Prizren ve Prizren - Ak Güvercin Olsaydım. (Tem Metin)
PRİZREN VE PRİZREN
Gün ağarmaya başlamıştı. Akşam komşularını ağırlaşmış geç yatmıştı. Kalkmak zor geldi. Karısı yinede erken uyanmıştı. Kalkmasa ne yapacaktı. Ahmet Coşo aksi adamdı. Hayriye kalkar kalkmaz Dori'yi hazırlamaya başladı. Doru küheylan bir nazlı sultandı. Bugün tarlaya gidilecekti. Bir at yeterdi. Ahmet Coşo, sert adam, tomruk misal, dalları kesilmiş kaba, kalın. O da kalktı. Güvercinlerin in kafesini açtı. Kuşların bu erken saatte dışarı çıkası yoktu. Onlara deli gibi tutundu.
Hayriye şanslıydı. Dori bugün huysuzluk etmiyor sakin duruyordu. Yelesini, sırtını okşadı,
ona güzel sözler söyledi. Dorinin bakışında mer-hamet vardı.
Geçen tarlaya gidişlerinde abisi Sinan Mera tarlaya gitmek istemedi. Kavga başlayınca Doride böyle anud bir vakitte huysuzlandı. Arabaya ko-şulmak istemedi. İşte o an gök yere indi. Ahmet Coşo küfürlere başladı. Atın meşininden tuttu, atın başını aşağı çekti, geri geri arabaya iteledi. Dori inatçı. Tahtakuruları diz kapaklarını yesin dedi. Sağ elini kaldırdı vurmadı. Dori yerine yer-leşti. Coşo abisine sinirleniyor, daha ısrarla, daha fazla konuşuyor ve bağırıyordu.
Çift kanatlı bahçe kapısı açıldı, araba şoseye çıktı. Derenin sağ tarafından devam etti, sağa dö-nüp mezarlığın yanından tarlanın yolunu tuttu. Sinan Mera arabayı kullanıyordu. Tarlaya yakla-şınca üç ırgatta göründü. Baruthanenin yakının-daki bu tarla verimliydi, taşsız toprağı vardı. Ah-met Coşo atı boşa aldı. Suyu tarlaya döndürmek için çapayı eline alıp suyun başına gitti. Gökte az bulut vardı. Güneş gümüş rengi bulutların arasın-dan kendine yer buldu, yüzünü gösterdi. İki kar-deş ve üç ırgat çalıştılar, terleri mintanlarını ıslattı. Öğlen olmuştu.
Ahmet Çoşonun oğlu Muharrem, Sinan Me-ranın kızı Hado ile sofra bezine sarılmış piteyi
(börek) ve testiye konmuş ayranı sopaya geçirmiş-ler sopayı da omuzlarına koymuş, biri önde biri arkada, tepeyi dönmüş tarlaya yaklaşmışlardı. İşe ara verdiler.
Hafif rüzgârın değmesiyle zümrüt- misal ye-şillenmiş yapraklarının, raks ettiği elma ağaçları-nın gölgesine bağdaş kurup oturdular. Etraf canlı, latif, güzel ve revnekdardı.
Sıcak kol pitesini, soğuk has yağlı ayranla yediler. Irgatlar tepeye doğru gidip ağaçların altı-na uzandılar. Güneş yakmaya başlamıştı. İki kar-deşte elma ağaçlarının altında toprağa yattı. Ço-cuklar da koşarak, oynayarak eve döndüler.
Ahmet Coşo bağı düşündü, yarın bağa gidi-lecekti. Toprağın sıcaklığı sarmıştı bedenini. Top-rak, ana kucağı gibi kucağına alıp sarmıştı. Hoşa giden hafif ve latif esen rüzgâr onu rahatlattı. Uy-kuya daldı.
Kalktıklarında, ikindi ezanı yaklaşıyordu. Et-li biber ve kırmızı patlıcan(domates) ekmişlerdi. Bir tarafta hayvanlar için yonca ekilmişti. Tarlada biraz daha uğraştılar. Akşam olmaya başladı. Su-ların karardığı vakitti, evlerinin yolunu tuttular. Bu sefer Dorinin kayışları Ahmet Coşonun elin
deydi. Yarın bağda iş çok, iş bitmez ki, kış için Gınçardan odunda indirmek lazım diye fısıldadı.
- Deh deh
Ev yolunun üstünde, sokak başında çeşme vardı. Arabadan indi, çeşmede çarıklarını yıkadı. Abisi arabayı avluya sokmuştu. Coşo avluya girer girmez güvercinlerin kafesine göz attı. Sonra atın yanına geldi.
- Dori ne yaptın yoruldun mu?
Atın koşumlarını çözdü. Meşinler süslüydü. Kırmızı mavi püskülleri vardı, uçlarına ufak ayna-lar bağlanmıştı. Dorıyi diğer atların yanına, iki katlı kargır evin altındaki ahıra soktu.
Çocuklar daha yatmamıştı. Abisinin üç ço-cuğu yetim kalmıştı. Anneleri raktan (kanserden) ölmüş, bir erkek iki kız çocuğunu Coşo kendi ço-cukları gibi görmüş, ayırmamış, Hayriyede anne-lik etmişti. Hayalin mahsulü olan çocuklar koca evin neşesiydi. Önce abisinin çocuklarını sevdi; başlarını okşadı. Şakalaştı.
Faridin ne yaptın?
İyi be aco(amca) iyi
Güldane sen
- Yemeniye oya işledim, çok isla(güzel) ol-du. Sen ne yaptın aco(amca) yoruldun mu?
Hayriye cerviş (unlu, içinde fasulye olan koyu çorba) yapmıştı. Koca derin tabakta yer sof-rasının ortasına kondu. Çoluk çocuk, herkes sof-ranın etrafına dizildi, kuzinede pişen ev ekmeğiy-le çala kaşık yendi.
Erken yatmak lazımdı. Odalar iç içeydi dip odaya geçti, pantolonunu çıkardı, dertop ederek köşeye attı. Karyolaya uzandı.
Düşüncelere daldı…
İkinci büyük savaşın haberleri devamlı ge-liyordu. Prizrende etkisi hissedilmese de ilerde ne olurdu? İtalyanlar Kosovayı işgal ettiğinde kasa-bada normal yaşam devam etmişti. Askerlerin olması canlılık getirmiş hatta alışverişi hızlandır-mış denebilirdi. İtalyan askerler çok kurnazdılar bazıları derelerde ördekleri çalıyor kafasını kopa-rıyor hemen çantasına atıyordu. Pazarda karpuzu bilerek kıranlar vardı; atılan karpuzu alıp giderdi. Bazıları pazarda tavuk satan kadının tavuğunun, kimseye göstermeden boğazını sıkar öldürürdü. Atılan tavuğu bedavadan alır giderdi. İtalyanlar çocuklardan Balil adını verdikleri gerçek silahlı
bölükler oluşturmuşlar savaşmaya hazır halde eğitim yaptırıyorlardı. Halk, işinde gücündeydi. İtalyanlardan sonra almanlar gelişinde değişen pek bir şey olmamıştı. Onlar İtalyanlara nispeten daha dürüsttüler. Bağ ve bahçelerden aldıkları ürünün parasını veriyorlardı. Alman askerleri Müslümanlara ilişmemişler Muhammedan diyene saygı bile göstermişlerdi. Gerçi bunun nedeni ka-sabaya ilk girişlerinde iki askeri öldürülünce Sırp-ları kolayca bulabilmek içindi, çıplak soyuyor eğer sünnetli ise öldürmüyordu. İki askerine karşılıkta iki yüz gayri müslimi tutuklamış eğer bir asker daha ölürse hepsini öldürürüm diyerek tehditte bulunmuş. Bir alman askerine karşılık postane önünde on siyasiyi asmıştı.
Bosnada Tito önderliğindeki komünist par-tizanların Almanlarla mücadele ettiğini, oraya arabalarla mal götürüp getiren Prizrenlilerden ve başka kasabalılardan duymuş, İpeke gittiğinde savaştan kaçanları görmüştü. Şimdi Tito vardı. Tito önderliğinde partizanlar Kral Aleksandarı devirmiş, yönetime el koymuş, kendileri kral ol-muştu. Onların yeni Yugoslavyası kurulmuştu. Almanlar da çekip gitmişti. Almanların Müslü-manlardan oluşturdukları askerler de boşta kal-mış, onlarda bulundukları kışlayı yağmalamış herkes bir şeyler götürmüştü. Artık kasabada par
tizanlar vardı. Üstü başı pejmürde, uzun saçları ve sakallarıyla dağdan inen bu bitliler, korku tüne-linden çıkmış birer hilkat garibesiydi. Hayriye partizanları hiç sevmezdi…
- Allah koruya, uyumak lazım yarın ezanla
kalkıcaz.
Sabah çabuk oldu. Uyumuş dinlenmişti. Kalktı su içti. Hayriye adet üzeri ondan erken kalkmış Doriyi hazırlıyordu. Tahtadan balkona çıktı. Abisi kalkmamıştı. Karısına seslendi:
- Hayriye, Dori dursun. İki büyük at hazır-
la. Bağda iş yok tadam gider. Ben
Faridinle Goraya gidicem. Bir şeyler geti-
ririm; şar peyniri getiririm, yağ getiririm
hem teyzemi görürüm.
Hayriye: Ahmet yanardöner, nerden çıktı şimdi bu diye aklından geçirdi.
- Gelirken Enbiyayı getir. Kız Prizrene çok-
tandır inmiyo, çocuklara da bakar.
Ahmet Coşo Faridini kaldırdı. Atları ara-baya koşmak için avluya indi. Hayriyede arkala-rına vermek için yiyecek bir şeyler hazırlamaya sofaya çıktı. Her şey hazırdı. Faridin avlunun çift
kanatlı kapısını açtı. Atlar yürümeye başladı. Hay-riye pencereden el salladı.
Güle güle. Sağlıkla gidin. Coşo:
Bir iki gün orda kalırız.
Faridin acosundan kayışları istedi, yer değiş-tirdiler.
Faridin atlara iyi bakıcan onlar bizim her şeyimiz. Allah göstermesin ölürlerse eşek bile alamayız. Gerçi ölmesi bu komünist-lerin, bu cenabetlerin almasından iyidir. O hayvanlar hayvana eziyette ederler.
Yok be aco almazlar. Ben bakarım atlara.
Hava soğuk sayılırdı. Sabah serinliği insanı ürpertiyordu. Sinan Paşa Camii göründü. Coşkun akan Bistrica deresini sollarına alıp, dutluğun yo-lunu tuttular. Yolun sağına soluna dut ağaçları dikilmişti. Birkaç sene sonra bayağı bol alır, yol gölgelenirdi. Faridin kamçıya ses çıkartmak için kamçıyı havada sallıyor, talim yapıyordu.
Sinan Merada çoktan kalkmıştı. Bağa gitti. Irgatlarla beraber üzüm salkımlarını kestiler. Kü-felere yerleştirdiler. Bunlar şadırvanda kurulan
18
sebze meyve pazarına gidecekti. Bu sene tarla be-reketliydi. Buğulu, iri kara üzüm taneleri, bir ya-kut gibi parlıyordu. Koca salkımları dallar zor ta-şıyordu. Birkaç büyük sepette ev için ayırdı, en büyük salkımları pekmez yapılması için seçmişti. Günün dönmesine yakın; beyaz keçe Arnavut takyasını(takkesini) düzeltti, atına bindi. Yolda Etuş Tadaya(abiye) rast geldi.
Selamın aleyküm. Etuş Tada(abi)
Aleyküm selam.
Nasılsın
………..
Atın nerde Etuş tada?
Evin arkasına yer yaptım. Oraya gizledim. Bu gavurlar atları alıyorlar
Alırlar mı?
Ahmet Coşo nerde?
Goraya gitti
Haberin var mı? Yarın bütün kadınlar pe-çeyi çıkaracak, manto giyip şadırvan meydanında toplanacakmış. Yarın erkek
ler sokağa çıkmayacak, çıkan olursa işten çıkaracaklarmış. General Rankoviçin emri böyleymiş
- ………….
Sinan Mera ofluyarak, küfürler ederek de-vam etti. Eve yaklaştığında, iki kocabaş hayvan avluya böğürüşerek giriyordu. Kızları Güldane ve Hado dış kapının kenarında hayvanların girmesi-ni bekliyordu. Avluya girdiğinde burnuna haşla-ma (bir çeşit börek) kokusu geldi. Çarıklarını çı-karmadan kendi sofasına girdi. Yarın dedi.
Güneş, Goranın koca ağaçlarının ardından önce ışıklarını sonra kendini gösterdi. Ahmet Coşo hayvanların koşumlarını taktı. Dudaklarında hafif bir gülümseyiş vardı. Sabah vakti şu koca dağlar-da, rüzgârın esmesiyle ağaç yapraklarından çıkan sesler içinde Allahım şükür verdiklerine diyor, evine gidiyordu. Dünden bir şeyler yüklemişler-di. Albaniadan gelen zeytinyağını da yerleştirdi. Teyze kızı Enbiya çoktan arabaya binmişti. Enbiya en az bir iki ay Prizrende kalırdı.
- Deh deh! Hadi Dori, yolumuz uzak
Şadırvana yaklaştığında kasabanın kadınları carlarını çıkarmış, manto giymiş, yüzlerini açmış gördü. Dünya dolu bela başına üşüştü. “Allahım
Tevfikin karısı Fatimeyi gördü. Kadında onu görmüş olacak ki telaşla, ona doğru hızlı adımlarla geliyordu. Huzursuz olduğu belliydi.
- Coşo beni arabana bindir eve götür. Olur
mu? Bizi habise atsalar da olacak. Gel gel.
Faridin sen in, yürü. Gitmem dedim. Tevfik dinlemedi. Evde manto yok. Eski bir
şey buldum, yemeniyle de başımı örttüm.
Carı çıkardım, peçeyi de. Çok utandım.
Allahtan erkekler evlerde kaldı.
Ahmet Coşo tekke sokağından girdi, arka-lardan evine kadar götürdü. Enbiyada indi.
Dragomandan Kurilaya çıkarken, dostu, can yoldaşı, kardaşı Etuş Tadaya uğradı. Aklı ka-rışıktı.
Selamün aleyküm
Aleyküm selam. Coşo hoş geldin.
Ne yapay bu gâvurlar be
Aç bunlar, hırsız…..
At nerde? Ahırı neden yıktın?
Arkada kerpiçten yer yaptım sakladım
21
Pek konuşmadılar. Ata bakmaya gittiler. Atın babası Türkiyadan gelmişti. Zeki ve daya-nıklıydı. Arap atını andırırdı. Geniş alnı, küçük burnu, kalkık duran kuyruğu, karanlık bulut rengi ile ufak tefek adamın, pek büyük olmayan atıydı. Evin daim misafiriydi. Şimdi onu kaybetmek kor-kusu vardı.
***
Coşo sert, kaba, belacı adamdı. Kavgası ek-sik olmazdı. Evlenmeden önce yaptığı bir kavgada sol kaşı yarılmıştı. Kaşı arasında çizik izi, ölünceye kadar durdu. Sevmeleri de eksik olmazdı. Sevdiği bir Sırp kadından ayırmak için çok uğraştılar.
Hayriyenin evi bahçeli, insan boyu taş du-varla çevriliydi. Bahçede şarkı söylerken duydu sesini,
Bulut gelir pare pare
Sen açtın bana yare
Yağma yağmur, esme be deli rüzgâr
Yarım yoldadır
22
Bulut gelir seher ile Çiçek açar bahar ile Herkes sarılmış yar ile
Yağma yağmur Esme re deli rüzgâr Yarım yoldadır
Bulut gelir pare pare Dördü aktır dördü kare Sen açtın sineme yare
Yağma yağmur Esme bre deli rüzgâr Yârim yoldadır
Sonra bir düğünde duvara tırmanıp görür kendisini.
Önce sesini sonra kendisini beğenir. Sevda-ya tutuldu sert adam. Evlendi Hayriyeyle. Dü-ğünlerde oynamayı da severdi. Uzun boyu, koca elleri, alnına düşen perçemi ile oyun yakışırdı ona.
Hayriye ise narin vücudu, derinden bakan yosun yeşili gözleriyle kibar ama dayanıklı, bir o kadar sabırlı kadındı.
23
Coşo güvercinlere tutkundu. Sünnetinde he-diye olarak getirilen güvercini çok sevmiş, o gün-den sonra güvercinlerin perisine tutulmuştu. Gü-vercinleri görmeye arkadaşları gelirdi. Yine böyle bir vakitte Hayriye helada yakalandı. Namahrem olduğundan dışarı çıkamamış, ufak bebeği sofada ağlamaktan kendinden geçtiği halde, Çoşo güver-cinlerden başka bir şey görmemiş alacaları, kap-lanları, mısırileri uçurmuş, dönen güvercinlerini seyretmişti. Bebek ağlamaktan bayılmış Hayriye helâda kendinden geçmişti.
***
Hayriye erken kalktı. Çocuklara baktı, küçük oğlu Ferit, Muharremin yanında uyuyordu. Ate-şini kontrol etti. Sofada Sinan Meranın çocukları yatıyordu. Yetimlere dua etti. Ekmek hamurunu yoğurdu, kabarmaya bıraktı. Kuzineye odun al-maya avluya indi. Bu sabah sıcak ekmek yiyecek-lerdi.
Coşo ahırdaydı.
- Benden önce uyanmışsın
Hııı
Danayı kesicen mi? Havalar iyiyken et ku-ruturuz pastırma yaparız.
Bilmem… Satsak daha mı iyi? Kirazlarda para etmedi. Bilmem ne yapsak.
Coşo abisiyle tarlaya gitti. Her zaman arpa ekerlerdi bu sene ilk ektikleri yoncalar bir karış olmuştu. Irgatlarla beraber yolmaya koyuldular. Çökmekten dizleri ağrıyor, çekmekten elleri yoru-luyordu. Bütün gün ter yaptılar yoruldular. Ak-şam oldu. Hava ılık, gökyüzü açıktı. Yıldızları, bir ağacın dallarına asılmış kandillere benzetti. Diken ellerini kanatmıştı. Dudağı çatlamış beli hafif sızı-lı, kollarında derman yok. O gece tarlada yattılar. Ertesi günde. Gün akşama kavuşmuştu. Akşam mı yatsı mı, ezan okunsa bilirdi.
Eve geldiklerinde içinde bir huzursuzluk hissetti. Hayriye sofrayı hazırladı. Yer sofrasının etrafına dizildiler. Çocuklar, büyükler başlamadığı için bekliyorlardı. Sinan Mera ilk lokmayı ağzına götürdü, acıkmış çocuklar devam etti. Coşo yedi yemedi kalktı. Hayriye kocasının tedirginliğini anladı.
- Nereye gidiyon?
- Stankoviçe…
Stankoviç te güvercin meraklısıydı. Çocuk-luk arkadaşı sayılırdı. Sırp olmasına karşın iyi komşuydu.
Coşo kapıyı çaldı. Stan, Stan diye bağırdı. Stankoviç avlu kapısını açtı.
- Hoş geldin Coşo.
Birlikte sofaya geçtiler. Stanın karısı masayı örttü, odadan iskemle getirdi. Tekrar girdi.
- Ne yapay bunlar be Stan. Sinan paşa ca-
misini kapattılar, Hacı Fahriyi udbaya (iç
emniyet birimi-polis şubesi - UDB
Unutraşna Drzovna Bezbednost) götürüp
hapise attılar.
Stan: Galiba Hacı Fahrinin topraklarını ala-caklar dedi.
Coşo:
- Hacı Fahri Prizrenin en zengini, toprağı
çok. Ama babadan kalan toprak, miras
toprak alınır mı?
Stan sesini yükselterek: Komünist hükümet Coşo, komünist dedi.
Stanın karısı kahve getirdi, içtiler. Coşonun canı sıkıldı, kalbi vesvese doldu.
Coşo çehresi asık:
Benimde bir tarlam, bir evim var. Nasıl verilir toprak. Olacak iş mi?
Coşo sen reçbersin, fukara adamsın… Ha-cı Fahri, çok zengin. Udbada sorguya çekmişler. Altınlarını da alacaklar, canını kurtardığına şükür etsin.
Coşo fazla oturmadı. Kalktı. Uğurladılar. Eve geldi. Ahırların kapıları açıktı. Bakmadan abisinin yanına çıktı. Abisi kerevette oturmuş, sigara sarı-yordu.
Tada toprak verilir mi? Babadan kalan toprak nasıl verilir? Hacı Fahrinin toprak-larını alacaklarmış..
Müslümanlara Allah yardım eder.
Bu topraklar bu ev babadan kaldı
Bir bağ var. O da bu yerlerin en değerli en verimli toprağı, üzümü en güzel olan ba-ğı, onu vermem ben. Ölürümde vermem.
Bende vermem Tada
27
Coşo avluya indi. Hayriye sofaya açılan ka-pının eşiğine oturmuştu. Birlikte odalarına girdi-ler. Sıkıntı zamanı uzun olurdu. Gece geçmek bil-miyordu. Coşo sıkıntılıydı.
Annesi Esma mısırdan buraya gelen bir Os-manlı paşasının beslemesiydi. Yetim kalınca, Paşa yanına almış bakmış büyütmüş. Evlenme çağına gelince yanında çalışan Muharrem Coşo ile evlen-dirmişti.
Bu ev babamın, tarladaki elmaları babam dikti. Allahım senin hükmün her şeye geçer
***
Kış yaklaşıyordu. Kara bulutlar, bazen kuca-ğına aldığı yağmuru bırakıyordu. Havanın açık, güneşin hem ısıttığı hem nur gibi etrafı aydınlattı-ğı bir gündü. Coşo Hayriyeyi kendi çocuklarını, abisinin çocuklarını arabaya bindirdi. Bülbül De-resine götürdü. Yeşillenmiş bitkiler arasında bir ağacın altına oturdular. Ağaçların içinden minik kuşların billursu sesi duyuluyordu. Gelirken ara
bada söylediği, Ramizem türküsüne devam edi-yordu.
Bir evler yaptırdım be Ramizem sazdan sa-mandan
İçine girilmez be Ramizem tozdan duman-dan.
Çalsın sazlar Ramizem
Kına yakılsın
Takı takılsın
Bir evler yaptırdım be Ramizem hamama karşı
Nasıl çıkıcan babana karşı
Komşu Dubalankada çocuklarıyla ordaydı. Daire (def) çaldı. Oynadılar türküler söylediler. Dori dereye girdi yıkandı. Akşam olmadan yola çıktılar. Dori yolu biliyordu.
Bir evler yaptırdım be Ramizem sazdan sa-mandan
Nasıl çıkıcan be Ramizem tozdan dumandan
Hayriye Bülbül Deresini severdi. En son; kadın, çoluk çocuk, mahalle, hıdrellezde Leze (türbe) gitmişlerdi. Çeşit çeşit yemeklerini, yanın-da ayranlarını, gül şerbetlerini, bumbarlarını( su-cuk) hazırlarlar; dağların tepesindeki türbeye gi-derler yerler içerler eğlenirlerdi. Adamlar rakıları-nı içer, oyunlar oynarlardı. Şöhret olurdu bu gün. Senenin yorgunluğu giderdi. Güzeldi. Bugün de eğlenmişlerdi. Güzel bir gündü.
***
Hava haykırıyor, hiddetleniyordu. Rüzgâr kızgındı. Duvarlara hışımla çarpıyor, ortalığı ka-rıştırıyor, alabildiğini alıp havaya uçuruyordu. Ağaç dalları eğiliyor, kırılıyor kendilerini yerlere atıyordu. Prizrenin üstüne üşüşen kara bulutlar, birbirleriyle kavga ediyor, koçlar gibi tokuşuyor; çıkan ateşi, yılankavi kıvrılarak Şar dağlarına ini-yor kayboluyor gök gürlüyordu. Boşalan yağmur dağlardan aşağı iniyordu. Dar sokaklar dereye dönüştü.
Bulutlar kapıştı. Rüzgar uludu. Kış dağlar-dan tarlalara, bağlara, çayırlara indi. Kış gelmişti. Kışın herkes evinde olurdu.
- Hayriye kuzineye odun at, kahve yap.
Evde, Gınçardan getirilen fazlaca yakacak odun vardı.
Hayriye hamur karıyordu. Güldane kalktı. Önce ufak tahta parçalarını sonra ufak bir tomruk attı. Coşo devam etti:
- Bu partizanlar içimizi de dondurdu. Kış
zor geçecek.
Ayrı tarz bir kışta, insanların hayatında var-dı. Bu kış müthiş eziyetli ve kanlı bir kıştı. İnsanla-rın evlerine baskınlar yapıyorlar, dağıtıyorlar, arı-yorlar, altınlarını alıyorlardı. Buldukları altınları aralarında oluşturdukları bir komisyon vasıtasıyla kayıt altına alıyorlar Belgrata gönderiyorlardı. Masa üstünde kalan ufak tefek parçaları araların-da; bu sana bu bana deyip üleşiyorlardı.
Tevfikin o güzel evini aldılar. Çingene ma-hallesinde, bir çingene evinde bir oda tahsis etti-ler. Sen şimdiye kadar zengindin, bundan sonra da fakirlerin nasıl yaşadığını bir gör dediler.
31
Prizren kalabalıklaştı, yapancılaştı. Yugos-lavyanın başka yerlerinden gelen güya memurlar, Müslüman evlerinin bir odasına yerleşiyordu. Dağlarda yaşayan vahşi it sürüleri bunların ya-nında uysal kalırdı.
Hacı Fahriye paralarının, altınlarının yerini söylemesi için akıl almaz işkenceler yaptılar. En sonunda kazanın içinde boğarak öldürdüler.
Birçok adamı alıp götürdüler, kaybettiler.
Çekirge sürüleri gibi saldırdılar, her şeyi bi-tirdiler. Coşonun evinde bir sandık unu vardı, onu da aldılar.
***
Kar yağıyordu. Çocuklar dün geceden Kuriladan Dragomana inen yokuşta kardan tüm-sekler yaptılar su döküp dondurdular. Tahtadan kızakları ile arka arkaya diziliyor kayıyorlardı. Tümseklerden geçerken sağa sola savrulan, kızağı kırılan oluyordu. Dragoman camisine kadar kaya-bilen seviniyor, bağırıyor, tekrar yokuşun başına koşuyordu. Muharremin en sevdiği şeydi bu, kışı
seviyordu. Çocuklar kışın soğukluğunu hissetmi-yor beyazın tadını çıkarıyorlardı.
Kış çetin geçeceğe benziyor. Geçen kış karın yüksekliği bir buçuk metreyi bulmuştu. Coşonun kendine yetecek zahiresi yoktu. Kendini emin his-setmiyordu. Kışın tarlaya işe gidilmez, vakit daha çok evin içinde geçerdi.
Kıtlık baş gösterdi. Komşular ellerinde olan-ları birbirleriyle paylaşıyordu. Zahireci Mermer-cinin, partizanlar almasın diye damdan dama, evden eve tenekelerle dağıttığı buğdayda, çok ev-de bitmişti. Allahtan Coşo danayı kesmiş yaptığı pastırmaların birazını saklamıştı. Yaşamak her gün daha zor oluyordu. Hayriye süpürge tohum-larından çorba yapar, çocukları aç koymamaya çalışırdı.
Şimdi de gâvur; ekmeği karneye bağladı. Ekmek karne ile alınır oldu. Ölmeyecek kadar mı-sır ekmeği veriyordu.
Kuzine, meşe odunu ile kırmızılaşmıştı. Safikalb Coşo, ruhu canıyla Türkiyaya gitmeyi düşünüyordu. Dinleri kabul etmeyen, Allahı da kabul etmeyen bu adamlardan rahatsız olmayan mı var? Hayat, mısır sümbülünün gömlekleri gibi birbiri içinde sarılı, ayrı ayrı tarzlar sunuyor ki;
şimdiki durum zor. Bu hayatın harala gürelesine dayanmak zor. Bezi herkesin arşınına göre vermi-yorlar. Yeni bir başlangıç olur dedi. Türkiyaya gitme arzusu, güneşin içini ısıtması gibiydi.
Müslüman kasabasında neler oluyordu. Bu-ralarda yaşanmazdı. Gidip Türk bayrağının altın-da ölmek hepsinden iyidir. Fikrini aydınlatan tek şey Türkiyaya gitmek düşüncesiydi.
Hacı Şahsıvarın oğlu Yunus 1917 de nasılsa Türkiyeye gitmiş Konyada ev tutmuş dükkân açmış, geri dönüp ailesini de götürecekmiş ama sınırlar kapanmış. Tek isteğim Türkiyaya gitmek. Eğer sıçanın geçeceği kadar bir delik açılsa, ordan geçip gidicem dermiş hep.
Arada dağlar var…
Coşo: Dağları da aşarım dedi. Odasına gir-di.
Sabah erken kalktı. Kızaklı arabayı hazırladı. Arabaya altı at koştu. Dori önde sağdaydı. Bir metrelik odunları yüklemeye gitti. Yerleştirdi. İpekin yolunu tuttu. Şose karla kaplanmıştı. Epey yol aldı. Dilinde:
Maya dağdan kalkar kazlar Al topuklu beyaz kızlar Yarımın yüreği sızlar Eğlenemem aldanamam Ben bu yerlerde duramam Vardar ovası Vardar ovası Kazanamadım sıla parası Maya dağın yıldızıyım Ben annemin bir kızıyım Efendimin sağ gözüyüm Eğlenemem aldanamam Ben bu yerlerde duramam
türküsü vardı .
Araba kara saplandı, indi karları temizledi; ileri yürüdü, burada kar daha sertti. Dorinin sağ-rına vurdu.
- Deh Deh
At öne uzandı, diğer atlar ona uydular, araba gıcırdadı, hareket etti. Yoldan gidip gelenler çok olduğundan kar oturmuştu. Yol açıktı.
35
Bulutlarla dolu havayı, hafif rüzgâr süpürüp temizledi, gökyüzünün berrak yüzünde güneş ziyasıyla görüldü. Süt gibi beyaz karda güneş ışık-ları gözünü alıyordu.
Vakit öğlene geliyordu. Karnı acıkmıştı. Hem karnını doyurmak hem de atları dinlendir-mek için mola verdi. Çalı çırpı topladı ateş yaktı. Yerden bir avuç kar aldı, karla beraber ellerini ovuşturdu, ovuşturarak ellerini temizledi. Azık torbasını açtı Bismillah dedi. Yemeye başladı.
***
Ahmet Coşo başka şehirlere gittiğinde bir hafta bazen iki hafta evden uzak kalırdı. Eve dö-nüşlerinde içini tatlı bir ferahlık kaplardı. Prizrene yaklaştıkça ılık, asude bir şehre gittiğini duyardı. Yüzünde hafif bir gülümseme olur, kalbi yumuşardı.
İşte Prizren… Prizren muhabbetti. Bu top-raklardan nice saltanatlar nice hükümdarlar geç-miş, zulümat dolu yıllar bu toprakları kan gölüne çevirmişti. Ama Prizren oradaydı. Ve buradak
insanlar yıllarca birlikte yaşamıştı. Ebediyen Bal-kanların sevdalı şehri olarak kalacaktı.
Eskiden dışardan kasabaya gelenler tanrının misafiri sayılır ikram görürdü. Şimdi ise ipinden boşalmış azgın hayvanlar gibi saldıran bu insan-lar, çürük ve küf kokan nefesleriyle evleri bile kir-letiyorlardı. Zaleme güruhu, sokaklarda dolaşıyor, korku salıyor tedirgin ediyordu. İnsanların ruhu nahoş, kalbi bihoş, kafa karışık.
***
Sina Paşa Camii beyaz giymişti. Beyaz ya-kışmıştı. Camiye doğru arabayı sürdü. Şadırvan meydanına geldi. İndi, dört çeşmeli şadırvandan su içti. Susamamıştı, ama çok soğuk akan sudan içti. Önünde dut ağacı olan kahvehaneye girdi. Sobanın yanına oturdu. Kahve istedi. Soğukta du-ran, yapraklarını dökmüş ağaç, baharı bekliyordu. Evinin bahçesinde ki dut ağacının altında bazen oturup karısının kendisine pişirdiği kahveyi yu-dumlardı. Sırtını gürül gürül yanan sobaya dön-dü. Tanıdık sima göremedi, olanlarında yüzleri asıktı. Kahvesini içti. Buğulu camdan atlara baktı.
37
Dori galiba başını sallıyordu. Çıktı arabaya bindi. Caminin önünden ilerledi, şehri ikiye bölen dere coşmuştu. Taş köprünün üstünden geçerken atları durdurdu. Coşkun dereye baktı. Yazın gençler derenin yukarısından bellerine geçirdikleri şişme lastiklerle suyun akıntısına kendilerini bırakır, hızla aşağılara akıp giderlerdi. Kendiside soğuk ve nur gibi suda yapmıştı bunu… Gür sesiyle Doriye seslendi
- Dehhh!
Hamamın önünden evine doğru arabayı sürdü.
***
Bistrisa deresinin kale tarafında, bayırda, Hı-ristiyanlar yaşardı. Burada bir kilise ve Sinan paşa camisinin ilersinde bir kilise daha vardı. Hıristi-yanların özel günlerinde; papaz elinde asası, göz alıcı renkli rubasıyla önde, sarı saçlı masum yüzlü göz kamaştıran giyimleriyle tek sıra olmuş çocuk-lar arkada, iplerinden tuttukları gümüş buhur kâ-selerini yavaş yavaş sallayarak Şadırvanda yürü
yüş yaparlardı. Debdebeden ırak bu tören geçişle-rini Müslümanlar saygıyla seyir ederdi. Bura in-sanı birbirine sabır gösterirdi.
Müslüman mahallesinde evler bahçeliydi, evden eve açılan kapıcıklardan, sokağın bir başın-dan diğer başına rahatlıkla giderdiniz. Bunları daha çok kadınlar kullanırdı. Komşuların karşılık-lı güvenleri vardı.
Şimdi. Şimdi ise! Muhbirler, ispiyoncular, Kosova bedavaya çalışan ajan dolu. Oğlu babasını gammazlıyor. aman beni de hapse atın, babam ispiyon ettiğimi anlarsa beni öldürür diyen evlat-lar. Camiye girenleri gözetleyen, namaz kılanları udbaya (Unutraşna Drzavna Bezbednost- iç em-niyet birimi) gidip ihbar edenler. Bunlara ispiyon-cu demek az kalır; bunlar, hain.
İspiyon edilenler gecenin bir vakti evlerin-den alınır sorguya çekilirdi. Bol bol dayak yer pa-rasını getirmesi söylenirdi. İşkenceden ölen, kay-bolup giderdi. Birçok insan alıp götürülmüş bir daha kendilerinden haber alınamamıştı.
Coşo eve yaklaşıyordu. Allah Kerim. Allah Kerim diye içinden geçirdi. Kapının önüne gel-mişti. Seslendi. Çift kanatlı bahçe kapısı açıldı. Güldane ve Hado kapının sağında ve solunda at
binerken kullanılan taşların üzerine çıkıp selam durdular, araba içeri girdi. Çocuklar avlunun or-tasına yığılmış karın etrafında dönerek sevinç çığ-lıkları attılar. Kendilerine armağan geldiğini bili-yorlardı.
***
Artık akşam olup hava karardığında ışıklar çok hanede yanmaz, sokaklarda tek tük karanlık gölgeler dolaşır, sokak taşlarına şevk değmezdi. Kapılar kapanır herkes evine sanki gizlenirdi. Ge-ce kar hiç durmadı. İnce ince yavaşça kasabanın üstüne iniyordu. Hayriye en temiz çarşafları ser-miş, çiçek desenli yorganı çıkarmıştı. İki sıcak vü-cut mis gibi kokan yatağa yatmış, uyumuştu.
Coşo kuşlukta uyandı. Taşıma işi bulmak ümidiyle dışarıya çıktı. Udbaya yakın bir yerde komşusunu gördü. Komşusu büyük bir yükün altında eziliyor gibi yolun kenarına oturmuştu. Yanına gitti.
- Ne var ne oldu?
Komşusu başını duvara dayadı. Zar zor an-latmaya çalıştı. Kalbinde ki sıkıntı yüzünden anla-şılıyordu. Belli ki kafası da karışmıştı.
- İş yok para yok. Açız, ekmek verin de-dim. Komünist partiye üye olmadığımdan iş vermediler, ekmek vesikası vermediler. Yardım istedim. Beni tanıyan memur Kı-zını getir ekmek verelim dedi. Diğer me-mur; Bunun bir değil üç kızı var, getirsin işte veririz ekmekte dedi.
Coşo çaresizliği hissetti. Elim elemler içinde kaldı. Dağların arkasından gelen bu vahşiler bu-raları alt üst ettiler. Bizi kim kurtarır? İnsan şekli-ne girmiş bu canavarlara kimin sözü geçer? Al-lahım kurtar. Çaresiz. Yürüdü.
Gelen günler içinde birkaç kez kahve içmeye çağırsa da, komşusu gelmedi. Eski canlılığı kal-mamıştı. Sabah geç kalkıyor, kalkınca da kapıcığın yanında taşa oturuyor tütün içiyordu. Kızları da suskunlaşmıştı. Herkes dilini tutmuş gibiydi, komşulara dahi ses etmiyorlardı.
***
Genelde günler yek diğer komşuya acımakla geçiyordu. Coşo birkaç gün evden çıkmadı. Gü-vercinlerine baktı. Taklacı güvercinleri pek sev-mezdi. Dönen, havada yusyuvarlak, tepsi gibi olup evin kiremitlerine kadar inen, kiremitlere çarpmasın diye bağırmak mecburiyetinde kaldığı güvercinleri daha çok severdi. Onları uçurdu. Dönmelerini seyretti. Yemledi, bakımlarını yaptı. Mısırinin yavruları vardı. Palazlanıyorlardı. Yal-nız anacın ayağında bir şişlik olmuştu. Geçen gün kantoron sürmüştü. Şişlik biraz insede kuş yürür-ken ayağını kasıyordu, her halde ağrı yapıyordu. Onu ameliyat etti, dikti, tedavisini yaptı. Kanatla-rında şişlik olan alacaya kantoron yağı iyi gelmiş-ti. Kantoron şişesi duvarda daim asılı dururdu.
Bugün Cuma. Coşo, cumayı Bayraklı cami-sinde kılmak istiyordu. Dua edeyim Allah bir yol açar diye düşünüyordu.
Sokaktaki kar, geceleyin asker çizmeleriyle çiğnenmiş, toprağa karışmış çamur olmuştu. Gök-yüzü kara bulutlarla kaplıydı. Bayraklı camisine gitti.
Cami, bahçesindeki taş çeşmeleri, zarif reva-kı, pencereleri, beyaz kubbesi, gökyüzüne yükse
len küçük şerefeli ince minaresi, renkli süsleriyle insana huzur veren bir camiydi. Her şey hüzün ve hazla örtülmüştü. Çeşmeler abdest için bekleyen-lerle doluydu. Buz gibi akan su ile abdest aldı. Huşu içinde namazını kıldı. Rahatladı. Ona bir pencere açılmıştı. Yeşillikleri gördü, denizi gördü. Kıyıya vuran hafif dalgaların çağıltısını duydu. Denizden esen hafif rüzgâr yanaklarını okşadı.
Bayraklıdan aşağı şadırvana doğru yürü-meye başladı. Kalabalığın bağrıştığını, arabanın üstünde başına kumaşlar sarılmış adama, bazıla-rının tükürdüğünü gördü. Durdu. Dudaklarını büktü. İnsanların bağrışları kalbine acı veriyordu. İnsan dostlarını hep iyi görmek ister. Oysa Yunus Tadanın bu hali onu derinden derinden sızlatı-yordu.
Yunus Tadanın mallarını elli atmış arabaya doldurup arka arkaya dizmişler, öndeki arabaya da kendisini oturtmuşlar Prizren sokaklarında gezdiriyorlar. Coşo Yunus Tadaya tükürenleri bir an boğazlamak istedi. Arabaların yanında ellerin-de silahlarla komünistler sıralanmıştı. Yunus ta-danın bütün kazandıklarını, yıllarca kazandıkları-nı götürüyorlardı.
Coşo arabaya yanaştı kenarını yakaladı. Yu-nus tadanın gözlerini görmek istedi. Kumaşlar
yüzünü örtmüştü göremedi. Komünist bir şey söyledi. Duymadı. Ellerini arabadan çekti, elleri titriyordu.
Tükürenler içinde Yunus Tadanın baktığı, ekmeğini verdiği insanlar da vardı. Yoksullara, kimsesizlere, yetimlere yardım eden Merhamet Derneğine sırtında çuval çuval erzak taşımıştı Yunus Tada. Yunus Tadayı savaş zengini diye hapse atmışlardı, asacaklardı. Hapisten onu bir Sırp kadın kurtardı. Kosovayı İtalyanların işga-linde, iç çamaşırı yapan fabrikasını kapatmıştı. İtalyanlara mal yapmamıştı. Sırp kadında bu fab-rikada çalıştığını, çalışmadığı halde maaşı ve ye-meğini aldığını, Yunus Tadanın savaşta para ka-zanmadığını ama eskiden beri ticaretle uğraştığını söyleyerek onu asılmaktan kurtarmıştı. Hapisten çıkması içinde on günde ancak iki insanın sayabi-leceği altı buçuk milyon dinar ceza kesmişlerdi. Şimdide Prizren sokaklarında dolaştırıyorlardı.
Nasıl olmuştu da böyle mahkûmiyete düş-müştü. Yalnız kendisinin değil Prizrenin yıllarca kazandıkları da gidiyordu aslında. Coşo sessizdi, kalbine zehir gibi acılar doluyor, bağırmamak için yumruklarını sıkıyordu.
Yunus Tada ailece ticaretle uğraşıyordu. As-lında o Yunus Ağa idi. Oğlu Tevfik, ikinci dünya
savaşında İtalyaya gidip gemi dolusu mal alıyor-du. Amerika çıkartma yapınca, savaş kızışınca gemi limandan çıkamamış, daha sonra savaş bi-tince, İtalyanlar gelip malı alması için radyodan ismiyle anonslar yaptırmışlardı.
Yunus Tada: Oğlum malını gidip alsan ne olacak? Malın gelse bunlar hemen el koyacaklar, malına yazık demiş oğlunu engellemişti.
***
Her adım başında biçare insanlar bulunur oldu. Zalimler hücum edip malını gasp ederek, evini harap ediyor. Bazen yaralıyor veya öldürü-yor. Etraf toz duman herc ü merc içinde; bu hale gökyüzü dahi ağlıyor. Nereye bakılsa hep böyley-di. Prizrende zalimlerin gürültüleri, mazlumların ağlayışları var. Prizrende matem var.
Komünistler her akşam bir yerde konferans düzenliyor. Yeni düzeni anlatıyordu. Her şey dev-letindi. Halk çalışacak üretecek bu fakirlik bitecek-ti. İki evi olan bir evini olmayana verecekti. Kadın-ların peçelerini açmalarını da söylüyorlardı.
Kalplerine fenalık yuvalanmış bu adamların getirdiği yenilik salt vurgunculuktu.
***
Ahmet Coşo evinden çıktı. Lapa lapa kar ya-ğıyordu. Yürümek hevesi geldi. İnsanların geç-mediği karların tertemiz biriktiği yerlere gitmek istedi. Kaleye yürüdü. Hava sertti. Ağaçların dal-larına biriken kar, soğuk rüzgarın esmesiyle bazen üstüne düşüyordu. Prizreni tepeden gören surlara oturdu. Sağda Maraş, Beş çeşmeler onun önünde Bayraklı camisi daha yukarıda Kurila. Ortada Körağa Mahallesi solda Sinanpaşa Camisi ve şeh-rin ortasından kıvrıla kıvrıla akan, saf su Bistrisa.
Mazi kabrine giren, aziz insanların başında bir mezar taşı gibiydi. Anası, babası, dedeleri ölüp gitmişti. Silinme sırası ona gelen bir nokta, ezile-cek bir karıncaydı. İçinde bir eziklik bir tedirgin-lik vardı. Başını dik tutmaya çalıştı. Derin bir ne-fes aldı. Allah büyüktür dedi.
İkindiye yakın eve geldi. Hayriye sofada otu-ruyordu. Kocasının geldiğini görünce yavaşça balkona çıktı.
Hoş geldin
Hoş bulduk Hayriye. Nasılsın?
İyi be iyi
Güvercinlerin kafesi açıktı. Coşoyu görünce hepsi birden dışarı hücum etti. Bazıları omuzuna kondu. Bulabildiği az yemle yemledi. Hadonun sofada söylediği:
Ak güvercin olsaydım Pencereye konsaydım Penceren pek yüksekte Yar dizine konsaydım
Keten gömlek sekiz kat Dördünü giy dördünü sat Benden başka seversen Kalkma döşeklere yat
türküsü kulağına geliyordu. Koca dutun al-tına oturdu. Güldane de kahvesini getirdi.
Faridin nerde? Güldane
Feritle dışarı çıktı. Dolaştırıp gelir.
Hava kararıyo
Coşo çocukların karanlığa kalmalarına çok kızardı. Ona göre akşam ezanında herkes evde olmalıydı. Bu abisi içinde geçerliydi.
***
Hava temizlenmeye başlamıştı. Hava soğuk, gök pusluydu. Bulutlar dağılıyor, gökyüzü açılı-yordu. Kışın ağırlığı pek hissedilmiyordu. Prizreni bir şeyler bekliyor gibi sessiz, sakindi…
Fehim İbrahimin Kör ağa mahallesindeki evinde de Naciye ve çocuklar Fehim İbrahimi bekliyordu. Fehim İbrahim gelecek, dört çocuk bir ana yer sofrasında kurulup yemeklerini yiyecek-lerdi. Pencere camı çalındı. Cama önce
ra hızla vuruldu. Pencere şıngırdadı büyük oğlu Reşat perdeyi araladı, annesi Naciyede pencereye yanaştı. Gelen dükkân komşusuydu, tanıyorlardı. Ama ne olmuştu da gelmişti.
- Naciye ince(yenge) Fehim Tadayı poliziya aldı, götürdü. Dükkânları kapat-mıştık, gelip götürdüler.
Evin havası değişti. Koca ev acı bir hal aldı. Naciye yutkunarak Neden diyebildi. Sesi kesildi. Hunharca rezillik başlamıştı. Ne yapacaklarını ne söyleyeceklerini bilemeden kapıyı açıp çıktılar udbanın yolunu tuttular. Ne kadar yakarsalar da zalimler göstermediler Fehim İbrahimi.
Birkaç gün önce partizanlar belediye binası-nın gönderine Yugoslavyanın yeni bayrağını çekmişlerdi. Cesur adam buna karşı geldi onların bayrağını indirdi. Silahını çekti, bağırarak: Bir daha bu bayrağı buraya asarsanız sizi öldürürüm dedi. Kendi bayrağını astı. Yüzlerine tükürdü.
Zalim ve vicdansız adamlar Fehim İbrahimi yere atmış sanki boğazına basmışlardı koca ça-murlu siyah çizmeleriyle, başını ezeceklerdi. Fe-him İbrahim o vahşilerin ayağını öpmedi. Yüzle-rine tükürdü. İzzet ve haysiyetini ve kalbini kur-tardı. Yürekli adam başka türlü yapamazdı. Yapsa
ruhu ölürdü. Titonun bayrağını astırmadı. Böyle puslu bir akşamda da dükkânının önünden alıp götürdüler.
Fehim İbrahim Balist (Balı Kombetar) parti-sinin kurucusu ve bölge sorumlusuydu. Taş Arnavuttu, sertti. Dağlar eğilirdi de o eğilmezdi. Tüfeksiz millet olmaz derdi. Bu topraklar için mücadele etmişti. Komünistlere karşı amansızdı. Arkadaşlarıyla yıllarca savaşmışlardı. Bir kenara çekilmediler. Yarı çıplak başı açık kan ter içinde omzunun üstündeki başı feda etmişçesine gökyü-zü Şar dağı arkasında aydınlanmaya başladığı çok sabahlara kadar dağlarda; savaştı, savaştılar.
Ertesi gün siyasi mahkûmların tutulduğu, Terzi mahalle hamamının arka sokağında, üç katlı bir eve götürdüler. Emeğinin, terinin bu topraklar için uğraşlarının hesabını soruyorlardı… Onun gördüğü işkenceleri insan hafızası kabul etmezdi. Bir gün öyle işkence yaptılar ki, adamlar yorul-duklarından bıraktılar. Vücudundan akan kanla, taş duvara Ben ölmedim yaşıyom, iyiyim yazdı. Bunu yazacak kadar yürekli. Kor yürekli. Hiçbir arkadaşının ismini vermedi. Zaten yaşaması için susması gerekiyordu.
Her sabah karısı Naciye, kızları oğulları ha-pishaneye ziyarete gidiyordu. Börekler, yemekler
yaparak. Ama sadece oğlu Ahmeti içeri alıyorlar-dı. O da çocuk olduğundan. İçerde sıra ranzalar ortada kuzine… Partizan askerler Ahmetle şaka-laşır oynarlardı. Ahmet babasının yanına oturur, baba sıcaklığını hissetmek isterdi.
Komünistlere karşı Fehim İbrahim ve arka-daşları iyi örgütlenmişti. Komünistlere direniyor-lardı. Yeni Yugoslavya oluşuyordu. Fehim İbra-him ve arkadaşları yeni sisteme var güçleriyle di-reniyorlardı. Bir bayrak tanıyorlardı ve o bayrağın altında yaşamak istiyorlardı. Bu topraklarda ya-şamak veya ölmek. Çok çekmişti bu topraklar. Bahçeler tarumar, insanlar aç, çıplak. Bu toprağın insanı kendisine efendidir. Başka efendilere hiz-met etmek istemez. Kenarı bükülmüş seccade de başı yere değer, başka yerde eğdirmek zor olurdu.
Bir sabah partizan bir albay nezaretinde Di-rim nehrine götürüldü. Ağzına tabanca namlusu-nu soktular.
- Ölmeden önce izin verin iki rekât namaz
kılayım.
Namazdan sonra albaya dönüp:
- Sen benim neden öldürüleceğimi biliyor
musun?
Albay: Hayır dedi.
Yine ağzına soğuk silahın namlusunu soktu-lar. Neden öldürdüğünü neden öldürüldüğünü bilmeyen insanlar vardı. Albay öldüreceği insanın suçunu bile bilmiyor. Akşama kadar orda tuttular. Birkaç gün sonra tekrar soğuk Dirimin kıyısına götürdüler. Dirim kırmızı akıyordu. Çırılçıplak soydular. Silahı dayadılar.
- Söyle! Kimler vardı yanında. Bize karşı koyan arkadaşların kim?
Fehim İbrahim: Sen vardın albay
Albay: Dalga geçme nasıl olur.
Fehim İbrahim: Ne yani arkadaşları mı söy-leyeyim?
İşkence işkence. Baygın halde hapishaneye getirdiler.
Sabaha karşı kendisine gelebildi. Birçok in-sanı mezarlıkta kurşuna dizmişlerdi. Kendisini neden öldürmüyorlardı? Cenabetler. Gâvurun itleri. Ben sizi dişlerimle parçalarım. Öldürecekse-niz öldürün. Ben sizden korkmam
Fehim İbrahime bir hafta dokunmadılar. Bir hafta boyunca ufak oğlu gelmiş börek getirmişti. Sıcak böreklerle tüm koğuş karnını doyuruyordu.
Haftanın son günü karısı Naciyeyi ve büyük oğlu Reşatı, sivil emniyet birimi (UDB) evden al-dılar, polis binasına getirdiler. Fehim İbrahimle beraber üçünü sorguya çektiler. Ahmet peşlerin-den koşup gelmişti, içeri almadılar, kovaladılar. Korkutmak için Naciyeye üç sene Reşata altı ay ceza verdiler. Sorgudan sonra cezalar kalktı, Naci-ye ile Reşatı serbest bıraktılar.
Gökyüzü kara bulutlarla kaplanıyordu. Dağ-lardan dertli rüzgârlar esiyordu. Evde hıçkırıklar vardı. Naciyenin hıçkırıkları çığlığa dönüştü. La-netler yağdırdı. Nimet ve Seher kardeşlerine sarıl-dılar. Dört kardeş sofada sarmaş dolaş olmuştu.
Şar dağında tufan koptu. Gökyüzü dahi ağ-lıyordu.
Ertesi gün Fehim İbrahimi mahkemeye çı-kardılar. Geçmişini ve aşağı yukarı otuz sayfalık suçlarını sıraladılar. Ne suçları olduğunu kendide yeni öğrendi. Bunun sonu badara (kurşuna dizme) diye düşündü.
Bu bir kavgaydı. Şimdi güç onlarlaydı.
- Ben sizle anlaşamam, İtalyanca bilen veya İtalyan hâkim isterim.
Fehim İbrahim sekiz sene İtalya-Yugoslavya gümrüğünde çalışmıştı. İtalyancayı iyi anlıyor ve konuşuyordu. Mahkemeye tepki olsun diye İtal-yan tercüman istemişti. Daha sonra Arapça yargı-lanmayı düşünüyordu. Gerçi onu dinleyen yoktu. Mahkemeler hep olmuştur. Bazı yargılanmaların sonu başından bellidir. Bu da böyle bir mahke-meydi. İşin gerçeği buydu. Bu adamlarla anlaş-mak zordu.
Mahkeme dönüşü Fehim İbrahimi içinde su dolu havuz bulunan hücreye attılar. Yarı beline kadar suyun içine koydular. Su kara-pis soğuk, ürperdi sonra vücudu alıştı. Elleri yukarıdan bağ-lıydı. Kaç saat burada böyle tutulacaktı. Suya bak-tı: Vacip oldu! Vacip oldu! Ölmek galiba vacip oldu diye fısıldadı. Boynu öne uzanmıştı. Derin-den gelen bir ses duydu. Bedenini alabilirler ama ruhun senindir, ruhun cennettedir
Bunu, bağırarak söylemeye başlayınca onu kimse duymadı. Taştan duvarlar arasında ses bir o duvara bir bu duvara çarpa çarpa yavaşladı, din-di. Ne kadar geçtiğini bilmiyordu. Dışarıda günmüydü, akşam mı olmuştu?
Tarlasına gittiğinde ağaçların içinden minik bir kuşun ince ve billursu sesini duyardı. Bir an onu hatırladı. Gözleri kapanmıştı. Sonra. Memle-keti düşman bastı, kalkın ahali kalkın. Ne duru-yorsunuz? Kafile be kafile geldiler memleketi sar-dılar. Bunları galiba kendi kulağı da duymamıştı. Takati kalmadı, acıya kul olmuştu.
Kara bulutlar binanın üstüne perde olmuş, tek ışık huzmesi sızmıyordu. Koğuşta sıklet bir hava vardı. Fehim İbrahim ranzasında açtı gözle-rini. Üstünü örtmüşlerdi yinede vücudunda bir soğukluk vardı, hiç kımıldamadı gözlerini kapattı. Ağır bir külçe gibi öylece kaldı. Koğuş sessizdi.
Bu sabah rüzgârın hazinane sesi vardı. Sanki uluyordu. Baba diyen bir ses duydu. Arabaya bindirdiler. Hava soğuktu, içi ürperdi. Soğuk du-varlarının olduğu mahkemeye götürdüler. Hiç hali yoktu. Dinledi.
Ben sizle anlaşamam dedi. Arapça hâkim istedi. Biliyordu. Geri dönüşte onu işkence bekli-yordu. Dayak-dayak, kan revan içinde kaldı. Tek-rar muhakemeye çıktığında Türkçe hâkim istedi. Sonunda Arnavutça karar verdiler. Tuna ile Sava nehirlerinin birleştiği yerde bir ada hapishanesi olan Zemuna gönderilecekti.
Prizrenden mahkûm olarak sevk edilirken; Albay: Buna dikkat edin; bu en tehlikelisi en akıl-lısı en cesuru diyerek askerlerini uyarıyordu. Bu kelimeleri duyan Ahmet babasıyla gurur duydu. Naciye dua ediyordu: Allahım! Bu topraklara Fe-him İbrahim gibi adamlar ver! Korkmaz, yılmaz, sağlam adamlar diye dua ediyordu.
Fehim İbrahime derin çukur gözleri, aydın-lık yüzü, uzun boyu, zarif bir asilzade havası ve-rirdi. Naciye kocasını seyretti, adamının gidişi onu üzse de onunla iftihar ediyordu.
Ahmet Coşo az ilerde duruyordu. Elini kal-dırdı, sallamadı.
Fehim İbrahimin ne kadar ceza aldığını kimse bilmiyordu. Zaman nasıl geçecekti? Hapiste ne kadar kalacaktı? Zaman çabuk geçiyordu as-lında. Prizrende zaman acıydı. Kısa zamanda ne-ler olmuştu. Yakın zamanda insanların hatırala-rında hep acı vardı. Geleceği ise kestiremiyorlardı.
2. BÖLÜM
Kış bitti. Kar Prizreni çeviren dağları bırakıp gitti. Bahar sessizce gelmişti. Etraf yeşile büründü, çiçekler açtı. Renk renk açmış hoş kokulu çiçekler kendilerini sevdiriyordu. Bahar güzeldi hem de çok güzel. İnsanların kalplerine umut dolduru-yordu.
Dağların üzerinden bulutsuz güneş koca bir altın tepsi gibi kendini gösteriyor, altın ziyası pen-cerelerden evlere giriyor, aydınlatıyor, insanların içlerine doluyor onlara huzur veriyordu.
Gökçe aydınlık Prizreni sarmıştı.
57
Birkaç gün sonra Coşo Üsküpe yük götüre-cekti. Hayriyeye Jakova Pasuli ( Yakovanın fasul-yesi) yapmasını söyledi.
Hayriye, Güldane ile Hedoyu yanına aldı, kendisinin yorulmaması lazımdı. Çünkü gebeydi. Jakova pasulunun yanına Buryan (sulu pirinç, üs-tünde etler, pirinci ıspanakla yapılır, salcalı) ve ev yoğurdundan soğuk su ile ayran, kuzinede pişen sıcak ev ekmeği. Adam yollarda ev yemeği gör-meyecekti. Hayriye:
- Coşo döndüğünde nasip olursa bide Fulya
(hamur işi) yaparız sana
Coşo yolda lazım olabilecek bazı şeyler al-mak için herkesin alış veriş yapabildiği ordu paza-rı Liriaya gidiyordu. Yolda Fehim İbrahimin oğlu Ahmeti gördü.
Nasılsın Ahmet
İyim Coşo tada
Dükkân ne oldu?
Teyzemin oğluyla çalıştırıyorduk, ama babamın hapise girişinden beş altı ay son-ra evdeki malları dükkândaki malları hep-sini aldılar. Evden altı araba mal aldılar.
Malları arabaya taşırken Fransız parfü-münü düşürüp kırdılar mahalle bir hafta koktu.
Gabeller. ( hırsızlar) Babandan haber var mı?
Teyzem oğluyla babamı Zemuna ziyarete gittik. Beni yanına sokmadılar, tellerden gördüm.
Coşo Ahmetin başını okşadı, saçlarını sıvaz-ladı.
- Naciye yengeye selam söyle. Allaha ema-
net olun.
***
Ertesi gün erkenden yola çıktılar. Faridini de yanına almıştı. Faridin koca adam sayılırdı.
Pek kısa olmayan orta boyu sağlam bacakları güçlü kolları vardı. Acosu (amcası) gibiydi. Tuttu-ğu yerden ellerini koparamazdınız. Türküler söy-leyerek yeşilin her renginin olduğu ormanlardan
devam ediyor köyden köye yol alıyorlardı. Coşo Üsküp yolunu severdi. Berrak suların aktığı dere yataklarının yamaçlarına, ağaçların çelenk çelenk sardığı köyler kurulmuştu. Hoşuna gidiyordu bu manzara. Vardar ovasında su soğuk ve boldu. İn-sana en çok lazım olan en çok yaratılmıştı bura-larda. Akışını seyir hoşuna gidiyordu. Akan su-yun kenarında uyumak bir ömre bedeldi. Uyudu-ğu o yer ve anı dünyalara değişmezdi. Gündüzleri yol alıyor geceleri bir köyde konaklıyorlardı. Üs-küp yaklaşıyordu.
Hava açık bulutsuzdu. Coşo türküsünü söy-lüyordu. Bitirmeden Faridine döndü.
- “Çok eskilerde buralarda Lek Dugacin kanunları geçermiş. Kan davalı olanlardan biri, köyünü kasabasını terk ettiği zaman yenilgiyi kabul etmiş sayılır, onun peşine düşmezlermiş. Hele evinde hiç öldürmez-lermiş. Hem çocuğuna çoluğuna karısına akrabalarına zarar vermezlermiş. Bizim Prizrene gelen Kazaz lakaplı Aslan, Gjkovadan (Yakova) gelmiş yerleşmiş. Aslanın abisi, ipek tüccarıymış.
Bir gün bunu kıstırıyorlar, parasını, malı-nı, silahını ta elbiselerine kadar soymuşlar sonrada öldürmüşler. Aslan bir gün pa
zarda gezerken abisinin silahını ve peleri-nini (veya paltosu) tanıyor. Satan adamı evine kadar takip ediyor. Ben tanrı misa-firiyim, beni kabul edin demiş.
Tanrı misafiri baş üstüne
O gece Aslan yatmış. Sabah abisinin çiz-melerini de görünce emin olmuş. Çarşıya çıktıklarında çekmiş silahını adamı öl-dürmüş. Oradan Prizrene gelmiş, kur-tulmuş. Çok çalışmış, burada evlenmiş, ev bark sahibi olmuş.” İşte böyle.
Eskiden insanlarda bir ahlak varmış. Evinde öldürmüyor, kasabayı terk edeni de öldürmüyor. Kanun işte! Kazaz Prizrene geliyor, daha önce anlaştığı başka bir kan davalının eviyle, evini ta-kas ediyor, buraya yerleşiyor.
Şimdi komünist ne yapıyo? Bilmem nereler-den gelmiş bitliler insanların evine giriyo canının istediğini öldürüyo acımıyo insanları korkutuyo. Buralardan kaçmalarını istiyo, gece yarısı evinden aldığı evin reisi üç gün içinde evine geldi geldi gelmedimi bir daha bulunamazdı, kaybederlerdi.
***
Üsküp dumanlıydı. Yaklaştıkça duman dağı-lıyordu. Coşo Üsküpü severdi, çarşısında dolaş-mak huzur verirdi. Cennetten doğduğuna inandı-ğı Vardar nehrinin kıyısında coşkun bitkilerle be-zenmiş bu şehir onun için rüya şehirdi. Nehrin üzerinden geçerken hafif serinlik his eder, içine ferahlık gelirdi. Çatıları kırmızı kiremit evleri ara-sında; kubbeleri gümüş, beyaz camileri, Üsküpün parlak süsüydü. Asude şehirde bir incelik bir za-rafet ve huzur vardı.
***
Prizrende yazın kokusu vardı. Çocuklar plajaya gidiyordu. Bistrisa deresinin üzerine yapı-lan havuz çocuk dolardı. Şen şakrak bağrışmalar, suya atlamalar oynamalar. Çocuklar yazı bayrama çevirmişti. Sabah kalkıp okula gitme derdi yoktu. Şadırvandaki dükkânlar kapanıncaya kadar so-kaklarda oynuyorlardı.
62
PRİZREN VE PRİZREN
Daha büyük olanlar santrale yüzmeye gider, büyük tünelin başından girip hızla akan suya kendilerini bırakır, çıkarken tutunurdu, tutun-mamak tehlikeliydi, on metre aşağıya suyla bera-ber düşebilirdi.
Bazıları Drime yüzmeye giderdi. Drim teh-likeliydi. Her sene biri boğulurdu burada. Dip dalanlar suyun akıntısıyla ağaç köklerine takılır bazen çıkamazdı.
Çocukların bir kısmı tarlaya çalışmaya gidi-yordu. Babalarının futbolu sevdiği çocuklar ise futbol öğreniyordu.
Muharrem bir kunduracıda çalışmaya baş-lamıştı. Akşam eve yorgun geldi. İşe tam alışa-mamıştı. Çalıştığı yer çarık ve plastikten kadın sandaleti yapıyordu. Sofaya girdiğinde yer sofrası hazırdı. Güldane, Hedo oturmuş, Feritte bağdaş kurmaya çalışıyordu. Annesi babasına yolluk ola-rak verdiği tava kavurmasını ısıtıyordu. Ekmeğin kokusu hoştu. Annesi: Ellerini yıkamamışsın Muharrem bir koşu indi avluda elini yüzünü yı-kadı. Hızlıca geri geldi. Acıkmıştı. Çocuk kalbi sokaklarda deliler gibi oynamak isterdi. Ama sert adam Coşo çalışıcan demişti. Dediği dedik dedi-ğini değiştirmek zordu.
Erkenden dükkâna gidiyor süpürüyor, te-mizliyor ustası Akifi bekliyordu. Akif usta ger-çekten balöştu(saf, aptal). Muharrem çok sıkılı-yordu. Çocuk kalbi sokaklarda oynamak plajada yüzmek istiyordu. Amcasıyla tarlaya gitse gene rahat eder, oynar sıkılmazdı. Dükkân sahibi Akif gavur gibi konuşuyor, Muharrem Ben yapmam yapamam diyemiyordu.
Akşam geçmişti. Gece yaklaşıyordu. Yollar nefesini tutmuş sakin ve dilsizdiler. Kurilada çıt çıkmıyordu. Sadece sokaktan geçen derecikten ve ev içinden geçen potokdan ( suyu derecikten eve getiren ark) su şıkırtıları duyuluyordu. İnsanlar Gelin bu akşam parti konferansı var denmezse akşamları evlerinden pek çıkmıyordu.
Coşo Üsküpte işini bitirmişti yatacak yerde bulmuştu. Gündüz çarşıda dolaşırken zeytin bul-du. Siyah zeytin etliydi, az da olsa aldı. Zeytin tanesi değerliydi.
Kapadı göz kapaklarını. Taş yoldan nal ses-leri geliyordu. Nallar kesin ve sert ses çıkarıyordu. Sonra geceden fecre kadar sessizlik. Güneşin ilk ışıkları girdi pencerenin aralıklarından; kalktı, pencereyi açtı, o vakit esen rüzgâr okşadı esmer yüzünü. Faridini uyandırdı. Yola çıkacaktı.
Prizrende ise Bayram Çingene polis elbisele-rini giymiş süslü atını yavaş adımlarla yürüterek Şadırvana gidiyordu. Börekçinin önünde durdu. Bir tepsi börek alıp atın önüne koydu. Udbaya ilk gelenleri dövme işi Bayram Çingeneye verilmişti. Adam döverdi içinden fışkıran pis hırsla. Polis elbisesini giydiğinden beri bir haller olmuştu Bay-rama; büyümüş kocaman olmuştu. Başını gururla kaldırarak yürürdü. Partinin adamıydı. Bu değir-menin eşeğiydi o. Her akşam parti üyeleriyle otu-rur, yüzü ciğer kırmızısı oluncaya kadar içerdi.
Polis elbisesini çıkardı mı boşlukta kalmış karanlıkta düşüyormuş gibi hissederdi kendini. Bazı akşamlar yatağa polis üniformasıyla girdiği oluyordu.
***
Mübarek aylardı, ramazana az kalmıştı. Bay-raklı camisinden vakit ezanlarından önce bayrak sallanır, bayrağı gören diğer cami müezzinleri şe-refelerden ezanı okumaya başlardı. Bir ahenk olu-şur, semaya güzel seslerin söylediği anlamlı sözler yükselirdi. Bugün bayrak sallandı, Bayraklı camii
sala vermeye başlamıştı. Bayrağı gören diğer ca-miler Yunus Tadanın salasını okumaya başladı.
Zamanında neler düşünmüştü. Buralardan gidecekti. Olmadı. Dağlar yol vermedi. Nasibi de-ğilmiş gidemedi. Sıçanın geçeceği bir delik olsa ordan geçip gidicem derdi.
Eski adamdı, çok şey görmüştü. Bu toprak-larda ki acıyı yaşamış tüm kalbiyle hissetmiş bi-riydi o. Bu günleri önceden görmüştü. Buradaki çetin yaşamın zorluklarıyla mücadele etmiş hep ayakta kalmıştı. Bu toprakları hep sevmişti. Galiba bu topraklarda onu sevmişti ki onu bırakmadı, kucağına aldı.
Her boğazından (sokağından) geçtiği, dört çeşmeli Şadırvanından su içtiği, temiz-pak hava-sını ciğerlerine çektiği, buz gibi suyunu içtiği bu yerden ayrılıyordu.
Sonsuz diyarlara gidecekti. Bütün kasaba gelmişti. Coşo, Tevfik, Mermerci, Sinan Mera, Etuş tada bir aradaydı. Coşo: Allahın Rahmeti üzerine olsun dedi.
***
Gökyüzü maviydi. Yaz alabildiğine güzeldi. Bülbül deresi tarafından esen rüzgarın değmesiyle dallar ve yapraklar kımıldıyordu. Havada canlılık vardı. Gün akşama kavuşunca aniden karanlık çöktü. Tek tük yıldız parlıyordu. Gecenin yarısın-da gök yere indi. Yağmur sel oldu. Bistrisanın saf suyu çamurlandı. Rüzgâr pencere kanatlarını zor-luyor, açıyor, yağmur evlerin içlerine kadar giri-yordu.
Hayriye ürperdi, kalktı açılan sofa pencere-sini kapattı. Çocuklara baktı, sabiler uyuyordu. Kendide kalın yün yorganı aldı, çocukların yanına kıvrıldı. Sabah erken kalkıp evlenen karşı komşu kızına yemek yapıp götürecekti.
Öğlene doğru tencereyi aldı, komşu kızın yeni evine gitti. Kapıyı çaldı. Kapıyı geçte olsa damadın annesi açtı. Kadının yüzünden bir şeyle-rin olduğunu anladı.
Kadın: Hayriye! Sorma sorma! dedi. Hoş geldin demeden kapıyı kapattı. Hayriye tencere elinde öylece kala kaldı. Geri döndü, evin boğa-zından çıkmadan olanları öğrendi.
Akşamüstü üç sırp bir türk polis kapıya da-yanıyor. Kızı, damadı ve kızın babasını alıp
Prizren dışındaki polis oteline götürüyorlar. Polis-ler kızı masaya çıplak yatırıp üstünde kâğıt oynu-yorlar. Sabah da kızı geri veriyorlar.
Yazık yazık. İlk geceleri olacaktı. Olmadı. Mübtezel adamlar böyle yapıyordu. Kızın suçu ne? Bundan sonra herkes susacaktı. Başka ne ya-pabilirlerdi? Seneye kızın çocuğuda olur. Mecbur bu evlilik böyle devam edecek. Düğünleri de gü-zel olmuştu. Yakışıyorlardı birbirlerine. Beklide bunun için bulutlar hüzün yağmurları yağdırı-yordu.
Hayriyenin karnı burnundaydı, yavaş yavaş yürüyordu. Avluya girdiğinde Coşo güvercinlerle oynuyordu.
Hayriye dutun altında kütüğe oturdu. Olan-ları anlattı. Coşo kızdı:
- Tahtakuruları diz kapaklarını yesin bunla-rın! Allahın belaları! Bela be bela!
Sonra yine güvercinlerine daldı.
İsla(iyi) kızdı. On yediyi yeni doldurmuştu. Boylu boslu güzel kızdı. Mısır püskülleri renginde ince tel saçları vardı. Dolgun vücudu diri ve can-lıydı. Zümrüt yeşili gözleri, insana huzur veri-yordu. Saçlarını çok defa Hayriye taramıştı. Saçla
rını bazan tepede toplar zülüflerini sıcak tel ma-şayla kıvırırdı. Halkalı zülüfler ayrı bir zarafet veriyordu genç kıza. Yürürken, saçlarını düz aşa-ğıya bırakmışsa, o güzelim saçlar her adımda dal-galanırdı.
Sevmişti kocası olan çocuğu. Her akşam rü-yasına girermiş. Hayallerinin başköşesinde, evinin pencere kenarında ona kahve götürürken düşler-miş onu. Hayriye dert ortağı sayılırdı. Sevdiğini ilk gördüğünde heyecanını gelip Hayriye ile pay-laşmıştı.
Buraların vahşi tazeliğiydi o.
Bir gecede soldurdular o nazenin hoş kokulu çiçeği. Attılar kör karanlıklara karanlıklar içinden gelen o vahşiler.
Hayriye, bu olanlardan sonra, çocuğu pek göremedi. Erkenden karısıyla tarlaya gidiyordu. Daha çok da Mamuşaya gider anne tarafından akrabalarının evinde kalırdı.
***
Kız istiyordu. Kız olsun diye can atıyordu. Çok dua etmişti, kız olması için. Yine de dualar etti. Mehmet nur topu gibi bir erkek çocuktu. Mu-cizevî yaratık sağlıklıydı.
- Kız olsaydı saçlarını tarayacak atkuyruğu
örecektim, başının tepesine de kurdele ta-
kacaktım, ama erkek çıktı…
Coço sevinçliydi gülüyordu, parlayan kah-verengi gözleriyle:
- İyi olur, iyi olur. Allahın emri böyleymiş.
Allah sağlık versin.
Hayriye:
- En iyisini O bilir. Böyle uygun görmüş.
***
Prizrende hayat bir öyle bir böyle devam ediyordu. İnsanlar yeni düzene alışmaya çalışıyor bunun için çabalıyordu. Bazıları insanın en kötü yanı olan ikiyüzlülüğü oynuyordu.
Denize düşen yılana sarılır misali, komünist partiye üye oluyor, her akşam toplantılara, içki partilerine katılıyordu. Bunların faydaları da ol-muyor değildi. Karakola alınan bazı tanıdıklarını dayak yemekten kurtarıyor, hapise atılmalarını engelliyordu.
Belgradta askerlik yaparken Komünist par-tiye kaydolan İsmail Hakkı Prizrene müftü olmuş-tu. Partiye üye olduğunu çok insan bilmezdi. Bay-raklı camisinde imamlıkta yapıyordu.
Kuriladan inişte sol boğazdaki tekkeye Şeyh Bedruş bakardı. Ailece tekkenin geniş avlusunun çevresindeki odalarda kalırlardı. Şeyh Bedruşun akrabası Hüseyin her akşam içerdi. Şeyh ise düz-gün adamdı. Her cuma Bayraklı camisine gidi-yordu. Bu Cuma Oruç Seyari vaaz edecekti.
Oruç Seyari çok temiz insandı. Değirmi çeh-resinde nur vardı. Bayraklı camisinin bitişiğinde bulunan sadece dini ilimler öğretilen ama şimdi-lerde çalışmayan medresede ders verirdi. Oruç Seyari aslen Goralıydı. 1944 te medrese bitirmiş icazet almıştı. Bilgili bir hocaydı. Müftü İsmail Hakkı Cuma hutbesini onun okumasını istemişti. Oruç Seyari hutbesinde, birlik beraberlikten bah-setti. Eğer bu camii tutan sütunlardan biri olmazsa caminin ayakta duramayacağını, yıkılacağını, ina
nanlarında birlik içinde olmaları gerektiğini birlik içinde olmazlarsa, çaresizliğe, namertliğe düşecek-lerini anlattı. Dualar ettirdi. Hep bir ağızdan keli-meyi şahadet getirtti.
Gün boyu dağları bir örtü gibi sarmış olan bulutlar yavaş yavaş dağılıyor akşamın kızıllığı sönüyordu. Ufukta bulutlar mor renge dönüşü-yor, havanın çarpmasıyla parçalara ayrılıyor, sav-ruluyordu. Gecenin lambaları olan yıldızlar gö-rülmeye başlamıştı. İnsanlar dertli, toprağa bu-lanmış, yorgun argın evlerine dönüyordu. Gece çok şeyi örtüyordu. İnsanlar başlarını yastığa koyduklarında günün dertlerini yorgunluklarını unutabiliyordu. İnsanlar geceye teslim oluyordu. Yıllardır bu topraklarda yaşaya gelmiş insanlar burada ölecek, bu toprağın bağrına gömülecek, belki o vakit huzura kavuşacaktı.
***
Gökyüzü ağarmaya başlamıştı. Gündüzü sa-rıp sarmalayan gece, örtüsünü kaldırıyordu. Şar dağının arkasından sabah Prizrene geliyordu. Günün ilk ışıkları evlerin odalarını aydınlatmıştı.
72
Güneşin ışığı içerisini nasıl aydınlatıyorsa Oruç Seyarinin içine de gittikçe çoğalan bir aydınlıkla aydınlatıyor, ruhuna doluyor, gittikçe büyüyor, sonsuz huzur ve yaşama sevinci veriyordu. Oruç Seyari, saf, temiz, günahsız insandı. İçinde, ışık-tan, sevgiden başka bir şey yoktu.
Sabah namazını kılmış, dualar ediyordu.
Seher vaktinde, yalnızlığın içinde bu büyük huzurun kucağında tekrar uykuya daldı. Kuşluk vakti evden dışarı çıktı. Prizrenin hüzünlü günle-rinden bir gündü. Şadırvandan yana yavaş yavaş yürümeye başladı. Polisler önünü kesti. Yaka paça alıp götürdüler.
Akşam oldu. Eve gelmeyince merakla birlik-te endişede başladı. Kız kardeşi ki, ikiziydi, udbaya gitti.
- Oruç Seyariye ne oldu? Bu saate kadar
eve dönmedi.
Kimse bir şey demedi, ertesi gün tekrar poli-se gittiler.
Kız kardeşi:
- Nereye kayboldu bu? Nerde? Siz mi aldı-
nız?
Polis:
- Yıkılan caminin altında kalmıştır belki!
Bilmiyoz dedi. Dalga geçti.
Birkaç gün sonra Priştine ye giden otobüste gördüler. Tutuklamışlardı. İşkenceler görecek. Mahkemeye çıkaracaklardı.
Oruç Seyarinin evi soğuk, nemli, karanlık izbe köşelerine dönmüştü. Odalar kasvetle dol-muş, karısı ve çocukları, sessizliğe ve karanlığa gömülmüştü.
Oruç Seyari, Nasyonal Demokrat Şiptar-Nacional Demokrati Şiptar - (milliyetçi demokra-tik arnavut) partisinin üyesiydi. Goralı olduğu halde Arnavutların safındaydı, bu toprağın insa-nıydı, mücadele ediyordu.
Oruç Seyari yi hemen mahkemeye çıkardı-lar.
Mahkeme başkanı:
- Sen toplantılara katılmışın, her hafta bir
evde toplanmış aranızda para toplamışsı-
nız. O paralarla silah almışsınız.
Oruç Seyari:
- Mevlüt okuduk, ölenlerimiz için… Parayı da ailelerine yardım olsun diye topladık. Bende de silah yok.
Her mahkeme edilişinde aynı şeyleri söyledi. Aynı sözlerle savundu kendini. Altı sene ceza aldı. Prizrende bu partiye üye daha kimleri götürme-diler ki! Birçok insanı aldılar, hapise attılar. Evler boşalmıştı. Bazıları kandırılmış olacak ki; doğruyu söylediler yirmi sene hapis cezası yediler.
Gençler yaşlılar akşamları düzenlenen kon-feranslara çağrılıyordu. Korkudan pek gitmeyen yoktu. Bu konferanslara Oruç Seyarinin oğlu Re-cepte katılmak zorunda kaldığından katılıyordu. Okuması güzel olduğundan, partinin yayın orga-nı gazeteyi ona okuturlardı.
Gençler içinde kurslar düzenliyorlardı. Uçaksavar saldırısından nasıl kurtululur veya si-per nasıl kazılır gibi, ama kurslarda hep komü-nizm anlatılırdı. Bu kurslara başka şehirlerden katılımda olurdu.
***
75
Güneş batmış kaybolmuş, dağların ardına gitmişti. Hava ağırdı. Sessizlik çökmüştü.
Fehim İbrahimin evinin önünde yatan ma-halle köpekleri avlamaya başladı. Şiddetle avlıyor-lardı. Gelenleri sevmedikleri kendilerini yırtarca-sına avlamalarından belli oluyordu. Gelenler ya-pancıydı.
Dış kapıya hızlı hızlı vurdular. Karısı Naciye ve çocuklar kapıya koştu.
Dışarıdan kalın bir ses:
Kapıyı açın! Oğlu Reşat:
Kimsiniz? Ne istiyosunuz?
- Gelen gençler var. Evin bir odasında kala-
caklar.
Naciye:
- Olmaz. Kapıyı açmam. İsterseniz kapıyı
kırın. Kocamı aldınız hapise attınız. Bi de
size evi mi vericem. Olmaz olmaz!…
Gelenlerin kaç kişi olduğunu kestiremediler. Çocuklar kapı arkasına ağaçtan destek yaptılar.
Taş koydular. Sofaya çıkıp ışıkları söndürdüler. Sessizliğe oturdular. Islanmış puslu camlardan dışarının soluk sarı ışıkları görünüyordu.
Gelenler birkaç kez daha kapıya vurduktan sonra çekip gittiler.
Köpekler biteviye avlıyordu.
Naciye de ruh-u canıyla kocasının Zemundan kazasız belasız sağ salim evine gelme-sini istiyor, dualar ediyordu. O evinin direğiydi. Ev onunla güvenliydi. İnşallah serbest bırakırlar-dı. Daha ne kadar yatacaktı?
Naciye kızlarıyla evi sildi süpürdü temizledi. Duvarları kireç boyadı. Odalarını donattı. Ev gül gibi temiz ve kokulu oldu. Kocasını bekliyordu, hem ramazan yaklaşıyordu.
***
Kasabada her ev ramazana hazırlık yapıyor-du. Etler kavruluyor, iç yağı eritiliyor, gül şerbet-leri hazırlanıyordu.
Bayraklı camisi (Gazi Mehmet Paşa camisi) temizlendi iç duvarlar beyaz boya ile boyandı. Bahçesinin etrafında ki dokuz çeşme soğuk ve içi-lecek suyu ile ramazan akşamları insanları serinle-tecek, huzur verecekti. Her ezan vakitlerinde mi-nareden bayrak sallanıyor, diğer camilerle birlikte ezan başlıyordu. Bu ramazan boyunca devam edecekti.
Ramazanın ilk günü günlük güneşlikti, ne sı-cak ne soğuktu, teni okşayan az serin bir esinti vardı. Ramazan insanlar arasında bir ilinti kur-muştu. Bir duruluk bir huzur vardı. Komşular birbirini iftara davet ediyor, olanla, en güzel sofra-ları kuruyor yiyip içiyordu.
Büyükler teravide camileri dolduruyor, gü-zel sesliler kuran okuyordu. Hayat geceleri de canlıydı. Çocuklar geceleri sokaklarda koliba (ev-cikler) yapıyor, başka mahalle çocukları gelip yı-kıyor, sahura kadar bağrışıyor çağrışıyordu. Ba-zıları mezarlıktan büyük dikenli bitkileri toplayıp duvarlar yapıyor, bazı çocuklar akşamdan camile-ri ve kiliseleri dolaşıyor; para atılan deliklere ufak kemiksiz ellerini sokuyor kalan para var mı diye bakıyordu.
Partizanlarda küçük çocuklara sokak lamba-larını kırdırıyordu. Onlar karanlıkları seviyordu.
Ruhlarında her an olan; şiddetli yağma duygula-rıyla, karanlıkta çalacak şeyler arıyordu.
Büyükler ellerinde fazladan ne zahire varsa camilere ve tekkelere götürüyor veriyordu.
Mahalleler yeniden canlanıyordu. Kireç ha-zırlanıyor, renkler karıştırılıyor evlerin dışları bo-yanıyordu. Bayramı karşılamak adettendi.
Prizren, etrafını çeviren tepelerde coşan ne-batat arasında kalmış asude ve renkli bir şehirdi. Ama bundan böyle bura insanının şaşaalandıracak yaşamları olamazdı. Sokakların-da insanların kanına değen elleriyle dolaşan herif-ler vardı.
Bayram yinede iyi geçti. Bayram namazın-dan sonra erkekler ev ziyaretleri yaptı, kadınlar evde gelen misafirleri bekledi. Hiçbir kapı ka-panmadı; her kapı sevenlere açıktı. Kırk kat bak-lavalar ikram edildi, gül şerbetleri içildi. Bayrama tekrar kavuşmak için dualar edildi.
***
Kış kapıdaydı.
Coşo tarlayı çeviren taş duvarları kontrol et-ti, yıkılanları yerine koydu. Fazla yağmurda tarla-nın sele kapılmasını engellemek için suyun gidiş yollarını temizledi. Koca elleriyle toprağını eşele-di. Toprağın kokusu hoştu. Coşonun kalbi bura-daydı, tarlasındaydı. Tarla içinde ki çeşit çeşit ağaçların diplerini temizledi. Güneşin tepeye di-kildiği vakitte bile durmadı çalıştı.
Coşo yorulmuştu. Evine geldi. Gömlek kolla-rını dirseklerine, paçalarını dizlerine kadar çekti. Hayriye su getirdi. Suyu maşrapayla dökerek yü-zünü ellerini ayaklarını bir güzel yıkadı. Yanında ayakta duran Hayriyeye baktı:
- Bizim çalışıp çabalamaktan başka çaremiz
yok. Elimizde ne var? Çalışıcaz. Ne geldi
Allah bereket versin, şükredicez.
Hayriye havluyu verdi:
- Şükretmeliyiz öyle de. Bu partizanlar
buğdayın yarısını almasa daha iyi olur ya.
dedi.
Leğeni aldı, sofaya çıktı. Herkes acıkmıştı. Güldane ile Hado sofrayı çoktan hazırlamıştı.
Mehmet kundaktaydı, beş çocukla beraber yer sofrasına dizildiler.
Önce cervişi kaşıkladılar. Sonra kol böreğini çala kaşık ayranla yediler. Allahın verdiğine şük-rettiler.
Faridin:
- Aco, bilirmisin Salahattini udbaya almış-
lar.
Coşo:
Duymadım. Abdul Aganın oğlu Salahattin mi?
Ya, onu
Coşo sabah huzurlu kalkmak istiyordu. Bu tutuklamalar onu üzüyor, güçsüz bırakıyor, saba-hını donuklaştırıyordu. Bedeninin ısındığını his-setti. Bedeni oyunbozanlık etmeye başlamıştı. Sı-kıntı bastı.
Coşo:
Allah yardım etsin. Ne için tutmuşlar?
Silah için
Nerde duydun?
- Bugün, atlara nal taktırırken, orda söyledi-ler
Coşo sofadan tahta verandaya çıktı. Gökyü-züne bakarken kendi kendine bunu sordu: Nasıl olucak?
***
Havalar aniden bozdu. Şar dağı sislere bu-rundu. Kış fırtınaları başladı. Yağmur bir çiseliyor bir duruyordu. Artık yollarda toz yoktu. Onun yerini çamur aldı. Dar sokaklarda yürümek ça-murlara bata çıka oluyordu. Yollar sessizliğe bü-rünmüştü. Havanın düzeleceği yoktu. Hava bir hafta böyle devam etti. Evlerin bacalarından du-manlar tütmeye başlamıştı.
Bu sabah ıslak damlar buz tutmuştu. Öğlene doğru kar yüzünü gösterdi. Kasaba akşama beyaz örtüsüyle girdi.
Salahattini, alt katta taş duvarları nemli, ru-tubet kokan, dışarıyı gören demir parmaklıklı ufak penceresi olan odada tutuyorlardı. Sessizlik vardı. Sessizlikte çeşit çeşitti. Hiçbiri birbirine
benzemezdi. Burasının sessizliğinde kederli bir şey olduğunu düşündü. Cenaze evinin sessizliğini andırıyordu. Ilık yaz gecelerinin sessizliğini de hatırladı. Sesler, kıpırtılar… Ağustos böceğinin durmaksızın bağrışını duyar gibi oldu… Aşağıya inen tahta merdivenin gıcırtısını duydu. Biri ini-yordu. Gelen polisti. Polis ışığı yaktı. Işıkta ölgün-dü.
Gelen polis çelimsiz biriydi. Üniforması yağ lekeleriyle leş olmuştu. Pis kokuyordu.
Silahın nerde? Silahını teslim et.
Bende bir tabanca vardı onu da komünist partisinin yöneticilerinden birine verdim.
Yalan söyleme
Yok. Bende silah yok
Sizde silah çoktur.
Polis, Salahattini tartaklamaya başladı. Ya-kasından tuttu tam yumruğunu vuracaktı, Salahattin kendini hızla geriye çekti polisten kur-tuldu. Salahattin, iri yarı kuvvetli biriydi. Kurtulur kurtulmaz polisin böğrüne müthiş bir yumruk attı. Polis duvara yapıştı, nefesi kesildi. Salahattin polise durmadan vuruyor her vuruşunda nara
atıyordu. Gürültüyü duyan diğer polisler aşağıya koştu. Kapıdan girer girmez Salahattinin üstüne çullandılar hep birden yere yatırdılar. Hiç durma-dan vurdular vurdular. Ayaklarını ve ellerini de arkadan telle bağladılar. Tekmeler devam etti. Hınçları geçmişti. Çuval gibi kaldırıp, dışarı, kar-ların üstüne attılar. Her yerinden kan akıyordu. Beyaz kar üzerinde kırmızı güller oluştu.
Salahattin sokak direğinin titreşen ışığına baktı. Sarımtırak ışık yağan kar tanelerini mavimsi renke çeviriyordu. Sokak mavileşti. Bayılmıştı.
Tabancayı araştırdılar. Silahını verdiği parti yöneticisi Belgrada gitmişti. Bu sefer tüfek getir, top getir dediler. Hiç biri yoktu Salahattinde. Ba-yılıncaya kadar dövdüler sonra karların üstüne attılar. Üç gün devam etti bu işkence. Üç gün so-nunda gelin alın dediler. Evine getirinceye kadar ellerini çözmediler. Eniştesi Tevfik tedavi edecek doktor bulamadı.
Doktorlar başlarının belaya girmesinden korktuklarından gelmiyorlardı. Doktor vatan hai-ni ilan edilen bir insanı gelip tedavi etmeğe kor-kuyordu. Zar zor çok paraya bir doktor buldular. Gizli gizli kapıcıklardan geçerek getirte bildiler. Doktor birkaç kez daha geldi. Her gün yeni kesi-len bir koyunun postuna sardılar. Sıcak posta sarı
lan vücut kısa zamanda kendini toparladı. Salahattin iyileşmişti iyileşmesine de, ayaklarının ağrısı ömür boyu geçmeyecek gibiydi.
***
Ahmet ve Nimet tekrar bela olmasından korktukları, evde çok iyi saklamış ve depolamış oldukları dinamitlerden ve mermilerden, bomba-lardan kimsenin gözetlemediklerinden emin ola-rak her gece birer torba Bistrisaya atıyordu. Ah-met her seferinde Nimete Aman bombaların pi-mine dokunma, dikkat et diye tembih ediyordu. Eğer partizanlar arama yapmaya kalksa evi har-man yerine çevirir, yıkar dökerdi.
Fehim İbrahim ne zaman gelirdi? Gelir miydi acaba? Ne zaman salıverirler? Bu adamların ne yapacağı belli olmaz. Belki orda öldürürler. Şim-dide Titonun adamı General Rankoviç silah mese-lesini çıkarmıştı. Her eve girip silah arıyorlardı. Bu düşünceler Naciyenin içini kemiriyordu. Yinede kocasının geleceğine inanıyordu. Bu inanç, muras-sa ruhuna tüm zorluklara karşın bir anlıkta olsa rahatlık ve ferahlık veriyordu. Fehim İbrahim evi
nin direğiydi. O yokken tarlalar bağlar harap ol-muştu. Kocası ve çocuklarla tarlaya gidip çalışma-yı, toprağına el değmeyi ne çok istiyordu.
Seneler zor geçiyordu. İnşallah hasret biterdi. Naciye her gece yastığına başını koyduğunda Ya onu bir daha sağ göremezsem? Ya çocuklarım ba-basız kalırsa diye düşünürdü.
İnşallah kocası sağ salim gelecek, beyaz ba-şörtüsünü siyahla değiştirmeyecekti.
Hep beraber mesut bahtiyar yaşayacaklardı.
Akşam oluyordu. Prizrende bağlar, bahçe-ler, tarlalar, yollar sakindiler. Yalnız Bisrisanın coşkun akan suyunun şırıltısı duyuluyordu. So-kaklarda ne gelen vardı ne giden.
Kapı çalınır gibi oldu. Naciye: Kapı mı çalın-dı? Kulak verdiler. Kapı ya bir vuran vardı. Önde Naciye arkada Reşat avluya çıktılar. Bu sefer seste duydular. Açın ben geldim Seslenen Fehim İb-rahimdi. Reşat: Babam geldi babam geldi. Bağrı-şı içerden diğer çocuklarda duydu. Koştular. Av-luda sevinç yumağı oldular. Naciyenin kalbi küt küt atıyor, yerinden çıkacakmış gibi oluyordu. Küçük kız ortalarda dolaşıyor bazen babasının bacaklarına dolanıyor sonra annesinin bacaklarına yapışıyordu. Babası hapise giderken bir yaşında
olan küçük kızı Seher şimdi yedi yaşındaydı. Ba-basını ilk görüyordu. Fehim İbrahim kucağına aldı göğsüne bastırdı kokusunu içine çekti. Kızının boncuk mavisi gözleri gülüyordu. Babasının ko-kusunu o da tanımıştı. Fehim İbrahimin bir kolu-nu Nimet diğer kolunu Ahmet tutmuştu. Tüm aile bir aradaydı, sofaya çıktılar.
Fehim İbrahim ölümden hayata gelmişti. Zaman ona cephe almıştı. Zemunda ona ümit verecek hiçbir vaziyet yoktu. Kurşuna dizilmeyi bekliyordu. Mide hastalığına tutuldu. Mide ame-liyatına karar veren hapishane doktorları, ona narkoz vermeden ameliyata aldılar. Bunu kendide istemişti. Bunun için imza bile verdi. Eğer narkoz alırsa fazla narkoz verip öldüreceklerini düşün-müştü. Üç buçuk saat süren bir ameliyat geçirmiş-ti.
Zemun karanlıklar dünyasıydı. Güneş bir-den batıyordu. Karanlıkta gözlerini kapatır Prizreni düşünürdü. Akşamları Prizrende dağla-rın üstünde gümüş renge çalan bulutu, kırmızıya çalan bir başka bulutu görürdü.
Evine gelmişti ailesiyle beraberdi. İçine ılık duygular doluyordu. Ferahlık vardı.
87
Hasret kaldığı yatağına uzandı. Sabah mesut uyandı.
İcarda olan tarlalarına, bağlarına gidiyor do-laşıyor, yağın karın nemlendirdiği toprağını eline alıyor, kokluyordu. Tarlasını, bağını yarı yarıya icara verdiği Durak Efendi, elinden geldiğince bakmıştı.
***
Kış be. Şimşekler çakıyor gök gümbürdü-yordu. Bulutlar kapkara oluyordu. Sisler Şar da-ğının aşağılarına kadar iniyor iri damlalar deli rüzgârın değmesiyle evlerin camlarına vuruyor-du. Yağmur gökten boşalıyor gibi durmadan ya-ğıyordu. Dar sokaklar ırmak olmuştu. Seller, kesi-şen sokaklarda kızarcasına kabarıyor çoğalarak akıyordu.
Yağmur dinince kuru soğuk başladı. Hava ayaza çekti. Arkasından kar. Kış be.
Herkes evine kapanmış. Başını kapıdan çıka-ran yoktu. Fehim İbrahimde evindeydi. Hastaydı. Başından ayakuçlarına kadar garip bir kaynaşma
vardı. Sırtında giderek şiddetlenen bir ağrı oluyor, nefesini kesiyordu. Karısı sıkıntısını anladı:
Sırtını ovulayım. Üşütmüşündür. Hiç durmadın. Tarlada üşütmüşündür.
Midemin ağrısı geçti sırtım çok ağrıyor. Sırtımdan belime doğru sızı iniyor. Sırtımı ovala. Şurda kerevette yatayım. Şporete (soba-kuzine) odun at. Terlersem geçer in-şallah.
Geçer geçer.
***
Kışın soğuğu bir yandan, partizanlar bir yandan, insanların kanı donmuştu. Kalb acıları dinmiyordu. İşkenceler. İşkenceler. Vahşi çağların insanları bunların yanında masum kalırdı. Çok insanı kaybettiler. Polis binasından çıkararak, yağmurdan ıslanmış taş köprüden geçirip mezar-lığa götürdükleri çok insanı çukurlarda kurşuna dizdiler. İstedikleri tek şey silahtı.
89
İnsanların bu şiddetin tesirinden kurtulma-ya, ona karşı koymaya kuvvetleri yoktu.
Korku tünelinden çıkmış kaba duyguların esiri olan bu sarhoş adamlarla uğraşamıyorlardı.
***
Fehim İbrahim gözetim altında tutuluyordu. Oğulları Reşat ve Ahmete iş vermiyorlardı. Mim-liydiler.
Akşam, yemekten sonra şporete meşe odunu attılar. Kırmızılaşan şporet sofayı ısıtmıştı. Şporetin üst kapağının kenarlarından tavana vu-ran ateşin şavkı oynaşıyor, lambanın sarımtırak titrek ışığıyla sofayı bir kerte daha aydınlatıyordu. Naciye kahve yaptı, yanında, buğulanmış bardak ile kocasına su ikram etti. Fehim İbrahim önce su-dan içti, kerevet yastığına yaslandı kahvesini yu-dumladı. Bir fincanın ağusu yetmişti.
Düşüncelere daldı. Bir işler yapması lazımdı. Çalışmadan olmayacaktı. Pısıp oturmak ona göre değildi. Enikonu akıl yoruyordu. Düşünceleri de
tavanda oynaşan şavk gibi yerinde durmuyor, oynuyordu. Kesin ne yapabilirdi?
Bir Arnavutla anlaşıp, atın birisini verdi. At odun taşıyacaktı. Bir odun yükü parası adama bir yük parası Fehim İbrahime. Birkaç gün işler iyi gitti. Sonra Arnavut atla beraber kayboldu. Ne hikmetse ortalarda görünmüyordu. Üç beş para gelecekti lakin olmadı. Bir aya yakın bir zaman geçti oğlu Ahmet atı evin yakınlarında gördü. At evini mi özlemişti ne? Hemen bir koşu babasına haber verdi. Fehim İbrahim mide sancısı çektiği halde kalktı birlikte takip ettiler. Adam odun yük-lü atı bir fırına götürdü. Bunlar da içeri girdi. Fe-him İbrahim bağırarak:
- Ahmet kapıyı kapat!
Fehim İbrahim Arnavuta dönüp:
- Biz senle nasıl anlaşmıştık? Sense ortadan
kayboldun. Neden böyle yaptın?
Kızmıştı. Gözleri çakmaklaştı. Yerden aldığı odunla adamı bir güzel dövdü.
Bir daha seni buralarda görmeyim deyip kovaladı. Fırıncıya da dönüp:
- Bu adamı kovala. Böyle insanlarla iş ol-maz. diye çıkıştı.
Bu insanların namertlikleri, namussuzluktan değildi. Bozulmuşlukları, birlik olamamaktan, korkulardan, gelecek kaygısından, bu karışıklık içinde dik duramamalarındandı. Olaylar bölüp parçalamıştı, dağılmışlardı. Tek problem kendile-rini nasıl kurtarabilirlerdi. Odunları Ahmet indir-di. Atı alıp eve döndüler.
Fehim İbrahimin ağrıları artmıştı.
***
İnsanların ne yüzleri gülüyordu ne de kalbleri. Kalbler uzun zamandır ağlıyordu.
Dertlerini içlerine gömmüşlerdi.
Kış olduğundan dışarı pek çıkılmıyordu. Coşo evdeydi. Canı sıkkındı. Evde sıkıntı başmış, cinler tepesine toplanmıştı. Her şey batıyordu. En ufak çocuğu Mehmetin ağlamaları canını hepten sıkmıştı. Kerevetten kalktı pencere kenarına yürü-dü, ayakta durdu.
Hayriye sustur şunu
Susmuyo. Ne yapayım? Çocuk bu, ağlar.
Mehmet, amcasının evine çıkmak istiyordu. Faridinin yanına gidecekti. Faridinde merdiven başında gelme gelme diye sesleniyordu. Çocuk aklı; ille çıkacak, inat ediyor, ağlamaları durmu-yor.
Dışarıda hafif kar vardı. Dışarıya çıktı. Hava soğuk olacağa benziyordu. Ahıra girdi. Hayvanla-ra baktı. Ahırda dolandı. Köşede duran küreği aldı, önceden yağan karları avlunun ortasına yığ-dı. Sonra küreği kenara fırlattı. Serin hava, çalış-mak rahatlatmıştı. Koca ellerini arkasına bağlayıp avluda gidip gelmeye başladı. Canını sıkkınlığı tam geçmemişti.
Hayriye çocuğu sarmış sofadan çıktı. Meh-met ağlıyordu.
Coşo içinden: Of of! Deliricem galiba! Ne-den susmuyo bu?
Hayriye cevap vermedi. O da avluya inmişti. Coşo ufacık sabiyi tuttuğu gibi kar yığınının üstü-ne attı. Allahtan kar yumuşaktı. Yığının öbür tara-fına düştü.
Hayriye ağzı açık, şaştı kaldı. İçi parçalandı. Telaşla çocuğu kaptı…
Anne kalbi cennetten gelmişti. Ondaki mer-hamet ve şefkat başka kimde olabilirdi?
Coşo avlu kapısını açtı, kendini dışarı attı. Coşonun gök gürültüsü gibi yüksek sesini, isteği-ni kim duyacaktı? Aşağı, Dragoman camisine doğru yürüdü.
***
Yağmur yağıyor. Bu kış Prizrenin yağmuru bol. Sular bildik gürültüsünü çıkararak akıyor. Seller bayırlarda yarıklar açmakta. Kuşlar yağ-murdan eğilmiş yaprakların altına gizlenmiş. Bu hava kuşları da küskünleştirmiş. Kulakları düş-müş köpekler duvar diplerinde, sırılsıklam. Bistrisa bulanık. Gökte kara bulutlar, sokaklarda çamur.
Kışın hayat evlerde devam ediyordu. Bu çok eskilerden beri böyleydi. Akşamları komşular bir-birine gidiyor kahveler içiyor dertleşiyordu. Genç
ler evlerde toplanıyor sabahlara kadar muhabbet-ler ediyor oyunlar oynuyordu.
Ilık hava yakın. Prizren içleri ısıtan güneşi bekliyor. Evlerinde kısmış, canları sıkkın insanlar, baharı bekliyor.
Dağların gün ışığını zor alan, ıssız, sessiz içerlek yerlerinde eriyen kar kristalleşmiş cam ol-muştu, altından berrak su akmakta. Dalların üs-tünde rüzgârın üfleyemediği ince kar durmakta. Kalan karların üstünde yürüyen serçelerin narin ayaklarının oluşturduğu izler silinmekte. Güneş gümüşiye dönmüş bulutlar arasından nur yüzünü gösteriyor, ısıtıyor Daha vakit var, az bekleyin der gibi tekrar bulutların arasına giriyor kaybolu-yor.
Bulutlar geceleyin rüzgârın etkisiyle burgaç-lar halinde doruklara dokunarak kıvrılıp bükülü-yor, ayın kendini gösterip kasabayı okşamasına, evin pencerelerine değmesine izin vermiyordu.
Sonra bir öğlen güneş çıktı. Ertesi günde. Hava mavi ve bulutsuzdu. Güneş ısıtıyordu. Gü-zeldi. Herkes dışarıdaydı. Güzel havaya çocuklar çok sevindiler. Akşama kadar bağrıştılar çağrıştı-lar, oynadılar.
95
***
Fehim İbrahim, sabah serinliğinde gelir; tar-lasında dolanır; toprağın sıcak ruhu içine dolar, huzur bulurdu. Hazin kalmış bağına kavuşmuştu. Tarlası başkalarının tarlasına benzemezdi. Toprağı verimliydi. Bitkin görünmüyordu. Adam diksen olurdu bu toprakta. Toprağın ruhu vardı. Bağı cennet bağlarındandı. Bağında kırmızı, beyaz ve siyah renk üzüm yetişirdi. İri taneli çekirdekli üzümlerdi. Bir salkımı kokudan zor yenirdi. Misk-i amber kokardı.
Bistrisanın kenarında uzanan geniş tarlasın-da çalışmaya başladı. Irgatlarla birlikte tarlanın toprağını tarlanın dört kenarına tepeleme yığdılar, geceden Bistrisanın çamurlu suyunu bir kanal açarak tarlaya doldurdular. Kenarları yükseltilmiş olan tarlanın içinde havuz gibi biriken su sabaha kadar duruluyor, süsülüyor içindekiler toprağa çöküyordu. Bunu bir kaç kez yaptırdı. Sonunda kenarlara yığılan toprağı tarlaya devirdi. Derenin getirdiği killi toprak ile harman yaptı, karıştırdı. Tarla daha verimli olacaktı. Bu arada yüz atmış dört araba gübre toplattırdı. Bu gübreyi de tarlaya döktürdü. Gübre ile derenin killi toprağı karışınca
tarla coştu bire on vermeye başladı. Tarla daha verimli oldu.
Hayat hareketti. Ve insan ayrı ayrı tavırlar içinde yuvarlanıyordu. Bu topraklarda hayat yek-nesak gitmiyordu. Fehim İbrahimde hiç durmu-yor sürekli çalışıyordu. Ona gün yetmiyordu. Güneş batmasaydı da şu işi de bitirseydim! di-yor; mide ağrılarına aldırmıyordu. Çalışarak za-man çabuk geçiyordu.
Tarlaya, ne bulursa ekti. Bir kısmına buğday ve arpa bir kısmına lahana, kumpir, kırmızı patlı-can(domates) etli biber; daha büyük bir kısmına karpuz ve kavun, bir kısmını da meyve ağaçlarıyla doldurdu. Erik, armut, elma. Elma yeşildi. Sert sulu kütür kütür elmalar.
Su bol. Allah vermişti. Sabah akşam ırgatlar suluyordu. Bağıda çok güzel olmuştu. Bağın kena-rında saatlerce oturduğu olurdu. Bu oturma ve seyir ona lezzet verirdi.
Bir gün Coşo ziyaretine geldi. Coşoyu uzak-tan görünce:
- Sen misin be? Az kalsın tanıyamayacak-tım.
Doğruldu. Yüzünde acı vardı.
Coşo:
- Ne o hastamısın?
Fehim İbrahim cevap vermedi. Birlikte asma çardağın altına oturdular.
F. İbrahim:
Coşo buğdayı, arpayı biçmek lazım. Irgat bulurmusun?
Bulurum. Bende saman alırım hayvanlara.
Saatlerce oturdular, muhabbet ettiler. Dert-leştiler. Fehim İbrahim mahpushane günlerini an-lattı.
Gün geldi harman döşenmişti. İki öküz ko-şulmuştu. Dönmeğe başlamışlardı. Tepelere güneş vurmuş, ışık harmana kadar inmişti. Sıcakta uy-gundu. Saplar ancak bu sıcakta saman olurdu. Irgatlar dirgen aldılar aktarmaya başladılar. Hava ısınmış, buğday sapları çatırdamağa başlamıştı. Sarı öküzün başı biraz daha öndeydi. Öküzler borç alınmıştı. Mahsul kalktıktan sonra ödenecek-ti. “Nasıl ödenirdi? Allah biliyo. Bu kadar didin-meye ne olurdu? Vergi memurları buğdayın yarı-dan fazlasını alacaktı nasıl olsa. Gelmeleri yakın-dır” diye aklından geçirdi.
Fehim İbrahim susamıştı. Toprak testiyi ba-şına kaldırdı, kana kana su içti.
***
Fehim İbrahim gezdiği yerlerden, sevdikle-rinden, dostlarından uzakta yalnızlık içindeydi. Kalabalıklar içinde dahi yalnız hissediyordu ken-dini. Çaresizlik sarmıştı dört bir yanını. Kendi ka-ranlığına dalardı. Akşamları evinin çiçeklerle be-zeli bahçesinde oturduğunda karanlığa biraz ışık düşer, rahatlardı.
***
Cuma gecesi, Fehim İbrahim kendini kötü hissetmeye başladı. Evin içinde geziniyor, Kur-anı da elinden bırakmıyor… Arada oturuyor, ku-ran okuyor…
Saat iki buçuk olmuştu.
- Naciye çocuklara banyo yaptır.
Reşat askere gitmişti; üç çocuk, Nimet Ah-met ve Seher sırayla banyoya girdi. Seher sekiz yaşındaydı annesi yıkadı.
Fehim İbrahim yatakta oturuyor. Elinde ku-ran. Çocuklar yıkandıktan sonra,
- Naciye sende kuranı al.
Okumaya başladılar… Sabaha karşı,
- Ahmet çok çabuk Raifi (bacanağı) çağır.
Oğlu Samide gelsin. Çocuklar sakın
korkmayın, bağırmayın.
Çocuklarını sırasıyla öptü.
Ahmet, Raifi ve Samiyi alıp gelmişti. Eve önce Ahmet girdi.
Raif:
Ahmet Efendi sabah sabah ne bu telaş. Bizden sağlamsın.
Sizi sabah sabah telaşlandırdım. Benim vaktim kalmadı. Helalleşmeğe çağırdım. Raif sende şuraya otur.
Raif ve diğerleri birlikte kuran okumaya baş-ladılar. Bu okuma on beş dakika sürdü.
Saat altıyı beş geçiyordu. Güneş odayı aydın-latmıştı. Kuranı kapattı. Yavaşça, odadakilerin duyabileceği sessizlikte;
- Naciye, Raif, Nimet, Ahmet, Seher hakkı-nızı helal edin. Telaşlanmayın.
Her bir ağızdan kelimeyi şahadet çektiler. Bu üç kere tekrar edildi.
Fehim İbrahim: Ya Hak Ya Hak Ya Hak de-di. Uzandı. Ruhunu teslim etti.
Asker Reşat ancak yedi gün sonra gelebildi.
101
3. BÖLÜM
Coşo, gün ağarmadan kalkıyor, Dorinin süs-lü meşin takımını bağlıyor, arabaya koşuyor tarla-nın yolunu tutuyordu. Güneş doğarken, sınırları-nın kimin tarafından ne zaman çizildiği bilinme-yen, taş duvarlarla çevrilmiş tarlaların arasında yol almak hoşuna giderdi.
Ağaç yapraklarına, açmış çiçeklere değerek gelen rüzgârın getirdiği kokuyu içine dolduru-yordu. Bu yol almalarında onun için bir sürur vardı. Çoğu zaman çocuklarda gelirdi. Öğlene doğru gelirler azıkta getirirlerdi. Faridin büyük olduğu için çok işte Coşoya yardım eder işleri biti-rirdi. Muharrem boş durmaz Ferit ortalarda dola-şır Güldane ve Hado ağaç altında otururdu.
Bu sene çavdar ekmişlerdi. Çavdar Sırpların yoğun yaşadığı yerlerde para ediyordu. Sapların-dan çanta ve şapka yaparlardı.
Bu topraklarda insan aç kalmaz. Toprak in-sanların istediklerini bilir, cevapsız bırakmaz. Metohiya ovasının (Prizren, Jakova, İpek ) bere-ketli bir yer olduğunu dünya alem bilir. Burada bereket vardı.
Coşonun otluk hanesi doluydu. Fehim İbra-himden aldığı samanlar daha bitmemiş üstüne koymuştu. Hayvanların otu çok, kışın rahat ede-ceklerdi.
Suda boldu. Su, gökten yağan yağmurdan fazla çıkardı topraktan.
Coşo hiç durmadan çalışıyor, bunun nedeni-ni kendide bilmiyordu. Sanki toprağı onu çağırı-yor. Dün beraber oldu toprağını bugün özlüyor-du. Toprağı onu yoruyor bir o kadar mutlu edi-yordu. Akşam başını yastığa koyduğunda, topra-ğın kokusunu da duyardı. Bu koku onu nikbin eder, uykuya gark ederdi.
***
Evde nüfus artmıştı. Artık evde altı nüfus vardı. Alaydin de(Alaettin) ekmek bekliyordu. Alaydin doğduğunda on gün isim koyamamışlar-dı. Bir sabah Muharrem kireç boyalı duvarı çivi ile eşelerken Bunun adı Alaydin olsun demiş. Adı öyle kalmıştı.
Alaydin, kıvırcık sarı saçlı, yeşil gözlü, çatık kaşlı, her çocuk gibi sevimliydi. Büyümeye dur-muştu ama bacakları yamuktu. İki yaşına geldiği halde bacakları düzelmedi. Doktor; Kumpir kay-natın verin bol bol yesin deyince eve çuvalla kumpir alındı.
Sağlıklı çocuktu. Üç yaşında koca ineği su-lamaya yukarı sokak çeşmesine götürür. İneğin yalaktan su içişini bekler, onun arkasından eve dönerdi.
Diğer çocuklarında zamanı gelmişti. Muharemin Feritin Memetin sünneti, hayatları-nın bu hüzünlü günlerinde biraz huzur ve neşe verdi. Sokağın birkaç ev yukarısındaki komşu Ko-nak hazırlanmıştı. Erkekler orda eğlenecekti. Coşonun evi süslendi, çocukların yatacağı odanın duvarına, üzerinde Kâbe resmi olan duvar halısı
asıldı. Hangi sandıktan çıktığını salt Hayriye bili-yordu.
Üç çocuğa üç gün eğlence yapıldı.
Çorbalar, etli yemekler, köfteler çeşit çeşit börekler yapıldı. Koca tepsi kırk kat baklavalar mahallenin yaşlı ustalarına yaptırıldı. Tüm kom-şular yardım ediyordu. Sünnet düğününe Müs-lüman olmayan tanıdıklarda çağrılmıştı.
Hava üç gün masmavi ve bulutsuzdu. Ko-nakta üç gece boyunca sürmüştü eğlenceler. Çalgı-lar çalındı, türküler söylendi, alaylar çekildi. Öğ-len güneşine kadar uyuyanlar oldu.
Kadınlarda hiç durmadı. Dayre( def) çaldı türküler söyledi.
Oğlan oğlan boynuma dolan Kolum sana yastık saçlarım yorgan Ne güzel oğlan hovarda çoban
Oğlan oğlan boynuma dolan Kolum sana yastık saçlarım yorgan Amanın oğlan ne güzel çoban
Oğlanın elinde lüver belinde
Oğlan çıkmış tepeye şepke elinde
Amanın oğlan ne güzel çoban
Oğlana yaptırdım fildişi tarak Tara kâküllerini bir yana bırak Amanın oğlan ne güzel çoban
Oğlan oğlan kalk gidelim İdareyi feneri yak gidelim Amanın oğlan ne güzel çoban
Üç günün sonunda Kuranlar okundu eğlen-ceye son verildi. Burası Kurilaydı. Belacısı çoktu. Gürültü patırtısı eksik olmazdı. Şükür sünnet dü-ğünü iyi geçti. Erik veya üzüm rakısı içenlerde olmuştu ama kimse kavga çıkarmamıştı.
***
Prizrende silah aramaları tek tük de olsa oluyordu. Coşo güvercin seven komünist parti
mensubu arkadaşları sayesinde pek baskı görme-di. Nesi vardı ki? Zengin olsa hali yamandı. Prizrenin zengin kimseleri; partizanların geldiği günden beri eriyip bitmiş, çökmüştü. Yürümele-rinden besbelliydi. Oysa iki kardeş didinip duru-yordu. Sinan Mera tarlaya veya bağa gidiyor, Coşo at arabasıyla yük taşıyordu.
Bir gün Hoca mahalleden haber geldi. Güldaneyi istemeye geleceklermiş. Daha on seki-zine yeni basmıştı. Güldane nadir kır çiçeğiydi. İnce billur boynu, al al yanakları vardı. Gelişmiş serpilmişti. Özleyişleri vardı.
Hayriye çok ağladı. Evladı gibiydi. Canı gi-diyordu. Gelin olarak sokak kapısından çıkışında gözyaşları yağmur oldu.
Güldanenin saçları soldan sağa doğru ay-rılmış, dalgalı, önde biraz perçem arkada saçlar topuz yapılmış üstüne yapma çiçek takılmış. Zü-lüfler ısıtılmış maşayla halka halka. Boynunda zar zor saklanmış beşi birlikten arda kalan kurdeleye dizili üç tane lira. Bir de inci gerdanlık. Beşgen yakalı parlak kumaştan dikilmiş boydan elbise, sağ bileğinde tek bilezik parmağında taşlı yüzük. Ayakkabıları önden açık az topuklu. Dudaklarına kırmızı boya sürülmüş. Ürkek. Heyecanlı olduğu gözlerinden belli oluyor. Kocası olacak Şabannın
ise: Önden iki düğmeli, kapaklı yan cepli buruşuk gri bej bir ceketi, içinde beyaz gömleği, aynı renk pantolonu ile takımı tamamlayan boyalı deri ayakkabısı, sol kolunda Omikron marka saati.
Bu zamanda evlenmek meseleydi. Komşu-dan ödünç yatak yorgan alıp evlenen kimseler vardı. Ev kurmak zordu. Oğlan evine gelin gidi-lirdi. Güldane için ödünç bir şeyler alınmamıştı. Şaban çalışkandı. Temiz çehreli, sarı kafalı, inatçı bir Arnavuttu.
***
Hayriye her zaman olduğu gibi ezanla kalktı, ineğin yanına indi. Hayvanın başını okşadı, elleri-nin arasına aldı ona güzel sözler söyledi. İneği son kez seviyordu. Salhaneye satılacaktı. Memelerini yıkadı, sağacaktı.
Coşoda kalkmış ahıra inmişti. Gece gördüğü rüyayı anlatmaya başladı.
- Güz mevsiminde, kuşluk vaktinde, yük-sek bir yerden denize bakıyorum… Hü-zünlendim. Etrafıma baktım. Çocuklar ko
şuyordu sende uzaktan bize el ederek ça-ğırıyordun. Deniz aniden dalgalandı sular üstüme geliyordu. Uyandım, bilemedim, hayırlısı
Hayriye de: Allah hayırlara çıkarsın dedi.
Kovayı memenin altına koydu. Memelerini parmaklarının arasında sıkarak sağmaya başladı. Kova köpüklenen sütle doldu.
Coşo evden çıktı kahvehaneye gitti. Can dos-tu Etuş Tada ordaydı. Altına bir sandalye çekti masanın kenarına ilişti. İki acı kahve söyledi.
Günün aydın olsun Etuş Tada.
Sağ ol, seninde.
Ne yapıyon?
Ne yapıcam, hiç, yabancı bayrağın altında yaşanmaz.
İyi de Etuş Tada ne yapalım?
Bu adamlar bunu bilerek yapıyor. Bizi bi-tirmek istiyorlar ki buralardan kaçalım… Hapisten salıverdikleri adamları başımıza polis yaptılar. Hayatında silah görmemiş insanları gecenin bir vakti evlerinden alı
yorlar Silahını getir, silahın nerde? baha-nesiyle dövüyorlar, işkence ediyorlar.
Coşo dinliyordu. Ne yapması gerektiğine ka-rar vermeye çalışıyordu. Kahvelerini yudumladı-lar. Ortalık tam aydınlana dek oturdular. Kalkar-ken, Coşo: Nüfus sayımı olucak diyorlar. Yapar-larsa ben Türk yazdırıcam.
Etuş tada: Çok insan yazdırıcak.
Kahveden çıktılar evlerine doğru yürüdüler.
Buralarda Türk dendiğinde Müslüman anla-şılırdı. Bazı Arnavutlar da sorulduğunda Arna-vutça: Elhamdülillah müslümanım yerine elham-dülillah Türküm derdi.
***
İnsanlar hayatta yol almak zorunda. Tırtıl kozanın içinde çok kalmaz, kalırsa ölür gider. Zamanı gelince çıkar, kelebek olur uçar gider. Coşo Türkiye hayalleri kuruyordu. Buralardan uçup gitmeyi hayal ederdi. Kendini en özgür his-settiği vakitler hayalleriyle baş başa kaldığında
oluyordu. Hayallerine hiçbir kuvvet engel koya-mıyordu. Kafasındaki düşünceler kara bulutlar gibiydi. Bu bulutların şimşeğinin ışığı, hayalleriy-di, karanlığı yırtıp parçalıyordu.
Coşoya bir şeyler oluyordu. Hiçbir yere sı-ğamıyordu. Sıkılıyordu. Gitmek istiyordu. Soyu sopu buradaydı, bu toprak onundu. Ama komü-nistler gelmişti. Bu güzel yurtta özgürce yaşayan insanları esir ettiler… Bozdular. Mahvettiler.
Bu toprağın insanı, buraların yapancısı ol-muştu sanki Prizren de Coşo gibi dertliydi, yor-gundu. Güneş isteksiz doğuyor, akşamın olmasını tenbelce bekliyor, dağların ardına saklanmak isti-yordu. Prizren merhametsiz, akıbetsiz olmuştu.
Üstünde bir ağırlık hissetti. Ama hepsine baskın çıkan Türkiyaya gitme düşüncesi vardı. Atadan kalma bu ev kolay kolay bırakılabilinir miydi? İlerde dizlerini döver miydi?
Ömrünün sonuna kadar abisinin, akrabaları-nın, dostlarının yanında olamayacağını bütün kal-biyle duyuyordu. Yalnız bir iki dostunu kaybet-miyordu, tüm geçmişini burada bırakıyordu.
İnsan ömrü kara günsüz olmaz. Kara günle-rin başladığı bu yerden gitmek, güvenli yaşayaca-ğı, emin olacağı, çocuklarını rahatlıkla büyüteceği
bir yer istiyordu. Emin olmak hoş bir şeydi. Eğer giderse gittiği yerde yeni yaşamlar sümbül vere-cekti.
***
Nüfus sayımı eski pazar (Pazar günü) yapı-lacaktı. Hayriyenin fikrini soran yoktu. Coşo ka-rarını vermişti, kesin Türk yazdıracaktı.
Sayımda Coşo Türk dedi de Sinan Mera Ar-navut yazdırdı. Aynı anne babadan olan iki kar-deşten biri Türktü diğeri Arnavut.
***
Hudut kapıları açılmıştı, isteyen gidebilecek-ti. Göç serbesti artık. Buradan kaçar gibi gidecek olanlar vardı.
Her şeyleri; ne var ne yok, her şeyi topladı-lar. Ellere ilk gidişleriydi. Ne bileceklerdi, gittikle
ri yerde her şeyin olabileceğini. Kavanozlara bas-tıkları otlu peynirler, bir sandıktı. Kavanozları özenle yerleştirmişlerdi. Kerevet, yataklar, yor-ganlar, içi saman dolu yastıklar, çiçekli sırlı tence-reler mecbur alınacaktı. En mecbur olan güvercin-lerdi. Güvercinlerde Türkiyaya gidecekti. Coşoya kalsa Doriyi de yanında götürürdü.
Güvercinlere özel kafes yaptı. Cins olanları götürecekti. Onların yemi suyu vardı. Nasıl ola-caktı? Coşo her şeyden çok güvercinlerini düşü-nüyordu.
Çok insan göç edecekti buralardan. Mal mülkte para etmiyordu. Satış fiyatından çok, porez (vergi) alıyordu devlet.
Bazıları toprağını aldığı kimsenin parasını sonradan Türkiyaya gönderecekti. Tevfik, Mer-mercinin tarlasını böyle almıştı. Zahire tüccarı Mermerci, İstanbula yerleşmek istiyordu. İstan-bula gelenlerle paramı gönderin dedi.
Güvendiği Tevfike sattı.
Coşo evini abisine bırakıyordu. Hayriyenin babadan kalma evinde, beş kız bir erkek altı evladı olan kız kardeşi Fatime oturuyordu.
Coşonun gitmesini istemeyen komşuları da yok değildi. Kıtlık zamanlarında ekmeğini paylaş-tığı komşusu gitmesine üzülüyordu. Gitmemele-rini çok söyledi. Her şey düzelir, gitmeyin diye yalvarıyordu.
Muharremde hastalanmıştı. Doktor, başı dâhil yarı beline kadar hiç kımıldamadan yataca-ğı, vücudunun yarısını içine alan alçı yapmıştı. Altı ay yatacaktı. Sadece hela ihtiyacı için kalkı-yordu. Belini çeviremiyor, boynunu oynatamıyor-du. Göz bebeklerini oynattığında bile dehşetli ağ-rıları oluyordu. Bu telaşta Hayriye bakımını ak-satmıyor, nemli bezlerle vücudunu temizliyor Al-lah ne verdi beslemeye çalışıyordu. Oğlunun has-talığına üzülüyordu.
Coşo ise gerekli kâğıtları hazırlamaya çalışı-yordu. Güvercinlerin izin belgeleri çok uğraştırı-yordu. Sağlıklı güvercinleri seçmek zorundaydı. Para da yoktu. Ne yapıyor ne ediyor hallediyordu. Pasaport ve diğer evrakları güvercin arkadaşı Sırp memur yapmıştı.
Coşo gözü karartmıştı. Ne olursa olsun Türkiyaya gitmeliydi. Bu sıkıntıların sonu iyi olur diye düşünüyordu.
115
Sevdiklerine gülücükler atsa da; sevdiklerin-den ayrılacak olması içini buruklaştırmıştı.
Eşyalar yüklendi. Hayriye tahta kaplı yerde uyuyup kalan en ufak oğlu Alaydini Hadi kalk Üsküpe gidiyoruz diyerek uyandırdı.
***
Güldane ve Hado bir haftadır ağlıyordu. Coşo sert adamdı, gözyaşlarını gören olmamıştı. Hayriye içten içten ağlıyor ruhunda fırtınalar ko-puyordu.
Tüm kasaba uğurlama gelmişti. Muharrem, o hasta haliyle arabaya bindi, zor duruyordu…
Kalblerde, erişilmez dağlar kadar büyük acı vardı. Arkada yaşlı gözler ve sallanan eller kaldı… Üsküpe geldiler. Faridinde Üsküpe kadar gel-mişti. Hayriye ve çocukların trene yerleşmesine yardım etti. Coşo ortalarda görünmüyordu. Son anda yetişti. Güvercinlerinin havasız kalmasını önlemek için uğraşmış kavga dövüş yerleştirmişti.
Tren hareket etti. Az gittikten sonra durdu. Güvercinlerle birlikte hepsini trenden indirdiler. Kavgadan ötürü problem olmuştu. Sağlık raporla-rı kuş adedine göre de eksikti. Coşo bir o yana bir bu yana koşturuyordu. Sonunda başardı. Yirmi dört saat garda bekledikten sonra yeni gelen trene bindiler. Faridin gitmekle kalmak arasındaydı. Hüzün doluydu. Gözyaşları sel olmuştu. Kara trenin dumanı kayboluncaya kadar kala kaldı. Yüreğine dert olmuştu. Garip kalmıştı.
Kara tren hazindi. Salt insan taşımıyordu. Hüzün ve hasrette götürüyordu. Bu insanların gurbetleri sıla olacaktı.
Hayriye bol bol pite (börek) yapmıştı. Pey-nirleri vardı. Çocukların dışında pek yiyen yoktu.
Edirneye vardılar… Biletler buraya kadar-mış. Coşoda anlamadı. Tekrar para ödedi. Çoşo parasını saydı verdi. Gişe memuru parayı sayar-ken on lira aşağıya attı. para eksik dedi.
Çoşo gördüğü halde bir şey söyleyemedi. Şa-şırmıştı… Tren fazla durmadı… İstanbula gel-mek onu heyecandırıyordu. Büyük şehri ilk göre-cekti. Ve kara tren Sirkeci garına vardı… İstan-bula gelmişlerdi…
Üç gün Sirkecide kaldılar. Arada Sirkeciden Eminönüne yürür deniz havası alırdı…
Serin bir meltem rüzgârı esiyordu. Eminönü kalabalıktı. Kalabalığın sesleri suların şıpırtısıyla karışıyor, kulağına Geldin işte. Haydi, git Türkiyanın keyfine bak; istediğine kavuştun. Al-lah seninle beraber olsun! Bahtiyar ol diyordu.
Muharremle Eminönünde ki teknelerden ekmek arası balık aldılar. Son parasını da burada harcadı. Sirkeciden Zeytinburnunda ki macirhaneye götürdüler. Bir hafta misafir ettiler.
Alaydin burada kızamık çıkardı, çok ateş-lendi. Macirhane doktoru ilaç verdi. Üç gün içinde iyileşmişti.
Coşo, İzmire gidecekti. Parada bitmişti. Ya-nında getirdiği dövülmüş kahveyi sattı. Vapur biletlerini aldı.
İlk denizi gördüler. İlk deniz yolculuğu ya-pacaklardı. Türkiyada gece bile başkaydı. Yıldız-lar başka görünüyordu. Yolculukta memleketini düşündü oraları hayal etti. Prizrenin kesme taş döşeli dar sokaklarında at arabasıyla dolaşmasını, Kırık camide minbere çıkışını, Bülbül deresinin hazin şırıltılarını Bu hayaller kalbine ferahlık verdi. İçine ılık duyguların dolduğunu hissetti…
Prizren ondan uzak değildi… Denizden ise firkatli bir rüzgar esiyordu… Nedense memleke-tine tekrar dönmek aklından geçmiyordu.
Vapur İzmir limanına girerken; yağmur çise-liyordu, yağmur kısa sürdü. Yağmur, Coşo ailesi-ne hoş geldiniz demişti.
***
Gidilecek yer belliydi. Coşo, adresi Prizrende almıştı. Türkiyeye gelmesini kolaylaş-tıran, bakacağına garanti veren, bunun için gerekli evrakları hazırlayan marangoz Nuri Mataracının, Kestellide bulunan dükkânının üst katına yerleş-tiler. İki göz odaydı. Nuri Mataracı, daha önce göç eden memleketlisiydi. Oradan gelenlere yardımcı oluyordu.
Büyük oğlu Muharrem, marangoz dükkânın da çalışacaktı. Kendi de bir iş bulacaktı. Coşonun ilk düşündüğü; ev kiralayıp, oraya yerleşmekti… Eşyalar da kara trenle anca gelirdi…
Bir çorbacıda bulaşıkçı oldu. Kısa zaman sonra Mezarlıkbaşı mahallesinde, aile evinin bir
odasını kiraladı. Odanın önü bahçeydi. Güvercin-lerine yer hazırdı.
Bundan sonra altı nüfus yeni yaşamlarına burada devam edecekti…
Mehmet, ufak olmasına rağmen marangoz-hanede yardım ediyordu. Ferit, Prizrende ilkoku-lu bitirecek gibiydi, burada ise beş yıllık olan ilko-kula, dördüncü sınıftan kabul edildi.
Hayriye, en küçük oğlu Alaydinle (Alaettin) evde bir şekilde vakit geçiriyor; hiç görmediği, birçok ailenin yaşadığı aile evine alışmaya çalışı-yordu… İlk kez gördüğü; banyosu, çeşmesi, helâ-sı, çamaşırhanesi ortak kullanılan; derme çatma yapılmış, her odasında bir ailenin oturduğu bu aile evine ne kadar alışabilirdi?
***
Şubat 1958 de yayınlanan Resmi Gazete, Başbakan Adnan Menderes ve tüm bakanların imzasıyla Türk vatandaşlığına kabul edildiklerini yazdı…
Yorumlar
Yorum Gönder