebnemlerle bahçe örtülüydü. Leylak fidanındaki bülbül titrek, baygın nağmelerle ezgi yaparken… Seslerimizden ürkerek susuyordu. Yıldızlı gökyüzü sanki bizi kucaklamak için üzerimize doğru iniyor gibiydi. Gittikçe sıklığı artan karanlığı; usulca terasın üzerine gerilmiş tentenin altına giren yarasanın beyaz şalımın etrafında kanatlarını çırpmaya başladığı vakit fark ettim. Gece kuşu gayet sessiz tentenin altından süzülüp bahçenin karanlıkları içinde kaybolduğu zaman öyle bir korku titremesi ile titredim ki az kaldı bağıracaktım. Mikaloviç lakırdıyı keserek: - Yazlığınızı ne kadar çok seviyorum! Bütün hayatımı burada bu terasın üzerinde böylece geçirmeye razıyım, dedi. - Pekâlâ! Sizi daima burada oturmaktan kim men ediyor? - Evet, daima oturmalı fakat hayat… O insanı her zaman böyle oturtmuyor. Katya söze karışarak dedi ki: - Niçin evlenmiyorsunuz? Siz pek mükemmel bir zevç olursunuz. Mikaloviç kahkahaları kopararak: - Daima oturmayı sevdiğim için değil mi, dedi, hayır… Katerin Karluna, hayır… Siz ve ben evlilikle alakamızı kestik. Herkes bana artık evlenebilecek bir adam nazarıyla bakmıyor. Ben ise zaten çoktan kendime bu nazarla bakmamaya karar vermiştim. Ve işte o zamandan beri de asude bir hayat geçiriyorum. Bana, bu sözleri zoraki bir güler yüzlülükle söylüyor gibi geldi. Katya dedi ki: - Ne düşünüyorsunuz? Henüz otuz altı yaşında olduğunuz halde şimdiden her şeyden elinizi çekiyor musunuz? - Evet. Her şeyden… Artık benim istirahatten başka bir arzum yoktur. Evlilik ise takip ettiğim hayat tarzına büsbütün aykırıdır. (Beni göstererek) Bu genç kıza sorunuz. İşte evlendirilecek biri… Bize gelince, biz onun saadetiyle mutlu olacağız. Bu sözleri zoraki bir lakaydlıkla söylemeye çalışırken ezalı söyleminde görünmez bir teessüf kokusu hisseder gibi oluyordum. Bir süre sustu. Katya ile ben bu suskunluğa katıldık. Sonunda iskemlesinin üzerinde dönerek: - Pekâlâ, dedi, farz ediniz ki münasebetsiz bir tesadüf neticesi olarak on yedi yaşında genç bir kızla evleneyim. Ve yine farz edelim ki bu genç kız Mary Alexandrovna olsun. Misal mükemmel… Ve onu seçmemden dolayı pek memnunum. Oh… Evet, ondan daha mükemmelini bulamam. Ben gülmeye başladım. Çünkü neden bu kadar memnun olduğunu ve ne için beni en güzel bir misal olarak gösterdiğini anlayamıyordum. Bana hitaben şaka tarzında dedi ki: - Pekâlâ… Bana bütün kalp saflığınızla beraber bana söyleyiniz bakalım. Cevval bir genç ruhtan kaynayan duygu ve hayallerinizle beraber benim gibi hayatının mühim kısmını yaşayıp ta artık istirahatten başka bir şey düşünmeyen bir ihtiyarla hayatınızı birleştirecek olursanız mutsuz olmaz mısınız? Ne cevap vereceğimi bilememekten doğan sıkıcı bir suskunluk ve tereddüd anı geçirdim. Mikaloviç gülerek devam etti: - Size evlilik teklifinde bulunmuyorum. Gayet serbestlikle cevap veriniz. Bahçede yalnız gezinirken benim gibi mi eş hayal edersiniz? Benimle evlilik sizin için bir felaket darbesi olmaz mı? - Hayır, bu benim için bir felaket değil. Fakat… Fikrimi tamamlamak için cevap verdi: - Fakat saadet te değil… - Hayır, fakat aldanmak ihtimali var da… Yeniden sözümü kesti ve sözünü Katya'ya yöneltti: - İşte görüyorsunuz ki pek çok hakkı var. Maşa'nın fikrini gayet serbestçe söylemesinden memnun oldum. Bu konuşmayı açtığıma pek isabet etmişim. Daha doğrusu hepsi bu kadar da değil. Bu evlilik benim için tasavvurumun üzerinde bir mutsuzluğa sebebiyet verirdi. Katya: - Ne garip bir tabiata sahipsiniz! Görülüyor ki hiç değişmemişsiniz, dedi ve ayağa kalktı. Akşam yemeğinin hazırlanması için terastan çıktı, gitti. Katya'nın gitmesinden sonra her ikimiz de sessizliğimizi koruyorduk. Her şey derin bir sessizliğe dalmış gibiydi. Yalnız bahçedeki bülbülün yakıcı nağmeleri, ruh okşayan ezgileri bahçeyi şevk ve sürurla dolduruyordu. Şimdi bülbülün sedasında akşamki çekingenliklerle korkulara bedel metanet hissolunuyordu. Bu sırada uzaklardan bir bülbül sedası bizim bülbüle cevap veriyordu. Şimdi bahçenin bülbülü – sanki komşusunun ezgisini dinlemek için – sustu. Sonra bütün bir şiddet ve kuvvetle terennüm etmeye, titrek ve eğlenici nağmelerini etrafa yaymaya başladı. Her iki kuş birbirlerine cevap veriyor ve sedaları, bizim için gizli sırlarla dolu bu gecenin derinliklerinde kocaman yayılıyordu. Bahçıvan Ser'e gitmek için evimizden geçti. Potinlerinin sesi bahçenin yollarında yankılanıyordu. Tepeden iki ıslık sesi işitildi. Ve sonra her şey derin bir sessizliğe daldı. Ağaçların yaprakları – his olunamayacak derecede – titriyor, gayet hafif bir rüzgâr darbesi tenteyi kımıldatıyor; terasta, oturduğumuz yerin etrafında derin, etkili bir koku yayılıyordu. Demin söylenen sözlerden sonra başlayan bu sükût bana azap veriyordu. Bununla beraber hiçbir kelime ile bu sükûtu ihlale muvaffak olamıyordum. Mikaloviç'e baktım. Bu yarım karanlık içinde parlayan bakışlarını bana atarak yavaşça dedi ki: - Oh! Yaşamak ne iyi şey… Kalbimden gayr-ı ihtiyari bir ah koptu. Mikaloviç sordu: - Ne dediniz? Ben tekrar ettim: - Evet, yaşamak iyidir. Sessizlik yine yeniden beni sıkmaya başlamıştı. Mikaloviç eşim olmak için pek ihtiyar olduğunu söylediği zaman kendisini üzdüğümü düşünmekten kendimi men edemiyordum. Kendisini teselli etmek istiyordum. Fakat bu vazifeyi nasıl ifa edebileceğimi bilmiyordum. Nihayet ayağa kalkarak dedi ki: - Artık gitmeliyim. Annem beni yemeğe bekler. Bugün onu hiç görmedim gibi bir şey… - Fakat ben size yeni bir sonat çalmak istiyordum. Gayet soğuk bulduğum bir tavırla: - Gelecek defa çalarsınız, dedi. Ve vedalaştı. Şimdi bu zavallı adamı en nazik bir yerinden yaraladığımı hissederek ona acıyordum. Katya ile beraber Mikaloviç'i kapının önüne kadar teşyi ettik. Ve yol üzerinde bakışlarımızla kendisini takip etmek için avluda kaldık. Atının ayak sesleri kaybolduğu zaman terasa döndüm. Yeniden şaşkınca bahçeyi, gecenin sessiz manzarasını seyre daldım. Hafif bir sis etrafı kuşatmıştı. Kalbimin sevkiyatına uyarak düşünce ve hayallere koyuldum. Mikaloviç bundan sonra iki üç defa daha bize geldi. Evvelki buluşmamızın sıkıcı, üzücü eserleri beynimizde artık tamamen silinmiş oldu. Bütün yaz Mikaloviç haftada düzenli olarak haftada iki veya üç defa bizi ziyarete gelirdi. Ve ben bu ziyaretlere o kadar alışmış, o kadar ısınmıştım ki gecikmesi beni tatsız bir yalnızlık içinde bırakırdı. Mikaloviç bana genç ve saygı duyulan bir arkadaş gibi muamele ediyor, bana sualler soruyor, nasihatler veriyor, kalbimi kendisine açmamı istiyor, beni teşyi ve bazı kere de azarlıyor ve hamlelerimi, yaramazlıklarımı çocukluklarımı zapt ve idareye çalışıyordu. Fakat bana akranca muamele etmek için harcadığı bu çaba ve gayretlere rağmen kendisini açık etmek istemediği bir gizliler âleminin gizli derinliklerinde görür gibi oluyordum. O, benim bu gizli emelleri bilmemi lüzumsuz addediyordu. Katya ile yazlığımızdaki komşularımız aracılığıyla öğrendim ki Mikaloviç annesine, işlerimizin iyi gitmesine ve kendi emlakının idaresine harcadığı dikkat ve özenden başka hiç sevmediği ve kendisine pek sıkıcı göründüğü eğlence salonlarında, müsamere ve balolarda vakit israf etmeye mecbur oluyordu. Bununla beraber kendisine, hayatı geçirme tarzına, kalbi emel ve tasavvurlarına dair hiç bilgi edinmeyi başaramıyordum. Her ne zaman konuşmamızı bu konuya yönlendirsem hemen yüzünde beliren ekşime ile şunu demek istiyordu: - Bunların size ne alakası ve faydası olabilir! Ve derhal konuşmanın akışını güzel bir sapma ile değiştirirdi. Bu ihtiyat ve çekinme öncelikle bana münasebetsiz göründü. Fakat sonra daima bana ait şeylerden bahsetmesine o kadar alıştım ki bu konuşma konusunu pek doğal bulmaya başladım. Başlangıçta beni memnun etmeyen ve sonraları pek hoşnut eden Mikaloviç'in diğer bir kişisel özelliği daha vardı ki o da maddi özelliklerim hakkında pek lakayt bulunması… Daha doğrusu güzelliğime hafife alan bir nazarla bakmasıydı. Asla ne ufak bir nazarla, ne de naçiz bir takdir kelimesiyle güzelliğimi ima etmek istemiyordu. Bilakis başkaları onun yanında bana lüzumundan fazla iltifat gösterecek olursa alaycı tebessümlerle gülmeye, yüzünde – bilmem nasıl bir gizli güzellikle – yüz ekşime belirtileri belirmeye başlar. Fakat benim kusurlarımı, hatalarımı keşfetmekten pek hazzeder, hatta bununla beni kızdırmayı pek severdi. Özel günlerde, Katya son moda elbiselerimin en güzidelerini giydirerek beni süslemeyi, tuvaletimi düzeltmeyi pek severdi. Ziyaretlere hazır olduğumu gösteren şu süslemenin görkemi Mikaloviç'in çok etkilenmesinden doğan alaycı hislerini hareketlendirip şiddetlendiriyor ve – yalnız kadın kalplerini derin bir saadetle dolduran – bütün bu değerli süslenme arzusuna tamamen mani oluyordu. Bu hal saf yürekli Katya'nın canını sıkardı. Katya kendi fikrince karar vermişti ki Mikaloviç beni kendi zevkine uygun buluyor ve o anlamıyordu ki Mikaloviç tercih edip seçtiği gayet muhteşem ve nazarları süsleyen bir manzara altında hayat âleminde arz-ı endam eylemesini görmeyi tahammül edemiyor. Bana gelince: Ben dostumun fikrini tamamıyla anlamıştım. O beni daima kendini beğendirmeye çalışan şık, güzel ve işve sahibi, heveskâr bir kız addediyordu. Kendisinin şu fikrini anlar anlamaz ne özel günlerdeki tuvaletlerimde, ne de her günkü saçlarımın düzen şeklinde ufak bir süsleme çabasının hafif bir gölgesini bile göstermemeye çalıştım. Sadeliğin ne olduğu bilinemeyen yaşıma rağmen kendimi derin, sabit bir sadeliğe bıraktım. Beni sevdiğini biliyordum. Fakat beni bir kadın gibi mi, yoksa bir çocuk gibi mi seviyordu? Bunu anlamak istemiyordum. Onun aşk ve muhabbetini ve daima bana dünyanın en mükemmel, en güzide bir kızı nazarıyla bakmasını arzu ediyor ve benim hakkımdaki şu teveccühlerin, şu hislerin artmasını istemekten kendimi alıkoyamıyordum. Bana öyle geliyordu ki o, benim saçlarımı, ellerimi, yüzümü, tavır ve hareketlerimi, dış vasıflarımı… Özetle onu aldatmaya çalışmaksızın hiçbir şeyini değiştirmeye güç bulamadığım doğal özelliklerimi daha ilk bakış darbesinde takdir etmişti. Fakat kalbimi asla anlamamıştı. Buna sebep evvela kalbimin onu sevmesi ve sonra da kendisi hakkında yeni ortaya çıkan bir aşk hissi ile gelişmiş olmasıydı. Bu konuda ben ona halimi sezdirebilirdim ve sezdirdim. Bütün bunları anladığım zaman Mikaloviç'in bulunduğu çevrede bulunmaktan derin, yüksek bir zevk duymaya başladım. Artık sebepsiz kalbi sıkıntıya duçar olmadığım gibi hayatımın akış şeklinden de sıkıntı duymuyordum. Hissediyordum ki Mikaloviç oturmuş veya ayakta durmuş olduğu halde, karşıdan veya yandan… Saçlarım düzenli veya perişan olsun, beni temaşa etmekten zevk buluyordu. O, beni artık tamamıyla anlıyor ve yanımda bulunmaktan daima memnun ve hoşnut oluyordu. Öyle zannediyorum ki – alışılmışın dışında – başkaları gibi bana güzel olduğumu söyleyeydi hiç zevk haz hissetmeyecektim. Onun hoşuna giden bir fikirle duygulandıkça kalbim nasıl bir sevinç parıltısıyla nurlanıyor, nasıl büyük bir saadetle doluyordu. İşte o zaman İltifat manasıyla dolu nazarlarını üzerime yöneltir, taze renk vermeye çalıştığı heyecanlı ve etkili sedasıyla: - Evet… Evet… Sizde bir şey var. Bunu anlayacağım. Siz gerçekten güzide bir kızsınız, derdi. Kalbimi gurur ve iftiharla dolduran bu iltifatlara beni layık kılan şey nedir? Pek önemsiz bir şey: Karakuvar'ın hakkımda beslediği samimi muhabbete karşı gösterdiğim meyil kalp samimiyeti… Yahut ince bir şiir, duygusal bir romanın gözlerimden yaşlar akıtacak derecede beni hüzün ve heyecanla titretmesi… Daha sadesi "Mozart'ı" "Şulhuf'a" tercih edişim. Kendisinin hoşuna gitmek için neler arzu ve ne yolda hareket etmem lazım geleceğini bana keşfettiren tuhaf hissi bizzat ben de tuhaflıkla karşılıyordum. Hâlbuki hakikatte iyiyi fenadan ayırt edecek kudrette bile değildim. Adetlerim ve hoşuma giden şeylerin çoğu onunkiyle uyuşmuyordu. Fakat daha önce hislerimi okşayan zevklerin bütün şiiriyet ve güzelliğini kaybetmesi için onun bir kaş çatması, bir küçük düşürücü bakışı, bir sıkılan yüzü kâfiydi. Bana bir şey sordukça gözlerimin içine bakıyordu. Ve ben ruhumun derinliklerine işlemek isteyen bu nazarlardan hislerimi bildirmemi isteyen bir mana kokluyordum. Ömrümün geçiş tarzını ansızın bir vuruşla kolaylaştıracak ve annemin vefatından beri yoğun karanlıklara boğulmuş hayatımı saadet nurlarıyla ışıklandıracak derecede kalbimde büyüleyici bir tesir oluşturan Mikaloviç'in duygu ve düşünceleri benimki ile artık latif ahenkli bir uyuşma teşkil ediyordu. Yavaş yavaş her şeyi başka bir nazarla tetkik ve tahlil etmeye başlıyordum. Katya, Sotya, hizmetçilerimiz… Hatta kendim ve uğraşılarım hakkındaki bakış açım büsbütün değişmişti. Eskiden sadece vakit geçirmek için kitap okurdum. Hâlbuki şimdi kitap okumasından aşırı derecede lezzet duyuyordum. Çünkü kitapları getiren, benimle beraber okuyan, onlar hakkında okuma açıklamaları yapan Mikaloviç idi. Önceden küçük kardeşim Sotya'nın eğitim ve terbiyesi için ayırdığım saatler bana pek uzun, pek ağır gelirdi. Bu benim için pek büyük sorunlarla ifa edebildiğim sıkıcı bir vazife hükmündeydi. Öğrencime ders verip te onun öğrendiğini görmek bence bir mutluluk telakki edilmek için Mikaloviç'in bir defa dersimde bulunması yeterli olurdu. Önceden musiki parçasını ezberden çalmak bence imkânsız görünürken şimdi onun beni dinleyeceği ve belki bazı takdir edici kelimeler de sarf edeceği fikri, bana o musiki parçasını değil bir defa hatta kırk defa bile tekrar etmek cesaret ve kuvvetini bahşediyordu. Gerçekte öyle şiddetli bir coşkun arzuyla piyano çalıyordum ki zavallı Katya evi müthiş kasırgalarına boğan bu müzik tufanı altında bunalarak kulaklarını pamukla tıkamaya mecbur oluyordu. Bakıcımın şu hali ise benim aynı şiddet ve hevesle piyano çalmama mani olmuyordu. Musiki konusunda gösterdiğim şu manidar arzu bir şevk ve heyecan nüktesi oluşturuyor gibiydi. Ruhum gibi tanıyı canım gibi sevdiğim Katya'ya varıncaya kadar her şey bana yeni bir manzara altında görünüyordu. Bizim için samimi bir dost şefkatli bir anne ve aynı zamanda da sadık bir varlık olmaya Katya'nın hiçbir mecburiyeti olmadığını ancak o zaman farkına varmıştım. Bu saygın varlığın şimdiye kadar bizim için ettiği fedakârlığın yüksekliğini, hakkımızda beslediği muhabbet ve şefkatin samimiyet derecesini tekdir etmeye ve bütün hayatımı kendisine borçlu olduğumu hissetmeye başlayarak bakıcımı bir kat daha seviyordum. Mikaloviç'in tesir ve nüfuzu altında adamlarımıza, köylülerimize, hizmetçilerimize de büsbütün başka bir nazarla bakmayı öğrendim. Bu ana kadar çevresinde yaşadığım bu saf ve fedakâr adamların hakkımda pek büyük bir muhabbet beslediklerini ancak şimdi anlayabildim. Bahçemiz tarlamız, gölgeli ağaçlarımız birden benim için yeni bir güzellik manzarasına bürünüyordu. Mikaloviç'in " dünyada bahtiyar olmak için yalnız bir çare var." Meğerse boşuna değilmiş. Gerçekte insanın bu hayat sahnesinde " başkası için yaşamak…"tan hissettiği saadete sınır yokmuş. Mikaloviç'in söylediği bu mutluluk vasıtası bana pek garip görünmüştü. Ben bundan bir şey anlamıyordum. Bununla beraber düşüncem bu cümlenin anlatmak istediği manayı anlamadıysa da yine o büyüleyici cümle ruhumun derinliğine nüfuz etmekten uzak durmuyordu. Hayatımın geçiş tarzını büyük bir değişikliğe uğratmadığı halde Sergey Mikaloviç gözlerim önüne bütün bir saadet hayatı açtı. Çocukluk dönemimden beri adet edindiğim bütün şeylere karşı şimdi büyük bir lakaytlık hissediyordum. Vakit oluyordu ki her şey kendisine özel bir manidar dil takınarak ruhumla konuşuyor ve o duygu kabını saadetlerle dolduruyordu. Bu yaz çoğunlukla odama çıkar ve yatağımda uzanırdım. Fakat bu durağanlık dakikalarında evvelki gibi ruhuma azap veren bilinmez arzular, ümitler yerine bir coşku, bir saadetin yavaş yavaş kalbime işlemesini hissediyor, yumuşak ve sıcak bir okşayıcı havayla ruhumu okşayan bu saadet içinde bir türlü uyuyamıyordum. İşte o zaman yatağımdan kalkar, Katya'nın yatak ucuna oturur ve kendisine mesut olduğumu söylerdim. Bununla birlikte o saadetimi keşfetmek için itiraflarıma ihtiyaç göstermiyor, ancak kendisinin de tamamıyla bahtiyar olduğunu söylemekle yetiniyordu. Ve sonra beni en samimi iltifatlarla kucaklıyordu. Samimiyet çevremde bulunanların mutluluğuna inanmak ihtiyacını hissettiğim için bakıcımın bu mutluluk teminatına hemen inanıyordum. Fakat Katya uyku zamanı olduğunu da unutmuyor, iltifat edici bir azarlama tavrıyla beni yatağından kaldırarak uykuya kendisini teslim ediyordu. Ben ise beni mutlu eden bütün bu şeyleri düşünmekten kendimi engelleyemiyordum. Bazı kere de yatağımdan fırlar bana ihsan eylediği saadetten dolayı Cenab-ı Hakk'a bitmek tükenmek bilmeyen bir konuşma bolluğuyla dua ederdim. Bir akşam odada derin bir suskunluk hüküm sürüyor ve uyuyan Katya'nın nefesi ile yanında duran saatin hafif ve düzgün gürültüsünden başka hiçbir şey işitilmiyordu. Yatağımın içinde donmuş, yanımdaki haçı öperek yavaş yavaş dua ediyordum. Kapı ve pencereler kapalı idi. Akşamdan içeride kalmış bir sinek vızıldayarak uçmaya başlamıştı. Ve beni saadet yorgunu bu samimi ve ciddi istiğraktan bilinemez nasıl bir gizli hisle aşırı lezzet aldığım için bu büyüleyici suskunluğun ebediyete kadar sürmesini arzu ediyordum. Bana öyle geliyordu ki fikirlerim, hülyalarım, dualarım esir-vari birer akışkan şekil kazanarak benimle beraber bu karanlıklara gömülü odada yaşıyor, yatağımın etrafında uçuşuyor, süzülüyor, üzerime doğru yaklaşıyordu. Hayallerimde tecelli eden fikir ve duyguların her biri onun duygularının özeti idi. Fakat bütün bunlar aşk mıdır? Bilmiyordum. Yalnız arzu ettiğim bir şey varsa o da bu kadar kolaylıkla doğan bu tatlı ve ince hissin ebediyen sürmesiydi. 3 Hasad zamanı bir gün yemekten sonra Katya ve Sotya ile beraber bahçeye gelip ıhlamur ağaçları altındaki kanepeye oturduk. Mikaloviç'i üç günden beri görmemiştik. Ziyaretini bekliyorduk. İdare memuru vekili, işleri teftiş için onun geleceğini söylemişti. Gerçekten saat ikiye doğru, uzaktan hayvanla tarlaya girerken gördüm. Katya onun iççin şeftali ve kiraz toplanmasını söyledikten sonra bana tebessüm ederek baktı. Bunu takiben sıranın üzerine uzandı. Güya uyumaya başladı. Ben ıhlamur ağacından yaprakları iri ve çok bir dal koparıp uyumayı taklit eden bakıcımın üzerinde bir yelpaze gibi sallamaya başladım. Aynı zamanda da hem elimde bulunan kitabı okuyor, hem de tarla tarafına… Mikaloviç'in yanımıza gelmek için geçeceği yola bakışlarımı yöneltiyordum. Sotya yaşlı bir ıhlamur ağacının kenarına oturmuş, bebeği için mini mini bir köşk yapmaya çalışıyordu. Sıcaklık son derece şiddetliydi. Hiç rüzgâr esmiyor, bir yaprak bile kımıldanmıyordu. Bulutlar siyah birer küme halinde bir tarafa yığılıyordu. Sabahtan beri devam eden şu müthiş hal bir fırtınanın çıkacağına işaret ediyordu. Ben fırtınadan önce daima heyecanlar hissederdim. Bununla beraber akşama doğru, her taraftan bulutlar dağılmaya ve güneş saf ve şeffaf bir semada ışıklarını yaymaya başladı. Bununla beraber gök gürültüsü uzaktan gürlüyor, ara sıra ufukta beliren yoğun bir bulut arasından sönük, eğik bir güneş resmi çıkıyordu. Herhalde o gün fırtınanın çıkmayacağı aşikâr idi. Bahçenin ötesinden kısmen görünen yol üzerinde ot demetleri taşıyan arabalar kesintisiz gıcırdayarak gidiyor, işlerini bitiren köylülerin bindikleri boş arabalar da büyük bir gürültü ile dönüyordu. Yaprakların arasından devirli bir hareketle yükselip adeta hava tabakalarında hareketsiz duruyor gibi görünen yoğun bir toz bulutu gözleniyordu. Daha aşağı taraflarda da aynı araba gürültüleri, gıcırtıları işitiliyor, yaldızlı ot yığınlarının aheste aheste geçtikleri ve sonra kayboldukları görülüyor, uzakta bulunan değirmenler ise sivri çatılı evler şeklinde göze görünüyordu. Daha uzaklarda tozlu tarla üzerinde arabalar, altın renkli ot yığınlar seçiliyor, tekerleklerin düzenli ve lülelerine karışan şarkılar belirsiz bir ahenk halinde işitiliyordu. Diğer bir taraftan da, tarlanın biçilen kısmı daha iyi görünüyor, biraz da sağda karmakarışık duran yığınlar arasında demet bağlayan kadınların fistanları fark olunuyordu. Hâsılı tarlada büyük bir muntazam faaliyet görülüyordu. Hasat vaktinin bitimini bildiren bu manzara beni üzdü. Artık yaz sonbahara yerini bırakmıştı. Bununla beraber toz, sıcaklık her tarafta hükmünü sürdürüyordu. Bunlardan yalnız bahçede sığınılacak bir yer edindiğimiz yer müstesna idi. Bu sıcak ve ağır havanın, bu yakıcı ateş saçan güneşin altında hasatçılar bir taraftan diğer tarafa küme küme gidip geliyorlar, gürültü ile konuşuyorlar, telaşla hareket ediyorlardı. Gölgede bulunan sıranın üzerine uzanmış olan Katya beyaz patiska mendilinin altında yavaşça nefesleniyor, leziz ve taze kirazlar iştah açıcı bir şekilde sepet içinde parlıyordu. Elbisemiz bana hiç bu kadar temiz ve güzel görünmemiş, sürahideki su ışık yansımasıyla hiç bu kadar nazarı süsleyen renkler meydana getirmemişti. Ben de hiç bu derece hayat-efza bir mutluluk hissi ile duygulanmamıştım. Fakat herhalde hissetmiş olduğum mutluluğun bir gaflet eseri olmadığını da düşünüyordum. Lakin benim bu saadetime kim katılacak? Bütün kadınlık kimliğimi bu saadetlerimle beraber kime ve nasıl vereceğim? Güneş karşıki tepenin arkasından kaybolmuştu. Tozlar da birden dağıldı. Ufuk batan güneşin eğimli ziyaları içinde daha saf ve parlak şekilleniyordu. Bulutlar tamamıyla dağılmıştı. Ağaçların arasından, girişten köylülerin henüz çıktıkları üç değirmen çatısı seçiliyor, arabalar süratle hareket ediyor, hasatçılar neşeli ve handan bağrışıyor şüphesiz bütün bu acele bir mesai gününün daha sona erdiğini gösteriyordu. Köylü kadınlar da omuzlarında taraklar, kuşaklarında ot demetleri bağlanmış, gayet neşeli türkü çağırarak ikametgâhlarına dönüyorlardı. Lakin Sergey Mikaloviç geri dönmüyordu. Hâlbuki onun tepeden indiğini göreli çok olmuştu. Nihayet bakmakta olduğum cadde üzerinde göründü. Hendeği dolaşıyordu. Hızlı ve arkası kesilmeksizin adımlarla, güleç ve şaşaalı bir yüzle şapkası elinde, bana doğru geliyordu. Katya'nın uyuduğunu görür görmez dudaklarını ısırdı, gözlerini kapadı. Derhal onun, ara sıra bilinmez nasıl bir his sebebiyle hâsıl olup bizim latife tarzında "vahşi sevinç" diye adlandırdığımız, bir şevk ve neşe girdabı içinde bulunduğunu anladım. Böyle zamanlarda o, dinlenme vakitlerinde kuvvetli bir istek fışkırmasıyla oyun oynayan bir mektep çocuğu gibi olurdu. Şimdi bütün varlığı bir hoşnutluk ve mutluluk havası soluyor, ancak gençlere özel bir faaliyet ve uyanıklık ile parlıyordu. Elimi sıkarak hafif bir seda ile dedi ki; - Bonjur, bonjur… Genç menekşe… Nasılsınız? İyi misiniz? Ben de hatırını sorunca cevaben: - Ben iyiyim. Adeta on üç yaşında gibiyim. Hatta bir gün bile fazla değil. Hayvanla oynamak, ağaçlar üzerine tırmanmak için çılgın, önüne geçilmez bir arzu hissediyorum, dedi. Gülümseyen gözlerine bakarak, vahşi dediğim bu sevincin benim de kalbimi teshir ettiğini hissederek cevap verdim: - Siz yine şiddetli bir neşe kasırgası dönüyorsunuz. Gözlerini kapayarak ve bir kahkahayı zorla tutmaya muvaffak olarak dedi ki: Evet… Fakat siz niçin Katya'nın burnuna vuruyorsunuz? Meğerse onu görmekten doğan hoşnutlukla Katya'yı hala yelpazelemekte devam ediyor, elimdeki dalın yapraklarıyla bakıcımın yüzüne hafif darbeler indiriyormuşum. Gülmeye başladı. Katya uyandırmaktan çekiniyormuşum gibi yavaş bir sesle Mikaloviç'e: Göreceksiniz ya… Uyumadığını söyleyecek, diyor fakat hakikatte Katya'yı uyandırmamak için değil belki Mikaloviç'e böyle gayet hafif sesle lakırdı söylemekte anlatılamaz bir zevk duyduğum için yavaş söylüyordum. O sevildiğimi işitmiyormuş gibi bir tavır ile cevap olarak yalnız dudaklarını kımıldatmakla yetiniyordu. Sonra kiraz sepetini görüp hemen aldı, ıhlamur ağacı altında bebekleri ile meşgul Sotya'ya koştu. Bebeklerin üzerine oturdu. Küçük kardeşim şu hali görür görmez kızdı. Fakat Mikaloviç yemişleri gösterip te hangisinden yiyeceğini sorunca hemen barışmış oldular. Bunun üzerine ben: - Daha kiraz getireyim mi? Yoksa beraber bizzat gidip ağaçlardan mı koparalım? Dedim. Mikaloviç sepeti aldı. İçerisine bebekleri koydu. Meyve bahçesine doğru koştu. Sotya gülerek arkasından gidiyor, bebeklerini kendisine iade etmesi için paltosunun eteklerinden çekiyordu. Ciddi bir tavırla bebeklerini verdi. Ve bana döndü. Şimdi her ne kadar Katya'nın uyanması için çekinerek ve sessizce konuşmaya gerek kalmadıysa da Mikaloviç – bilinmez neden – yine gayet yavaş sesle dedi ki: - Ne… Nasıl, size menekşe demeye hakkım yok mu? Bugün mesainin bütün tozlarından, tahammülsüz sıcaklarından, sıkıntı ve eziyetlerinden sonra bu latif ve mest eden çiçeğin kokusunu koklamak için ancak sizin kokulu, lezzetli samimi çevreniz içinde bulunmalıyım. Bu sözlerden hissettiğim heyecanlı sevinci sezdirmemek için hemen sordum: - Nasıl, tarla işleri yolunda gidiyor mu? - Pek yolunda… Bugün siz gelmezden önce bahçeden nasıl çalıştıklarını seyrediyordum. Ben burada böyle atıl ve tembel bir şekilde vakit geçirirken onların orada, yakıcı güneşin altında benim istirahatimi temin için takati mahveden bir gayretle çalıştıklarını gördükçe kendimden utanıyordum. Sözümü keserek ciddi bir tavır, bakışlarımın derinliklerine kadar nüfuz eden okşayıcı bir nazarla: - Yok, azizem, dedi, böyle felsefe yapmanın lüzumu yok. Bu adeta çocukluk… Bilmez misiniz ki köylüler böyle sabahtan akşama kadar kızgın güneşin altında çalışmaya mecburdur. Ve zaten bu, onlar için büyük bir hayat zevkidir. Herkesin sosyal seviyesi bir olmaz ya… Rica ediyorum! Böyle bir daha beyhude fikirlerde bulunmayınız! - Fakat bunları yalnız size söylüyorum. - Biliyorum… Biliyorum… Lakin kirazlarımız? Meyve ağaçlarının bulunduğu yer kapalıydı. Bahçıvanların hepsi tarlada olduğundan orada kimse yoktu. Sotya anahtarı getirmek için koştu. Fakat onun dönmesini beklemeyen dostumuz duvarın üzerine çıkıp meyve ağaçlarının olduğu yere atladı. Duvardan bana bağırdı: - Kiraz ister misiniz? Sepeti uzatınız… - Hayır, ben kendim toplayacağım. Anahtarı aramaya gidiyorum. Sotya şimdi gelmedi. Bu esnada ne yaptığını görmek için çılgın bir arzuya kapıldım. Onu kimsenin görmemesi için kim bilir nasıl telaşlı bir hal ve hareketle kiraz topluyordu. Ayaklarımın uçlarına basarak, usulcacık duvarın etrafını dolaştım. Duvarın açılan bir yerinde boş bir fıçı duruyordu. Fıçının üstüne çıktım. Duvar ancak belime kadar geliyordu. Biraz öne eğilmekle bahçenin içini iyice görebildim. Şimdi geniş yapraklı, dalları latif ve iştiha açıcı siyah kirazlarla dolu bu yaşlı ağaçların oluşturduğu manzara gözümün önüne serilmişti. Başımı biraz daha ileriye eğerek büyük bir kiraz ağacı kütüğü arkasında aradığımı gördüm. Şüphesiz o benim gittiğimi zannederek kimsenin kendisini göremeyeceğine inanmıştı. Ağaç kökleri üzerine oturmuş, başı açık, gözleri kapalı, bir kiraz tanesini elinde döndürüyordu. Birden omuzlarını kaldırdı. Gözlerini açtı. Bir şey mırıldandı ve tebessüm etti. Bu tebessüm ve mırıldanma bana o kadar garip, o kadar acip göründü ki kendisini tecessüs ettiğimden dolayı büyük bir mahcubiyet hissettim. "Maşa" diye bana hitap işitir gibi oldum. Sonra kendi kendime: Hayır, bu olamaz, dedim. - Sevgili Maşa! Bu övgü nidası eskisinden daha okşayıcı bir açıklık ile tekrarlandı. Bu defa gerçekten bir ses işitmiştim. Kalbim o kadar kuvvetle çarpmaya; belirsiz bir hoşnutluk, yasak bir saadet gibi bütün varlığımı öyle şiddetle doldurmaya başladı ki düşmemek ve kendimi teessüf gerektirecek bir hale sokmamak için iki elimle duvara dayanmaya mecbur oldum. Bu hareket benim varlığımı Mikaloviç'e açık etti. Titrek bir tavırla etrafına baktı. Gözlerini eğdi. Bir çocuk gibi kızardı. Bana bir şey demek istiyor fakat başarılı olamıyordu. Yüzü gittikçe alevleniyordu. Bu sırada bana bakarak tebessüm ediyordu. Güleç bir yüzle kendisine seslendim. Bütün yüzünden bir sevinç parıltısı saçılıyordu. Artık bu, beni baba gibi iltifatlara daldıran, nasihat ve iyiliğimi isteyen teşviklerde bulunan yaşlı bir amca değil, beni seven ve tatlı bir titretişle korkutan, benden karşılık olarak gördüğü muhabbetle utanmalara, tereddüt ve çekingenliklere yakalanan bir dost idi. Karşılıklı bir kelime etmeksizin birbirimize bakarken birden ciddi bir tavırla doğruldu. Ansızın dudaklarındaki tebessüm silindi. Gözlerindeki heyecan şaşaası söndü. Ve ondan sonra – yanımızda uygunsuz bir şey ortaya çıkmış ta beni tedbir ve ihtiyata davet ediyormuş gibi – koruyucu bir soğuk tavırla: - Lakin siz oradan inseniz… Bir yerinizi inciteceksiniz. Saçlarınızı düzeltiniz. Kendinize geliniz. Böyle neye benziyorsunuz? Kendi kendime: ((Bu komediye ne lüzum var? Benim neden böyle canımı sıkıyor?)) diye düşünüyordum. Bu esnada şu hareketin ciddi olup olmadığını anlamak, kendisi üzerinde oluşturduğum tesir ve nüfuzu denemek için karşı konmaz bir arzu hissettim. - Hayır, dedim, kirazları kendim toplayacağım. Ve ellerimi en yakın bulunan ağaca sararak duvarın üzerine atladım. Mikaloviç hemen gelip beni düşmekten korumak için elini uzatmak istedi ise de o vakte kadar ben bahçeye atlamıştım bile. Yine kızarak: - Neler yapıyorsunuz! Diye bağırdı. Heyecanını memnun olmayan bir yüzle gizlemeye çalışıyordu. - Az kaldı kendinizi sakatlayacaktınız. Bakalım şimdi buradan nasıl çıkacaksınız? Öncekinden daha fazla üzgün görünüyordu. Fakat bu defaki üzüntü ve heyecanı beni sevindirecek yerde ürküttü. Ben de kendimde şaşkınlık belirtileri hissettim. Kızardım. Heyecanımı göstermemek için kiraz toplamaya başladım. Kendi kendimi azarlıyor, bu şekilde hareket ettiğime pişman oluyordum. Korkuyordum. Her ikimiz de susuyor, hiçbir kelime söylemiyor ve bu halden muzdarip oluyorduk. En nihayet Sotya gelerek anahtarı getirdi. Ve bizi bu zor ve tahammülsüz yerden kurtardı. Lakin uzun süre birbirimize bakmaya cesaret edemeyerek yalnız kardeşimle konuşuyorduk. Biraz sonra Katya'nın yanına gittik. O, hiç uyumadığını, konuştuğumuz lakırdıların hepsini işittiğini bize söylüyordu. Ben biraz sükûnet buldum. Mikaloviç tekrar baba gibi ve koruyucu tavrını takınmaya çalıştıysa da buna muvaffak olamadı. Zira onun bu düzme ciddiyetleri artık üzerimde evvelki etkiyi oluşturmuyordu. Bundan birkaç gün evvel yaptığımız konuşma birden bütün bir şiddet ve açıklıkla hatırıma gelmişti. Katya bir erkek için sevgisini açığa vurmasının bir kadına nisbeten pek kolay olduğunu iddia eylemişti. Demişti ki: - Bir erkek daima aşkını açığa vurup sezdirebilir. Kadın ise buna asla cesaret edemez. Mikaloviç cevaben: - Benim fikrimce erkek de aşkını açığa vuramaz ve vurmamalı da. Ben hemen sormuştum: - Niçin? - Zira aşk itirafı çoğunlukla sahte olur, sevdanın samimiyetini bozar. Mesela bir insan sever. Fakat ebediyen seveceğini nasıl keşfedebilir? Sevdiğini tamamen hissetse bile bir erkeğin bir kadına ((seni seviyorum!)) demesi pek zordur. Hem ben öyle zannederim ki ((seni seviyorum!)) eskimiş cümlesini israf edenler çoğunlukla yanılırlar yahut başkalarını aldatırlar ki neticesi pek müthiş olur. Katya sordu: - Eğer kendisine bir şey söylenmezse bir kadın sevildiğini nasıl anlayabilir? - Bilmem… Herkesin aşk duygularını beyan etmek ve sezdirmek için kendisine özel bir tavır ve hareketi vardır. Seven adamın hisleri ve aşk derdi mutlaka belli olur. Ben hikâyelerde, roman kahramanlarından birinin diğerine ((ah! Seni seviyorum… Elanor!)) diye ilan-ı aşk ettiğini okuduğum zaman her iki kahramanda da bir olağanüstülük göremediğim için, doğrusu ya, aşk duygularının sıhhatinden emin olamıyorum. Bütün bu sevenlerde derin, hakiki bir samimiyet hissedemiyorum. Aynı çehre… Aynı eda… Aynı nazarlar… Ve aynı konuşma ahengi… Bu latifeyle karışık nüktelerin bana özel ciddi kinayeleri barındırdığını anlıyordum. Lakin roman kahramanları mevzu-u bahis olunca Katya latifeyi bertaraf edip bağırdı: - Hep daima böyle garip fikirler ortaya koymaktan nasıl lezzet alırsınız, bilmem ki! Şimdi serbestçe söyleyiniz bakalım bana. Bu ana kadar hiçbir kadına: ((Seni seviyorum!)) demediniz mi? Gülerek cevap verdi: - Hayatım boyunca buna benzer hiçbir söz israf etmediğim gibi hiçbir kadının ayakları önünde diz çökerek sevdakar yalvarışlarda da bulunmadım. Ve asla da bulunmayacağım! Bu sözleri düşünerek kendi kendime diyordum: ((Aşkını bana itiraf etmek için hiçbir ihtiyaç hissetmiyor. Bununla beraber beni sevdiğini anlıyordum. Lakayt görünmek için harcadığı çaba ve gayretler fikrimi asla değiştirmeyecektir.)) Arkamdan yemek salonuna girerek dedi ki: - Bana bir parça bir şey çal! Çoktan beri sizi dinlemedim. Cevaben: - Ben de bunu düşünüyordum, dedim ve gözlerimi bütün bir nüfuz şiddetiyle gözlerine dikerek ilave ettim: - Bana darılmadınız değil mi Mikaloviç? - Niçin darılayım? Kızararak cevap verdim: - Yemekten sonra söylediklerinizi dinlemediğim için. Maksadımı anladı, başını salladı ve tebessüm etti. Bakışı ile bizim azarlamaya layık olduğumuzu, fakat kendisini bunu yapmak için kuvvet ve metaneti olmadığını anlatıyor gibiydi. Piyanonun karşısına oturarak sordum: - Artık aramızda hiçbir şey yok, barıştık değil mi? - Hay, hay… Gece Mikaloviç benimle az konuştu. Fakat aşkını – istemeyerek, kalbinin duygusal fışkırışına karşı koyamayarak – hareketleriyle, nazarlarıyla, hatta Katya ve Sotya'ya söylediği sözleriyle belli ediyordu. Artık aşkından şüphe etmiyordum. Fakat kendisine acıyor, huzurunun bizim için ne derece sevinç gerekliliği olduğunu hissediyor, erkeklik vakar ve gururunu kirletmemek maksadıyla âşıkane duygularını gizlemesine ve bana yapmacık bir soğukluk göstermesine hak veriyordum. Bununla beraber etmiş olduğum münasebetsizliğin hatırlaması bana cinayet işlemişim gibi azap veriyordu. Bana olan özel hürmetinin bahçe duvarından atladığımdan beri tamamen bittiğini zannediyordum. Çaydan sonra piyanonun yanına gittim. O da geldi. Bu yüksek tavanlı geniş salon, yalnız piyano üzerine konulmuş iki mumun yaydığı hafif ışıkla aydınlanıyordu. Şeffaf bir mehtaplı gece açık pencerelerin arasından bize tebessüm eyliyordu. Her şey derin, esiri bir sessizliğe dalmıştı. Mikaloviç arkamda oturmuştu. Kendisini göremiyordum. Fakat salonun bu yarı karanlık içinde bulunan her tarafında, piyanodan çıkan iniltili sedalarda, kendimde onun varlığını hissediyordum. Nazarlarını, hareketlerini fark edememekle beraber bütün bunları kalben duyuyor gibiydim. Bana notasını getirip te onunla ve sadece onun için öğrendiğim "Mozart'ın" fantezi sonatını çalmaya başladım. Artık ben çaldığım havayı düşünmüyor, bununla beraber fena çalmadığımı ve piyanodan Mikaloviç'in hoşnut olduğunu zannediyordum. Bana baktığını ve mutlu olduğunu artık açıkça hissediyordum. Birden, elimde olmadan, çalmakta devam ederek, başımı çevirdim. Bulunduğu tarafa bir bakış attım. Bu şeffaf gecenin aydınlığının derinliğinden başını kaldırdı. Eli yanağında olduğu halde oturmuş, ateşli nazarlarını sakin halde üzerime dikmişti. Bu bakışların karşılaşmasıyla ben tebessüm ettim. Çaldığım parçayı bıraktım. O gülüyor, azarlayıcı bir tavırla, devam etmem için nota defterini gösteriyordu. Sonatın sonlarına geldiğim zaman mehtap mine renkli gökte tamamıyla yükselmişti. Süslü ve altın gibi parlak ışınları mumların zayıf ışıklarına karışarak odayı gümüşe benzer bir nur ve ışık dalgasıyla kaplıyordu. Katya pek fena çaldığımı söylerken Mikaloviç bilakis bu akşamki kadar mahirce ve ustaca bir şekilde hiçbir zaman bu sonatı çalmadığımı temin ediyordu. Mikaloviç gezinmeye başlamıştı. Yemek odasından salona geçerken benim tarafıma geldikçe bana bakıyor, tebessüm ediyordu. Ben de tebessümlerine karşılık veriyor hatta – hiçbir sebep olmadığı halde – kahkaha ile gülmek için güçlü bir arzu hissediyor, bugün gerçekleşen şeylerin genelinden kendimi oldukça bahtiyar buluyordum. O, yemek odasından çıkar çıkmaz derhal piyanonun yanında duran ve bana yaklaşan Katya'yı kucakladım. Çenesinin altındaki o pek sevdiğim tombul boynuna bir öpücük kondurdum. Bu esnada Mikaloviç içeri girdi. Hemen yeni bir tavır takındı. Fakat şunu da itiraf edeyim ki dökülmeye hazır bir kahkahayı zabtetmek için çektiğim zorluk beni pek gülünç bir hale koymuştu. Katya Mikaloviç'e sordu: - Bugün bunun nesi var? Mikaloviç hiç cevap vermedi. Yalnız bana baktı ve tebessüm etti. O bugün benim ne olduğumu pekâlâ biliyordu. Mikaloviç salondan terasa geçilecek kapının önünde biraz duraksayarak… – Bakınız, dedi, ne latif, ne de ruha ferahlık veren bir gece! Gerçekten şimdiye kadar böyle güzel ve büyüleyici, böyle latif ve şaşaalı bir gece görmemiştim. Dolunay halinde bulunan ay evimizin üstünde bulunuyordu. Onun için henüz görünmüyordu. Fakat terasın bir kısmı ay ışığıyla aydındı. Etrafı çiçeklerle süslü, sisler içinde kaybolmuş geniş yol üzerinde dalya fidanlarının gölgeleri şekilleniyor, dalların arasından limonluğun parlak çatısının mehtabın ışığının yansımasıyla parladığı görülüyordu. Daha öteden gittikçe yoğun bir sis tabakası yükseliyor, kısmen çiçekleri dökülen çıplak leylak ağaçlarının dalları üzerinde çiy etkisiyle nemlenen salkımlar seçiliyordu. Gölge ve ışık yollarda öyle hayali etkilerle birleşmişti ki ağaçlar, yollar fark olunmuyor, fakat latif ve yumuşak bir çalkantılı beşik içinde sallanan kulübelerin mehtap nurlarıyla parlayan yüzleri gözüküyordu. Sağ tarafta, evin gölgeli tarafında her şey karanlıklı, meş'um ve korkutucuydu. Diğer tarafta kavak ağacının mağrurane yükselmiş aydın tepesi bu karanlığın derinlikleri içinde şekilleniyordu. Şu şekillenmeye karşı insanın kendi kendine: ((Niçin bu ağaç daha yükseklere, mavi göğün derinliklerine doğru yükselecek yerde - sanki böyle donuk bir nur ve ışığın çarpışma yeri içinde yıkanmak için – evimizin boyuna kadar yükseldikten sonra bitap şekilde yükselmesine son veriyor?)) diyeceği geliyor. Bu gecenin muhteşemliklerinden istifade etmek maksadıyla: - Haydi, dışarda bir parça gezelim… Katya takunyalarımı giymek şartıyla bu teklifi kabul etti. Ben buna lüzum olmadığını, Mikaloviç ile kol kola gezeceğimizi söyledim. Mikaloviç'in kolları nasıl olur da benim ayaklarımı rutubetten korur? Bunu düşünmüyordum. Fakat bu teklif her üçümüze pek doğal göründü. O, şimdiye kadar bana hiç kolunu takdim etmemişti. Bu akşam ben kendiliğimden koluna girdim. Şu hal Mikaloviç'e hiç garip görünmedi. Her üçümüz terastan indik. Şimdi gök, bahçe, soluduğum hava, etrafı kuşatan cisimler… Hâsılı bütün kâinat bana büsbütün yeni ve başka görünüyordu. Takip ettiğimiz ağaçlı yolda ileriye baktığım zaman artık ötede hiçbir şey olmadığını, hakikat âleminin şuracıkta bitiş noktasına geldiğini, bütün muhteşemliğiyle bu gecenin sonsuza kadar devam edeceğini zannediyordum. Bununla beraber biz ilerliyorduk. Ve bizim ilerlememiz için, bütün bu gecenin muhteşemliğinin hayal süsleyen duvarı geri çekildikçe biz her tarafta daha ruh okşayan bahçeler, daha latif ağaçlar, daha ferahlatıcı yollar buluyorduk. Hakikatte ise ayaklarımızın altında aydın ve karanlıklı daireleri çiğneyerek, geçtiğimiz yere tesadüf eden kabarık kırı yaprakları ezerek bir yoldan diğer bir yola gidiyorduk. Mikaloviç yanımda olduğu halde sessiz ve eşit adımlarla yürüyor, yavaşça kolumu tutuyordu. Katya da yanımızda ayaklarıyla çakıl taşlarını çatırdatarak yürüyordu. Yüksek semadan kıymetli mehtap damlaları, sessiz dalların arasından, üzerimize dökülüyordu. İleriye veya geriye attığım her adımda hayal süsleyen duvarın kapandığını hissediyor, artık ilerlemenin imkânsız olduğunu anlıyor, gördüğüm ve duyduğum şeylerin bir hakikat olduğuna inanamıyor, bütün bunların büyüleyici ve aldatıcı bir şiir allığı ve hayalden başka bir şey olmadığına inanıyordum. Katya birden bire: - Ah, bir kurbağa, diye bağırdı. Elimde olmadan düşündüm: - Evet, bir kurbağa… Fakat bu kadar korku ve telaşa ne lüzum var? Bu esnada Katya'nın bu gibi hayvanlardan korktuğunu hatırlayarak yere baktım. Küçük bir kurbağa sıçrayarak ayaklarımın önünde durmuştu. Mikaloviç bana sordu: - Siz kurbağadan korkmaz mısınız? Gözlerimi üzerine diktim. Bulunduğumuz yolda ıhlamur ağacı bulunmadığı için dostumun yüz çizgilerini açıkça fark ve ayırmaya güç yetirebiliyordum. Simasını o kadar güzel ve o kadar mutlu buluyordum ki kalbim tatlı bir saadetle titriyordu. Mikaloviç bana: ((Kurbağalardan korkmaz mısınız?)) demişti. Bunu söylerken konuşma edasında öyle anlatılamaz bir heyecan ve sevda titremesi hissettim ki, duygularını, fikrini, bana ne demek istediğini anlamıştım: Seni seviyorum muazzez çocuk! Seni seviyorum! Seni seviyorum! Mikaloviç'in nazarlarında bu şiir ve aşk parçasını okuduğum gibi… Işık, gölge, hava, çevre… Bütün bunlar da bana sanki bu aşk ezgisini tekrar ediyordu: Seni seviyorum! Böyle hülya ve sevda mestiyle, bahçenin her tarafını dolaştık. Katya daima yanımızda yürüyor, yorgunluktan soluyordu. En sonunda içeri girmek zamanı olduğunu söyledi. Kendisine acıdım ve kendi kendime düşündüm ki: Ya Rabbi! Niçin o bizim hissettiklerimizi duymuyor, niçin herkes bu gece benim onun kadar mutlu değildir? Eve girdik. Fakat Mikaloviç horozların ötmeye başladığına, bütün evin derin bir uykuya daldığına rağmen uzun bir müddet daha bahçede kaldı. Katya, uyumak için vaktin geçtiğine önem vermek istemeyerek bir müddet daha beraber oturduk, uzun uzadıya konuştuk. Şafak sökmeye ve horozlar üçüncü defa olarak ötmeye başladığı zaman Mikaloviç gitmek için kalktı. Saat üç idi. Bir adet, hiçbir şey söylemeksizin, vedalaştı. Gitti. Lakin – bilmem neden – bu andan itibaren onun tamamıyla bana ait olduğunu ve hiçbir şeyin onu benden ayıramayacağını anlıyordum. Artık şimdi itiraf edeyim ki Sergey Mikaloviç'i seviyordum. Bu şerefli sırrı Katya'ya söylemekte kuvvetli bir ihtiyaç hissettim. O, aşk itiraflarımdan etkilenip, şaşırdı. Fakat hissettiği etki ve hayret bu gece güzel bir istirahatle uyumasına engel olamadı. Bana gelince; daha bir müddet teras üzerinde dolaştım. Sonraya bahçeye indim. Biraz evvel beraber gezdiğimiz yollarda tekrar gezdim. Bu esnada onun, en ufak ayrıntısına varıncaya kadar söylediği her bir sözü hatırlamaya çalışıyor, bütün tavırlarını, hareketlerini hayalim önünde canlandırıp tespit etmeye çalışıyordum. Hayatımda, ilk defa olarak, bütün geceyi uykusuz geçirdim ve doğuşu temaşa eyledim. Şimdiye kadar böyle aydın ve lahuti ne gece gördüm, ne de sabah. Kendi kendime diyordum: ((Niçin bana doğrudan doğruya sevdiğini söylemiyor? Niçin kendi kendine hayali engeller icad ediyor? Niçin genç ve güzel olduğu halde kendisini yaşlı gösteriyor? Niçin altın gibi kıymetli, ihtimal bir daha ele geçmesi imkânsız olan bu saygın zamanları beyhude kaybediyor? Niçin bana ((Seni seviyorum!)) demiyor? Niçin önümde kızarıp gözlerini indirmiyor? Niçin bakışlarım kalbinin derinliklerini titretmiyor? Bütün bunları kendisine söyleyeceğim. Oh! Hayır, bunları söylemeye güç yetiremeyeceğim. Fakat onu kucaklayarak en samimi gözyaşlarımla ağlayacağım. Lakin ya aldanıyorsam! Bu şüphe beynimden bir şimşek şiddetiyle geçti. Artık kalbimin hislerinden korkuyordum. Cenab-ı Hakk acaba beni böyle nereye kadar götürecek? Meyve bahçesine atladığım zaman onun hissettiği buhranı ve benim duyduğum heyecanı hatırlayarak kalben üzülmeye, Cenab-ı Hakk'a yalvarmaya başladım. Gözlerimden üzüntü damlaları dökülüyordu. Aniden fikrimden bir ümit, bir acip fikir geçti: "komünyon" ayini için hazırlanmaya, doğum günümde icra edilecek bu ayin esnasında Mikaloviç ile de nişanlılığımızın yapılmasına kalben karar verdim. Neden fikrimden böyle bir düşüncenin geçtiğini ve bu düşüncelerimi nasıl faaliyete geçireceğimi bilemiyordum. Odama döndüğüm zaman büsbütün gündüz olmuş, herkes uykudan kalkmıştı. 4 Büyük perhiz zamanında bulunuyoruz. Hiç kimse beni "komünyon" için hazırlanmakta olduğumu görerek şaşırmıyordu. Mikaloviç bir hafta bize gelmedi. Bu halden üzüntü duymadım. Bilakis bu ihtiyatlı hareketini takdir ettim. Ziyaretini doğum günüme kadar erteleyeceğini anlıyordum. Bir hafta her sabah erkenden kalkarak yapyalnız bahçede dolaşıyordum. Bu sabah gezmelerinde, bir gün önce yapmış olduğum hataları derpiş düşünerek, doğum günüm için birçok düşüncelerde bulunarak, ayinden sonra vicdanıma azap verecek en ufak bir günahta bile bulunmayacağıma katiyen karar vererek kalbimi tasfiye, vicdanımı tenkit etmeye çalışırdım. Bu sabah Katya'yı yüklü hazırlanmış uzun yazlık arabasının bahçeye girişiyle, bütün bu düşünce ve hislerim silinmiş oldu. Ben hemen arabaya atladım, bakıcımın yanına oturdum. Bu şekilde, üç kilometre uzakta bulunan kiliseye gidiyorduk. Şimdi bana öyle geliyordu ki artık daha akıllı ve ciddi olmam için ufak bir çaba ve gayret yeterli olacak. Kiliseye yaklaştıkça dindar duygularımın arttığını hissediyordum. Kilisede on kadar köylü ile bizden ve hizmetçilerimizden başka kimse yoktu. Köylülerin selamlarına tam bir yumuşaklık ve iltifatla karşılık veriyordum. Çara özel kapılar açıktı. Kilise mihrabının annem tarafından nakşedilip süslenen örtüsü gözüküyordu. Daha ötede dua okunan yerin arasında vaftiz suyunun korunduğu kabı gördüm. Vaktiyle ben de burada vaftiz olmuştum. İhtiyar rahip mihraptan çıktı. Rahibin üzerinde ölü babamın tabutunu örten çuhadan yapılmış bir elbise vardı. Kendimi bildiğim günden beri tanıdığım aynı seda ile papaz efendi ruhani ayine başladı. Rahibin ağzından çıkan her bir kelimeyi gayet dikkatle dinliyor, bu sözlerle armoninin bana verdiği hislerden etkileniyordum. Rahip vaftizden önce okunması adet olan duaya başladığı zaman bütün geçmiş hayatımı hatırlamaya başladım. Bu masumane geçmiş olan çocukluk hayatı şimdiki ruhumun şaşaalı saflığına nazaran o kadar karanlık geliyordu ki titreyerek, korkarak günahlarıma ağlıyordum. Fakat aynı zamanda hissettim ki bütün günahlarım affolunacak. Rahip efendi ayinin bitiminden sonra ((Cenab-ı Hakk'ın lütuf ve yardımı üzerinizdedir.)) dediği zaman saadet ve gönül ferahlığından doğan doğal bir his ile beni ruh sefasına daldırdı. Kalbimin derinine sıcak bir ışığın nüfuz ettiğini ve orasını nur ve şaşaaya gark ettiğini hissediyordum. Ruhani merasim son buldu. Papaz efendi bana yaklaşarak ilk duayı evde tekrar etmemi söyledi. Bu mültefit özel ilgiden dolayı kalbimin tüm samimiyetiyle kendisine teşekkür ettim. Ve bizzat kiliseye geleceğimi beyan ettim. Cevaben: - Niçin buraya kadar gelmek zahmetini çekeceksiniz? Dedi. Kibir ve gururla bir günah işleyebilme korkusu ne şekilde cevap vereceğimde beni kararsız bıraktı. Katya bana refakat etmediği için arabayı kiraya göndererek yalnız başıma yürüyerek geri döndüm. Yolda tesadüf ettiğim köylüleri gayet mütevazı olarak selamlıyordum. Bu anda bütün insanlar hakkında kalbimde öyle derin ve sınırsız bir muhabbet ve rikkat kaynıyordu ki herkese karşı yardımlaşmak ve faydalı bir varlık olmak için en ufak bir fırsatı bile kaybetmemeye çalışıyordum. Bir akşam idare müdürümüz günlük jurnalini Katya'ya vermek üzere bize geldiği zaman, mujik "Simeon"un vefat eden kızının tabutu için tahta ve ruhani ayin için de bir ruble istediğini ve talebini yerine getirdiğini bakıcıma söylüyordu. Ben bunu işitir işitmez en derin bir üzüntüyle bağırdım: - Bu zavallılar bu derece fakir midirler? İdare memuru cevap verdi: - Evet, pek fakirdirler, matmazel! Hatta tuz almaya bile kudretleri yoktur. Üzüntü ve rikkatten kalbimin ezildiğini hissettim. Bununla beraber memnun da oldum. Katya'ya gezmeye gideceğimi söyledim. Odama koştum. Paramın hepsini aldım. Bahçeden çıkarak "Simeon" kulübesine doğru yürümeye başladım. O daima aşağıdaki odada oturuyordu. Bahçeden içeriye girerek pencereye yaklaştım. Pencerenin kenarına paraları koyarak camı vurdum. Kapı gıcırdayarak açıldı. Birisi camı kimin vurduğunu soruyordu. Fakat ben hiçbir kelime bile söylemeyerek, bir cinayet eylemişim gibi korkudan titreyerek eve kaçtım. Katya nereye gittiğimi ve başıma ne geldiğini bilmek için beni sorguya çekti. Hiçbir şey söylemeksizin ondan kaçtım. Söyleyeceği sözlerin manasını anlamaktan acizdim. Bulunduğum çevre birden bana küçük ve sefil, adi ve alçak göründü. Bu halin sebeplerine bakamayarak, fikrimi bir noktada sabitlemeye muvaffak olamayarak, duçar olduğum hislerin hakikatine vakıf olamayarak uzun süre odamda kaldım. Pencerenin kenarına terk edilen paranın bilinmez sahibi hakkında bu çaresiz ailenin kendisiyle duygulanacağı minnettar ve teşekkür edici hisleri büyük bir sevinçle düşünürken parayı Simeon'a bizzat teslim etmemekten dolayı üzülüp teessüf ediyordum. Fakat sonra düşündüm ki Mikaloviç bu hareketimi kendisine söyleyecek. Bu hareketi kimsenin bilmeyeceğini düşünmekten derin bir haz duyuyordum. Oh! Bu anda ne kadar mutu idim. Öyle zannederim ki ben de dâhil olduğum halde bütün insanlar oldukça fenadır. Bununla beraber varlığımı taciz eden ölüm fikrinin bana bir mutluluk rüyası gibi görünmesi için kendimi ve diğerlerini bu kadar lütufkâr bir şefkatle uslamlamamak bence kabul edilemezdi. Cenab-ı Hakk'a dua ederek yalvarıyor, gözyaşları arasında gülüyor, benliğimden bütün dünyayı kuşatacak gibi bir coşkulu bir aşkın taştığını hissediyor ve kendimi gittikçe derin bir rikkat ve şefkat içinde buluyordum. Dua esnasında İncil okuyordum. Bu kitap gittikçe benim için açılıyordu. Bu lahuti hayatın hikâyesi bana gayet sade ve etkileyici; bu kutsal kelamda bulduğum düşünce ve duyguların derinliği manasının hakikatine nüfuz edilemeyecek derecede yüksek görünüyordu. Lakin buna karşın, İncil'i okuduktan sonra etrafıma baktığım ve fikrimi günlük hayata yönelttiğim zaman bütün bunlar bana gayet sade ve kolay görünüyordu. Bana öyle görünüyordu ki insan için akraba ve yakınlarını sevmek ve sevdirmek kadar sade ve kolay bir şey yoktur. Herkes benim hakkımda o kadar şefkatli, o kadar lütufkâr olmuştu ki hatta ders verdiğim Sotya bile değişmişti. Verdiğim dersleri tamamıyla anlamaya çalışıyor ve beni sıkmıyordu. Diğerleri de lütufkâr ve övücü muamelelerini benden esirgemiyorlardı. Sonra düşmanlarımı düşündüm. Bunlardan af talep etmeliydim. Bir genç kız hatırladım ki bu, vaktiyle komşumuzdu. Takriben bir sene önce, beraber kalabalık bir yerde bulunurken onun hakkında münasebetsiz bir şakada bulunmuştum. O zamandan beri bize gelmiyordu. Kendisine mektup yazdım. Kabahatimi itiraf ederek af talep ettim. O da bana gönderdiği mektupta tamamıyla af ettiğini bildirmekle beraber benden de af temenni ediyordu. Manasında derin ve samimi bir rikkat hissi bulduğum bu saf ve taze satırları aşırı etki ve sevinçten, ağlayarak okumuştum. Bakıcımdan da af talep ettiğim zaman o, ağlamaya başlamıştı. Kendi kendime soruyordum: - Niçin benim hakkımda bu kadar lütufkâr davranıyorlar? Onların sevgilerini hak etmek için ben ne yaptım? Elimde olmadan Mikaloviç'i düşünmeye başladım. Onu düşünmekten mümkün değil kendimi engelleyemiyor ve bunun günah olmasına ihtimal veremiyordum. Fakat ilk defa olarak kendisini sevdiğimi kalben itiraf ettiğim geceden beri onu büsbütün başka, kendimi düşündüğüm gibi düşünmeye başlamıştım. Artık yaşının benden büyük olmasından dolayı duyduğum sıkıcı his bana azap vermiyordu. O, adeta benim akranım olmuştu. Fikrimin seviyesini arttıran yükseklikleri hep kendisine bağlıyor, bütün ruhuna etki etmeye çalışıyordum. Önceden bana kapalı ve garip görünen halleri, sözleri şimdi tamamen açıklığa kavuşmuştu. "Hayatta saadet bir başkası için yaşamaktan ibarettir" sözünü Mikaloviç'in niçin sürekli tekrar eylediğini ilk defa olarak şimdi anladım. Ve fikrine tamamen katıldım. Bana öyle geliyordu ki her ikimiz sonsuz ve sıkıntılardan uzak bir saadetle bahtiyar olacağız. Onun samimiyeti etrafında bulundukça ne seyahat etmeyi, ne dışarı çıkıp gezmeyi, ne süslenmeyi arzu ediyorum. Yalnız saf ve geniş bir aile hayatı, sıcak ve sükûnetli bir yuva, karşılıklı ve ebedi bir fedakârlık içinde samimi ve ebedi bir aşk… Kiliseden dönüşümde öyle bol ve tükenmez bir saadet hissettim ki bu özel saadetin çok devam edememesi ihtimali beni titretti. Evimizin bahçesine girdiğim zaman, tanıdığım iki tekerlekli bir arabada gürültüyle avluya giriyordu. Arabadan inen Mikaloviç yanıma gelip doğum günümden dolayı tebriklerde bulunduktan sonra doğruca salona girdik. Birbirimizi tanıdığımız zamandan beri, bu sabahki kadar, huzurunda böyle büyük bir itidal ve lakaytlık göstermedim. Sanki bütün manevi varlığım değişmiş, nüfuz etmesi imkânsız bir muamma halini almıştı. Artık heyecan ve buhran duymuyordum. Mikaloviç kalbimin derinliklerinde gömülü sırları keşfetmek için fırsatçı idi. Piyanonun yanına gittim. Fakat o, kapağı kilitledi ve anahtarı cebine koydu. Dedi ki: - Ruhunuzdaki sakinlik ve asayişi bozmayınız. Çünkü orada bütün bu maddi müziğin üzerinde ilahi bir yüksek ahenk işiteceksiniz. Bir müddet sonra yemeğe çıktı. Yemek sırasında özel günümden dolayı tebrik görevini, ertesi günü Moskova'ya hareket etmeğe mecbur olduğu için de veda merasimini ifa etmek için geldiğini beyan etti. Bu sözleri söylerken Katya'ya baktı. Ve sonra bana çekingen bir bakış fırlattı. Bu nazar Mikaloviç'in yüzümde üzüntü ve heyecan alameti görmekten korktuğunu bana anlatmak içindi. Fakat ben ne şaşkınlık eseri ve ne de üzüntü alameti gösterdim. Hatta Moskova'da uzun süre kalıp kalmayacağını bile sormadım. Gidişini bana söyleyeceğini ve fakat hareket etmeyeceğini ben önceden biliyordum. Bunu nasıl keşfettim? İzah etmek benim için şimdi mümkün değildir. Yalnız şunu biliyorum ki hayatımın en güzide saatlerini oluşturan bu şerefli günde olan şeyleri anlamış ve olacakları da bir önsezi ile anlamıştım. Öyle güzel bir mutluluk rüyası içinde bulunuyordum ki orada benim için gelecek, mazi gibi belirli ve açık idi. Mikaloviç yemekten sonra gitmek istedi. Fakat Katya kilisede geçirilmiş bir sabah ile yorgun olduğundan uyumaya gitmişti. Veda merasimini ifa için onu beklemeye mecbur olmuştu. Salon güneşli olduğu için terasa indik. Ben tamamen lakayt görünüyordum. Daha bir kelime bile konuşmuyorduk. Kısa sohbetimize, tamamıyla beni konu alacak bir şekil vermeye muktedirdim. Mikaloviç karşımda oturmuştu. Parmaklığa dirseğini dayamış, kendisine doğru bir leylak dalı çekerek yapraklarıyla eğleniyordu. Söze başladığım zaman tuttuğu dalı bıraktı. Elini başına koydu. Edindiği şu vaziyet ya son derece dingin bir adamın alması lazım gelen bir hal idi veyahut bilakis, şiddetli bir heyecan ve buhranın pençesi altında ezilen bir varlığın… Birden sordum: - Niçin gidiyorsunuz? Bunu söylerken her kelimenin hecelerini uzatarak söze başka bir kuvvet vermeye çalışıyor ve karşıdan kendisine bakıyordum. Birden bire cevap vermedi. Bir müddet sonra, gözlerini yere eğerek: - İşlerden dolayı, dedi. Kendisine derin bir samimiyetle sorulan bu soruyu kapalı bir cevap ile savmak için ne kadar sıkıntı çektiğini görüyordum. - Beni dinleyiniz, dedim, bu günün hayatımda ne kadar kıymetli bir özel önemi olduğunu biliyorsunuz. Böyle özel bir günde daima bulunduğunuz ortamda bulunmaktan büyük bir mutluluk zevki hisseden ve sizi seven bir zayıf varlığı birden terk ederek Moskova'ya gitmek için nasıl bir mazeretiniz olmalıdır? Rica ederim söyleyiniz bunu bana! Gidişinizin sebeplerini bilmek isterim. - Gidişimin gerçek sebeplerini size söylemek benim için güç bir şeydir. Bu hafta sizi ve kendimi pek çok düşündüm. Ve en sonunda seyahat etmeye mecbur olduğuma karar verdim. Niçin böyle bir karar aldığımı anlayabilirsiniz. Eğer beni severseniz artık ısrar etmezsiniz. Eliyle alnını ovuşturdu. Sonra elini gözlerine getirdi. Ve ilave etti: - Son derece üzgünüm. Siz niçin gittiğimi anlıyorsunuz. Kalbim şiddetle çarptı. Cevaben dedim ki: - Anlayamıyorum. Dediğinizi anlayamıyorum. Yalvarırım size! Hepsini söyleyiniz. Bana söyleyeceğiniz her bir sözü gayet sakin ve soğukkanlı bir şekilde dinlemeye gücüm var. Vaziyetini değiştirdi. Leylak dalını üzerine doğru çekti. Kendisine kuvvet ve cesaret vermeye çalışan bir seda ile: - Söylenecek şeyin gülünç, sözle ifadesi imkânsız ve benim için üzücü olmasına rağmen söylemeye çalışacağım, dedi. Ve maddi bir sıkıntıya uğramış gibi kaşlarını çattı. Yüzünü buruşturdu. - Pekâlâ, söyleyiniz, dedim. O devam etti. - Gençliğe veda etmiş, artık olgunluk yaşına erişmiş bir erkek ile bir de genç, dilber, tamamen mutlu, henüz hayatı ve insanları tanıyamamış bir kız tasavvur ediniz. Bunlar aile münasebetiyle birbirlerini iyi tanırlar ve hatta erkek bu genç ve dilber kızı bir derin babalık hissi ile sever. Fakat bir gün bu muhabbet hissinin ansızın değişip başka bir tarzda tecelli edeceğini hiç düşünemez. Sustu. Ben hiç cevap vermedim. Bir dakika sonra kesin bir tavırla, bana bakmaksızın, sözünde devam etti: - O erkek, genç matmazelin, hayatı henüz bir oyuncaktan ibaret zannedebilecek derecede çocuk olduğunu ve bu güzide kız hakkında duyduğu babalık sevgisinin kolaylıkla başka bir hisse çekileceğini unutmuştu. O, ansızın kalbinde ortaya çıkan bu sevda hissini duyduğu zaman yanıldığını anlamış ve şiddetli bir korkuyla titremişti. İşte bu zavallı erkek, dostane samimi alakalarının bozulacağından korktuğu için şerefli ve namuslu hislerini korumak için gitme kararını verdi. Mikaloviç bu sözleri söylerken yeniden kendinden geçere, hissiz ve düşüncesiz, gözlerini kapadı. Ben yavaş, üzüntü ve heyecanımı barındıran bir ses ile: - Fakat niçin, dedim, o erkek o kızı sevmekten bu kadar korkuyor? Tahkir edilmiş bir adam tavrıyla cevap verdi: - Siz gençsiniz. Ben ise… Siz benimle oynamaktan başka bir şey arzu etmiyorsunuz. Hâlbuki ben başka bir şey istiyorum. Oynayınız. Evet, oynayınız. Fakat benimle, benim kalbimle değil… Çünkü ben bu oyunu ciddiye alabilirim. İşte o zaman sefil, bedbaht olurum. Sonra hatta siz de… Fakat artık bütün bu çocuklukları bırakalım. Niçin gitmek istediğimi tamamıyla anladınız değil mi? Rica ederim, artık ondan bahsetmeyelim. - Hayır… Hayır… Bahsedelim. Söyleyiniz, rica ederim. O erkek, o genç kızı seviyor mu? Söyleyiniz, bir kelime: ya hayır ya evet… Mikaloviç cevap veremedi. Ben devam ettim: - Onu sevmiyorsa niçin onunla bir çocuk gibi oynadı? Sözümü keserek gayet istekle dedi ki: - Evet, evet… Fakat aralarında her şey bitti. Bir dost gibi birbirlerinden ayrıldılar. - Lakin bana söylediğiniz şu söz pek müthiştir. Bu hal başka bir şekilde neticelenemez miydi? Söylediğim şeyden korktum. Mikaloviç heyecanın sıcak etkisiyle yanan yüzünü kapayarak, nazarlarını gözlerimin derinliklerine dikerek cevap verdi: - Evet, bu başka türlü sonuçlanabilirdi. Bunda yapılabilecek iki şey vardır. İzah edeceğim. Yalnız rica ederim sözümü kesmeyiniz. Gayet sessiz ve soğukkanlı beni dinlemeye gayret ediniz. Ayağa kalkarak, acı ve sinirli bir tebessüm ile gülmeyi taklit ederek devam etti: - O iki halden biri: Matmazeli sevdiği için o adam çılgın olmuştur. Genç matmazel ise bu çılgın adamın şu haline alaycı tebessümlerle gülerek kalben memnuniyet hissetmiştir. Bu, genç kız için eğlenceli bir şaka, zavallı erkek için de hayatını uçurumlara sürükleyen tehlikeli bir cazibeden başka bir şey değildir. Titredim, sözünü kesmek istedim. Fakat buna engel oldu. Elinin elimin üzerine koyarak titrek bir seda ile: - Dinleyiniz, dedi, ikinci halde: Matmazel o mösyöye merhamet eder. Bunun üzerine o zavallı adam sevildiğini ve matmazelin zevci olabileceğini hayal eder. O zaman bu zavallı çılgın zan eder ki hayatını uçurumdan kurtarıyor. Lakin o genç kız bunun aldatıcı bir seraptan başka bir şey olmadığını açığa vurmak için gecikmez. Sonra güya sözüne netice vermiş olmak için ilave etti: - Artık bundan bahsetmeyelim. Sesi kısılmıştı. Yavaş yavaş önümde dolaşmaya başladı. O ((Artık bundan bahsetmeyelim.)) derken ben tamamen anlıyor hissediyordum ki cevabımı ruhunun bütün kuvvetiyle bekliyordu. Ve ben de söylemek istiyordum fakat güç yetiremiyordum. Kalbim ezilmiş, sıkışmıştı. Kendisine baktım. Benzi bir ölü gibi sararmıştı. Dudağı titriyordu. Bu haline acıdım. Bir olağanüstü gayretle bu beni üzen sıkıcı suskunluğu birden ihlal ettim. Tam bir sükûnet ve metanetle dedim ki: - Bir üçüncü hal daha vardır ki… Devam etmek için kendimde kuvvet ve cesaret bulamadım. Mikaloviç şimdi sessizliği koruyordu. Ben kuvvetli bir çabayla tekrar söze başladım: - Üçüncü hal de şudur: O erkek genç kızı asla sevmemiştir. Ayrılmaya karar vermekle iyi bir şey yapıyorum zannederken bilakis pek fena hareket etmiştir. O, bu hareketinden mağrur da olmuştur. Gitmekten memnun olan sizsiniz. Bana gelince: Ben sizi ta ilk günden beri sevdim. Bu son kelime sakin ve mutedil sesimi – bizzat beni korkuya uğratan – vahşi bir bağırtıya değiştirdi. O, önümde ayakta duruyordu fazlasıyla. Sararmıştı. Dudaklarının çırpıntılı titreyişleri belli oluyor, iki gözyaşı tanesi yanağından akıyordu. Varlığımdan sıyrılmış, boğazımı tıkayan üzüntü hıçkırığından boğulacak bir hale gelmiş olduğum halde bağırdım: - Bu haliniz pek takatsizdir. Niçin böyle? Bu esnada kendisinden uzaklaşmak için kalkıp gitmek istedim. Fakat vakit bulamadım. Başı dizlerimin üzerinde idi. Titrek dudakları, döktüğü gözyaşlarından ıslanan ve titreyen ellerimi öpüyor ve: - Oh ya Rabbim! Bu saadet gerçekten tasavvurum üstündeydi, diyordu. Ben: - Niçin, niçin şüphe ediyorsunuz, dedim, görmüyor musunuz, ruhumda saadet nuru nasıl parlıyor? Beş dakika sonra Sotya Katya'nın yanına koşarak bütün evdekilere işittirecek bir şekilde bağırıyordu: - Biliyor musunuz? Haberiniz var mı? Maşa Mikaloviç ile izdivaç ediyor. 5İzdivacımızı ertelemek için hiçbir sebep yoktu. Ne Mikaloviç ne de ben beklemek arzu etmiyorduk. Şüphesiz Katya çeyizimi almak için Moskova'ya gitmek istiyordu. Nişanlımın annesi oğlunun yeni bir araba alması, mefruşatın yenilenmesi ve duvarların boyanması fikrinde ısrar eyliyordu. Fakat biz ilk önce evlenmek, sonra da ev eksiklerin tamamlamak fikrinde aynı fikirdeydik. Nişanlım ile ben evliliğimizin iki haftaya kadar tam bir sükûn ile çeyizsiz, ziyafetsiz, şampanyasız hâsılı bir düğüne eşlik eden bütün zevk ayrıntılarından özgür olarak icrasını istiyorduk. Bu fikrimize muttali olan kayınvalidemin pek üzüldüğünü Mikaloviç bana söyledi. Bununla birlikte o, gizliden gizliye gerekli tedariklerde bulunuyor, halıları, perdeleri, tabakları yeniliyor, birçok düşüncelerle meşgul oluyordu. Ve ben saadetimizin gerçekleşmesi için neden böyle maddi şeylere gerek görüldüğünü anlayamıyordum. Diğer taraftan, Katya da evimizi süslemek ve döşemek için uğraşıyor, düğünün parlak olması için heyecanlı bir faaliyet içinde bulunuyordu. Biz ise bütün bu maddi işlere karşı ilgisiz, ateşli bir hummalı bekleyiş içinde düğünümüzün gerçekleşme zamanını bekliyorduk. Nişanlımın validesiyle bakıcım Katya düğünümüze ait planlarla o kadar meşgul idiler ki "Pokrovsko"da bulunan yazlığımız ile "Nikoloskov"daki malikâne arasında bütün bu plan ve tedariklere ait geniş bir haberleşme kapısı açmaya mecbur oldular. Katya ile kayınvalidem arasındaki münasebet gittikçe samimi şeklini arttırıyordu. Ben de Mikaloviç'in validesi "Tatyanasa Mivnovna" hakkında derin bir hürmet ve muhabbet besliyordum. Gerçekten kendisi ciddi, vakarlı bir ev hanımı olduğu gibi asrımızın da en büyük bir kadınıydı. Mikaloviç annesini yalnız uysal ve vefalı bir evlat sıfatıyla değil, kadınlığın bütün güzellik ve özelliklerini kendisinde gören kadınların faziletlerine tutkun bir erkek haliyle seviyordu. Kayınvalidem bizim, özellikle benim hakkımda pek iyiliksever bulunuyor, oğlunun izdivaç etmek üzere olduğunu görmekten aşırı sevinçli görünüyordu. Mikaloviç'in nişanlısı sıfatıyla ziyaretine gittikçe, hal ve tavrıyla, güzide bir geline sahip olduğunu bana hissettirmek istiyor gibiydi. Artık kayınvalidemi mükemmel bir şekilde anladım ve tamamen fikrine nüfuz eyledim. Evlilikten iki hafta önce nişanlımı görür idim. O, akşam yemeği için bize gelir ve gece yarısına kadar kalırdı. Fakat bensiz yaşayamadığını daima söylemekte olmasına rağmen hiç olmazsa bir defa olsun, bütün bir günü tamamen yanımda geçirmedi. İlişkimiz – eskisi gibi – resmi bir şekilde idi. Daima birbirimize "siz" diye hitap ediyorduk. Hatta elimi bile öpmüyordu. Benimle yalnız kalmak çarelerini aramak şöyle dursun baş başa kalacağımızdan çekiniyordu. Çoğunlukla hislerinin fışkırmasından korkuyordu. İkimizden hangimizin değiştiğini bilmiyor fakat kendisinin tamamıyla akranı olduğunu hissediyordum. Önceden bana korku veren bu erkekte, kalbimi sıkan yapmacık tavır ve vaziyetler yerine şimdi, dibimin yanında saadetten mest ve şaşkın itaatli ve mütevazı, bir çocuk incelik ve samimiyeti görüyordum. Artık nişanlımın tamamen kalp ve ruhunu anlamıştım. Anladığımdan emin olduğum bu şeffaf ve hassas kalp doğama ve zevkime pek uygun geliyordu. Gelecek hayatımız için Mikaloviç'in tasarladığı planlar bile benimkilerle mutlu bir uyuşma noktasında birleşiyordu. Havalar fena gittiği için günlerin çoğunluğunu evde geçiriyorduk. Gayet tatlı ve samimi olan sohbetlerimiz, salonun piyano ile pencere arasındaki – o aşk yuvasına benzeyen – köşesinde gerçekleşiyordu. Mumların ışığı çatıdan akan yağmur damlalarının gürültüyle fışkırdığı karanlık camlarda gölgeleniyor, sular gürültü ile oluklardan akıyor ve dışarının şu rutubeti salonun bulunduğumuz şu muazzez köşesini bize daha neşeli, daha sıcak ve nurlu gösteriyordu. Bir akşam, salonda piyano yanında, sohbetimiz âdetinden fazla uzadığı bir zamanda dedi ki: - Biliyor musunuz, birçok zaman vardır ki size bir şey söylemek isterim. Her ne zaman piyano çalsanız bunu düşünürüm. - Söylemeyiniz. Hepsini keşfettim. - Evet, hakkınız var. Ondan bahsetmeyelim. - Hayır, hayır, bilakis bahsediniz, söyleyiniz. Maksadınız nedir? - Şimdi siz yaşlı mösyö ile genç ve güzel matmazelin hikâyesini pekâlâ, hatırladınız. - Bu gülünç hikâyeyi daima hatırlayacağım. Bu kadar parlak bir başarı ile neticelendiğinden dolayı bu hikâyenin kahramanları cidden bahtiyardır. Evet, biraz daha bütün mutluluğumu harap edecektim. Siz beni kurtardınız. Fakat asıl önemli olan şey benim o zaman size yalan söylememdir. Şimdi bilesiniz, nasıl büyük bir mahcubiyet hissediyorum. Bütün bunları size izah etmek istediğimin sebebi de budur. - Rica ederim, artık susunuz. (Tebessüm ederek): - Ne korkuyorsunuz? Kabahatimi affettirmek, terbiye eylemek istiyorum. Rica ederim beni mazur görünüz. Evet… Ben o zaman pek fena düşünmüş idim. Hayatımın bütün ümitsizliklerinden, bana tamiri imkânsız gibi görünen hatalarından sonra, o gün evime geri döndüğüm zaman sevmemin, bu yoksun aşkı kefenlemek için kesin kararda bulunmuştum. Artık açıkça anlıyordum ki benim için yalnız bir vazife kalmıştı: Namuslu bir adam gibi hayatıma son vermek. Fakat kararım o kadar katiyetle tutuklanmıştı ki uzun süre beni size doğru sürükleyen hislerin künhüne vakıf olamadım. Bu halin beni nereye kadar sürükleyeceğini de bilemiyordum. Ümit etmeye cesaretim olmadığı halde ümit ediyordum. Ancak bir dakika devam eden bir sessiz duraksamadan sonra ilave etti: - Bazen bana öyle geliyordu ki siz, işveli, şık, daima kendini beğendirmeyi arzulayan hafif ruhlu bir varlıktan başka bir şey değilsiniz. Ve bazen de zannederdim ki ve beni seviyor gibisiniz. Bu zıt hisler karşısında ne yolda hareket etmek lazım geleceğini seçmekte zorluğa düşüyordum. Fakat o "gece" den sonra… Hatırlıyor musunuz, bahçede şairane gezdiğimiz o şeffaf geceyi? Evet, o geceden sonra, korkmaya başladım. Mutluluk rüyam hakikate dönüşmek için bana pek büyük göründü. Yalnız kendimi, aşkımı düşünüyordum. Zira ben fena, menfaatçi bir adamım. Sustu, bana baktı ve tekrar söze başladı: - Bununla beraber büsbütün haksız da değildim. Başarısızlığımdan, aşkımın bozulmasından korkmak için hakkım vardı. Sizin benim üzerimde oluşturduğunuz etkiyi ben sizde oluşturabilir miydim? Siz henüz bir çocuk… Açılmaya hazır bir goncasınız. Siz ilk defa olarak seviyorsunuz. Hâlbuki ben… Oh! Bana bütün hakikati söyleyiniz. Fakat birden, vereceği cevabın kalbimde oluşturacağı etkiden korktum ve hemen: - Hayır, hayır… Hiçbir şey söylemeyiniz, dedim. Fikrimi kavradı: - Siz tabi aşk zevkini şimdi tattığımı öğrenmek istersiniz. Bunu size söyleyebilirim. Emin olunuz ki şimdiye kadar hiçbir kadına sevgi ilanı yapmadım. Hiçbir varlık sizin hakkınızda duyduğum güzel duyguları bana vermedi. Birden fikrine hücum eden bir takatsiz hatıranın etkisiyle kederli bir şekilde ilave etti: - Sizi sevebilmek hakkını bahşetmeniz için bana kalbiniz lazımdır. Görüyorsunuz ki size aşkımı itiraf etmezden önce iyice düşünmek vazifemdi. Hayatınızda mühim bir etki oluşturmak için size ne arz edebilirim? Aşk işte bu kadar… Bakışların tesadüf etmesi için gözlerinin içine baktım ve sordum: - Bu yeterli değildir? - Hayır, yeterli değildir, azizem… Bu, sizin için yeterli olmaz. Siz genç ve güzelsiniz. Telaşlı bir güzelliğe, gösterişli bir gençlik tazeliğine sahipsiniz. Gelecek hayatımızı düşünerek, mutluluğumuzu hayal ederek bazen geceleri uykusuz geçiriyorum. Çok yaşamış olduğum için olsa gerek, öyle zannederim ki ben asude bir hayat ile mutlu olabilecektim. Mesela mümkün olduğu kadar köylülere yardım ederek, çalışarak köydeki yuvamızda vakit geçirmek. Yalnız tabiat ve kitap ile musiki ve aşk ile ruh ihtiyaçlarını tatmin eylemek… - Pekâlâ, böyle bir hayat yaşamaklığımız için bir sebep var mı? - Benim için yok. Çünkü gençlik nurum sönmüştür. Hâlbuki sizinki bütün olgunluğuyla şaşaalı. Siz daha henüz hayatı tanımadınız. İhtimal ki siz saadeti başka şeylerde aramak arzusuna düşeceksiniz. Ve yine ihtimal ki hayatınızın sonuna bu saadeti aramakla meşgul olacaksınız. Şimdi siz tamamıyla mesut olduğunuzu zannediyorsunuz. Zira beni seviyorsunuz. - Hayır, hayır… Ben daima asude ve sakin bir hayat hayal ederim. Bir aile, bir yuva hayatı… Sizi sevdiğim için, göreceksiniz ki düşünce ve hayallerim sizinkiyle aynı olacaktır. Düşünür, tekrar söze başladı: - Siz böyle zannediyorsunuz, azizem… Fakat bu, sizin için yetersizdir. Siz genç ve güzelsiniz. Bana itimat etmediğinden, gençlik ve güzelliğimi daima yüzüme vurduğundan dolayı pek üzüldüm. Dalgın bir tavırla sordum: - Niçin seviyorsunuz beni? Gençliğimden dolayı mı yoksa bizzat benim için mi? Gözlerimi karşı konmaz bir şekilde kendisine doğru sürükleyen derin bir bakış dökülmesiyle dedi ki: - Sizi niçin sevdiğimi bilmiyorum. Bildiğim bir şey varsa o da size bütün ruhumla perestiş ettiğimdir. Cevap vermedim. Sustum. Birden bire garip bir hisse kapıldım: Önceden beni kuşatan şeyler bana karşı silindi. Sonra Mikaloviç'in siması kayboldu. Artık gözlerimin önünde parlayan gözlerinden başka hiçbir şey görmüyordum. Burgulu nazarları ta kalbimin derinliklerini kaplamıştı. Bu nazarların büyüleyen etkisiyle, vecd ve istiğraklar içinde, hissettiğim korku titremesinden kurtulmak için gözlerimi indirmeğe mecbur oldum. İzdivacın belirlenmiş gününden bir gün önce gökyüzü açılmıştı. Çoktan beri yağmayan yağmur, soğuk ve berrak sonbaharın ilk akşamına nasip olmuştu. Her taraf nemli bir tazelikle doymuştu. İlk defa olarak, bahçenin parlak yollarında, çıplak ağaçların etrafında titreyen sonbahara özel mavi bir şeffaf allık görünüyordu. Gökyüzü saf idi. Gece, düğün günü havanın pek güzel olacağını tefekkür etmekten oluşan bir mutlulukla, uyudum. Güneşin doğuşuyla uyandım. Hemen bahçeye indim. Henüz ufukta bulunan güneş, ıhlamur ağaçlarının sarı ve çıplak arasından ziyalar saçıyordu. Yollar çıtırdayan yapraklar ile örtülüydü. "Üvez" ağaçlarının erguvanlı meyveleri kırmızı renklerini sermişti. Sapları kurumuş dalya ağaçları simsiyah olmuştu. Kış, ilk defa olarak soğuk tozunu nemli çimenlere saçmıştı. Bugün evlik merasimimin yapılıyor olmasına inanamıyor, saadetime bu kadar emin olmak için sorun yaşıyordum. Kendi kendime soruyordum: - Mümkün mü ki artık bu akşam kendi odama karşın Nikaolskoy'daki büyük yabancı evde yatayım? Artık Sotya ve Katya'ya her akşam ondan bahsetmeyeyim? Onun ile piyanonun yanındaki o muazzez köşede oturup konuşmayayım? Karanlıkta evine döndüğü zaman artık onun için kalbimde bir korku titremesi yaşamayayım. O vakit hatırladım ki dün giydiğim düğün elbiselerini Katya üzerimde denerken yarın gelin olacağımı söylemişti. Bu esnada düğünümün pek yakın olduğunu anlamış, fakat biraz sonra yine bundan şüphe etmeye başlamıştım. Yeniden kendi kendime düşünüyordum: - Nasıl ya Rab! Bugünden itibaren artık orada, kayın validem ile beraber, Katya ile diğer arkadaşlık ettiğim ve sevdiğim insanlardan uzak olarak mı yaşayacağım? Her akşam yatmazdan önce şefkatli dadıcığımı kucaklamayacak mıyım? Artık onun yatarken bana: Geceler hayırlı olsun kızım, dediğini işitmeyecek miyim? Artık Sotya'ya ders veremeyecek ve onunla oynayamayacak mıyım? Odam ile onun odası arasındaki duvarı vurarak eğlenmeyecek, onun duru kahkahalarını işitmeyecek miyim? Nasıl, bugün yabancı bir adamın mı olacağım? Rüyalarımı, hülyalarımı, ümitlerimi hakikate dönüştüren yeni bir hayat gözlerim önünde açılacak mı? Ve bu yeni hayat ebediyen devam edecek midir? Bütün bu hayallerle beraber, ateşli bir hummalı bekleyiş içinde, Mikaloviç'in ulaşmasını bekliyordum. Mutluluk vakti geldi. Ben ancak onun huzurunda hülyalarımın hakikate dönüştüğünü ve onun eşi bulunduğumu hissettim. Yemekten önce ölü babamın ruh istirahati için yapılacak ayinde hazır bulunmak üzere hepimiz kiliseye gittik. Pederimin en saygın dostu olan nişanlımın koluna dayanarak ve hiçbir kelime alışverişinde bulunmayarak eve dönerken kendi kendime düşünüyordum: Ah! Pederim hayatta olsaydı. Saadetimi görseydi. Kilisede ayin yapılmaya başladığı zamanda birden sevgili babamı hatırlamıştım. Öyle zannediyorum ki ruhu şu seçimimden dolayı beni takdir ve takdis eyliyor. Bana şimdi öyle geliyordu ki kolumu verdiğim bu şerefli varlık, şu anda bütün hislerimi anlıyor ve üzüntüme katılıyordu. Nişanlım ağır ve sakin adımlarla yürüyordu. Uzun aralıklarla, yan gözle baktığım simasında, sevinçle hüznün ahenkli karışımından doğan bir heyecan eseri buluyordum. Birden bire bana doğru döndü. Bir şey söylemek istediğini anladım. Pederimden bahsederek: - O, birgün bana: "Maşa" ile evlen, demişti. Elimle kolunu şiddetle sıkarak dedim ki: - Pederim bugün ne kadar mesut olacaktı! Gözlerimin içine bakarak: - Evet, dedi, siz o vakit henüz bir çocuk idiniz. Pederinizin gözlerine benzettiğim için o zaman bu gözleri çok sever ve öperdim. Bir gün bu gözleri bizzat kendisi için seveceğimi düşünmekten uzak bulunuyordum. Sizi "Maşa" diye çağırırdım. - Niçin bana "sen" diye hitap etmiyorsunuz? - Tamamıyla benim olduğunu hissettiğim, çekici bakışlarının sakin ve mutlu, üzerime yöneldiğini duyduğum şu dakikada ben de sana tekil muhatap siygasıyla hitap etmek üzere idim. Hasat zamanından beri tarlada baygın baygın bırakılmış samanların ortasından… Çayırların, otların arasından yürüyorduk. Seslerimizin ve dilsiz adımlarımızın sesinden başka bir şey işitmiyorduk. Diğer yönden esmer bir tarla çıplak küçük ormana kadar yayılıyor, önümüzde bir çiftçi, daima genişleyen siyah daireler çiziyordu. Keçiler otluyor, ayakları ile tohumları saçıyor ve insana bu sevimli hayvancıkları tutmak, şefkatli bir şekilde oynamak için bir arzu geliyordu. Öbür taraftan da evimizi çevreleyen bahçeye doğru diğer siyah ve ekilmemiş bir tarla uzanıyordu. Zayıf güneş bulanık ve dağınık bir hava içinde ışık saçıyor, her taraftan birbirini boyuna kesen küçük bakir ormanlar güneş ışınının tesiriyle parlıyor, başımızın üzerinde sıcaklık yayan güneş gözlerimize, saçlarımıza, elbiselerimize giriyordu. Mikaloviç ile konuştuğumuz zaman sedalarımız garip tınlamalarla titriyor, sanki havada asılı kalıyordu. Hayatın hayhuylarından uzak bir uzlet köşesinde bulunuyoruz gibi bir hisse sahiptim. Yalnız mavi göğün altında can çekişen güneşin solgun tebessümlerini topluyorduk. Ben de Mikaloviç'e "sen" diye hitap etmek istiyordum. Fakat tahlilinden aciz kaldığım bir utan hissi beni bundan menediyordu. En sonunda tam bir cesaretle ve yarım sesle, mümkün olduğu kadar hızlı: - Niçin o kadar çabuk yürüyorsun, dedim ve kızardım. Mikaloviç adımlarını ağırlaştırdı. Ve derin bir vecd ve aşk istiğrakı içinde, mutlu ve şefkatli bir nazarla baktı. Eve dönüşümüzde nişanlımın annesi ile davetlileri hazır bulduk. Bu dakikadan itibaren kiliseden dönüşümüze kadar Mikaloviç ile bir ana bile yapyalnız kalmaya muvaffak olamadım. Nikâh merasiminin icra edileceği kiliseye girdiğim vakit hemen kimse yok gibiydi. Köşeden kayınvalidemi gördüm. Kendisi şarkıcıların yanında ayak üzerinde duruyor ve onun yanında da gözyaşları yanakları üzerinde akan Katya bulunuyordu. Hâsılı beni meraklı gözlerle inceleyen bir ki hizmetçimizden başka kimse yoktu. Mikaloviç'e gelince: Varlığını hissetmek için ona bakmak ihtiyacını hissetmiyordum. Duaları büyük bir dikkatle takip ettim. Bununla beraber bu dualar kalbimde bir karşılık bulamıyordu. Dua etmeye muktedir bir halde değildim. Baygın ve şuursuz, kilisedeki mukaddes tasvirlere, büyük mumlara ve başkalarına bakıyordum. Yalnız, kalbimi dolduran bazı fevkalade şeyler hissediyordum. Rahip haç elinde bize doğru yönelerek takdis merasimini icra ederken, Katya ile kayınvalidem beni ve zevcimi öpüyor "Karakuvar" da arabacımızı çağırıyordu. Bütün bunlardan evlilik merasiminin bittiğini anladım ve korktum. Bu sırada zevcim de beni öptü. Fakat kendisine iade ettiğim buse – bilmem neden – bana pek garip, hislerimin şiddetine göre pek sönük geldi. - Bu yalnız bundan mı ibaretti? Diye, kendi kendime düşündüm. Kiliseden çıktığımız zaman saf, taze bir hava dalgası yüzümüze çarpıyordu. Mikaloviç şapkasını giydi. Arabaya binerken bana yardım ettikten sonra kendisi de girdi, yanıma oturarak kapıyı kapadı. Bu anda bir şey kalbimi ısırdı. Araba kapısının kapanması beni titretti. Tekerlekler çakıl taşları üzerinde gıcırdamaya ve bir müddet sonra da yumuşak toprak üzerinde dönmeye başladı. Artık yoldaydık. Arabanın köşesine büzülmüş, pencereden dışarıya bakıyor ve kendi kendime düşünüyordum: - Bu kadar tahammülsüz bir bekleyişle beklediğim bu şerefli ve kıymetli saat, nasıl ya Rabbi, yalnız bundan mı ibaretti? Kendimi böyle yapyalnız onun yanında bulmak birden bana pek aşağı göründü. Bir şey söylemek fikriyle onun tarafına doğru döndüm. Fakat kendisi hakkında beslediğim şefkat ve sevda hisleri şimdi büyük bir çekingenlik ve korkuya dönüştüğü için buna muvaffak olamadım. Attığım bakışa cevap vermiş olmak için yavaşça dedi ki: - Bu ana kadar saadetime emniyet ve itimat edemiyordum. - Evet, azizim, fakat… Bilmem neden… Ben korktum. Dudaklarına getirmek için elimi alarak: - Benden mi korktun cicim? Dedi. Elim elinde mecalsiz ve hareketsiz kaldı. Kalbim sanki soğuk bir sıkışıklıkla acıyla karışık bir şekilde sıkıştı. - Evet, diyebildi. Fakat aynı zamanda kalbim şiddetle çarpmaya, elim zevcimin eli içinde titremeye başladı. Tatlı, korku taşıyan bir saadet hissi bütün varlığıma yayıldı. Gözlerim bakışlarını aradı. Birden hissettim ki artık kendisinden korkmayacağım. Deminki korku ve çekingenliğin aşktan, yeni, ter ve taze, eskisinden daha şefkatli ve kuvvetli bir aşktan ileri geldiğini anlamakta gecikmedim. Bütün ruhumla ona ait bulunduğumu ve bu aidiyetten dolayı tamamıyla mutlu olduğumu açıkça hissettim. (Birinci Kısmın Sonu)İKİNCİ KISIM1 Köydeki iki aylık dingin hayatın haftaları, günleri benim için hissedilemeyecek derecede hızlı geçti. Zira bu iki ayın varlığıma bahşettiği aşk hisleri ve sevda heyecanları bütün bir hayatı mutlu etmek için yeterli idi. Geçinme tarzımız önceden plan ve tertip eylediğimiz programa uygun şekilde gerçekleşmiyorduysa da hayallerimizin altında da değildi. Nişanlı iken hayal ettiğim ve birçok güzide insanlık faziletleriyle süslediğim düzenli çalışma hayatı nerede kaldı? Bütün bunların yerine karşılıklı bir aşkın menfaatperest hisleri, sevilmiş olmak arzuları, sebepsiz ve sınırsız bir neşe, ona ve bana ait olmayan her şey hakkında bir mutlak unutkanlık hüküm sürüyordu. Ha doğru, bazı kere Mikaloviç çalışmak için çalışma hücresine girer veyahut işlerini düzenlemek ve düzeltmek maksadıyla şehre iner veya mal ve çiftlikleriyle uğraşırdı. Fakat bunlar için benden nasıl güçlükle ayrıldığını hissederdim. Kendime aidiyeti gerçekleşmeyen her bir şey kendisine öyle manasız, öyle hiç görünürdü ki bunlarla meşgul olmanın pek faydasız olduğunu daima bana itiraf ederdi. Bu benim için de böyleydi. Piyano çalar kayınvalidem ile meşgul olur, köydeki çocuklara dersler verirdim. Fakat bütün bunları onun bir takdir kelimesine mazhar olmak için yapardım. Zevcimin hoşuna gitmeyen ve arzusuna uymayan şeylerle meşguliyet benim için imkânsızdı. İhtimal ki şu hareket tarzı fena ve menfaatçi idi. Bununla beraber beni mutlu ediyor, kadınlık kimliğimi her şeyin üstüne yükseltiyordu. Benim nazarımda bütün kâinat yalnız ondan ibaretti. Katımda insanların en güzidesi, en mükemmeli oydu. Hâsılı o, benim her şeyimdi. Bu dünyada ancak kendisi için yaşıyordum. Mikaloviç için de ben, kadınların en nefisi, en güzel ve olağanüstüsü idim. Katında en kıymetli kadınlık özellikleriyle süslenmiş bir inci, en kendinden geçiren iffetli kokular sürünmüş bir çiçek gibiydim. Bir gün dua ederken odama girdi. Ben kendisine doğru bir bakış fırlatmakla yetinerek duama devam ettim. O beni sıkmamak için, masanın yanına oturdu. Bakışlarının ağırlığını üzerimde hissediyor, gözlerimi onun tarafına çevirmekten kendimi engelleyemiyordum. Zevcim tebessüm ediyordu. Ben de gülmeye başladım. Öyle bir dakika geldi ki artık duaya devam etmek benim için imkânsız oldu. Kendisine sordum: - Sen dualarını bitirdin mi? - Evet, sen devam et. Ben gidiyorum. Başka bir söylemeksizin gitmeye kalktı. Fakat ben engel oldum: - Azizim! Eğer beni memnun etmek istersen benimle beraber dua et. Yanımda diz çöktü. Biraz tereddütten sonra, yüzü ciddi, duaya başladı. Bu esnada bana doğru döndü. Nazarlarımda bir teşvik ve takdir manası aradı. Duayı bitirdiği zaman zevcimi kucaklayarak gülmeye başladım. O, ellerimi öperek: - Hiç değişmemişsin. Daima benim bildiğim on yaşında mini mini menekşesin, diyordu. Bulunduğumuz hane köyün eski evlerinden biri olup burada vaktiyle aynı aile hayli nesillerden beri karşılıklı samimi pek çok aşk ve hürmet görmüştü. Her tarafta duvarların saygın ve iffetli hatıraları nazar-ı dikkate çarpıyordu. Kayınvalidem Tatyanasa Mivnovna, evi eski bildiği yöntem şekliyle idare etmekte devam ediyor, her köşede takdir edilesi bir düzen ve temizlik görünüyordu. Salon resimlerle süslenmiş, halılarla döşenmiş, güzel ve süslü iskemlelerle başka döşemeler düzenli ve uygun bir muhteşem ahenkte yerli yerine konulmuştu. Kayınvalidem, farklı duvarların çeşitli tarz ve üsluptaki en güzel döşemelerini benim odaya yerleştirmişti. Bu, benim için büyük bir lütuf idi. Tatyanasa Mivnovna evde varlığını hissettirmezdi. Bununlar beraber her hizmetçi işini bir saat gibi muntazam görür idi. Bütün hizmetçiler bu muhterem ihtiyar kadın hakkında hürmet ve tazim ile karışık bir korku ve çekingenlik hissederlerdi. Her cumartesi günleri düzenli olarak tahta silinir, halıların değneklerle tozları alınırdı. Her ayın ilk günü de özel ayin icra edilirdi. Zevcim ev işlerine asla müdahale etmiyordu. Yalnız tarla işleriyle meşgul oluyor, köylüleri gözlüyordu. Sabahleyin – kışın bile – erken kalkardı. Ben uykudan uyandığım zaman o, işinin başında bulunurdu. Bir müddet sonra birlikte çay içmek için eve geri dönerdi. Bu esnada son derece neşe ve sevinç gösterirdi. Çoğunlukla ne iş gördüğünü kendisine sorardım. O zaman bana öyle tuhaf ve garip hikâyeler naklederek beni eğlendirirdi ki gülmekten bayılırdım. Bazı kere de o günkü işlerin özetini söylemesini, ısrarcı ve ciddi talep ederdim. O vakit zapt edilmiş bir tebessümle, bir günlük olayları bana anlatırdı. Ben gözlerinin içine bakar, ne dediğini anlamaksızın dudaklarının hareketlerini takip ederdim. Fakat ona böyle bakmaktan ve sesini duymaktan mutlu idim. Hikâyesini bitirip te bana: - Peki… Şimdi söylediğim hikâyeyi sen de tekrar et bakalım, dediği zaman ne söyleyeceğimi şaşırırdım. Bize, aşkımıza ait olmayan sözler derin bir umursamazlık hissettiğim için olmalı, söylediği hikâyeleri anlamaz, fakat – bilinmez neden – lezzetle dinlerdim. Kayınvalidem öğle yemeğine kadar odasından dışarıya çıkmazdı. Kendi kendine çay içer ve hizmetçisiyle halimizi sordururdu. Bir gün sabahleyin Mikaloviç ile sohbet edip latifeleşirken birden oda kapısının yanında, kayınvalidem tarafından halimizi anlamaya çalışmaya memur edilen hizmetçi kadını gördüm. Ben bir kahkahayı zapt etmek için zorluk yaşıyordum. O, vakarlı ve hürmetli, köşede duruyor, gayet tuhaf ve ciddi bir sesle diyordu: ((Madam Tatyana dün yaptığınız gezintiden sonra bu gece rahat uyuyup uyuyamadığınızı sorduruyor. Kendisi geceyi pek fena geçirdiğini, sabaha kadar havlayan köpekten uyuyamadığını bildiriyor. Bir de bu sabahki küçük ekmekleri nasıl bulduğunuzu öğrenmek istiyor. Zira bu defa bu ekmekleri "Taras" değil "Nataşa" pişirip yaptı. Madam ekmekleri fena bulmuyor. Fakat bisküvilerin çok piştiğini söylüyor.)) Yemeğe kadar zevcimle nadiren beraber bulunuyordum. Ben piyano çalar veya kitap okurdum. O da ya yazı yazar veyahut tekrar dışarıya çıkardı. Saat dörde doğru öğle yemeği için toplanmış halde yemek salonunda buluşurduk. Her gün düzenli olarak, zevcim yemeğe giderken kolunu annesine takdim eylerdi. Diğer kolunu da bana vermesi için kayınvalidem zevcimi zorlardı. Üçümüz kapının her iki tarafına çarparak, sıkışarak yemek salonuna girerdik. Sofraya kayınvalidem önderlik ederdi. Konuşmamız esaslı ve ruhlu mevzular üzerine dayanıyordu. Zevcimle gizlice konuştuğumuz bazı sözler, bu uzun yemek sohbetinin monoton üslubunu letafetle keserdi. Bazı kere anne ile oğul arasında şakayla karışık bir konuşma geçerdi. Bu sevimli latifeleri pek sevdiğim için can kulağıyla dinlerdim. Bu sıcak ve samimi şakalar Tatyana ile Mikaloviç'i birbirine bağlayan derin sevgiyi diğer şeylerden fazla belli ediyordu. Yemekten sonra annemiz salondaki büyük koltuğa uzanır, tütünü ufalamakla veyahut yeni gelen kitapların yapraklarını kesmekle meşgul oluyordu. Biz ise yüksek seda ile kitap okurduk yahut piyanonun bulunduğu bitişik odaya geçerdik. Evlilik hayatımın ilk aylarında eşimle beraber pek çok kitap okuduk. Bununla birlikte en fazla ruh zevkini musikide bulduk. Musiki her gün kalbimizde yeni tesirler, titreşmeler uyandırıyordu. Ve bizi birbirimize daha büyük bir açıklıkla ifşa ediyor gibiydi. Kendisinin sevdiği seçili parçaları çaldığım vakit piyanodan epey uzak olan bir mindere oturur, kim bilir nasıl bir samimi his ile müziğin kalbinde oluşturduğu etki ve his fışkırışını zapt etmek için kendini zorlardı. Fakat ben çoğunlukla bu sırada piyanodan kalkar, usulcacık yanına gider, sesinde beliren heyecan eseri ile gözlerinden sızan nemli parlaklığı – bütün bunları bütün bunları saklamak için gösterdiği her türlü gayretlere rağmen – keşf eylerdim. Kayınvalidem bizi daima piyanoda görmek isterdi. Bununla beraber rahatsız etmekten korktuğu için yanımıza gelmez, bize bakmaksızın lakayt ve vakarlı, salondan geçmekle yetinirdi. Gece herkes büyük salonda toplanıyordu. Çayı bardaklara ben dolduruyordum. Bu vazifeyi zannetmeyiniz ki çekincesiz ve korkusuz yapıyordum. Bilakis büyük bir korku ve mahcubiyet içinde bu şerefe layık olmadığımı anlıyordum. Semaver musluğunu açarak çayı bardaklara düzenli olarak doldurmak için kendimi henüz pek genç ve sersem buluyordum. Çay bardaklarını koymak için önümde tepsiyi tutan Nikola diyordu: - Bu bardak Piyer İvanoviç için… Öteki Mary Mincina'ya özel… Sonra herkese de sormak gerekiyordu: - Çaylarınızın lezzeti iyi midir efendim? Bütün bu işleri bitirdiğim zaman zevcim: - Pekâlâ… Pekâlâ… Her şeyi büyük bir ev kadını gibi ifa ettiniz, derdi. Kayınvalidem bir müddet daha salonda oturarak iskambil kâğıtlarıyla Mary Mincina'nın gelecekten haber veren safsatalarını dinledikten sonra geceyi rahat geçirmemiz için dualar ederek bizimle vedalaşırdı. Biz de odamıza çekilirdik. Gece yarısına kadar odamızda oturur, konuşurduk. Bu zaman, hayatımızın en şerefli ve güzide dakikalarını oluştururdu. Mikaloviç bütün safhalarıyla geçmiş hayatını naklederdi. Beraber planlar kurar, felsefeden bahs açardık. Tatyana'nın gevezeliklerimizi işitmemesi için yavaş, gayet yavaş konuşurduk. Zira kayınvalidem daima erken yatmamızı tembih ederdi. Bazı kere acıkırdık. Gece yarısı bütün o derin bir uykuda iken usulcacık beraber yemek odasına iner, "Tiktiya" nın suç ortaklığıyla edinebildiğimiz nevaleyi tam bir istek ve heyecanla odamıza getirir, yalnız küçük bir mumun latif ışığı altında tatlı bir iştiha ile yerdik. Bazı defa zevcimde gördüğüm sükûnet ve mülayimlikten bir umursamazlık kokusu hissederek üzülüyor, bu umursamazlık eserinin kendimde de bulunduğunun farkına varamıyordum. Zevcim bana kararsız, gelgeç meşrep bir varlık gibi görünmeye başlıyordu. O, bir arzusu olup ta açıklamaya cesaret bulamayan bir küçük çocuk gibiydi. Bir gün kendisinin bu umursamazlığından, aşırı sakinlik ve yumuşaklığından şikâyet ettiğim zaman bana cevaben: - Ah sevgilim, dedi, o kadar kendinden geçiren bir neşe havası içinde bulunuyorum ki saadet yorgunuyum. Halimde hissettiğiniz yorgunluk ve lakaytlık sevinç ve aşktan mest olmaktan ileri geliyor. Şunu da itiraf edeyim ki bu aşırı mutluluk beni korkutuyor. Kapının çalındığını işittiğim, adıma gelen bir mektubu aldığım, uykudan uyandığım zamanlar şiddetli bir heyecana duçar olduğumu sana söylesem bilmem inanır mısın? Evet, korkuyorum, korkuyorum. Zira yaşamak isterim. Zira ufak bir şey hayatımı büsbütün değiştirebilir. Hiçbir şey anlamaksızın sözünü kabul eder gibi göründüm. Ben de mutluydum. Fakat bana öyle geliyordu ki herkes te hayatında bir defa benim gibi aynı tarzda bahtiyar olmuştur. Mutlaka başka bir mutluluk daha olmalıdır. Şüphesiz bu da o kadar büyük değildir. Fakat herhalde başkadır. Evlilik hayatımın iki ayı bu şekilde geçti. Sonra soğuklarıyla, karlarıyla kış başladı. Yavaş yavaş – zevcimin daima yanımda bulunmasına rağmen – kendimde derin, acı verici bir yalnızlık hissetmeye başladım. Günlerin aynı şekilde tekrar etmek olduğunu, kendimde ve eşimde artık bir yenilik bulunmadığını, bilakis daima tekdüze adımlarla hayatı geçirmekte olduğumuzu anlıyor gibiydim. Mikaloviç işleri için eskisinden fazla zaman ayırmıştı. Kendisini ikinci defa olarak, bana açmak istemediği bir dünya sırların derin gizliliklerinde görüyorum zannediyordum. Zevcimin bu sarsılması imkânsız sıkıcı sükûneti sinirime dokunuyordu. Mikaloviç hakkındaki muhabbetim eksilmemişti. Aşkı daima beni mutlu ediyordu. Fakat sevdalı hislerim kuvvet ve şiddetini artırmıyordu. O, sükûn ve durgunluk halindeydi. Kalbimin aşk etkisiyle titreyen bir köşesinde beni kederlendiren bir şiddetli arzunun doğduğunu hissediyordum. Sevmek saadeti artık bana yetmez olmuştu. Bu sakin monoton hayat benim ruh ihtiyacımı tatmin etmiyordu. Bana hareket ve faaliyet lazımdı. Aşkım heyecanlara, tehlikelere, fedakârlıklara susamıştı. Bazı kere Mikaloviç'ten saklamak için kendimi tuttuğum kalbi bunalımlara duçar olur, bazı defa da eşimi şaşırtan asabi ve aşırı bir şefkat ve neşe girdabı içinde bulunurdum. Bu garip buhran halini benden önce hisseden eşim kışı şehirde geçirmemizi teklif etti. Fakat ben saadetimizin yok olmasından korktuğum için, hayatımızın akış tarzına sapma darbesi vurulmamasını istirham ettim. Gerçekten ben mutluydum fakat bu mutluluğun bir fedakârlık, bir daimi çaba neticesi olarak oluşmaması beni üzüyordu. Zevcimi seviyor, bütün ruhumla onun olduğumu biliyordum. Lakin ben aşk zaferimin – hiçbir engel ve fedakârlığa uğramaksızın böyle kolaylıkla – temin edilmesini görmek istemiyordum. Kalbim ve ruhum tatmin edilmişti. Bununla beraber varlığımın derinliklerinde ateşli bir gençlik suyu kaynadığını hissediyor, temin edilmeyen derin bir faaliyet ihtiyacı duyuyordum. Kendi kendime: - Niçin o kadar arzu ettiğim şehre gitmek için teklifte bulundu? Diyordum. Zevcim eğer böyle bir teklifte bulunmamış olsaydı ihtimal ki ben, beni sıkan bu çılgın arzuların birer tehlike olduğunu ve ısrarlı bir şekilde yapmak istediğim fedakârlığın bana şu şekilde görünmesi gerekeceğini anlardım: Bütün bu sıkıcı hisleri boğmak… Fakat şehirde geçirilecek şaşaalı hayatın beni bu sıkıcı can sıkıntısından kurtarabileceği ümidi, istemediğim halde, düşüncemi zapt etmişti. Bununla beraber Mikaloviç'i – sadece çılgın heveslerimi tatmin etmek için – sevdiği bütün şeylerden mahrum etmek vicdanıma azap veriyordu. Bu tereddüt ve bunalımlar arasında vakitler geçiyor, kar evimizi gittikçe yoğun bir beyaz tabaka ile örtüyordu. Ve biz daima birbirimizin çevresinde, daima aynı yüzlerin huzurunda sıkıcı ve monoton bir hayatı sürüklemekte devam ediyorduk. Hâlbuki orada şaşaalı şehirlerin derinlik ve güzelliklerinde baygın insanlar böyle sessiz ve bilinmez, yaşayan varlığımızı hissedemeyerek yaşıyorlar, sıkıntı çekiyorlar, mahvoluyorlar. Hiçbir kuvvet ve etkinin değiştiremeyeceği bir tarzda akan bu sıkıcı yeknesak hayata bizi mahkûm bir şekilde bağlayıp sabit bırakan esaret ve ülfet zinciri her dakika hissetmekten aşırı derecede üzülüp acı çekiyordum. Aşkımız bu huzurlu ve değişmez asude hayatın bizzat esiri oluyordu. Böylece biz sabahleyin şen ve neşeli görünürken öğle yemeğinde ciddi ve hürmetkâr bulunur, akşam da şefkatli ve yumuşak olurduk. Kendi kendime düşünürdüm: ((Nasıl yaşamalıdır? Eşimin dediği gibi masum ve namuslu yaşamalıdır. Ben de bunu cidden arzu ederim. Fakat bütün hayatımız bu tekdüze hayatı sürüklemekle geçiyor. Hâlbuki bizim şimdiki gücümüz başka bir hayat istiyor.)) Mücadele etmeye, çırpınmaya, didinmeye ihtiyacım vardı. İstiyordum ki hayatım kalbi duygularım ile etkilenip heyecanlansın. Duygularımın hayat tarzımı etkilemesiyle gelişmesini arzu etmiyordum. Mikaloviç'i uçurumun kenarına götürüp ve ona: ((İşte bir adım daha… Uçuruma yuvarlanıyorum. Yalnız ufak bir hareket mahvolmam için yeterli…)) demek isterdim ki kendisi benzi sararmış olduğu halde kuvvetli kollarıyla beni yakalayarak bu korkunç düşmekten kurtarsın. Gayet güvenli bir emniyet kenarına atsın. Bu bunalımlı manevi hal sağlığım üzerinde fena bir etki oluşturdu. Aşırı bir sinirin altında adeta çılgın olmuştum. Bir sabah Mikaloviç'in hiddetli olarak – bu hal kendisinde pek nadir oluşurdu – çiftlikten dönüşü beni alışılmışından fazla bir sinirli bunalıma soktu. Birden şu hiddeti hissederek sebebini sordum. Fakat cevaben bunun nakledilmek zahmetine değer bir şey olmadığını söyledi. Kendisinin üzüntü ve hiddet sebebi olan halin ne olduğunu pek çok sonra anladım. Köyün polis komiseri "İzpiravnik" in zevcim hakkındaki bakış ve hisleri fena idi. İstifa etmek hakkına sahip olduğu halde adamlarımızdan vergi almak için onları çağırıp davet etmişti. Buna Mikaloviç'in aşırı canı sıkılmıştı. Fakat bu işlere ait ayrıntılarla beni de üzmek istemiyordu. Ben, beni alakadar olduğu işleri anlamaya kabiliyetsiz bir çocuk sayıyor, bütün bunları bana nakletmek zahmetini seçmeyi fazla ve gereksiz görüyor, zannettim. Hiçbir şey söylemeksizin odadan çıktım. Beraber çay içmek için bizde misafir olan Mincina'yı çağırdım. Sonra misafir salonuna gittik. Orda onunla her türlü ruh ve faydadan uzak, cidiyetsiz sözlerle gevezelik etmeye başladım. Mikaloviç odada büyük adımlarla yürüyor, zaman zaman bize bakış atıyordu. Bu nazarlar bende öyle garip etki oluşturuyordu ki gevezeliğimi büsbütün artırıyor, sinirli kahkahalarla gülüyordum. Söylediğim her söze, nadiren Mary Mincina'nın söylediği fikre, alaycı kahkahalar katıyordum. Eşim sesini çıkarmaksızın odasına girdi ve kapıyı kapadı. Onu gözümden kaybeder etmez bütün bu çılgın, sinirli sevinç ve neşe eserleri mahvoldu. Muhatabım derin bir hayret içinde, şu ansızın değişmenin sebebini soruyordu. Hiçbir cevap vermeksizin mindere oturdum. Ağlamak için kuvvetli bir arzuya kapıldım. Kendi kendime diyordum: ((Niçin zevcim ciddi ve vakur duruyor? Bir hiç kendisine gayet mühim bir iş gibi görünüyor. Ne olduğunu bana söylese haksız yere üzülmekte olduğunu ikna edici delillerle ispat edeceğim. Fakat beyefendi zannediyor ki hiçbir şey anlayamam. O, sıkıcı sakin âdetiyle bana azap verip aşağılamak ve sonra da mazur görünmek istiyor. Pekâlâ, öyleyse ben de mazurum. Aynı çevrede mıhlanmaktan doğan can sıkıntısı ile faydasız ve neticesiz, senelerin akış hızını hissettiğim zaman ben de gösterişli bir zevk ve neşe hayatı istemekte, öyle ise, mazurum! Her gün ileriye yürümek arzu ederim. Her saat bir yenilik isterim. Kendisinin yalnız bir emeli var: Aynı hal ve çevrede kalmak ve beni orada o sıkıntılı çevrede, sakin ve hareketsiz tutmak… Hatta beni alıp şehre bile götürmeyecek. Bana daima sade ve asude olmamı söylüyor. Fakat kendisi bana bizzat örnek olmuyor. Hayır… O hiç saf ve asude değildir.)) Gözyaşlarımın kalbimin derinliklerinden fışkırmakta olduğunu ve zevcime son derecede gücendiğimi hissediyordum. Bu hiddet ve kızgınlıkla üzgün ve şaşkın, Mikaloviç'in çalışma odasına girdim. O, masa başında oturmuş, yazı yazıyordu. Ayak seslerimi işitti. Bana ilgisiz, sakin bir bakış attı. Ve sonra yine işine devam etti. Bu nazar beni çıldırttı. Fena halde kızdım. Yanına gideceğim yerde masanın yanında durdum. Bir kitabın yapraklarını çevirmeye başladım. Yeniden gözlerini kaldırdı ve bana doğru çevirdi: - Maşa, pek neşesiz görünüyorsun! Yönelttiğim soğuk nazarla cevap vermek istiyordum: Bu soruya ne gerek var? Başını eğdi ve şefkatli tebessüm etti. İlk defa olarak tebessümü karşılıksız kaldı. Ciddi ve serzenişli, sordum: - Bugün size ne oldu Allah aşkına! Niçin bana hiddet ve içerlenmenizin sebebini söylemek istemiyorsun? - Önemsiz şeyler, polisim… Ufak bir sıkıntı… Şimdi sana her şeyi söyleyebilirim: İki köylü şehre gitmişler… Sözünü keserek dedim ki: - Niçin bu sabah çay vakti sorduğum zaman bunu bana söylemedin? - Beynim sersemdi, pek hiddetliydim. Onun için… - Fakat ben ne olduğunu o zaman anlamak isterdim. - Niçin? - Sen de niçin sana nasihat verebileceğimi, yol gösterebileceğimi asla ummuyorsun? Kalemini bırakarak cevap verdi: - Fakat emin ol ki senin hakkında böyle bir zan daima beslerim. Sensiz yaşamaya gücüm olmadığını pekâlâ bilirim. Sen yalnız benim müsteşarım değil, her şeyimsin. (Gülerek) Bana her şeyi güzel ve muhteşem gösteren senin huzur şiirindir. Şimdiye kadar bende ilk defa olarak gördüğü garip bir tavırla dedim ki: - Evet, anladım. Ben güzel bir kızcağızım ki… Bir tereddüt duraksamasından sonra ilave ettim: - Bulunduğun şu sakinlik hali bana aşırı azap veriyor. (Can atarak) – Pekâlâ! Şimdi bütün bu işleri sana nakil ve izah edeceğim. Sonra sen de bana fikrini söylersin. Artık bunu anlamak için tadım ve düşkünlüğüm yok. Gerçekten bu vakayı daha önce öğrenmek için çılgın bir arzu duymuştum. Fakat şimdi… Pek az devam eden bir çekingenlikten sonra bir cesaret hamlesi ile ilave ettim: - Bu hayat pek monoton geliyor bana. Başka türlü – bilmem nasıl tarif edeyim – seninle bir akran gibi yaşamak istiyorum. Kalbinin üzüntü ve acısı açıkça belli olan yüzünden derin bir acı hissolunuyordu. Sözlerimden ne derece acı duyduğunu görerek, devam etmek için artık kendimde cesaret bulamadım. Bir vakit sustum. O sordu: - Fakat sen neden benim akranım değilsin? İzpiravnik ve köylülerle işim olduğu için mi? - Yalnız bu değil… - Ruhum, işlerin oluşturduğu meşguliyet gürültüsünden dolayı rahatsız olmakta olduğunu bilirim. Fakat emin ol ki sana ait aşkım benim bütün hayatımdır. Yüzüne bakmaksızın cevap verdim: - Siz zaten daima mazursunuz. Benim hissettiğim hiddet ve öfkeye rağmen şimdi zevcimde yeniden gördüğüm neşe ve asudelikten memnuniyetsiz oldum. - Maşa! Ne'n var? Niçin gücendin bana? Çabuk cevap verme. İyice düşün. Bana darıldın, elbette bunun için bir sebep olacak. Rica ederim haksızlıklarımı söyleyiniz. Kendisine nasıl olduğu gibi kalbimi açabilirdim? Ciddi bir tereddüt ve endişe ile: - Hakkında hiçbir şeyim yoktur, dedim, yalnız sıkılıyorum ve sıkılmaktan kurtulmak istiyorum. Bununla beraber siz, bunda mazursunuz! Bu sözleri söylerken gözlerimi ona doğru kaldırdım. Oh, maksadıma nail olmuştum. Artık eşimin sakinlik ve itidali kaybolmuştu. Bütün yüz hatlarından acı bir heyecan eseri sızıyordu. Titrek, yavaş bir seda ile dedi ki: - Maşa! Artık bu, bir şaka olmak sıfatından çıktı. Rica ederim cevap vermezden önce beni dinle! Niçin vicdanıma azap vermek, kalbimi kanatmak istiyorsun? Sözünü kestim. (Soğukça): - Zaten hak kazanacağını, tavır ve hareketlerinin tümünde mazur görüneceğini önceden biliyordum. Artık bana hiçbir şey söyleme. Sen haklı ve mazursun! (Gayet titrek bir sesle): - Ah ne yaptığını bilmiş olsan… Ben ağlamaya başladım. Bir parça hafiflik hissettim. O hiçbir şey söylemeksizin yanımda oturuyordu. Hareketimden aşırı utandım. Kendisine bakmaya cesaret edemiyordum. Zannediyorum ki beni şaşkın ve kızgın bir tavırla inceliyor. Fakat bir aralık yüzüne baktığım zaman bana yönelmiş nazarlarında af talep eden şefkatli ve sakin bir yalvarma manası hissettim. Derhal zevcimin elini elimin içine alarak dedim ki: - Affet beni. Ne dediğimi bilmiyordum. - Evet… Fakat ben biliyorum. Sen doğru söylüyordun. - Ne diyordum? Şimdi Petersburg'a gitmeliyiz. Artık burada yapılacak hiçbir işimiz yoktur. - Eğer sen arzu edersen gidelim. Bunun üzerine beni kucakladı. Ellerimi samimi öpücüklere boğdu. Ve dedi ki: - Rica ederim beni affet. Senin karşında ben pek suçluyum. O gece Mikaloviç – âdeti gereği – odada kendi kendisine mırıldanarak büyük adımlarla gezer iken… Ben ona repertuvarda bulunan bütün parçaları çaldım. Çoğunlukla eşime kendi kendine ne söylediğini sorduğum zaman o, bir dakika düşündükten sonra hepsini bana anlatırdı. Bazen şiir söyler, bazen de tuhaf bir hikâye naklederdi. Bu gece de ne mırıldandığını sorduğum zaman birden durdu, düşündü. Sonra güler yüzlü ve iltifat ederek Lermontov'un iki beyitten ibaret bir şiirini tekrar ettiği şu mealdeydi: "Fırtınada sakinlik ve asayiş bulunurmuş gibi kendisi, çılgın ve hevesli, bir fırtına istiyor…" Kendi kendime dedim ki: ((Artık hiçbir şeyi saklamaya gerek yok. O hepsini biliyor.)) Piyanodan kalktım. Koluna girdim. Ayaklarımı adımlarına uyuşturarak beraber yürümeye başladım. Bu esnada o, soru sorar bir tarz ile: - Evet, dedi ve tebessümle baktı. Ben de elimde olmadan: - Evet, diye mırıldandım. Her ikimiz, ansızın çılgın bir neşenin kasırgalarına kapıldık. Gözlerimiz gülüyor, adımlarımız aşırı şekilde uzanıyor, kalplerimiz sanki mest edici bir salıncağın heyecanlı kucağında sallanıyordu. Bu hal ile yemek salonuna gittik. Kayınvalidem sabırsızlıkla bizi bekliyordu. Yemeği neşeli ve gümbürtü koparan kahkahalar arasındaydık. İki hafta sonra paskalyayı geçirmek üzere St Petersburg'ta bulunuyorduk. 2 Bir hafta Moskova'da kaldıktan sonra Petersburg'a ulaştık. Yeni apartmanımızı döşeyip süsledik. Akrabalarımızı ziyarete başladık. Gördüğüm yabancı yüzler, yeni manzaralar o kadar neşeli, huzur ve sevgileriyle o kadar sıcak… O kadar çeşitli ve hoş idi ki köyde geçen dingin ömrümüz bana çok zamandan beri mazi olmuş faydasız ve manasız etki hayatını icra ediyordu. Herkesi bana karşı büyüklük taslayan ve soğuk tavırlı göreceğim yerde güya bütün bu yeni dostlarımın beni görmekle mutluluklarını arttırıyorlarmış gibi hakkımda aşırı samimi bir sevgi ve iltifat eseri gösterişleri cidden hayret ve hoşnutluğuma sebep oluyordu. Hakkımda gösterilen iltifat eserlerini yalnız akraba ve yakınlarımda değil bana tamamıyla yabancı olan kişilerde de görüyordum. Zevcim de her an birden, şimdiye kadar bana asla bahsetmediği dostlar buluyor ve bu, benim hayret ve teessüfüme sebep oluyordu. Mikaloviç bana karşı latif ve nezaketle davranan gençler hakkında pek katı fikirler taşırdı. Benim hoşuma giden erkeklere gayet soğukça hareket etmesine ve onlardan uzak durmasına pek şaşıyordum. Köyümüzden hareket etmezden önce zevcim bana demişti ki: - Petersburg'da nasıl vakit geçireceğimizi ve ne kadar süre kalacağımızı bilmek ister misin? Biz burada zenginler gibi geçiniyoruz. Fakat orada öyle yaşayamayacağız. Adeta fakirler gibi geçineceğiz. İşte bunun içindir ki uzun süre orada kalamamak mecburiyetindeyiz. Hayat âlemine karışmaktan, eğlence ve balo yerlerinde arz-ı endam etmekten uzak kalmamız lazım. Aksi takdirde pek çok sıkıntı çekeriz. - Hayat âlemine karışmanın ne gereği var? Biraz tiyatroya gideceğiz. Operada müzik dinleyeceğiz. Akrabalarımızı ziyaret edeceğiz. Sonra hemen köye döneceğiz. Fakat biz Petersburg'a ayak atar atmaz bütün düşüncelerimiz, planlarımız altüst olmuştu. Orada kendimi büsbütün yeni bir zevk ve sefa âleminde buldum. Bu zevk ve neşe girdabının beni uçuruma doğru sürükleyeceğinden gafil ve habersiz, kendi kendime düşünüyordum: ((Meğerse hayatı hiç tanımamış bir çocuktan farkım yokmuş. Gerçek hayat sahnesi, ilk defa olarak, şimdi hayret ve tutkunluk nazarımın önünde kendini gösteriyor. Herhalde bu benim için büsbütün yeni sahneyi doya doya seyretmeliyim.)) Bu şekilde düşünüyor ve kendimi haklı buluyordum. Köyde beni tutuklayan can sıkıntısı, kalbi bunalım şimdi tamamen silinmiş, onun yerine derin bir şevk ve neşe geçmişti. Zevcim hakkındaki kalbi sevgim gittikçe sükûnet bulmuştu. Acaba beni daha az mı seviyor diye kalbime – eskiden olduğu gibi – hiçbir soru sormuyordum. Bütün istek ve düşüncelerimi keşfettikten ve bütün hayatıma katıldıktan, en ufak bir arzumun hemen gerçekleşmesi için kuvvetli bir istek gösterdikten sonra artık şefkat ve muhabbetinden şüphe edebilir miyim ya! Sakinliği artık yok olmuştu. Yahut bu sıkıcı sükûnete artık bana azap vermeye başladığı için ihtimal ki ben öyle zannetmiştim. Petersburg'a ulaşmamızdan biraz sonra annesine mektup yazdı. Mektubu okumama müsaade etmeyerek yalnız dipnot yazmamı söyledi. Fakat ben okumak için ısrar ettim ve başarılı da oldum. Annesine diyordu ki: ((Siz Maşa'yı şimdi görseniz mümkün değil tanıyamazsınız. Hatta ben bile tanıyamıyorum. Bu necip ve zarif serbestliği, bu iltifatlı ve lütuflu davranışı ve herkesin doğasına, ruh haline göre hareket etmeyi nereden öğrendi. Bütün bu özellikler o kadar sade, o kadar doğal bir şekilde gösteriyor ki herkes onun yanında bulunmaktan aşırı mutlu ve hoşnut görünüyor.)) ((Nasıl? Bu kadın ben miyim?)) diye düşündüm ve çılgın bir sevinç hissettim. Öyle zannettim ki şimdiye kadar zevcimi asla bu kadar sevmemiştim. Herkes yanında böyle gösterişli bir başarı kazanacağımı doğrusu hiç ümit etmiyordum. Her taraftan bana söyleniyordu ki amcam en fazla benim huzurumdan hoşnut oluyor. Yengem en fazla benimle konuşmaktan zevk alıyor. Hatta bazen bütün Petersburg'da benzeri bulunmaz güzide bir kadın olduğum söyleniyordu. Diğer bir kadın da beni temin ediyordu ki hayata tutkun insanlara şevk ve neşe vermek benim elimdedir. Hayat şu haneye son derece meyilli olan eşimin teyze çocuğu madam, zevk ve safa âlemlerinden, bu âlemlerin sonsuz zevklerinden öyle canlı bir şekilde bahsederdi ki bu, beni baştan çıkarmak için yeterliydi. Bu teyze çocuğu ilk defa olarak, beni baloya davet ettiği zaman doğrudan doğruya zevcime hitap etti. Mikaloviç bana doğru dönerek ince bir tebessüm ile karışık şeytani bir tavırla sordu: - Baloya gitmek ister misin? Bir baş sallamasıyla meramımı anlatmak istedim. Lakin bu an içinde kıpkırmızı olduğumu hissettim. Lütufkâr bir tebessüm ile dedi ki: - Aldığınız tavırla, işlediği cinayeti itiraf eden bir zanlı gibisiniz. Yalvarma manası saçan bakışlarımın gülüşüyle cevap verdim: - Zevk ve safa hayatına karışmayacağımızı zira bu gibi eğlence ve kalabalık yerleri sevmediğinizi bana söylemiştin de… - Eğer baloya gitmek için büyük bir arzu hissediyorsan gideriz. - Hayır, evde kalalım. İhtimal ki bu bizim için daha iyi ve uygundur. Yeniden sordu: - Baloya gitmek istiyor musun? Söyle bana! Cevap vermedim. O, dedi ki: - Eğlenceye, baloya gitmek büyük bir felaket değildir. Fakat eğlenmek zevkli ve neşeli bir gösterişli hayat içinde yaşamak büsbütün tehlikeden de ari değildir. Neyse… Bu baloya gideceksin. Öyle gerekiyor. - Doğru mu söylüyorsun? Oraya gitmek için büyük bir heves ve arzum var. Hiçbir şey bana bu kadar kuvvetli bir arzu vermemiştir. Baloya gittim. Bu balo bütün ümitlerimin üstünde idi. Orada cazibe ve perestiş çevresinin seçkin merkezinde bulunduğumu, daha büyük bir açıklıkla hissettim. Hatta bütün bu şaşaalı ve muhteşem salonun gözleri kamaştıran şaşaalı ışıklandırma ve süslemelerinin şaşaası varlığımın şerefine bağlıyor, orkestranın yalnız benim için ruhnüvaz ahenklerle neşe ve sevinç verdiğini zannediyor, bütün davetlilerin yalnız beni takdir etmek için burada toplandığına hüküm veriyordum. Öyle hissediyordum ki bütün erkekler, dans eden delikanlılar – salonda bulunup oyuna katılmak isteyen ihtiyarlar bile – bana aşk ve muhabbetlerini göstermek için derin, karşı konmaz bir arzuya kapılıyorlardı. Teyzekızım, baloda dönen sözlerin hep bana ait olduğunu söylüyordu. Ben diğer kadınlardan hiç birine benzemezmişim. Ben pek güzide ve müstesna bir varlıkmışım. Bende öyle sade ve doğal, öyle neşeli taze şeyler varmış ki bütün bunlar insana, şeffaf bir gök altında saf bir köyü hatırlatırmış. Bu kış daha iki üç defa baloya gitmek arzu eylediğimi serbestçe zevcime itiraf edebileceğimi düşünerek, bu başarımdan pek mağrur ve müftehir oldum. Mikaloviç zevk u safa âlemine daldığımız ilk günlerinde bana ciddi ve hakiki bir hoşnutlukla eşlik ediyor, eğlenmeme müsaade ediyordu. Sanki o, başarımdan memnun ve mağrur, önceki düşüncelerini tamamen unutmuş veyahut bertaraf etmiş gibiydi. Fakat biraz sonra canı sıkılmaya başladı. Bir derecede ki bu hayat kendisine tahammülsüz bir felaket darbesi gibi görünüyordu. Ben ise kendimi diğer şeylerden korumak için, pek meşgul ve dalgın idim. Göz ucuyla sitemli ve soru soran bir bakışla bana doğru yönelmiş derin ve ciddi bakışlarına tesadüf ettiğim zaman artık bunların bana ne demek istediğini anlayamıyordum. Her taraftan gördüğüm iltifat çabaları ilk defa olarak soluduğum bu yeni ve zarif süs ve safa havası bütün fikirlerimi karıştırmıştı. Artık zevcimin bundan pek büyük olmasından doğan ümitsizlik ve ıstırabı hissediyordum. Balo salonuna girer girmez bütün takdir ve perestiş nazarlarının üzerimde toplandığını gördüğüm zaman hoşnut ve mağrur olmamak benim için mümkün değildi. Eşim ise bütün bu kalabalık karşısında, kendisine ait olduğumu itiraf etmekten sanki utanır, bu siyah elbise yığınları arasından silinmek için büyük bir atılım ve acele gösterirdi. Artık öyle bir devre geldi ki başarılarım beni hoşnut etmemeye başladı. Çünkü düşünüyordum ki bir gün ben onun için bütün bu zevkleri, başarıları feda edeceğim. Bu zevkli hayat şu hanede korkup çekinebileceğim yegâne bir tehlike varsa o da salonlarda tesadüf ettiğim delikanlılardan birine tutkun olmak ve zevcimin kıskanç hislerini tahrik etmek ihtimaliydi. Fakat o, benim için öyle büyük bir itimat besliyor, hakkımda o kadar yumuşak ve lakayt davranıyor ve bütün bu gençler zevcimin yanında öyle manasız ve önemsiz görünüyordu ki bu yegâne tehlike de bana korku verici görünmüyordu. Bununla beraber bu genç, neşeci ve keyifçi erkeklerin üzerime yöneltilmiş takdir ve perestiş nazarları beni aşırı hoşnut ediyor, izzet-i nefsimi okşuyor, kalbimi gıcıklıyor ve zevcim hakkında beslediğim aşka onların layık olduğunu bana sezdiriyordu. Fakat Mikaloviç te bana büyük bir müsamaha ve umursamazlık gösteriyordu. Bir gece balodan dönüşte parmağımla onu tehdit ederek dedim ki: - Oh… Nasıl bir istek ateşi içinde madam N… ile sohbet ettiğini gördüm. Bu sözlerimle Petersburg asiller derneklerinde tanınan bir kadını ima etmek istemiş, dikkat ve tecessüs nazarını çekmek için şu ince sözü fırlatmıştım. Zira o, insanı usandıran ve canı sıkan sessiz bir varlık idi. - Ah, neden böyle söylüyorsun, Maşa… Nasıl sen bana bu gibi bir isnatta bulunuyorsun? Bu kelimeleri dişleri arasında söylerken öyle bir yüzünü ekşitti ki sanki maddi bir sıkıntı altında ezildiği hissolunuyordu. Devam etti: - Bırak şu başkalarına ait sözleri. Senin ile benim aramda hiçbir şey bulunamaz. Bu tarz hayatımız bizim eski ve samimi ilişkimizi asla bozamaz. Ben şu hareketimden mahcup ve pişman, sustum. O, sordu: - Neden böyle düşünüyorsun? Nasıl, dediğim doğru değildir. - Samimi ilişkimiz hiç değişmedi. Ve asla değişmeyecektir. Şimdi bu sözleri söylerken pek samimiydim. O, diyordu ki: - Bununla beraber burada canım sıkılmaya başladı. Artık köye dönmeli… Tam zamanı… Ben bu cevap üzerine kendi kendime söylendim: ((O burada sıkılıyorsa ben de onunla beraber köyde yalnız sıkılmayacak mıyım?)) Kış bu şekilde geçti. Önceki düşüncelerimizin aksine olarak paskalyadan bir hafta sonra hareket etmeye karar verdik. İşlerimiz toplanmıştı. Zevcim köydekilere herkesin haline uygun birer hediye almıştı. Kendisine köyde lazım olan eşyayı da tedarik etmişti. Bütün bu eşyayı, memnun ve mutlu paket ediyor alışılmıştan fazla şen ve hoşnut görünüyordu. Hazırlanıp ta tam harekete hazır hale geldiğimiz bir zamanda teyzekızı Konts'ın vereceği müsamerede bulunmamız için gidişimizin ertelenmesini rica etti. Konts müsamereyi sadece benim için icra edecekmiş. Zira bir baloda beni gören ve Rusya'nın en güzide kadını sayılan Kontm bu müsamere vesiesiyle bana takdim olunma istiyormuş. Teyzekızı diyordu ki: - Bütün Petersburg bu müsamerede bulunacak. Eğer sen bulunmayacak olursan müsamere pek tatsız olacak. Zevcim salonun öbür köşesinde diğer biriyle konuşuyordu. Teyzekızı benden ısrarla soruyordu: - Değil mi Mary? Geleceksiniz, değil mi? Zevcime bakarak kapalı ve tereddütlü bir tavırla: - Yarından sonra köye dönmek fikrindeyiz, dedim. Bakışlarım zevciminkilere tesadüf etmişti. Teyzekızı dedi ki: - Burada kalmanız için Mikaloviç'e rica edeceğim. Cumartesi günü müsamereye gideceğiz, olmaz mı? - Lakin paketlerimiz hazırlanmış, işlerimiz bağlanmıştır. Eşim birden salonun öbür köşesinden, sordu: - Eşimin bu akşam konut cenaplarına ihtiram ve saygı sunması daha uygun olmaz mı? Sakin ve mutedil görünen sedasında şimdiye kadar hiç tanımadığım gizli bir fırtına, bir heyecan var gibiydi. Teyzekızı gümbürtü koparan bir kahkaha arasında: - Ha! Ha! Mikaloviç pek kıskançtır. Fakat bu konut cenapları için değildir. Burada bir müddet daha kalmasını Mary'den rica etmemiz sırf bizim içindir, dedi. Soğuk bir tavırla: - Karar ona aittir, dedi. Ve odadan çıkıp gitti. Anladım ki Mikaloviç pek üzüldü. Ben de kederlendim. Teyzekızına bu konuda hiçbir vaatte bulunmadım. Derhal eşimin yanına gittim Mikaloviç tefekkür denizine dalmış olduğu halde büyük adımlarla odada dolaşıyordu. Beni görmemesi için yavaş yavaş ayağımın ucuyla odaya girdim. Yüzüne bakarak kendi kendime: ((Galiba kendisini ((Tikolosko))daki sevgili evinde, hayattan memnun ve mutlu, sabah kahvesini içtiği odasında zannediyor. Tarlalarıyla, köylüleriyle tekrar buluşuyor, salondaki sıcak sohbetlerimizi ve gizlice tedarik ederek tatlı bir iştihayla yediğimiz gece yemeklerini düşünüyor.)) dedim. Kendisine, müsamereye gitmek istemediğimi, köye dönmek istediğimi söyledim. Beni görür görmez suratını astı. Simasındaki tefekkür nüktesi silindi. Bakışının manasında yeniden kendini koruyan bir sükûn ve endişe okur gibi oldum. Bana doğru, boşlayan ve umursamaz, dönerek kendisine has bir sakinlik tavrı ile sordu: - Nedir bu, azizem? Cevap vermedim. Pek kızgın idim. hakkında gösterdiğim samimiyete karşın bana böyle kurum satması doğrusu pek canımı sıktı. Tekrar dedi ki: - Gitmek istiyor musun? - İsterim. Fakat sen arzu etmiyorsun. Hem de zaten bütün eşyamız hazırlandı. Şimdiye kadar bana asla bu defaki gibi soğukça bir cevap vermediği gibi böyle donuk bir yüz ile de bakmamıştı: - Salıdan önce gitmeyeceğim. Denklerin açılması için şimdi emir vereceğim. Bundan dolayı sizi bu müsamereye gitmekten hiçbir şey menedemez. Âdeti üzere, üzgün ve heyecanlı, düzensiz adımlarla odanın içinde dolanıyor, hiç bana bakmıyordu. Ben dedim ki: - Sözlerinden hiçbir şey anlamıyorum. Hâlbuki kendinin daima itidal sahibi olduğunu söylüyordun. Niçin bana bu kadar tuhaf ve gülünç bir tavırla lakırdı söylüyorsun. Ben senin memnuniyet ve hoşnutluğun için her şeyi feda etmeye hazırım. Neden şimdi bu kadar hiç tanımadığım alaycı bir tavırla benim müsamereye gitmemi zorluyorsun. - Ne fedakârlık yaptın? (Bu kelimeye dayanarak) Ben de bu şekilde birçok fedakârlıklarda bulundum. İlk defa olarak ağzından kaba ve sert lakırdılar işitiyordum. Bu alaycı ve küçültücü sözler aşırı derece beni kızdırdı. Sarf ettiği küçük düşürücü kelimeler beni korkutmadı fakat mağlup eyledi. Bir derin ah ile: - kalben pek değişmişsin, dedim, neden yanında daima zanlıyım. Bana darıldığın sebebi yalnız bu müsamere meselesi değildir. Bana gücenmek için daha başka önemli sebepler olacak. Niçin her şeyi, olduğu gibi, söylemiyorsun? Aramızdaki samimiyetin sarsılmasından korkan sen değil miydin? Öyle ise her şeyi bana açıktan açığa söyle. Nedir darılmaya sebep? Odanın orta yerinde, yanımdan geçmeye mecbur olması için, ayakta duruyor ve cevabını bekliyordum. Kendi kendime diyordum ki: ((Şimdi yanıma gelecek. Beni kucaklayacak ve her şey bitecek.)) Fakat o, ilerleyip yanıma geleceği yerde odanın diğer ucunda durdu. Bakışını üzerime dikti: - Daima hiçbir şey anlamayacak mısın? Dedi. - Hayır. - Pekâlâ! Öyle ise ben izah edeyim. Nefret edip ve tiksiniyorum. İlk defa olarak derin, yok olması mümkün olmayan bir nefret duyuyorum. Hissetmekten kendimi alıkoyamadığım bu etkilerden son derece tiksiniyorum. Sustu. Sesindeki değişiklik ve titreklik kendisine dehşet veriyordu. Tahkir edilmekten doğan kızgınlık ve güceniklik yaşları gözlerimde olduğu halde sordum: - Bu derece nefret ve üzüntünü icap ettirecek sebep olan şey nedir? - Konutun seni pek güzel bulduğunu, senin de – sadece bunun için – zevcini, kadınlık haysiyetini unutarak tam bir can atışla onun ayakları önüne koştuğunu, varlığını unutarak necip kadınlık hislerini kaybettiğin zaman zevcinin hissetmeye mecbur olacağı can yakıcı üzüntüyü anlamak istemediğini görmekten derin, sonsuz bir nefret ve üzüntü duyuyorum. Bana karşı her türlü fedakârlığı yapmaya hazır olduğunu söyleyen sensin, değil mi? Pekâlâ… Bu, ne demektir bilir misin? Demek istiyordun ki: ((Kendimi konut cenaplarına takdim etmek benim için büyük bir şeref ve saadettir. Fakat işte bu şeref ve saadeti sadece, anlıyor musun, sadece senin için feda ediyorum.)) Konuştukça konuşma edasında daha fazla zayıflık ve heyecan eseri hissediliyor, konuşma ahenginde daha fazla bir alay ve tahkir kokusu duyuluyordu. Şimdiye kadar zevcimde asla böyle bir hal görmediğim gibi bana bu şekilde söz söylemesine de hiç ihtimal vermezdim kanım kalbime doğru saldırıyordu. Korkuyordum. Fakat birden, haksız olarak uğradığım küçük düşürülme ve tahkirle yaralanan onurum, kadınlık gururum beni öfkelendirdi. İntikam almaya karar verdim. Dedim ki: - Uzun zamandan beri zaten böyle bir hareketi bekliyordum. Söyle, söyle… - Senin neden böyle bu hareketi beklediğini bilmem fakat ben her şeyi bekleyebilirdim. Senin her gün daha güçlü bir düşkünlükle bu sefahat ve özgürlüğe, bu kirli zevk hayatına daldığını görerek… Evet, ben aldanmıyordum. İşte şimdi bu ana kadar duçar olduğum bir azap ve utanç hissi ile güçsüz ve alt üst olmuş bir haldeyim. Bana kıskançlıktan bahsettiler. Evet, ben kıskancım. Fakat kimin için? Ahlaki kimliği belli olmayan sefahatçı bir konut için. Sen bütün bunları bildiğin halde… Bu mudur fedakârlığın? Kendi kendime düşünüyordum: ((Ah, işte eşlerin kudret ve hâkimiyetleri… Bir zevç zevcesini tahkir ve rezil eder de zevce karşılık olarak kabahatini itirafla üzüntü ve pişmanlığını bile söyleyemez. Hayır, bu defa kendisine itaat etmeyeceğim.)) Yüksek sesle: - Hayır, dedim, senin için hiçbir fedakârlıkta bulunmadım. Zannettim ki kan yanaklarımda bir iz bile bırakmayarak çekilip gitti. Gerçekten benzim bir ölü gibi sararmıştı. İlave ettim: - Cumartesi günü Kont R...nin müsameresine gideceğim. - Pekâlâ… Allah selamet versin. Git istediğin kadar eğlen. Fakat aramızda her şey bitti. Bu sözleri zaptına muvaffak olamadığı şiddetli bir hiddet ve öfke fışkırışıyla söyledi. Sonra da: - Hayır, sen bana artık azap veremeyeceksin, dedi. Dudakları şiddetle titriyor, devam etmemek için büyük bir çaba gösteriyordu. Bu an ve dakikada Mikaloviç'ten korktum ve nefret ettim. Kendisine pek çok şeyler söylemek, bütün bu küçük düşürme ve rezil etmenin intikamını almak istiyordum. Fakat ağzımı açacak olursam – iyice hissediyorum ki – hemen boşanacak, hüngür hüngür ağlayacak ve bu sebeple onun indinde bir kat daha hor, aciz olacağım. Hiçbir kelime söylemeksizin odadan çıktım. Bu esnada Mikaloviç'in de ayak sesini işittim. Gayet dehşetle dönüp baktım. İlişkimizin ebediyen kırılması ihtimalinden korktum. Öyle bir rabıta ki vaktiyle beni mutlu etmeye yeterli oluyordu. Kendi kendime düşünüyordum: (( Acaba kendisine baktığım ve elimi uzattığım zaman beni anlamak için soğukkanlı olacak mı? Benim yüksek cenabımı takdir edecek mi? Yoksa üzüntü ve ıstırabımın söndüğünü mü zannedecek? Yahut pişmanlığımı kabul ederek gururlu bir sükûnetle beni af mı edecek? Neden bu kadar sevdiğim bir adam beni böyle aşağıladı ya Rab! Odama girdim. Orada birçok süre kaldım. Bu mücadele esnasında kullandığım her bir kelimeyi gayet nefret ve tiksinme ile düşünerek ağladım. Bu pis sözlerle önceden gösterdiği samimi iltifatları karşılaştırarak dehşet ve fecaat hakikati tamamıyla anlıyor ve aşağılandığımı açıkça hissediyordum. Akşamüzeri çay içmek için aşağıya indim. Eşimi misafiri mösyönün yanında gördüm. Mikaloviç'i görmekle aramızda açılan müthiş uçurumu tekrar duydum. Misafirimiz ne vakit gitmek istediğimizi bana sordu. Cevap vereceğim bir zamanda zevcim dedi ki: - Salı günü hareket edeceğiz. Konts S..nin hanesinde verilecek müsamereye katılacağız. Bana dönerek ilave etti: - Nasıl, oraya gitmeye niyetin var değil mi? Gayet sade ve doğal olmakla beraber söylenen şu sözlerden korktum. Gözlerimi kocama doğru kaldırdım. Bakışlarımız tesadüf etti. Tavrı pek alaycı, sedası pek soğuktu. - Evet, dedim. Misafirimizin gitmesinden sonra Mikaloviç yanıma geldi. Elini uzatarak dedi ki: - Rica ederim, yalvarırım sana, bu sabah söylediğim sözlerin hepsini unut. Elini aldım. Hafif bir tebessüm dudaklarım üzerinde titredi. Gözyaşlarım akmaya başladı. O sanki duygusal ve üzücü bir sahne izlemekten korkuyormuş gibi, benden epey uzak, bir koltuğa oturdu. ((Acaba hala kendisini haklı zannetmekte ısrarcı mı?)) diye düşünüyordum. İstediğim açıklama, müsamereye gidilmesi için edeceğim ricalar dilimin üzerinde duraksıyordu. Bu esnada Mikaloviç: - Anneme hareketimizin ertelenmesini yazalım. Zira merak eder, dedi. - Ne vakit gitmek istiyorsun? - Salı günü balodan sonra… - Zannederim ki sadece benim için kalmıyorsunuz. Bunu söylerken gözlerinin içine bakıyordum. Fakat bakışlarının ifadesinden hiçbir şey anlayamıyordum. Sanki onlar şimdi bana karşı katı bir örtüyle örtülmüş gibiydi. Yüzü – bilmem neden – birden bana gayet ihtiyar ve nahoş göründü. En sonunda müsamereye gittik. İlişkimiz görünürde samimiliğine geri dönmüştü. Fakat bu samimiyet eskisi gibi değildi. Baloda diğer madamlarla beraber oturan Konut S…nin yanında bulunuyordum. Bu sırada Kont bana doğru ilerliyordu. Ayağa kalkmaya mecbur oldum. Selamına karşılık verdiğim zaman hakkımda aşırı nezaket eseri gösterdi. Bu dakikada elimde olmayarak zevcimi araştırdım. Salonun diğer ucundan beni gözetlediğini ve sonra döndüğünü gördüm. Birden öyle bir utanç pençesi ve yürek darlığı altında ezildim ki Kont'un nazarları karşısında ateşli bir kızıllaşmanın bütün yüzümü istila eylediğini hissettim. Çektiğim ıstıraplara rağmen benimle büyüklük taslayarak konuşan Kont cenaplarını dinlemek icap ediyordu. Konuşmamız çok devam etmedi. Yanında bulunmaktan incindiğimi şüphesiz hissetmiş olmalı ki evde serbestçe hareket edemiyordu. Geçen haftaki balodan, yazlığımızdan ve diğer bu gibi önemsiz şeylerden bahsettik. Sonra benden müsaade elde ederek zevcimin yanına gitti. Salonun öbür köşesinde konuşuyorlardı. Kont şüphe yok benden bahsediyordu. Başını çevirerek güler yüzle bana bakması bu zannımı teyit ediyordu. Kocam kızardı. Veda âdetini gerçekleştirmeden Kont'tan ayrıldı. Mikaloviç'in nezaket kuralına aykırı olan şu hareketinden dolayı pek mahcup oldum. Öyle zannettim ki zevcimin Kont'a karşı gösterdiği soğukluk kadar benim utanışım da herkes tarafından hissedildi. Bu hal nasıl anlaşılacak? Mikaloviç ile olan çekişmemizi herkes keşfedecek mi? Eve teyzekızı ile beraber geldik. Yol esnasında sohbetimizin konusunu eşim oluşturdu. Bu uğursuz müsamere sebebiyle oluşan esef verici sahneyi ona naklettim. O, karı koca arasında bu gibi hallerin çok yaşandığını, böyle şeylerin hiçbir önemi bulundurmadığını öne sürerek beni tatmin etti. Sonra zevcimin ahlakını, mesleğini, hareket tarzını izah etti. Eşimin pek mağrur olduğunu, fikir ve hislerini pek az açığa vurduğunu söyledi. Fikrine tamamen katıldım. Eşimi pekiyi anladığıma, tam bir sükûn ve itidalle akıl yürüttüğüme inandım. Bununla beraber Mikaloviç ile beraber kendimi yapyalnız bulduğum zaman hakkındaki hislerim bunalımlı bir cinayetle vicdanımı ezerdi. Birbirimizi ayıran o vakit bir kat daha genişlediğini hissederdim. 3 Bugünden itibaren hayat ve ilişkilerimiz tamamen değişti. Baş başa edilen o samimi sohbetler eski güzellik ve şiiriyetini kaybetmişti. Şimdi çekindiğimiz birçok mesele vardı. Başka birisinin yanında yalnız olduğumuzdan bin kat fazla serbestlik ve neşe ile konuşuyorduk. Balodan, köy hayatından bahsedildiği zaman derin bir üzüntü hissediyor, gözlerimizi – tesadüf etmesi için – yapmacık bir şekilde çeviriyorduk. Artık birbirimizi ebediyen ayıran bu müthiş uçurumu tam bir açıklıkla duyuyor, oraya yaklaşmaya korkuyorduk. Zevcimin gayet mağrur ve hiddetli olduğuna artık tam bir kanaat hâsıl etmiştim. Zayıflık ve düşkünlüğünü iyi idare etmek için tedbir ve uyanıklık üzere hareket etmek gerekiyordu. Eşim de hayat âlemi dışında yaşamaya artık gücüm olmadığına, köy hayatının ruhi ihtiyaçlarımı tatmin ve ikna edemediğine, arzu ve isteklerime vakıf olmak ve ona göre hareket etmek kendisinin vazifesi bulunduğuna tamamen emin olmuştu. Duygularımızı her ikimiz de serbest söylemekten çekiniyorduk. Mikaloviç'e en mükemmel bir erkek nazarıyla baktığım, benim de onun indinde en güzide bir kadın olduğum zamanları kıyas ile meşgul oluyor ve karşılıklı gizli hükümlerde bulunuyorduk. Hareketimiz için belirli olan günden evvel ben hastalandım. Nikoloskoy'a döneceğimiz yerde yazı geçirmek için Petersburg civarındaki villaların birinde zarif bir köşk tuttuk. Annesini görmek için yalnız Mikaloviçi gitmeyi kararlaştırdı. Hareket ettiği gün kendisine eşlik edebilecek derecede afiyetim yerinde değildi. Fakat o, sağlık durumumdan dolayı istirahat etmemi tavsiye etti. Anladım ki beni köyde can sıkıntısı içinde görmekten korkuyordu. Ben de ısrar etmedim. Kocamın yokluğu esnasında hayat bana pek boş göründü. Yalnızlıktan pek sıkıldım. Fakat dönüşünde hissettim ki o, varlığıma hiçbir şey ilave edemedi. En naçiz, en manasız duygu ve düşüncelerimi bile, olduğu gibi kendisine açıklamazsam vicdanen güçlü şiddetli bir azap ve ıstırap hissedecek… En önemsiz bir sözü, en ruhsuz bir tavrı bana seçkin bir olgunluk örneği gibi görünecek, çılgın kahkahalarla gülmek için yalnız bakışlarımızın karşılaşması yeterli olacak derecede derin ve samimi olan aşkım mahvolmuştu. Artık Mikaloviç te ancak çocuklara özel neşesini, canlı meşrebini kaybetmişti. Vaktiyle izdivacımın il mutluluk döneminde, kalbimi tarif edilemez bir heyecan ve saadet titremesiyle titreten o derin ve şeffaf nazarlarına şimdi tesadüf edemiyordum. Artık beraber dua etmiyor, istiğrak vecdleri içinde aynı sevda heyecanı ile etkilenmiyorduk. Daha doğrusu birbirimizi pek az görüyorduk. Beni yalnız bırakmaktan korkmadığı zamandan beri her bir bahane ile evde durmaz, bir hayat âlemi içinde eşimden daha iyi vakit geçirirdim. Artık aramızda ne acı veren bir sahne vuku buluyor, ne de sıkıcı bir sitem… Ben onu – mümkün mertebe – memnun etmeye çalışıyor, o da bütün arzularımı yapmak için can atıyordu. Hâsılı birbirimizi seviyor gibi gözüküyorduk. Yalnız kaldığımız dakikalarda – bu dakikalar pek nadirdi – zevcimin bulunmasından ne sevinç, ne heyecan, ne de endişe hissediyordum. Sanki yalnızmışım gibi Mikaloviç'in varlığı kalbimde hiçbir etki oluşturmuyordu. Bazen öyle sakin, öyle siyah dakikalar olurdu ki kalbimin sıkıştığını hissederdim. Öyle anlıyordum ki bu hal böyle ebediyen aramızda devam etmeyecektir. Aynı hisleri Mikaloviç'in bakışlarından da okuyor gibi idim. bizim şefkat ve sevgimizde şimdi bir daire vardı ki Mikaloviç o daireyi aşmak istemezdi. Artık hiçbir şey düşünmek istemiyor, hislerimi dinlemek için vakit bulamıyor, ilişkimizin ahengindeki bu büyük değişimin getirdiği ümitsizlik ve kederi unutmaya çalışıyordum. Asla yalnız kalmıyor ve kalmak ta arzu etmiyordum. Zira ruhi halimi incelemekten korkuyordum. Sabahtan ta gece yarısına kadar olan zamanım – dışarıya çıkmadığım, baloya gitmediğim vakitlerde bile – tamamen doluydu. Bu hayat bana ne neşeli, ne de sıkıcı görünüyordu. Bu hayatın daima böyle olacağını, daima böyle devam edeceğini düşünüyordum. Hayat tarzımız üç sene bu şekilde aktı. Zevcim ile olan ilişkilerimiz aynı noktada mıhlandı. Sanki bu ilişkiler olduğu yerde donmuştu. Ne iyileşiyor, ne de fenalaşıyordu. Bu üç senelik zaman fasılası arasında – hayatımın akış tarzını düzeltmeyen – aile hayatına temas eder iki önemli vaka orta çıktı: İlk defa olarak anne oluşum. Kayınvalidemin vefatı. Annelik duygusu başlangıçta o kadar şiddetle beni büyüleyici etkisi altına aldı, öyle bir vecd ve hayret denizine daldırdı ki önümde yepyeni bir seçkin ve çekici hayatın açıldığını hissettim. Fakat iki ay sonunda, hayat alemine dönebilecek bir hale geldiğim zamanda, bu şerefli hisler yavaş yavaş eski şiddet ve kuvvetini kaybederek adeta tam bir sükun ve itidalle yapılan bir vazife hükmünü giydi. Zevcim ise bilakis ilk çocuğumuzun doğumundan beri yine dingin ve merdümgiriz hayatına geri döndü. Şimdi olanca şefkat ve sevincini evladına veriyordu. Çoğunlukla müsamere ve eğlenceye giderken çocuğumu öpmek ve kutsamak için balo tuvaletiyle odasına girdiğim zaman pederini oğlunun mini mini karyolası yanında bulur ve eşimin bakış ifadesinde bir azarlama ve sitem manası hisseder gibi olurdum. Beni zabteden vicdan azabından aşırı üzgün ve ciğerparem hakkında gösterdiğim umursamazlıktan cidden üzüntülü ve nahcup oluyor , ((Acaba ben diğer kadınlardan daha çok fena mıyım?)) diye vicdanıma karşı bir içsel hitapta bulunuyordum. Kendi kendime: ((Ne yapayım? Çocuğumu seviyorum. Lakin daima yanında bulunmaya da muvaffak olamıyorum. Canım sıkılıyor. Yapmacık tavırlar, sahte şefkatler göstermeyi asla sevmem.)) diyordum. Kayınvalidemin vefatı Mikaloviç için büyük bir üzüntü darbesi oldu. Onsuz Nikolosko'da yaşamanın kendisi için pek tahammülsüz olacağını söylüyordu. Bana gelince: Zevcimin üzüntü ve matemine katıldım fakat – bilmem bir gizili his ile – köyde evin yegâne amir ve sahibi olacağımı düşünerek gizli bir memnuniyet duymaktan kendimi alıkoyamıyordum. Biz bu üç senenin büyük kısmını şehirde geçirdik. Bu müddet zarfında Nikolosko'da yalnız iki aylık bir zaman geçirdik. Üçüncü senenin sonunda yabancı şehirlere yönelerek hareket ettik ve bütün bir yazı sahil şehirlerin birinde geçirdik. Ben o zaman yirmi bir yaşındaydım. Servetimiz pek yolunda idi. Yahut bana öyle görünüyordu. Artık varlığıma hiçbir zevk ve neşe dökemeyen aile hayatını hatırıma bile getirmiyordum. Bütün tanıdığım insanlar beni seviyor gözüküyordu. Sağlık durumum memnuniyete değer bir derecede idi. Tuvaletlerim bulunduğum şehrin en güzide, en zarif tuvaletleri arasında seçkin bir gösterişle parlıyordu. Güzel olduğumu bütün kalbimle duyuyordum. Saatlerim pek şerefli ve kıymetliydi. Bir incelik ve zinet havası bütün benliğimi kuşattı. Mutlu ve neşeli olduğumu hissediyordum. Bununla beraber bu zevk ve neşe önceden Nikolosko'da ilk defa olarak hissettiğim şevk ve saadet gibi değildi. Mutluluğuma bizzat kendim sebep olduğum o saygın zamanlarda duyduğum samimi hoşnutluğa karşın şimdi hissettiğim hayat sevinci hiçtir. Fakat bu mutlak hiçlik içinde şu halden memnunum. Artık fazla bir şey istemiyor, fazla hiçbir şey ümit etmiyor ve hiçbir şeyden korkmuyorum. Bana hayatım tam, vicdanım ise dingin görünüyor. Şehirdeki delikanlıların hiçbiri bana diğerlerinden farklı ve üstün görünmüyordu. Bütün bu gençlere karşı benimle âşıkça latifelerde bulunan ihtiyar Baron K… gibi hareket ediyordum. İyi tanıdıklarımdan, yalnız çenesinden bırakılmış sakalıyla genç bir Fransız'la sarışın ihtiyar bir İngiliz vardı. Bunların ikisi de bende aynı önemsiz etkiyi yapıyordu. Bununla beraber beni saran bu zevk ve neşe hayatının oluşmasına hep bu gibi ruhsuz adamlar sebep oluyordu. Bütün bunların arasından yalnız biri – hakkımda hissettiği hürmet ve perestişi gösterdiği cesaretten anladığım bir İtalyan markisi – özel şekilde dikkatimi çekiyordu. Bulunduğum yerde bulunmak ve benimle konuşmak… Ata binmiş olarak yaptığım gezintilerde bana eşlik etmek… Gazinolarda bana tesadüf etmek ve güzel olduğumu daima söylemek için en ufak bir fırsatı bile kaybetmiyordu. Birçok defalar hotelin etrafında meraklı ve serseri dolaştığını pencereden gördüm. Onun sabit ve hoş olmayan bakışı çoğunlukla beni kızartır, bakışımı başka tarafa çevirtirdi. Bu genç ve zarif İtalyalı latif tebessümüyle, alnının ifade ettiği özel işaret ile – gayet güzel bir adam olduğu halde – zevcime benziyordu. Beni şiddetli, hırslı bir aşk ile sevdiğine emindim. Bazı kere bu genci mağrur bir acıma ile düşünüyor, bazı defa da sevdalı heyecanını sakinleştirmek, kendisini güvenilen ve sakin bir dost hükmünde tutmak çarelerini aradım. Fakat o, bütün bu fikirleri, teşebbüsleri şiddetle reddeder, her dakika kaynamaya hazır olduğunu hissettiğim gizli aşk ile kalbimin sakinlik ve istirahatini – hoş olmayan bir şekilde – karıştırmaya devam ederdi. Bu adamdan korkuyordum – bunun nefsime karşı itiraf etmek istemiyordum – arzu etmeyerek çoğunlukla onu düşünüyordum. Eşim diğer genç delikanlılara göstermediği soğukluğu bu İtalyalı marki hakkında gösteriyordu. Mevsimin sonuna doğru hastalandım. İki hafta odadan dışarıya çıkamadım. Kulübe gidecek derecede iyileştiğim zaman anladım ki keyifsizliğim esnasında güzellik ve olgunlukla meşhur bir kadın, çoktan beri gelişi beklenilen Lady S… gelmişti. Kulüpte beni çevreliyorlar, beni aşırı güzel karşılıyorlardı. Fakat iltifatların en parlağı yeni kadının şaşaası etrafına serpiliyordu. Ondan, onun güzelliğinden başka bir söz işitmiyordum. Kendisini bana göstediler. Gerçekten pek güzel ve sevimli idi. Fakat çehresinde belli olan gurur ve iftihar eseri kalbimde fena, hoş olmayan bir tesir oluşturuyordu. Bu kadını düşünmekten kendimi alıkoyamıyordum. Vaktiyle bu çevrede beni hoşnut ve mutlu eyleyen şeyler bugün bana pek tatsız ve cazibesiz görünüyordu. Ertesi günü Lady S… civar şatoda bir eğlence tertip etti. Bu eğlenceye – bilmem neden – katılmaya karar verdim. Az olan sevenlerimden yalnız biri bana sadık kaldı. Bu andan itibaren gözlerimin önünde her şey değişti. Bütün bu adamları ruhsuz ve sıkıcı buluyor, daima ağlamak arzu ediyordum. Şimdi en mümkün hızla Rusya'ya dönmek şiddetli bir istek duyuyordum. Kalbime büsbütün yeni bir his – şimdi bu hissi kendime karşı itiraf etmek istemiyorum – nüfuz edivermişti. Sağlık durumumu bahane ederek artık kulübe devam etmemeye başladım. Kardeşim matmazel L…M… beraberimde olduğu halde yalnız civarda gezmek ve iyi su içmek için evden çıkardım. Eşim yanımda değildi. O birkaç gün için Heidelberg'e gitmişti. Tamamıyla iyileştikten sonra Rusya'ya dönecektik. Bir gün Lady S… tanıdığı bütün erkek ve kadınları eve sürükledi. Ben yine matmazel L…M… ile beraber şato civarında bir gezinti yapmayı tercih ettim. Batan güneşin zinde renkleri altında bize tebessüm eyleyen "Badn"ın latif ve şiirli civarı iki tarafına yaşlı kestane ağaçları dizilmiş engebeli yolu takip eden arabamızdan görüldüğü zaman kendimizden geçmiş yoldaşım ile ciddi bir konuşmaya dalmıştık. İlk defa olarak kardeşimde yanında her şeyden bahsedilir ve çabuk dost olunur bir kadın ruh ve özelliği keşfettim. Aile hayatından, çocuklardan, sahil memleketlerde sürülen ömrün boşluğundan bahsediyor, Rusya'ya dönmek arzusunu açığa vuruyor ve derin, samimi bir hüzün ve duygu ile duygulanıyorduk. Eski şatoya girdik. Avluda her şey serin ve gölgeli idi. Hâlbuki güneş hala bu harabelerde ışık saçıyordu. Açık kapının arasından "Badn"ın manzarası bir levha gibi görünüyor, daha ilerden bilinmez ayak ve seda gürültüsü işitiliyordu. Dostum ile beraber akşam yemeğini yedik. Vecd ve istiğraklar içinde batışı izledik. Şimdi işittiğimiz sedalar bize pek açık geliyordu. İsmimin söylendiğini duyar gibi oldum. Bu sedalar artık benim için meçhul değildi. Bunlardan biri markid… Diğeri de iyi tanıdığım bir Fransız idi. Benden ve Lady S…den bahsediyorlardı. Fransız Lady'nin güzellik ve olgunluğu ile benimkini izah edip kıyaslıyordu. Fransız bana ait hakaret içeren bir kelime sarf etmedi. Fakat – bilmem neden – onu dinlerken kanımın kalbime doğru saldırdığını hissettim. Fransız, İtalyalı markiye simamız arasındaki farkları, işaretleri, incelikleri inceden inceye tahlil ediyordu: Ben henüz bir çocuk imişim. Lady S… ancak on dokuz yaşında imiş. Benim örmem gayet güzelmiş. Rakibimin endamı da pek zarif ve hoşmuş. O, asil ve güzide bir varlık "senenki" – böyle ifade ediyordu – şimdiye kadar burada görülmemiş Rus prenseslerden biri. En sonunda Lady S… ile rekabet etmediğimden ve merdümgiriz bir şekilde yaşadığımdan dolayı beni överek hüküm ve kıyaslamasını bitirmiş oldu. Bunun üzerine İtalyan: - Ona acıyorum, dedi. Fransız (neşeli ve alaycı bir kahkaha ile): - Belki o, hiç olmazsa sizinle teselli bulmak istiyor. İtalyan (titrek bir seda ile): - Eğer buradan giderse takip edeceğim. Fransız (gülerek): - Geçici mutlu! Hala sevmekle uğraşıyor. İtalyan: - Sevmek mi? Bir süre sustu. Sonra tekrar devam etti: - Sevmeksizin ben asla yaşayamam. Aşksız hayat neye yarar? Bu dünyada hoş ve perestiş etmeye değen yalnız bir şey vardır: Hayatı sonsuz bir roman yapmak. Ben romanı asla yarıda bırakmayacağım. Bu roman neticeye kadar mutlak devam edecek. - Cenab-ı Hak başarılı kılsın, dostum. Artık bir şey işitmedik. Fakat biraz sonra sağdan ayak sesleri merdivenlerde tınladı. Fransız ile İtalyan kapıdan dışarı çıkarken avluda birden bizi görerek aşırı hayret gösterdiler. Marki bana doğru ilerleyince kıpkırmızı oldum. Elini bana uzatmak küstahlığında bulunur bulunmaz pek korktum. Bununla beraber reddetmeye muvaffak olamadım. Beraber ilerde bizi bekleyen arabaya doğru yürümeye başladık. Dostum, Fransız'ın eşliğinde önümüzde yürüyordu. İtalyan'ın hiddet ve öfkemden korkmadığını, söylediği sözlerin hepsini işittiğimi bildiği halde hiç önem vermediğini görerek sıkılıyordum. Fransız'ın sözleri – ihtimal doğru olmakla beraber – kadınlık gururumu yaralamıştı. Fakat markinin küstah fikirleri, cesaretli tavırları beni şaşırtmış, öfkelendirmişti. Kendisine hiç bakmadığım ve hiçbir cevap vermediğim, tuttuğu elimi bir bahane ile çekerek güya kulağımı kaşıdığım halde yine onu bu kadar yanımda görmem bana kendisini pek iğrenç gösteriyordu. Onu dinlememek, dostuma yetişmek maksadıyla adımlarımı hızlandırmıştım. O, bana tabiatın mükemmelliklerinden, güzel manzaralardan, bu beklenilmeyen tesadüfün meydana getirdiği mutluluktan, hâsılı birçok şeylerden bahsediyor fakat hiçbirisini işitmiyordum. Ben zevcimi, oğlumu, köyümü düşünüyordum. Vicdansız bir utanç hissi, itiraf edilmeye cesaret olunamayan keder ve hevesler, beni üzüyordu. Kalbimin sükûnetini karıştıran bu heyecan veren hisler arasında kendimi toplamak için bir an evvel odamda yalnız bulunmayı arzu eyliyordum. Dostum arzumun tersine olarak pek yavaş yürüyordu. Arabaya yaklaşmamız için kat edilecek daha hayli mesafemiz vardı. Marki beni bir müddet daha zaptı altında tutmak için kasten adımlarını ağırlaştırıyor gibiydi. Kendi kendime: Bu, böyle devam edemez, dedim ve kesin bir karar ile hızlı hızlı yürümeye başladım. Fakat o, beni bırakmamakta ısrar ediyor ve hatta elimi tutarak sıkıyordu. Yolun dönüm noktası bizi dostumdan büsbütün ayırdı. Yapyalnız kaldık: İtalyan ve ben… Birden şiddetli bir korku ve heyecan hissettim. Soğukça: - Mazur görün beni, dedim ve elimi çekmek istedim. Maalesef kolumdaki dantela elbisesinin düğmesine ilişti. O kadar yakın üzerime eğildi ki göğsü bana dönüyor, yenimi düğmesinden kurtarmak bahanesiyle eldivensiz parmakları elime temas ediyordu. Korku ve haşyet ve hoşnutluk zevki ile karışık – benim için büsbütün yeni – bir his, bir donuk bir titreyiş ile bütün vücudumu dolaştı. Hakkında hissettiğim nefret ve iğrenmeyi anlar ümidiyle markiye tahkir eden bir bakış fırlattım. Fakat bu nazar ona büsbütün başka bir şey ifade etti: Korku ve heyecan… Parlak ve nemli bakışları hırslı bir aşk ile yüzümü sanki yutmak istiyor, sıcak elleri tam bir yumuşaklıkla bileğimi okşuyor, dudakları ((seni seviyorum)) teranesini mırıldanıyor, kendisine ait olduğumu söylüyor, ellerimi kuvvetle sıkarak ateşli bir istekle bana bakarken vücuduma temas edecek derecede yaklaşıyordu. Akıcı bir ateş damarlarımı dolaştı. Gözlerim kararmaya, kalbim titremeye başladı. Kendimi savunmak için söylemek istediğim sözler kurumuş boğazımda söndü. Birden yanağımda bir öpücüğün ateşini hissettim. Donuk ve titrek, yolun üzerinde durdum ve markinin yüzüne baktım. Artık kendimde ne söz söylemek için kudret, ne de yürümek için kuvvet hissediyordum. Korkak ve şaşkın, ne beklediğimi, ne arzu eylediğimi bilmiyordum. Bütün bu sahne ancak bir dakika kadar devam etmişti. Fakat bu dakika benim için hayatımın pek korkunç bir dakikası oldu. Bu kısa süre arasında yüzünü tam açıklıkla inceleyip tahlil ettim. Hasır şapkasının kenarı altında belli, eşime benzeyen, kısa alnının, deliklerinden hafif bir hırıltı işitilen güzel burnunun, ince uzun parlak bıyıkların, yalnız çenede bırakılmış sakalın, güneşten yanan renkli yanakların ne ifade ettiğini anladım. Bilinmeyen bir şahıs gibi bu adamdan nefret ettim ve korktum. Fakat bu esnada – nasıl oldu bilinemez – bu iğrenç adamın aşk heyecanı kalbimde akis yeri buldu. Ve beni etkisi altına aldı. Bu güzel fakat kalın dudakların öpücüklerine, bu beyaz ince damarlı ellerin kıymetli yüzüklerle kapalı parmakların kucaklamalarına kendimi bırakmak için şiddetli bir arzuya kapıldım. Çılgın bir heves, beni ihtirasım önünde ansızın açılan yasak zevkler girdabına korkusuz atılmamı zorluyordu. Kendi kendime: - Zaten ben bedbahtım, dedim, öyle ise bütün bu dünyanın felaketleri başımın üzerine yıkılsın. Evet, öyle ise bütün alçaklık ve günah üzerimde toplansın. Genç İtalyan yüzüme doğru eğilerek, eşimin sesine benzer bir sesle: - Sizi seviyorum, dedi. O zaman eşimi, çocuğumu hatırladım. İşte benim için yalnız iki şerefli varlıklar ki ben onları iyi zamandan beri görmüyorum. Bu esnada yolun dönüm noktasında beni çağıran dostumun sedasını işittim. Kendime geldim. Bütün bir şiddetle tekrar elimi çektim, markiye bakmaksızın arkadaşıma yetişmek için hızlı ve art arda adımlarla yürümeye başladım. İtalyan'a yalnız bir defa bakışımı yönelttim. Şapkasını çıkardı, tebessümlü ve hürmetli, bir soru işareti şeklini aldı. Bu esnada hakkında hissettiğim tarif edilemez nefret ve tiksintiyi keşfedemiyordu. Of! Hayatım bana ne kadar sefil ve bedbaht görünüyordu. Gelecek ümitsizliklerle dolu… Mazi bir karanlık… Dostum yanımda sürekli lakırdı söylüyordu, ben dinlemiyordum. Bana öyle geliyordu ki o, hakkımda hissettiği nefret ve tiksintiyi saklamak için özel bir lütuf olmak üzere benimle konuşuyordu. Bunu sözlerinden, bakışlarından anlıyordum. Of! Bu öpücük acı verici bir azap ve utanç ateşi gibi yanağımı yakıyordu. Artık zevcimi, ciğerparemi düşünmek için kendimde iktidar hissedemiyordum. Odamda rahat edeceğimi, mevkiimi düşünebileceğimi ümit etmiştim. Fakat bu defa da yalnızlık beni korkutmuştu. Getirilen çayı bitirmek için vakit bulamadım. Heidelberg'te zevcimle karşılaşmak için akşamki trene yetişmek maksadıyla – hummalı bir faaliyet içinde – yolculuk ihtiyaçlarımı, eşyamı hazırlamaya başladım. Hizmetçimle beraber kompartımanda bulunuyordum. Lokomotif yürümeye, iyi ve taze bir hava açık pencerelerden girerek yüzümü okşamaya başlamıştı. İşte bu esnada kendime gelmeye, geçmiş ve gelecek hayatımı düşünmeye muvaffak olabildim. Petersburg'a ulaşmamızdan beri bütün hayatım bana yeni bir âlem sunuyor, vicdanım ise derin bir azabın ağırlığını hissediyordu. İlk defa olarak sahra hayatını, saf ve güzel hülyalarımızı hatırladım. Ve yine ilk defa olarak kendime soruyordum ki bu müddet zarfında zevcimi mutlu etmek için yaptığım şeyler nedir? Kendisine karşı zanlı olduğumu hissediyordum. Fakat niçin o da uçurumun kenarında beni durdurmuyor, niçin bana karşı fikir ve hislerini saklıyor? Niçin istediğim her ayrıntı ve izahları boşlayan bir cevap ile savıyor? Niçin beni tahkir ediyor? Yoksa beni hiç sevmiyor mu? Bununla birlikte onun bütün bu haksızlıklarıyla beraber o yabancı adamın öpücüğü yanağımı yakıyordu. Bu öpücükten daima bir azap yarası hissediyordum. Tren Heidelburg'a yaklaştıkça eşimin hayali gözlerim önünde daha büyük bir açıklıkla cisimleşiyor, karşılaşmamız gittikçe bana daha dehşet saçıyordu. Her şeyi söylemeye karar vermiştim. Evet, her şeyi… Pişmanlık gözyaşlarıyla hatalarımı tamir edeceğim, günahlarımı söyleyeceğim, kendimi affettireceğim. Bu şekilde teselli buluyor ve fakat kendisine söylemek istediğim bu ((her şeyi))n neyi barındırdığını bilmiyor, Mikaloviç'in affına mazhar olacağımı ümit etmiyordum. Lakin eşimle karşılaşıp ta, dalmış olduğu şaşkınlık ve hayrete rağmen, sakin ve kaygısız yüzünü gördüğüm vakit anladım ki ona nakledecek, itiraf eyleyecek, hatta af talebinde bulunacak hiçbir şeyim yoktur. - Böyle ansızın buraya dönmek fikrini sana kim verdi? Yarın ben gelecektim. Mikaloviç bu sözleri söyledikten sonra yüzümü inceleme ve merak süzgecinden geçirdi. Korku ve heyecanı gösterir bir tavırla bağırdı: - Ne var? Ne oldu sana? Kuvvetli bir çaba ile gözyaşlarımı tutmaya muvaffak olarak: - Hiçbir şey, dedim, senin için geldim. Eğer istersen yarın Rusya'ya geri döneriz. Kılı kırk yarar ve vesveseli bir bakışla bir müddet beni süzdü. Hiçbir şey söylemedi. Sonra tekrar sordu: - Fakat söyle bana… Ne oldu sana? Elimde olmayarak kızardım ve gözlerimi indirdim. Bakışında tahkir eden bir vesvesenin parladığını gördüm. Şimdiki gelen fikirlerini düşünerek korku ve çarpıntıya duçar oldum. Cahilce cevap verdim: - Hiçbir şey olmadı. Kendi kendime canım sıkıldı. Geldim… Seni, beraber yaşadığımız hayatı çok düşündüm. İyi zaman var ki huzurunda zanlı olduğumu hissediyorum. Evet, birçok vakit var ki haksızlıkları mı hissediyorum. Oh! Köyümüze, yuvamıza dönelim. Sonsuza kadar orada yaşayalım. Yeniden gözlerim sulandı. Mikaloviç soğukça dedi ki: - Azizem, bu duygusal sahneleri lütfen bırak. Köye dönmek arzu edersin, değil mi? Pekâlâ… Bu uygun… Çünkü işlerimiz yolunda gitmiyor. Fakat orasını her vakit istemeli. Geçici bir vakit için değil. Neyse bu da başka bir hikâye… Şu anda senin yapacağın en iyi şey çay içmektir. Garsonu çağırmak için ayağa kalktı. Şimdi, benim için zevcimin ne fikirler beslediğini düşünüyordum. Mikaloviç'e yükleyip bağladığım bana ait fikir ve hisler… Gözlerime tesadüf etmesinden derin bir utanç hissediyormuş gibi başka bir tarafa yoğunlaşmış nazarlarından sızan ifadeler beni soğuk bir korku titremesiyle sarsıyordu. Kendi kendime: ((Hayır, beni anlamak istemiyor, beni anlamıyor.)) diyordum. Çocuğumu görmek bahanesiyle odadan çıktım. Ağlayabilmek… Sürekli ağlayabilmek için yalnız kalmak arzu ediyordum. 4Uzun süreden beri derin bir terkedilme rüyası altında uyuyan Nikolosko'daki hanemiz yeniden hayat kazandı. Fakat bu mutlu yuvadaki şevk ve neşe canlandırılamadı. Kayınvalidem artık yoktu. Şimdi eşimle yalnız bulunuyordum. Lakin artık her ikimiz de uzlet ve inzivadan zevk alamıyorduk. Bilakis bu uzlet hayatı bizim için bir işkence oluyordu. Kış o kadar hüzünlü ve katı idi ki daima hasta idim. ikinci çocuğumun doğumundan sonra ancak afiyet kazanabildim. Zevcimle ilişkimiz şehirde geçirdiğimiz hayat esnasında aldığı soğuk tarzı şimdi koruyordu. Aramızda affı mümkün olmayan bit cürüm vardı. O, bu aşk günahını keşfetmemiş görünmekle bana azap etmek istiyor gibiydi. Tamamen bana kendini bırakmamakla bana yaraşır cezayı veriyordu. Gerçekten artık zevcim – eskisi gibi – bana ruhunu vermiyordu. Bazı kere düşünürdüm ki: Gösterdiği şu umursamazlık lüzum görürcesine sadece bana azap vermek içindir. Eski his kendisinde şimdi gizlice vardır. Bu umutlu düşünce ile kalbine birkaç aşk hatırası kıvılcımı sıçratmaya çalışırdım. Fakat o, olduğu gibi, kalbini açmak, serbest cevap vermek istemiyordu. Daima benden fikir ve meramını, kalbi sırlarını gizliyordu. Tavrıyla, bakışıyla bana: ((Her şeyi… Evet, her şeyi biliyorum. Bana söylemek istediğin her şeyi biliyorum. Onun için senin söylemen fazla ve faydasızdır.)) demek istiyor gibiydi. Başlangıçta Mikaloviç'in samimiyet ve serbestlikle hislerini söylemekten çekinmesini görmek beni pek üzmüştü. Fakat sonra anladım ki bu hal samimiyetsizlikten değil, fikir ve duygularını beyan etmek gereklilik ve ihtiyacını hissedememekten kaynaklanmıştır. Hayatımızın geçiş tarzı pek kuru idi. Zevcim, bilmek ve bakmak istemediğim işleriyle meşgul iken, ben zamanımı tembellik ve durgunlukla geçirdim. Fakat bu tembellik ve durgunluğum – eskisi gibi Mikaloviç'in dikkatini çekmez ve bunun için bana darılmazdı. Çocuklarım da henüz, eşimle benim aramda bir samimiyet bağı oluşturabilmek için pek küçüktü. İlkbahar tekrar geldi. Katya ile kardeşim yazı köyde geçireceklerdi. Hanemizi tamir etmek gerektiğinden biz de çocuklarımızla beraber yazı geçirmek üzere Pokrovsko 'ya gittik. Evimizi bahçesiyle, terasıyla olduğu gibi buldum. Işıklı salondaki açılır kapanır yuvarlak masayla piyano aynı yerde, beyaz perdeleriyle, genç kızlık hayatına özel beyaz rüyalarıyla odam aynı halde… Bu odada şimdi biri büyük, diğeri küçük iki karyola vardı. Önceden bana ait olan büyüğünde büyük oğlum Nikola'm, küçüğünde güçlükle güzel yüzünü fark edebildiğim henüz kundaktan çıkmış mini mini İvan'ım yatıyordu. Her akşam uykuya dalan bu iki çocuğum üzerinde kutsama merasimi yaptıktan sonra çoğunlukla bu sakin odada bir süre dururdum. Birden duvarlarda, perdelerde hâsılı şerefli odamın en gizli, en sırlı köşelerinde şimdi benden pek uzak bulunduğunu – kalbimde derin bir yara ile – hissettiğim taze, emel veren hayallerin esiri uçuşunu görür gibi oluyordum. Mazinin ilham ettiği bütün bu hisler, sesler genç kızlık şarkılarını hatırlatıyordu. Şimdi bu saf ve nermin hayaller nerede? Şerefli ve ruh okşayan şarkılar… Siz ne oldunuz? Pek küstah ve korkusuz olan ümitlerim, mübhem ve karışık rüyalarım, hülyalarım şimdi bir hakikat oldu. Fakat bu hakikat meğerse sert, zorlu, tatsız bir hayattan başka bir şey değilmiş. Benim etrafımda hiçbir şey değişmemişti. İşte aynı bahçe ve pencere, işte bahçedeki aynnı dar yoku, aynı sırayı görüyordum. Havuzunu kenarında bülbüller aynı ezgileri tekrar ediyorlar, aynı leylaklar çiçeklerini açıyorlar ve aynı ay da üstümüzde parlıyor. Ve bununla beraber her şey değişmişti. Bir daha dönmesi muhal olarak, hiçbir ümit emaresi bırakmayarak değişmişti. Pek güzel ve ruh okşayıcı olabilmesi mümkün olan her şey, şimdi pek tatsız ve soğuktur. Önceki gibi salonda Katya ile yalnız kalıyor ve Mikaloviç'ten bahsediyorduk. Fakat Katya'nın yüz hatları hayattan bıktığını ima ediyor, kurşun rengi siması üzerindeki gözler hiçbir ümit ve sevinç şulesi ile artık parlamıyordu. Tavrının manasında, benim dertlerim için dalmış olduğu samimi acıdan başka hiçbir şey hissedilmiyordu. Eskiden olduğu gibi, artık biz Mikaloviç'in maddi ve manevi meziyetlerine hayran ve tutkun değildik. Kalbimizin derininden taşan mutluluk feyzini birbirimize sezdirmek için artık ihtiyaç duymuyorduk. Mikaloviç yine eskisi gibidir. Yalnız kaşlarını ayıran buruşukluk daha derin çukurlaşmış, şakakların etrafındaki beyaz saçlar daha fazla çoğalmıştı. Derin, meraklı nazarları benim için daima gizliydi. Sanki aramızda yoğun bir bulut, hareketsiz duruyor. Ben de hiç değişmedim gibi. Lakin artık kalbimde ne aşk var, ne de sevda arzusu… Kendimden hiç memnun değilim. Mikaloviç hakkında önceden hissettiğim aşkın heyecanı, eskiden tanıdığım hayatın doluluğu şimdi bana pek uzak, ulaşması pek imkânsız gözüküyor. O vakit bana gayet açık ve doğru görünen bir şeyi şimdi anlamaktan acizim: Oh! Diğerler için yaşamak saadeti! Lakin kendim için yaşamak kuvvet ve cesaretine olamadıktan sonra başkaları için nasıl yaşayabilirim? Köyden hareketimden beri piyanomu büsbütün terk ve ihmal etmiştim. Fakat Pukrosko'ya dönüşümde yaşlı piyanom ile eski not defterleri bana tekrar musikiye dönmek arzusunu verdi. Yeni inşaatı incelemek üzere zevcim Katya ve Sotya ile birlikte Nikolosko'ya gittikleri bir gün ben evde yalnız kalmıştım. Dönüşlerini beklemek için salona indim. Piyanonun başına geçtim. "Kasya Ona Fantazya" sonatını aldım ve çalmaya başladım. Beni dinlemek için salonda hiç kimse yoktu. Hiçbir gürültü işitmiyordum. Pencereler bahçeye doğru açılmıştı. Sonatın latif, sevimli sedaları odanın içine bir acı "tan tan" sesi ile yayılıyordu. Eski bir alışkanlığın vermiş olduğu bir hamle ile bitap ve mecalsiz, sonatı bitirdiğim zaman, önceleri piyano çaldığım esnada Mikaloviç'in mevki aldığı yere, o şerefli ve mutlu köşeye doğru bakmak için elimde olmayarak döndüm. O, artık orada değildi. Sandalyesi şimdi eski yerindeydi. Pencereden leylak fidanlarını görüyordum. Günbatımının ziya saçan çekiciliği, akşamın tazelik ve güzelliği açık pencerelerden içeriye giriyor, bende garip ve güzel bir etki oluşturuyordu. Dirseğimi piyanoya dayadım. Yüzümü ellerimle örttüm. Sonsuz deniz tefekkürlere daldım. Uzun süre bu şekilde hareketsiz ve sakin kaldım. Geri dönmesi imkânsız mazinin şerefli hatıralarını derin bir acıyla düşünüyor ve mahcup ve çekinik, gelecek için hülyalar kurmakla meşgul bulunuyordum. Fakat önümde artık hiçbir şey göremiyordum. Ne bir ümit parıltısı, ne de bir emel ışığı… Bana karşı her şey karanlıklıydı. Kendi kendime tam bir dehşetle: ((Mümkün mü, gençliğin en seçkin devresi böyle boş ve faydasız geçmiş bulunsun!)) diye söyleniyordum. Ansızın başımı kaldırdım. Üzerime saldıran bu sıkıcı fikirleri defetmek, kişiliğimi unutmak için bir kere daha aynı sonatı – şiddetli bir sinirli bunalım içinde – çalmaya başladım. Kendi kendime: - Ya Rabbim, diyordum, eğer töhmetli isem beni affet. Mutluluğumu, ruhumun zarif rahatlığını iade et yahut yeni bir hayata başlamak için ne yapmak lazım geldiğini bana göster! Bahçede sonradan büyük kapının merdivenleri önünde tekerlek gürültüsü işitildi. Sonra tanıdığım ayak sesleri teras üzerinde yankılandı. Fakat bu adımlar önceden uyandırdığı güzel ve heyecanlandırıcı hisleri kalbimde artık meydana getirmiyordu. Çaldığım parçayı bitirdiğim vakit arkamda birisinin yürümekte olduğunu ve sonra da bir elin omuzumun üzerine konduğunu duydum. Zevcim: - Bu sonatı çaldığın için ne kadar nazik ve lütufkârsın! Dedi. Ben hiçbir cevap vermedim. - Şimdi daha çay içmediniz mi? Henüz işaretleri yüzümde yok olmayan üzüntü ve heyecan eserlerini görmemesi için gözlerimi kendisine doğru kaldırmaksızın, içmediğime delalet edecek bir işaretle başımı salladım. - Katya ile Sotya şimdi dönecekler. Hayvan serkeşlikte bulundu. Caddeden yürüyerek gelmeyi tercih ettiler. - Çay içmek için onları bekleyelim, dedim. Beni takip eder ümidiyle balkona çıktım. Fakat o, çocuklarını görmek için odalarına gitti. Yeniden varlığı, güzel ve samimi sesi beni temin etti ki hiçbir şey kaybetmemişti. O, gayet alicenap ve saf bir eş, şefkatli bir pederdi. Bana neyin eksik geldiğini bilemiyordum. Terasa geldim. Mikaloviç'in bana ilk defa olarak aşkını itiraf ettiği zaman bulunduğum kanepeye oturdum. Güneş batıyor, karanlık yavaş yavaş başlıyordu. Bir ilkbahar bulutu bahçemizin üzerinde, asılı duruyor fakat ağaçların üzerinden şeffaf bir gök köşesi görünüyor ve bu mavi gökte, sönen şafak nurları yerine yıldızlı bir manzara yayılıyordu. Bir bulut gölgesi, her şey üzerinde gergin duruyor ve gayet tatlı bir bahar yağmurunun yağacağını vadedip müjdeliyordu. Rüzgâr esmiyordu. Ne bir yaprak, ne de bir filiz kımıldanıyordu. Leylaklarla diğer çiçekler o kadar canlı açılmışlardı ki havanın çiçekten olduğuna insanın inanacağı geliyordu. Bu çiçekli hava muntazam etkilerle artıp eksilen bilinmez kokular yayıyordu. Ben, gözlerim kapalı, ne bu mest eden çiçekleri görmek, ne de koklamak arzu ediyordum. Yalnız bu tatlı kokunun çiçekli havasında bulunmak, o havayı – adeta içercesine – solumak ihtiyacını hissediyordum. Oval dairelerinde sıralanmış gülfidanları hafif bir tazelik esintisi ile kımıldanıyordu. Kurbağalar yağacak yağmurla suya atılmaya hazır, havuz kenarında sürekli devam eden vakvaklarıyla ahenk yapıyor, bütün bu gürültüler bir hıçkırık gibi havaya yükselerek uzun bir şikâyet inlemesi yayıyordu. Bülbüller kısa fasılalarla birbirlerini çağırıyorlar, acı bir uçuşla karışık bir yerden diğer bir yere uçuyorlardı. Bütün bu mükemmellik karşısında rahat olmak sebebini arıyor, kederlerimin arasından bazı şeyler ümit etmeye cesaret ediyordum. Zevcim yanıma gelmiş ve oturmuştu: - Katya ile Sotya'nın yağmura tutulmalarından korkuyordum. - Ben de… Aramızda uzun, sıkıcı bir sessizlik başladı. Rüzgârın dağıtamadığı bulu gittikçe artıyor, her yer gittikçe derin bir sükûnete dalıyordu. Birden büyük bir damla tentenin üzerine damladı. Bir diğeri çakıl taşlarla örtülü yola düştü. Şimdi şiddetli, taze bir yağmur gittikçe artar bir kuvvetle yağmaya başlıyordu. Bülbüller ve kurbağalar sustular. Yalnız uzaklarda yağmur gürültüsü arasında bir kuş, şüphesiz dallar arasında kalmış kuru yapraklar üzerinde kendisine bir sığınak arayan bir bülbül ahenkli ve sürekli devam eden nağmelerle ötüyordu. Mikaloviç'e: - Nereye gidiyorsun, dedim. Bir yere gitmemesi için ekledim: - Burası o kadar iyi ki… - Hizmetçi ile Katya'ya şemsiyesini göndermek istiyorum. - Hiç gerek yok. Yağmur şimdi donacak. Fikrimi onayladı. Beraber terasın kenarında kaldık. Elimi ıslak parmaklığa dayadım, başımı dışarıya eğdim. Yağmur saçlarımı ve boynumu ıslattı. Yağmur gürültüsü durdu. Artık yapraklardan düşen birkaç damladan başka bir şey işitilmiyordu. Kurbağalar kendi âlemlerindeki konsere tekrar başladılar. Bülbüller şen ve neşeli, tekrar canlandılar. Önümüzde her şey parlıyordu. Mikaloviç parmaklığa yaslanarak ve elini nemli saçlarım üzerinde unutmak isteyerek: - Hava ne kadar güzel, dedi. Bu sade iltifat bende bir kederlendirme etkisi yaptı. Ağlamak istiyordum. Mikaloviç ekledi: - İnsana bundan fazla bir şey lazım mıdır? Ben bu anda o kadar memnunum ki hiçbir eksiklik hissetmiyorum. Tamamen mutluyum. Kendi kendime: ((Bu söylediğin sözlerde önceden bana mutluluğundan bahsettiğin zaman kullandığın kelimelerdeki samimiyet sıcaklığı yok. Evet, sen pek memnunsun. Kalbimde itiraf edilmesi başarılamamış geçek pişmanlığın acı veren ağırlığını, gözlerimde akmasına izin verilmeye cesaret edilmemiş yaşların zehir ateşini hissettiğim vakitten beri, evet, memnun ve rahatsız.)) - Ben de havayı pek güzel buluyorum. Etrafımda her şey o kadar güzel ki hüzün ve üzüntü ile titriyorum. Kalbimde daima birçok arzular, ümitler duyuyorum. Sen de mümkün müdür ki tabiat harikalarından lezzet aldığın zaman hiçbir hüzün ve üzüntü hissetmeyesin? Elini başımdan çekti. Biraz durdu. Sonra dedi ki: - Evet, bu hal, özellikle ilkbaharda, bende de gerçekleşirdi. Ben de geceleri arzu ve ümitlerle geçirirdim. Bu geceler hayatımın en tatlı, en şerefli, en müstesna geceleriydi. Fakat o zaman bütün hayatım önümdeydi. Şimdi ise köydedir. Şimdi sahip olduğum şeylerle kendimi memnun etmeyi biliyorum. Ve işte onun için memnun ve rahatım. Bu sözleri Mikaloviç öyle doğal ve içi rahat bir tavırla söylüyordu ki bundan hissettiğim hüzün ve üzüntüye rağmen kendisinin samimiyetinden şüphe etmeye muvaffak olamadım. - Artık hiçbir şey arzu etmiyor musun? Diye sordum. Fikrimi keşfederek dedi ki: - Mümkün olmayacağını bildiğim hiçbir şey arzu etmiyorum. Beni bir çocuk gibi okşayarak, elini yeniden iltifat edercesine saçlarım üzerinde gezdirerek: - Başını ıslatmışsın, dedi. Ben boynu üzgün ve kederli bir eda ile birden sordum: - Geçmişe ait hiçbir üzüntü ve özlemin yok mu? Düşünmek için derin bir sükûnete daldı. Sonra, üzgün ve hazin bir konuşma ahengiyle: - Hayır, dedi. Kendisine doğru dönerek, nazarlarımı gözlerinin içine dikerek: - Söylediğin doğru değil... Doğru değil… Diye bağırdım. Sen maziye acımıyor musun, teessüf etmiyor musun? Bir defa daha: - Hayır, dedi, mazi için minnettar hislerle duyguluyum. Fakat onun batmasına esef etmiyorum. - Nasıl, mazinin dönmesini arzu etmiyor musun? Yüzünü çevirdi. Nazarı bahçede, başıboş dolaştı. Sonra: - Hayır, mazinin dönüşünü asla istemiyorum, dedi. - Maziye tekrar dönmek için sen orada hiçbir şey bulmuyor musun? Mazinin batışına esef göstermiyor musun? Bundan dolayı beni hiç suçlamıyor musun? - Asla! Doğrudan doğruya bana bakmaya mecbur olması için kolunu tutarak: - Dinle, dedim, dinle. Niçin nasıl yaşamaklığımı arzu ettiğini bana söylemedin? Niçin bana faydalanmasını bilemediğim bir serbestlik verdin? Niçin beni hayatta yalnız olarak bıraktın? Eğer istemiş olsaydın, eğer elimden beni tutmuş bulunsaydın hiçbir şey olmayacaktı. Hiçbir şey… Bana doğru dönerek, şaşkın, sordu: - Ne oldu ki? Ya rab, beni hala anlamıyor mu? Yahut – daha fenası – beni hala anlamak istemiyor mu? Artık gözlerim sulanmaya başlamıştı. Sitemli bir tavırla sordum: - Eğer bir şey olmamış olsaydı hakkımda gösterdiğin hakaret ve umursamazlık ile bana acı verir, bana hayatta şerefli görünen her bir şeyden beni çeker miydin? Ne istediğimi anlamıyormuş gibi:- Ne'n var azizem, dedi. - Her şeyi söylememe müsaade et. Hiç zannetme ki geçen bütün şeylerden sonra yine beni sevmiş olasın. Hayır, (sözümü kesmek için harekette bulundu) uzun süreden beri kalbimde sakladığım her bir şeyi şimdi sana söylemem gerekiyor. Henüz hayatı tanımadığım halde yapyalnız serbest gezmeme müsaade etmeniz benim hatam mıdır? Hakkımda gösterdiğim samimi muhabbete rağmen gösterdiğin sükûn ve lakaytlıktan ben mi mesul olacağım? Her ikimizin felaket sebebi olabilecek bu serbest hayata beni atmak için sen bütün iktidarını kullandın. Asla kendisinde görülmeyen bir dehşet ile: - Fakat bütün bunları sen nereden anlıyorsun? Diye bağırdı. Ben cevap verdim: - Köyde kalmak istemediğini, kışı Petersburg'da geçirmek arzu ettiğini daha dün söyleyen sen değil misin? Bilmiyor musun ki şehirden nefret ediyorum. (Ciddi ve soğuk): - Yeter… Yeter… Kendi kendime derin bir üzüntü ile: Haksızlığını, bana karşı bakış ve duygularının gayet fena, kirli olduğunu düşünüyordum. En sonunda dedim ki: - Rica ederim, beni hiç sevmediğini söyle. Evet, itiraf et bunu. Samimi hıçkırıklarla gözlerimden yaşlar akıyordu. Yüzümü mendil ile kapayarak, çığlıkları zapt etmek için çalışarak: ((Oh ya Rabbim! Beni nasıl anlıyor?)) diye düşünüyordum. Bu anda kalbimde bir seda titredi: Her şey bitti… Her şey… Mikaloviç teselli etmek için bana yaklaşıyordu. Söylediğim sözler onun onurunu kırmıştı. Sesi sakin ve kuru idi. - Neden beni aşağılamak ve kederlendirmeye çalıştığını bilemiyorum. Eğer bu eskisinden daha az söylediğini düşünmekten ileri geliyorsa… Acı bir hıçkırıkla: Ah, sevilmek, dedim ve acı gözyaşlarıyla mendilimi ıslattım. - Mademki serbestçe her şeyi söylememi istiyorsun, öyleyse dinle: - Seni ilk defa olarak gördüğüm dakikadan itibaren gecelerimi yalnız seni düşünerek büyülenerek geçirmeye başladım. Gittikçe şiddetlenen ve beni hükmü altına alan bir aşkın tahammülsüz etkisi ile bitkin idim. Petersburg'da da, yabancı memleketlerde de bana acı verip perişan eden bu aşkı kırmak, yok etmek için nefsimle mücadeleler ederek siyah ve büyüleyici geceler geçirdim. Oh… Fakat o aşkı tamamen mahvedemedim. Bunula beraber gizliliği bitirdim. Sani daima severim. Fakat başka bir aşk ile… - Buna aşk mı diyorsun? Benim için bu, bir işkenceden başka bir şey değildir. Niçin o kadar helak edici ve zehirli bulduğun halde hayat âleminde serbestçe yaşamama müsaade ettin? Ve sonra da bu hayattan memnun göründüğümden dolayı beni sevmemeye başladın? - Bu sebepten dolayı değil, azizem… Ben söylemekte devam ettim: - Niçin üzerimde bütün kuvvet ve iktidarını kullanmadın? Niçin beni kendine bağlamadın? Niçin beni öldürmedin? Evet, beni mutlu eden her şeyden mahrumiyete ölümü tercih ederdim. O zaman beni öldüren, acı bir azap içinde öldürerek yaşayan bu utanç ve pişmanlık hissine uğramazdım. Yeniden yüzümü örttüm. Hüngür hüngür ağlamaya başladım. Bu esnada Katya ile Sotya gelerek yağmurdan ıslandıklarından memnun, terasa koştular. Aramızda uzun bir sessizlik devam etti. Fakat bizi görür görmez sustular ve derhal çekildiler. Aramızda uzun bir sessizlik devam etti. Bütün gözyaşlarımı döktükten sonra ufak bir rahatlama eseri duyar gibi oldum. Zevcime baktım. O, oturmuş ve başını omuzu üzerine yaslamıştı. Bakışıma cevap vermek istiyor fakat yavaşça ah etmekten başka bir şeye muktedir olamıyordu. Yavaşça kendisine yaklaştım. Kolunu çektim. Düşünceli gözleri üzerime yoğunlaşmıştı. Düşüncelerini takip ediyormuş gibi: - Evet, dedi, siz kadınlar… Gerçek hayata dönmezden önce hayatın hiçliğini tatmaya büyük bir ihtiyacınız vardır. İçinde gayet çekici bulduğum bu hayat şu hanedan öyle hissettim ki seni men etmek hakkına sahip değilim. Onun için sana müsaade ettim. - Ah! Mademki beni seviyordun niçin bu faydasız hayat şu haneye beni sevk ettin? Mademki perestiş ediyordun… Niçin beni böyle tehlikeli bir hayatın cehennemi zevklerine terk ettin? Niçin? - Sen istediğin için, o hayata yaklaşmamaya muktedir olamadığın için… Anladın mı? Hayatı, bu faydasız ve helak edici hayatı sana bizzat tattırmak gerekiyordu. Ve sen şimdi onu öğrendin. - Ah, sen çok haklısın, pek çok… Tekrar yeniden sessizlik başladı. Nihayet cevap verdi: - Söylediğin şey pek acıdır. Fakat bir hakikattir. Ayağa kalktı. Teras üzerinde dolaşmaya başladı. Birden karşımda durarak dedi ki: - Hayır, hata bende. Sizi böyle şiddetli, cansız bir aşk humması ile sevmeyecektim. Evet, bu benim hatam. Tam bir korku ve çekinceyle: - Hepsini unutalım, dedim. - Hayır, artık geçmişin mutluluğu bir daha geri gelmeyecek. Söylerken sesi gayet tatlı bir şekilde değişmeye başlıyordu. Elimi omuzuna koyarak dedim ki: - Fakat şimdi her şey dönmüştür. - Hayır, geçmişin batışına yazıklanmadığımı söylemekle hakikati itiraf etmiş olmadım. Oh, evet… Bu, canlandırılması artık mümkün olmayan defnedilmiş aşkın matemini en acı ıstıraplarla tutuyorum. Mazinin mutlu zamanlarına derin bir teessüf ve üzüntü nazarıyla bakıyorum. Hata kimindir, bilmiyorum. Aşk daima vardır fakat bu eski aşk değildir. Artık bu eski aşkın kuvveti, hayat özü yok. Yalnız latif hatıraları kaldı. Hepsi bundan ibaret… Sözünü keserek dedim ki: - Oh, böyle söyleme! Her şey eskiden olduğu gibi olacak. Her şey yeniden diriltilebilir, değil mi? Bunu sorarken gözlerine sıcak ve ateşli bir arzu ile baktım. Dingin nazarlarında – eskiden olduğu gibi – artık derin ve ateşli bir bakış manası yoktu. O vakit anladım ki arzularım beyhude ve istediğim şeyin diriltilmesi imkânsızdır. Mikaloviç sakin ve şefkatli bir tebessümle cevap verdi. Fakat bu tebessüm bana bir yaşlı handesi şeklinde göründü: - Sen hala ne kadar gençsin. Ben ise ne kadar ihtiyar! Artık senin bütün ruhunla istediğin şeyi ben vermeye muktedir değilim. Artık birbirimizi aldatmayalım. Eskiden hissettiğimiz heyecan ve acıları şimdi tanıyamadığımızdan dolayı birbirimizi tebrik edelim. Artık arayacak, isteyecek hiçbir şeyimiz yoktur. Aradığımızı biz bulduk. Saadetimiz pek küçük değildir. Şimdi o, bize bu mini mini varlık için bir ülfet ve muhabbet yolu bırakıyor. Bana kollarında küçük İvan ile gelen ve terasın girişinde duran sütanneyi gösteriyordu. Sözünü bitirmiş olmak için ilave etti: - İşte böyle azizem… Sonra bana doğru ilerleyerek beni öptü. Fakat artık bu, genç bir aşığın ateşli busesi değil, belki ihtiyar bir sevenin hararetsiz ve tatsız bir busesiydi. Gecenin kokulu tazeliği – daima kuvvetli ve etkili – bahçeye yayılıyor, sesler daha kuvvetli, doğanın uğraşıları daha muhteşem oluyor, semada cisimler daha ziyade parlıyordu. Zevcime baktım. Ruhumda bir hafiflik, bir rahatlık duydum. Sanki beni acısının pençesinde ezen şiddetli sinir mahvolmuştu. Mikaloviç: - Tam çay içilecek zaman, dedi. Beraber küçük salona girdik. Kapının eşiğinde yeni sütannenin kucağında mini mini İvan'a tesadüf ettim. Çocuğumu kollarımın arasına aldım. Çıplak ve pembe bacaklarını gayet dikkatle açtım. Sıkıştırdım, sevdim… Dudaklarımla öptüm. Uyandı. Mini mini ellerini parmaklarıyla beraber kımıldattı. Endişeli gözlerini açtı. Birden bakışları üzerime yöneldi. Yarı açık dudakları arasından masum bir tebessüm belirdi. ((Bu mini mini varlık benimdir ha…)) diye düşündüm. Bütün varlığımı titreten şiddetli bir saadet heyecanı içinde İvan'ı göğsümde öyle samimi bir şiddetle, öyle tarif edilmez can atıcı bir analık hissi ile sıktım ki yumuşak ve nazik vücut azalarını incittim diye korktum. Mini mini soğuk ellerini öpmeye başladım. Başına varıncaya kadar bütün nazik ve minyon vücudu saçlarımla örtülüydü. Eşim yanıma yaklaştı. Çocuğuna hitaben: - İvan Sergoviç, dedi. Fakat ben ((İvan Sergoviç))e böyle hitap edilmesinden, yüzünün açılmasından müteessir oldum. Benden başka hiçbir kimse onu uzun süre, böyle derin vecd ve istiğraklar içinde, temaşa etmeyecek. Bu esnada zevcim bana bakarak gülüyor. Birçok senelerden beri ilk defa olarak zevcimin bu bakışının tesadüfünden derin bir hoşnutluk hissettim. Bugünden itibaren kahramanları zevcim ile benden ibaret olan roman… Evlilik hayatımın romanı bitti. Eski hayat ancak bir geçmiş hatıra kabilinden başka bir etki bırakmadı. Yeni bir his, çocuklarım ile pederlerinin muhabbeti gözlerim önünde yeni bir hayat ufku açtı. Büsbütün başka, mutlu ve eskisinden farklı bir hayat… Ve ben bugün o hayat yolunda sebatkâr adımlarla şimdi yürüyordum. SON