Son Durak - Tolstoy'un Son Yılı,,- tam metin, sesli okunuşunu YouTube' tan dinleyenilirsimiz-

SON DURAK

Nev Nikolayeviç, evet, edebiyat alanındaki başarılarını duy-mayan yoktu. Önemli bir yazar olacağı belliydi. Moskova ve St. Petersburg’ da herkesin dilindeydi. Annem: ‘’Gün gelecek, Kont Tolstoy için yazılanları ansiklopedilerde okuyacaksınız. ’’derdi. Biz üç kız kardeştik. Lisa, Tanya ve Ben. Üçümüz de Kont Tolstoy’u beğeniyorduk Ama annem ve babam en büyüğümüz olan Lisa’nın eş olarak uygun olduğunu düşünürlerdi. Ama Tolstoy beni seç-mişti. Beni seçmiş olması da kimseyi şaşırtmamalıydı. Benim de farklı yönlerim vardı. Kötü denmeyecek kadar piyano çalıyordum. Suluboya resimlerim iyidi. İyi dans edebiliyordum. Ve öyküler, şiirler, günlükler yazıyordum.
Tolstoy, sık-sık evimize gelir, babamla günlük olaylar ve siyaset hakkında uzun sohbetler ederlerdi. Göz göze geldiğimizde bana göz kırptığı olurdu. Bir seferinde koridorda kimse görmeden elimi sıkmıştı.
Annem, Tolstoy ailesinin Yasnaya Polyana’ daki arazisine yakın oturan babasını ziyaret etmek istiyordu. Sıcak bir yaz günü hizmetçi kız gelip bizi Kont Tolstoy’un evine götürecek arabanın hazır olduğunu söyledi. Önce Tolstoy’a uğrayacaktık. Lev Tolstoy’un evi köyle aynı adı taşıyan büyük bir evdi. Harika bir evdi. Bu evin hanımı olmayı istiyordum.


9

Tolstoy, önce meyve bahçesini gezmemizi önerdi. Evinden önce bahçesini gezmemizi istiyordu. Kabul ettik. Birçok iyi bakıl-mış meyve ağacı vardı. Bir ara çalılıkların arkasına geçtim. Tolstoy, aniden dalların arasında belirdi korkmuştum. Ellerimi tuttu, bı-rakmıyordu. ‘’Gitmeliyim’’ dedi, elimi buraktı ve uzaklaştı. Sofya Bers olarak hissettiklerim doğruydu. Hayatımı bu topraklarda, Tolstoy’la geçireceğimi biliyordum.
Sofya, Tolstoy’u sevmişti. Sohbet etmeden, birbirinin sesini, sıcaklığını duymadan yaşamanın manasız olduğunu düşünüyordu. Hayat arkadaşlığı da böyle bir şeydi. Evlendiklerinde, Tolstoy otuz dört, Sofya on sekiz yaşında idi.
§
Tolstoy uyuyor. Gün ağarana kadar da uyanmaz. Horlaması evin her yerinden duyuluyor. Onun horlaması beni rahatsız etmiyor. Tolstoy’un uykusu derindir. Her ne yaparsa yapsın, eksiksiz yapar. Çalışmak, at binmek, yemek yemek, uyumak, spor ve dans etmek. Yatağına oturdum, battaniyeyi çenesine kadar çektim. İrkildi ama uyanmadı. Ben saçlarını okşarken horlayarak uyumaya devam etti. O eski günleri gençlik günlerini anımsadım. Pırıl pırıl günlerdi.
Onun yazdıklarını temize çekmek tüm zamanımı alıyor beni yoruyordu. Tolstoy’un hayatına birçok kadın girmişti. Ama sadece ben kalıcı olmuştum.
Günlük’ üme şöyle yazacaktım,
‘’Devrimciler sırasında, 1805 – 1812 yılları arasında, destan-sı bir ortam oluştu, muhteşem ve güzel ‘’Savaş ve Barış’’ romanı

10

doğdu. Lev Nilolayeviç yazmaya başladığında ben de derhal ona yardıma koşuyordum. Yorgunlığumdan ahvalimi, yahut sıhhatimin vaziyetini önemsemeyerek Lev Nikolayeviç’in sabaha kadar yaz-dıklarının hepsini aktarıyordum. Ertesi gün o her şeyi karalayacak, ilave edecek birkaç sayfa daha yazacak; ben ise, kahvaltıdan sonra, hepsini ağlayarak aktarırdım. ‘’Savaş ve Barış’’ i, kaç kez yazdığımın hesabı mümkün değildir. Bazı yerler, mesela, Nataşa Rostova’nın kardeşi ile ava gitmesi ve ‘’marş marş temiz iştir’’ sözünü tekrarlı-yan amcasına uğraması, şüphesiz hususi bir ilhamla yazılmıştı ve bütünü, şüphe götürmeyen bir şey gibi doğmuştu.
Bazen, her hangi bir tip, hadise ya da tasvir, Lev Nikolayeviç’i tatmin etmezdi ve o yazdıkları üzerinde tekrar tekrar düzeltme yapardı. Ben ise hep aktarır, temize çekerdim. Hatırımdadır, bir defa, Lev Nikolayeviç, oldukça yakışıksız olan Yelene Bezukova’nın sapıklık bölümlerini edepsiz şekilde yazarken ben çok üzüldüm. Ben ona bu yerleri eserden çıkarması için yalvardım ve bu küçük, az ilginç ve çirkin bölüm yüzünden genç kızlar bu güzel eseri okumaz-lar dedim. Lev Nikolayeviç, önce hoş olmayan şekilde bana çem-kirdi, lakin sonra bütün edepsiz yerleri romandan çıkardı.
Ben sık sık kendime soruyordum: Niye Lev Nikolayeviç tamamiyle uygun olan bir sözü, yahut cümleyi değiştirir? Öyle olmuştu ki, Moskova’ya gönderilmiş olan düzeltilmiş sayfaları geri getirti-yor ve üzerinde tekrar düzeltmeler yapıyor ya da telegraf ile; filan sözü, bazen birkaç sözü, şunun ile değiştirin derdi. Niye böyle bütün bütün iyi sahneler yahut bölümler atılırdı?
Bazen eseri yeniden yazarken bozulmuş güzel yerleri çıkarma-mayı arzu ederdim. Öyle olurdu ki, düzeltmeleri yaparken, bütün kalbimle kitap karakterlerine alışır onları kendim gibi hissederdim.

11

Bazı yerlere nokta - virgül kordum. Düzeltmeler bitince Lev Nikolayeviç’in yanına giderdim. Bazı yerlere koyduğum sualle-ri gösterir; şurası, şöyle olmaz mı, şu pragrafı, şunla değiştirelim, çok tekrarların bir kısmını atalım veya sıraya koyalım yahut başka sorular sorardım. Lev Nikolayeviç, bunun başka türlü olamayacağını söyler bazen beni dinlerken sevinir, eğer neşesi yerinde değilse hırslanır ve derdi ki; bunlar hassasiyettir, mühim değil, mühim olan şey, genel meseledir ve s…’’
Tolstoy, Çarlık Rusya’sına karşı. Çardan hiç hoşlanmıyor. Arkadaşlarıyla konuşmalarında bu açıkça belli oluyor. Fakat Tolstoy’un, Çar kadar gücü var. Eğer güçlü olmasaydı hepsini hapise atarlardı.
Tolstoy, sinirli ve kırılgan biri. Şimdiye kadar yakındığını hiç görmedim.
§
Tolstoy en iy dostu, Çertkov’la bir olup, tüm eserlerinin halka kalmasını sağlayacak bir vasiyetname hazırlaması Sofya’yı inanılmaz ölçüde rahatsız ediyordu. Tolstoy Sofya’ya sık sık : ‘’Eserlerimi faygalanmaları için halka bırakacağım. Bunu Tanrı adına yapıyorum. Kar etmeyi beklemiyorum’’ diyordu. Sofya buna karşı çıkıyordu. Tolstoy’un özel doktoru Makovitski ‘’Sofya, kocasının başarısını ve yapmak istediğini anlayamıyor. Bunun için çaba da göstermiyor.’’
Yazar, altmış yaşından sonra yaşam tarzını değiştirdi. Ara ara köy evine gider orda kalır. Zenginliğin neden olduğu israfı günah sayar, köylüler gibi giyinir,bütün donatım işlerini kendi karşılardı.


12

Gayesi yoksulluğu ortadan kaldırmaktı.Toprağını, oraya gelen, orayı beğenip orada kalan Tolstoy sevdalısı kimseler işliyor, birlikte üretiyorlardı. Bir tarımsal komün kurulmuştu. Tolstoy iyilik yapmasını seven, çocuklara para dağıtan biriydi. Aziz olarak görenler vardı. Karısı Sofya’nın sıkıntısı mirastan yoksun kalmaktı. Onu rahatsız eden esas neden buydu.
Öğle ya da akşam yemeklerinde Sofya’nın hoşuna gitmeyen tatsız şeyler olabiliyordu. Tolstoy her konuştuğunda Makovitski masanın altından not tuttuğu için kızar: ‘’Yine mi bir şeyler karalı-yorsun’’, diye bağırdığı olurdu.
§
Çiftlikte kalan, Tolstoy’un genç ve heyecanlı sekreteri Biryukov, Tolstoy için. ’’Kimseyi ürkütmez, kimseye karşı sesini yükselmez. O mütevazi bir adamdır’’ der. Biryukov, Tolstoy’un her söylediğini yazar hatta her hareketini, mektuplara cevap verir –bunu Tolstoy’un bütün yazdıklarını okuduğu ve iyi bildiği için kolaylıkla yapabilmektedir. E.
§
Bir zamanlar Tolstoy’un yazılarını Sofya temize çekiyordu. Savaş ve Barış’ın sayfalarını eline alması, mürekkebin ellerine bu-laşması Sofya’yı çok mutlu ederdi. Bu anlar – Tolstoy’u da sonsuz mutlu ediyordu. En mutlu olduğu anlardı çalıştığı ve hayaller kurduğu anlar.
Şimdi kızı Saşa bu işi yapıyordu. Saşa daktilo yazarken annesi içeri girdi.
Sofya: ’’Ne yapıyorsun? Mektup mu,yeni bir roman mı, hikaye mi?
Saşa: ‘’ Kaygılanmana gerek yok.
Sofya, kocasının yazdığı günlükleri merak ederdi. Kendi hakkında yazılan kötü bir şey var mı diye. Oysa Tolstoy’un gerçek olanın dışında yazdığı bir şey yoktu. Ama Sofya günlüğü hep okumak istiyor. Bu yüzden Tolstoy o günlüğü saklı tutuyordu.
Son bir yıl Sofya dayanılmaz biri oldu. Kıskançlıktan ve

14

kininden yüreği katılaştı. Geceleri uyuyamıyor, evin içinde bir yaratık gibi dolaşıyor. Ağlıyor. Oysa Tolstoy böyle bir yükü hak etmiyor. Tula bölgesinin zenginlerinden olan Tolstoy’un karısı olarak mirastan pay alamamak düşüncesi onu delirtiyordu. Saşa’nın babasının yazdıklarını daktiloya çekmesine tahammül edemiyordu. Her zaman yaptığı işini kaybetmişti. Saşa, her yeni gün temize çekilmiş sayfaları babasına götürür gösterirdi.
Ama babası onları bozuyor, kelimeleri çiziyor, sayfa kenarlarına yeni kelimeler ilave ediyordu. Zor işti bu Saşa için – yine de sabre-diyordu. İçinden ‘’Lev Tolstoy için bu kadar zorluğu kim katlanmak istemez ki’’ diyordu.
§
Lev Nikolayeviç Tolstoy, ister maneviyatta ister yaşam tarzında, isterse de sosyal yaşamda; her şeyden önce bir gerçeklik bir saflık aktaran, sanatkar ve düşünürdü. O yaşamın manasını anlamaya, insanın ne için yaşadığını anlatmaya ve okuyucularını aydınlatmaya çalışan biriydi. Yazarlığının ilk zamanlarından itibaren, insanlığın gelişmesi ve olgunlaşması öncelikli gayesiydi. Tolstoy, eğer insan gelişir, olgunlaşır ve kötülüklerden uzaklaşırsa; toplum birlikteliği sağlanır, adaletsizlik ortadan kalkar düşüncesindeydi. Bir yandan medeniyetin tüm noksanlıklarını açıklar diğer yandan olumlu idealleri tebliğ eder manevi güzellikleri yaygınlaştırmaya çalışırdı. Sanki Tolstoy’un içinde iki adam vardı. Bunlardan biri amansız tenkitçi, diğeri insanları olgunlaştırmaya çalışan biri.
§




15

Sofya Andreyevna, Tolstoy’un gizlice bir şeyler çevirdiğini düşünüyor. Vasiyetinle alakalı şeyler. Sahip oldukları her şeyi vereceğini inanıyor. İçinde ev olan koca araziyi ve tüm eserlerinin telif haklarını. Sofya, kocasının sorumluluk duygusu taşımadığına inanıyor. Oysa Tolstoy karısına bu konuda kaygılanmaması gerektiğini söylüyordu.
§
Rusya’nın çoğu köylüydü. Çarın askerleri tarafından dayaktan geçirildiği halde, bir kişi çıkıp itiraz etmemişti diye Tolstoy’un oğlu Andrey ortaya laflar attığında Sofya oğlunu desteklerdi. ’’ Köylüler içiyor hepsi sarhoş’’ der, oğlundan yana - aslında kocasına karşı tavır alırdı. Tolstoy köylüden yanaydı. ‘’ Eğer toprakları olsa kendi çabalarıyla işlerler bizim gibi ayda 10 rubleye mal olan uşaklar çalıştırmazlardı’’ Sofya ise köylülerin bütün paralarını içkiye ve fa-hişelere verdiklerini tekrarlardı. Tolstoy ve karısı birbirlerine hep böyleydiler. Karı-koca da olsa iki insanın aralarında temel farklılık-lar olması doğaldı. Tolstoy manevi bir insan, Sofya Andrenevya’nın derdi ise maddiyat. Bu farklılık onların tartışmalarına neden oluyordu. Tolstoy’un farklı davranışlarını, karısının anlaması zordu. Bir akşam yemeğinde Devrimcinin gönderdiği mektubu Tolstoy yüksek sesle okudu. Mektubun bir bölümünden kızı Saşa’da etkilenmiş ve babasının yaptığını tuhaf karşılamıştı. Mektubun bir kısmı söyleydi:
‘’Lev Nikolayeviç, dünya işlerini – insan ilişkileri buna dahil, sevginin düzeltebileceği fikrinize katılmıyorum. Bunu sizin gibi karnı tok ve eğitimli kişiler söylüyor. Evini geçindirmek için çabalayan zalimlerin sömürdüğü düzen içinde yoğrulmuş aç bir adama ne söyleyebilirsiniz?

16

Sömürü düzenine karşı savaşmalıdır. Dünya kana susamıştır. İnsanlar sırf efendileriyle değil, herkesle, onlarda başlarına gelecek kötülüklerden kurtulmak için kendi yakınlarıyla bile savaşa gire-cektir. Bunları görecek kadar yaşar mısınız bilemem. Ben sana yine de güzel ölüm diliyorum..’’
§
Tolstoy bütün mektuplarında hayat yoldaşına ‘’aziz dost’’ diye hitap ederdi.
Aziz Dostum Sofya,

En büyük facia ve ayıp odur ki, manasız ve yaramaz insanlar hayatımıza karışsın ve bizi idare etsin. Ömrümüzün son yılını boşa geçirmemize neden olsun. Hayatımız boyu bizi ayıracak olaylara rağmen, daha da yakınlaşıp, birbirimizi eskisinden çok sevdik. Şimdi manasız davranışların adaletsizliktir. Gittikçe kök salan sevgi ağacımızın gölgesinde serinlediğimiz vakit, elli yılımızın son günlerinde bu saygısız davranışların her şeye mühür koydu. Biliyorum ki sana çok ağırdır, beni çok sevdiğine de şüphem yoktur. Ama beni çok üzüyorsun. Senin yerine utanıyorum. Seni en derin, en çılgın hislerle seviyorum.
§
Tolstoy, çoğu zaman öğleden sonraları at binmeye giderdi. Kızı Saşa’yı da çok kez yanına alırdı. Ormanın içinde patikalarda gelişi-güzel ilerlerken yollarını kaybederlerdi, fakat Tolstoy durmaz yoluna devam ederdi. Delir ismini verdiği yağız atı, sık ormanlık alanda bile koşmak için fırsat kollardı. Önlerine dere çıksa dahi Tolstoy Delire’yi zorlar, dere küçükse atlar, büyük dereyse yüzerek karşıya

17

geçerdi.
Tolstoy atını çok severdi. Onun kulağına ‘’Aferin kızım’’ der; yüzünü Delire’ye dayar, güzel şeyler söyler, atın yelelerini okşar-dı. Yine bir yaz günü Saşa’yla at binerken, yüksek ağaçların arasında küçük yeşil bir alana geldiklerinde Tolstoy atından indi kızı ‘’bir şey mi oldu?’’ diye sorunca ‘’Beni, tam şuraya, iki ulu ağaçın arasındaki uzun otların bulnduğu yere gömün. Bunu istiyorum.’’ Saşa, babasının gözlerine bakarak, başını salladı ve onu onayladı. Tolstoy:’’ Haydi eve dönelim.Çay demleyip, içelim’’.
Tolstoy’un en sevdiği yerdi burası. Ormanın içerisindeki bir pınara uzanan bir patika da vardı. Çoğu kez suların gölcük oluşturduğu bu yerde oturur dinlenirdi. Bazen köpeklerini de buraya getirirdi. Tolstoy için bu yer ilham kaynağıydı. Köpekler toprağı eşelerken onları seyreder,’’Yazmak da böyle bir şey. İçinden bir şey çıkacağını sanırsın, ama bu çok seyrek olur’’derdi.
Saşa ile ava çıktıklarında, uğradıkları yerdi burası. Tolstoy avlanmayı seven biriydi. Gençliğinde Kafkasya’da tavşan avına çok çıkar çılgın gibi avlanırmış. Günde elli - altmış tane tavşan öldürdüğü olurmuş.Tolstoy, dik başlı, kafa tutan, asi gençliğiyle övünen biridir. Oysa Doktoru Makovitski ya da çiftlik sorumlusu Sergeyenko gibileri Tolstoy’un anlattığı gençliğinden ürküyorlar. Onun şimdiki gibi olduğuna daha doğrusu bir aziz olduğuna inanmak istiyorlar.
Saşa’yla, Zasyeka ormanına gittiklerinde ormanın kara yeşil gölgelerine kadar girer sonunda bir kaya bulur üstüne otururlardı. Tolstoy, Saşa’ya ‘’ Sesini çıkarma. Orman ol. Buradaki şeylerin bir parçasısın artık.’’ Saatlerce kayanın üstünde oturduğu olurdu.


18

Avlanmaya ve öldürmeye meraklı olduğu zamanları geride bırakmış Tolstoy, şimdi bir kayanın üstünde saatlerce oturabiliyor.
Tolstoy’un tek destekçisi Saşa, eğer burdan giderse babasının yalnız kalacağını ve annesinin de onu yiyip bitireceğini düşünürdü hep. Saşa babasının korumasız kalacağına inanıyor. Halbuki, Tolstoy, kontrolü bırakmış değildi. Ağırlığı bu evde fazlasıyla hissediliyordu.
Sofya, becerisi olan bir kadındı, pek övünmese de iyi piyano çalabiliyordu. Belki de hayatı iyi bir yol izleseydi, usta bir piyanist olabilirdi. Piyano öğretmeni Taneyev onu yetenekli buluyordu. Ama kocasının bunu engellediğine inanırdı. Tanayev’ e karşı davranışları kaba oluyordu, rezilce davrandı, kıskançlık yaptı. Sofya, Taneyev’le sadece mesleki olarak ilgileniyordu. Çünkü müzik onun sığınağıydı. Çevresini saran bu kalabalıktan kaçtığı adasıydı.
Sofya’nın geçirdiği en iyi zamanlar Moskova’daydı. Taneyev, büyük salonda saatlerce piyano çalardı. Sonra birlikte çay içerler, konuşurlar bazen alışverişe çıkarlardı. Taneyev yiyecek bir şeyler alır eve dönerken bunları atıştırırlardı. Ama Tolstoy, Taneyev ortaya çıkana kadar Sofya’yı kıskanmamış, kiminle çaya çıktığına, yanında kimin olduğuna aldırmamıştı. Tolstoy, Taneyev’den anlaşılmaz şekilde rahatsızlık duyuyordu. Sofya’yı kıskanıyordu. Tanayev, Tolstoy’u öfkelendiriyordu.
Sofya, günlüğe şöyle yazmıştı:
‘’Lyovoçka, benim kaderimi hiç anlamadı. Kıskançlık gösterdi, dar görüşlü davrandı. Müritleri –veya sevenleri hergün buraya geliyor. Ona, İsa


19

peygambermiş gibi davranıyorlar. Lyovoçka, onların övmelerine ihtiyaç duyuyor. Ama benim içimdekile-ri bilen yok.’’
Sofya, Yasnaya Polyana’da, bu evde, olmaktan hoşlanıyor. Eğer buraları sevmeseydi elli yıldan fazla kalmazdı. Eskiden, Tolstoy’un büyük babası zamanında buraları çok daha güzelmiş. O günlerdeki ev tam Sofya’ya uygun bir evmiş. Ama Tolstoy evin yarısını ku-marda kaybetmiş, kalan yarısında yaşamak zorunda kalmış. Kutsal Kitaplarda dendiği gibi, insan kalbi kötülük doludur. Tolstoy’un bunlardan kurtulması kolay olmamış. İyi kötü neyse, günler geçmişti. Evlilikleri buydu.
§
Bazen Sofya Andreyevna, Moskova’dan ünlü fotoğrafcılar getir-tirdi.. Tolstoy’un eserlerinin yeni baskılarının ön kapaklarında kullanmak için yeni fotoğraflar isterdi. Fotoğrafçılara talimatlar verir, Tolstoy’un poz vermesini isterdi.Tolstoy bu davranışlarına ses çıkarmaz sessiz kalmayı tercih ederdi. Çekimler bitince daktilo odasına geldi. Sekreteri Biryukov ordaydı. Daktilo işini artık Biryukov yapıyordu. Saşa bu işi ona devretmişti.
Biryukov:’’Yoruldunuz Lev Nikolayeviç’’
Tolstoy:’’ Gece iyi uyuyamadım. Resim çekilirken poz vermek de hoşuma gitmiyor’’
Bu yaşta bir insan için yine de iyi dayanıyor. Hiç durmuyor, çalışıyor.
Biryukov:’’Sofya yeni baskıya seviniyor’’


20

Tolstoy:’’ Ona karşı sert olamıyorum. Yeni baskıya, avla ilgili bölüm ekleyelim diyor. Bu sinirimi bozuyor’’
Biryukov:’’İnsanların hoşuna gideceğini düşünüyor’’
Tolstoy:’’ Kötü örnek oluşturmayalım. Ben artık avlanmayı onaylamıyorum. Yazdıklarımdan avla ilgili yerler çıkarılmalı. Eskiden avlanmanın erkekçe bir uğraş olduğuna inanılıyordu. Ruslar değişiyor. Şimdi avlanmayı çok kişi onaylamıyor. Aynı şey zenginlere karşı davranışlar içinde geçerli. Eskiden köylülerin, toprak ağaları tarafından sömürüldüğü kimsenin aklına gelmezdi.’’
Biryukov:’’ Çalmadan zengin olunmaz. Mülk hırsızlıktır.’’
§
Tolstoy, kendisini ziyarete gelen genç yazarların bazılarına sert davranırdı. Sonra acaba çok mu sert davrandım diye sorar-dı. Biryukov ise normal davrandığını söyler onun üzülmesini istemezdi.
Tolstoy:’’Sanata karşı gelmedim.’’ Ona, ‘’Sanat Nedir?’’ baş-lıklı yazısı yayınlandığından beri sanat düşmanı diyorlardı. O ise, sanatı söyle tanımlıyordu. ‘’Ben sanatı, akılcı bir yaşamın olmazsa olmazı olarak görüyorum. Sanat, içimizde sakin duran, çoşkunun; çizgi, ses, söz ve bunlara katkı yapan duygularla ortaya çıkmasıdır. Sanatın insana olumlu katkı yapması gerektiğini düşünüyorum.
Gelen mektuplara baktım çoğu genç yazarlardan geliyor. Hepsi eserlerinin yayınlanmasını istiyor. Öncelikle bir yazar daha önce yapılmamış şeyi yapmalı, herkesin söylediği şeyi farklı söylemeli. Çimen yeşildi, ay parlıyordu, su akıyordu filan diye herkes


21

yazabilir.’’
Tolstoy çalışma odasına yöneldi. Biryukov’u çağırdı. Bir köylünün ona yazdığı mektuba cevaben bir mektup yazdırmaya başladı.
‘’ Şimdiki yaşantımdan hoşnut olup olmadığımı sormuşsun. Kesinlikle hoşnut değilim. Sebebi ise, çevremde bu kadar fakir varken lüks içinde yaşamaktan nefret ediyorum. Halkın gereksi-nimlerini karşılama imkanım yok gibi .Ama elimden geldiğince ve gücüm yettiğince yardımcı olmaya çalışıyorum. Ve gücümün yettiğince İsa’nın emirlerini yerine getirmeye çalışıyorum. Tanrı’yı seviyorum. Tanrı’yı sevmek iyi olanı sevmek ve ona yaklaşmaktır. İnsanları eşit ölçüde sevmektir. Benim gayem bu. Bu düşüncemi uygulamaya çalışıyorum. Umutluyum.’’
§
Tolstoy’un evine müzisyenler gelirdi. Piyanist Goldenweiser bunlardan biriydi. Kendinden geçercesine piyano çalardı. Onu dinlerken Tolstoy’un gözleri koyulaşır, sulanır, gözyaşları yanakla-rını ıslatırdı. Chopin’i dinlemeyi severdi. Ama bunun sıradan insanlar için anlaşılmaz bir müzik türü olduğunu söylerdi. Tolstoy tüm sanatlar içinde en çok müziği sevdiğini söylerdi. Müziğe farklı bakardı: ‘’Müzik, bütün sanatların üstünde ve duygulara en çok hitap eden sanat çeşididir.’’
Sofya’nın Günlük’ünden,
‘’O zamanlar Moskova’da ressam Repin yaşıyordu ve Lev Nikolayeviç onun atölyesine gitmişti. O, güzel sanatlar hakkında fikirlerini Repin’e söylüyordu. Lev Nikolayeviç’e göre, Devrimcinin yola çıkma şekli soğuktur, Zaporojye’liler ise, aslında şekil değil

22

etüddür, ona göre onda ciddi, esas fikir yoktur. Şeklin manası daha yüksek olmalıdır. Repin, Lev Nikolayeviç’in atölyeye uğramasın-dan sonra ona yazdığı mektupta güzel sanatlar hakkındaki görüş-lerine ve kendi resimleri hakkında ki eleştirilerine teşekkürünü bildirmişti. Repin, 14 Ekim 1880 de yazdığı mektupta: Sizin her sözünüz hakkında düşünürken, sanatkarın asıl yolu bana daha aydınlık görünüyor. Siz bana büyük bir manevi destek verdiniz.
Ben öyle görüyorum ki, sanatla yakından ilgilenen Lev Nikolayeviç -ressamı, müzisyeni, yazarı, güzel sanatlarla ilgilenen kişileri, bir sözle güçlendirir, onların enerjisini artırır ve en güzel duygularını harekete geçirmeyi başarırdı.
Repin’de de o zaman böyle oldu. Lev Nikolayeviç, Çaykovski’nin bir kvartetini (dört ses için yazılmış müzik eseri, vokal) dinledi-ğinde müzisyenden mektup almıştı. Aynı hissi bir zaman bize keman çalmaya gelen Nakornov, daha sonra ise diğer müzisyenler yaşamıştı.
Lev Nikolayeviç’in düşünceleri ve şefkatinden sonra enerji ve en güzel manevi kuvvetlerinin açıldığını N.N. Strakov da, Lev Nikolayeviç tarafından tenkit makalesi övülen Bakunin de yazmıştır.’’
§
İnsanın, doğanın içindeki yaşamını bozan, huzurunu kaçıran Moskova Otomobil yarışları başladığında Tula’ya yeni bir zaman gelmiş gibi oldu. Kırsal yaşamdaki huzuru arkalarından kapkara dumanlar çıkaran bu gürültülü makinalar bozuyordu.
Tolstoy, doktoru Makovitski ve sekreteri Biryukov Kiev yolunda

23

yürürken otomobiller yanlarından hızla geçiyordu. Sürücülerin çoğu Tolstoy’u tanıyordu. Genç adamlar Tolstoy’a seslenip şapka-larını sallıyor, içten selam veriyordu. Bastonuna dayanarak yürüyen beyaz sakallı bir adamı tanımamak mümkün değildi. Şöhreti Moskova’yı aşmış bu adamın üstüne yapışan şöhretle de mücadelesi vardı.. Şöhretperest değildi. Sahip olduğu ünle iktidarını göstermek istemiyor, şöhreti hoş görmüyordu.
Uzun beyaz sakalları, ağaç gibi olmuş kalın kaşlarıyla Tolstoy’u herkes tanıyordu. Onun duruşu, oturuşu, her bir hareketi farklıydı, tükenmez bir enerjisi olduğunu gösteriyordu. Kışın, buz gibi soğuk suyla yıkanırdı. Saatlerce bağda – bahçede ekip biçmeyle uğraşırdı
. Yürüyerek gezinti yapardı. Onun parlak ve iri gözleri, görenleri hayrete düşürür bu ince vücutta olan manevi kuvveti aksettirirdi.
Otomobillerden biri yanlarında gürültüyle durdu. Lev Nikolayeviç ürkmesine karşın bir şey demedi. Sürücü bizi arabasına bakmamız için davet etti. Tolstoy, meraklı olduğundan hemen kabul etti. Otomobilin motoruna bakarken eliyle de yokluyordu.
’’ Yarışta başarılar diliyorum’’
Sürücü:’’ Sizinle tanışmış olmaktan onur duydum. Sizin hakkınızda gazetelerde yazılanları okudum’’
Tolstoy gülümsedi. ’’Makine çağına girdik’’
Makovitski:’’ Felaket değil mi?’’
Biryukov, her zamanki gibi sessizdi. Yüzünde mutluluk hali vardı.

24

Tolstoy: ‘’Sanırım uçakları göremiyeceğim. Ömrüm buna yet-meyecek.’’ Çocukları göstererek ‘’Ama onlar mutlaka görecek. Ben çocukların toprağı işlediklerini görmeyi tercih ederdim.’’
Makovitski’nin gözlerinin içine bakarak, ‘’Ülkemizde, aç kalan insanlar varken; şu, pahalı arabalara bak!’’
Makovitski: ‘’Devrimin olması lazım’’
Tolstoy:’’Devrimler, getirdiğinden fazlasını götürebilir. Fakirler, daha kötü duruma düşebilir. Hem şiddet kullanılarak yapılan devrimler, karışıklığa neden olabilir.’’ Tolstoy, böyle diyordu ama kapısına gelen devrimcilerin görüntüsü bunu yalanlıyordu.
§
Tolstoy, evli olan kızı Tanya’yı ziyaret etmek istiyordu. Tanya, Koçeti’de oturuyordu. Koçeti Tuba eyaletinde bir yerdi. Doktoru Makovitski ile sabah erkenden atlı arabayla istasyona gittiler. Genç sekreteri Biryukov, bir grup Tolstoycuyla birlikte onları Zasyeka istasyonunda karşıladı; çiftlikte çalışanlar, Sergeyengo ve başkaları. Beklerken bir fotoğrafçı makinesini çalıştırmaya başladı. Tolstoy hiç umursamıyordu.
Tren yarım saat sonra geldi. Üçümcü mevki vagonunda bulunan öğrenciler çıkıp ‘’Tolstoy! Tolstoy! ‘’ diye bağırmaya başladılar. Tolstoy genelde üçüncü mevki vagonunda yolculuk etmeyi sever. Ama orası bugün doluydu. Kondüktor bunları ikinci mevkiye götürdü. Birkaç durak sonra üçüncü mevki açıldı da rahatladılar. Bulgakov bir kasa bulup pencere kenarına koydu. Tolstoy,üstüne oturdu. Dışarıyı seyrederken devamlı şarkı mırıldanıyordu.


25

Dr. Makovitski, yolda okumak için birkaç gazete almıştı. Birinde Tolstoy’dan bir alıntı vardı. Bulgakov çok beğenmiş yüksek sesle okudu. Halasının etkisini yazıyordu.
‘’... daha çocukken bana aşkın manevi hazzını gösterdi. Sevmekten mutlu oluyor ve bunu hissediyordum. Birde bana sakin bir yaşamın güzelliğini öğretti. Her türlü maddi kaygıdan uzak, çevreyle dost geçinebilme…’’
Kondüktor her durulan istasyonda Tolstoy’un trende olduğunu duyuruyordu. Duyanlardan birçoğu pencereye yanaşıp içeri bakıyordu.. Duraklardan birinde Tolstoy, doktoru ile aşağıya indi. Yürümek iyi geliyor, tutulan ayaklarını açıyordu.
Adamın biri koşup:‘’Tolstoy’’ dedi ‘’Pek değil’’ diye yanıtladı
Adam:’’ Pek değil mi?’’
Tolstoy: Pek değil ‘’diye tekrar etti.
Akşama doğru tren Koçeti istasyonu Blagodatnoye ulaştı. Peronda durmuş elini sallayan Tanya, çok güzel giyinmişti. Tolstoy, kızını görünce sevindi. Kuçaklaştılar, gözlerinden yaşlar boşandı.
Lev Nikolayeviç burasını çok seviyordu. Yeşil tarlalardan, ba-kımlı çiftliklerden ibaret olan, kadınların giydiği renkli elbiselerle göze hitap eden, huzur veren güzel bir yerdi. Tolstoy’un mutluluğu her halinden belli oluyordu. Günlük çekişmelerden, rahatsız eden insanlardan uzak, her saniyesi sevilecek bir yerdi. Akşam yemeğinden önce dinlendiler. Yemekte Tolstoy çok konuşuyordu, yemekten çok, konuşmayı tercih etmişti. Çoşkuluydu.Yemekten sonra

26

dışarı çıkıp dolaşmak istediğini söyledi. Yatmadan önce temiz hava iyi gelecekti.
Tanya:’’ Ben de seninle geleceğim’’Babasının koluna girdi Tolstoy.’’Yalnız gitmek istiyorum
Tanya kızdı, kolunu bıraktı. Tolstoy:’’Seni korkutan ne kızım?
Tanya:’’ Ayağın kayar düşersin. Bir yerin kırılır. Tolstoy:’’Kurtlar saldırır!’’
Tanya yüzünü buruşturdu.
Tolstoy:’’ Benim için kaygılanma. Yeterince ömür sürdüm.
Dert etme! Bir şey olmaz.
Bastonuna tutunarak ormana yürüdü. İki saat geçtiği halde Tolstoy dönmedi. Tanya, huzursuz olmaya başladı. Bir şeylerin ters gitmiş olabileceğinden kuşkulanıyordu. Evde çalışanlar aramaya çıktı. Tanya tedirgindi.’’Başına bir şey gelmiş olmasın?’’ dedi’’ Ağlamaya başladı. Uşaklar etrafa dağılmışlar’’Tolstoy! Tolstoy! Diye bağırıyorlar. Doktoru Makovitski onun nereye gidebileceğini biliyordu. En olası yer, sıra çamların arkasındaki çayırlıktı. Makovitski onu yarım saat sonra buldu. Yıkılmış bir ağaç gövdesi-ne oturmuş türkü söylüyordu.
Makovitski: ‘’Evde herkes sizi merak etti. Tanya öldüğünüzü sandı’
Tolstoy:’’ O kadar şanslı değilim’’

27

Makovitski:’’ Evdekiler telaş yapınca, ben de çıktım’’ Tolstoy: ‘’Dert etme. Hayatımızı önemsememeliyiz’’ Makovitski:’’Senin hayatının önemi var’’
Tolstoy:’’ Benim önemim yok. Önemli olan soluduğumuz hava. Bu gece keyif yapıyorum.
Makovitski:’’ Sorun oluşturuyorsun’’
Tolstoy:’’Evet. Bundan hoşlanırım. Bir kendini beğenmişlik.’’ Makovitski koluna girdi. Eve geldiklerinde Tanya babasını azar-
ladı. Tolstoy Makovitski’ye bir göz attı. ‘’Tamam. Tamam’’ dedi. İçeri girdi.
Başka bir gün Tolstoy, Makovitski’yi ormana götürdü. Koca bir kestane ağıcının altında durdular. Tolstoy ağacı göstererek ‘’ Çok harika değil mi? Bunlar bana olağanüstü geliyor. Kuşların ötüşü; güzel bir şarkı!’’
Tolstoy’un ilgisini çeken bulundukları Koçeti bölgesinin coğra-fi konumuydu. Burası yüksek bir yerdi. Her taraf görülebiliyordu. Ormanda yürürken, Tolstoy, Borodino’daki savaş alanını ziyareti-ni anlatmaya başladı. Doktor Makovitski koluna girmişti. Tolstoy bastonunu kullanmıyordu. Çenesi düşmüştü. Borodino’daki savaşın sahnelerini yaşamış gibi anlatıyordu.
Öğleden sonra kitaplığa geçtiler. Evin serin yeriydi. Rafları ciltli kitaplar dolduruyordu. İngilizce, Almanca, Fransızca,Rusca kitaplar vardı. Tolstoy, Fransız klasiklerinden birkaçını aldı. Kitapları okşar gibiydi. Rousseau’nın eserini tercih etti. Kanepeye oturup

28

çay saatine kadar okudu.
Dr. Markovitski, ‘’ Çok kitap var. İnsan hangisini okuyacağına karar veremiyor.’’ Yan odada Bulgakov ve Tanya çay içiyordu.
Birkaç gün sonra Çertkov geldi. Çertkov’un ziyerete gelmesi Tolstoy’u çok sevindirdi. Bu sevinci de belli oluyordu. Çertkov’u merdivenlerde karşıladı. İkisi de, muhabbetle kucaklaştılar. Tolstoy’un yüzü gözyaşlarıyla ıslandı. Duyguları yoğun olan bir adamdı o. Ama Tolstoy’un keyfi uzun sürmedi. Karısı Sofya Andreyevna ile sıkıcı oğlu Andrey çıka geldi.
Çertkov, Rusya’da olması hayal bile edilemeyen bir şeyi İngiltere’de yapmıştı. Tolstoy adına birçok konuşma yapmıştı. İngiltere’de liman işçileri ‘’ Tolstoy grubu’’ kurmuştu. Çertkov iş-çilere konuşmalar yapmış biriydi. Çertkov’un sevdiği, Tolstoy’un kendisinden çok ortaya koyduğu fikirleriydi. -Tolstoycu sağlamlık, adalet isteği ve gerçek – Tolstoy’un yazdıkları bu kavramların içini dolduruyor, anlaşılmasını kolaylaştırıyordu.
Yıllar sonra İngiliz Time gazetesinde bir makale bile kaleme alındı. Makalede, İngiliz okuyucuların çoğu – Savaş ve Barış – romanını okuyor. Gazete abonelerinden birinin bu eseri son yılda beş defa okuduğunu yazıyordu.
Çertkov, ruhunun huzursuz olduğu, denkesini bulmaya çalıştığı bir zamanda Tolstoy’u tanımıştı.. Lüks hayatını sefillik olarak gördüğü bir zamandı bu.Dünyadaki adaletsizliğe katkıda bulunduğunu hissediyordu. Buna aldırmaz tutumu Çertkov’u rahatsız ediyordu. Askeri bir hastaneye tayin edildiğinde gerçeği görmüştü. Onu uyaran, sadece hastalar değil; siyasi tutuklular, savaş karşıtları,


29

devrimciler, devletin uyguladığı şiddete karşı duran Hıristiyanlar, Çar’ı sevmeyenler ve bunu söyleye bilen cesur adamlardı. Çerkov, askerlikten istifa edip annesine ait bir çiftliğe gidip yalnız yaşamaya başladı. Sıkılıyordu. Kasvetli günleriydi. Bazen soluk alamıyor, terliyor, nabzı yükseliyordu. Yine de hayata tutunuyor, dua ederken rahatlıyor az da olsa huzur buluyordu. Ona, hayatta, ölümde ürkütücü geliyordu.
Çertkov, benimsediği yeni ilkelerine uyarak yaşamak istiyordu. Ama çevresi öncelikle annesi bunu kabullenemiyordu. Arkadaşları ve akrabaları ona sırt çevrdiler. İnsanın yaşantısını değiştirmesi kolay değil. İnsanların beklentisi oluyor. Bu beklentilerden kurtulup yeni bir yol çizmek kolay değil. Çertkov zengindi. Annesiyle Moskovada lüks bir kafeye çay içmeye gittiklerinde, mekanın lüks oluşu onu rahatsız etmişti. Annesi bunu fark etmiş ‘’Beni utandırı-yorsun’’ demişti.
Çerkov: ‘’ Paramı harcamayı ret ettiğim için mi?’’ diye cevap verdi. Annesi Çertkov’un bir mirasyedi olarak yaşamasını, gününü gün etmesini istiyordu. Çertkov’un Tolstoy’a olan ilgisini ‘’Aykırılık’’ olarak nitelendiriyordu. Çertkov, Tolstoy’un en yakın dostu, sırlarını paylaştığı kişi olmuştu. Ve onu çok iyi gözlüyordu. Günlüğüne söyle yazmıştı.’’ Lev Nikolayeviç, herkesle iyi geçinerek hayatını geçirmek zorundaydı. Bir yandan yoksulluğu ve Tanrı’nın sözüne uyulması gerektiğini anlatıyor. Öte yandan lüks bir hayatın içinde. Lev Nikolyeviç, karısını terk etmek istediğini, çiftlik hayatından vazgeçmek istediğini sıkça söylüyordu. Çelişkili hayatı ona acı veriyordu. Ne yapar bilemem ama bir şey yapmalıydı.’’
Tolstoy hastalandığı, ruhsal bunalımla bedeninin sarsıldığı bir dönemde ki bu bir yaz mevsimiydi, günlüğüne şunları yazmış:

30

‘’ Eğer başka birinin ağzından kendimi anlatsam – zengin, köylüleri sömüren, Hıristiyan geçinen, çocuklara harçlık dağıtan ve karısının arkasına saklanan iğrenç bir adam - derdim. Aslında ihtiyacım olan; övgülerden uzak yaşayabilmek. Sessiz kalmakla doğru mu yapıyorum. Buralardan gitsem, ortadan kaybolsam iyi olur mu diye düşünüyorum. Kaçmak istememin tek nedeni zehirlenmiş bir yaşamdan kurtulmak. Ve bunu kendim için yapmış olacağım. Tanrım yardım et bana! Gitmek istiyorum. Kesin karar veremesem de bu fikrimden vazgeçemiyorum.
Şu bir gerçek ki burada yaşayan insanlar yokluk içinde yaşarken benim varlık içinde yaşamam adaletsizlik.’’
Tolstoy’un, sosyal hayatı tenkit yönü güçlü.İnsanların ıstırapla-rı, yollarındaki zorluklarını görüyor ve bunu içinde hissedebiliyor.
Tolstoy, hangi yöne gideceğine karar veremiyordu. Ama en çok özveri gerektiren karara öncelik vermiş, Sofya Andreyevna’nın yanında kalmaya razı olmuştu. Sofya Andreyevna’nın huysuzlukları-na, hakaretlerine, yaklaşık elli yıldır katlanıyordu.
§
Sofya Andreyevna, oğlu Andrey’le Moskova’dan dönüşünde Tolstoy’un Koçeti’ ye gittiğini öğrenince çılgına dönmüş hemen göle koşup hayatına son vermek istemişti. Andrey ve hizmetçiler yetişip kurtarmışlardı. Kıyıya yatırıp kendine gelmesini beklediler. Sofya, ayılınca Koçeti’ye gitmek istediğini, kocasını alıp getireceğini söyledi. Bir sürücü çağırdı. Andrey’le yola çıkacaktı. Tolstoy’un vasiyetini yeniden yazmasını engellemek istiyordu.
Andrey:’’Babam  müridlerim  dediği  insanların  etkisinden

31

kurtulamıyor.Bugünlerde iyi düşünemiyor.’’
Sofya, yol hazırlığı yapmak üzere eve geldi.Hemen Günlüğüne olanları yazdı. Akşam sonrası tren hareket edecekti.
Sofya, eğer Tolstoy malını mülkünü halka bağışlarsa yoksul kalacaklarını, zenginlikten yoksulluğu düşmenin çok acı bir şey olacağını düşünüyor, ağlıyordu. Öğleden sonra vardılar. Kapıda Çertkov karşıladı. ‘’Hoş geldiniz’’ dedi. Çertkov, Sofya’nın hiç sevmediği biriydi. Eve adımını atar atmaz, Tolstoy ile Çertkov fısılda-şarak alay ettiler. Tanya öğle yemeği için masayı hazırlatmışı.
Öğle yemeğiydi. Garsonlar sandalyelerin arkasında hazır bek-liyorlardı. Andrey yemek yemekten çok konuşmayı tercih ediyor, devletin toprak sahiplerinden para sızdırmak için getirdiği yeni vergiler hakkında bir şeyler anlatıyordu. Sofya,’’Sonuçta bu paraları devlete ödüyorlar’’ diye alçak sesle söyledi. Sofya’yı üzen, çiftliğin gelirinin her yıl azalmasıydı. Nedeni ise, Tolstoy’un cömert olup her şeyi dağıtması ve her bulduklarına aç gözlülükle saldıran hiz-metçilerdi. Birde eserlerin telif haklarının halka dağıtılması onun üzüntüsünü artırıyor, adeta delirtiyordu.
Yemekten sonra Çertkov ile atlara binip ağaçlıkların içinde gezintiye; Koçeti’den uzakta bir parka gittiler. Sofya, onları şehvet düşkünleri, ağaçların altında, çalılıklar içinde oynaşıyorlar gibi düşünüyordu. Bunu Tanya’ya söyledi.
Tanya:’’Saçmalıyorsun anne. Yağmur yağmaya başlamıştı.
Sofya:’’Baban ıslanıp hasta olabilir. Yaşlı bir adam üşütebilir.


32

Tanya:’’ Çertkov yayında. Sığınacak bir kulübe bulurlar.
Geç saatte döndüler. Gece yarısına doğru Sofya’nın odasına geldi. Sofya, masada birkaç mum ışığında İncil okuyordu.
Sofya:’’ İyi geceler sevgilim. Uyuyamadın mı? Eğilip Sofya’yı öptü.
Sofya:’’Yatağa otur’’ dedi
Ona yer açmak için yana çekildi.
Tolstoy:’’ Seninle hayatımız çekilmez oldu.
Sofya:’’ Saçmalama. Evliliklerde böyle şeyler olur. Ben seni seviyorum.
Tolstoy:’’ Seninle hiçbir konuda anlaşamıyoruz. Ne toprak konusunda ne de dini konularda’’
Sofya:’’ Biz karı kocayız. Bu konularda ayrı düşünebiliriz.’’
Tolstoy:’’Benim sürdüğüm hayat benim ve arkadaşlarım için yüz karası’’
Sofya:’’Söylediklerine kendinde inanmıyorsun. Bunlar Çertkov’un lafları.Beni seviyor musun?’’
Tolstoy:’’ Hep sevdim.’’
Sofya:’’ Gel sevgilim.’’ Elini tuttu. ’’ Saçma şeylerle kafanı dol-duruyorsun. Bundan ruhun da rahatsız oluyor. Senin esas görevin aileni düşünmek. Bu öncelikli sorumluluktur. Sen kendinden başka bir şey düşünmüyorsun.’’

33

Tolstoy, ağlamaya başladı. Sarsıla sarsıla ağladı. Kontrolün kaybetmiş gibiydi. Sofya’da ağlamaya başladı. Birbirlerinin omuzuna yaslanıp ağladılar.
Bir süre sonra Tolstoy başını kaldırdı. Sofya’ya baktı. ‘’Olmayacak’’ dedi ve odadan çıktı.
§
Sofya, ailesinin samimi hayatında büyümüştü. Çok şeyi annesinden öğrenmişti. Tolstoy ise genç karısına karşı ihtiraslıydı. Bir gece Tolstoy uykusunda kötü bir rüya görür. Seviştiği Sofya değil, gelinciktir. Bunu Sofya’ya anlatınca Sofya çok korkar. Hayatlarının ilk yirmi yılı Tolstoy ve Sofya birbirlerini deli gibi severler. Sofya, kocasına her konuda yardımcı oluyordu. Tolstoy evliliklerinin ilk yirmi yılında Anna Karenina’yı bitirir. Sonra ruhi bunalıma girer. İntihara yönelir. Kiliseyle kavga eder. Sofya bezmişti. Çiftler arasında kavgalar olmaya başladı. Evin bütün zahmeti Sofya’nın üs-tündeydi. Kırk dört yaşında Sofya, sonuncu çocuğu Vanya’yı dünyaya getirdi. Vanya, fazla yaşamadı. Bu Sofya’yı çok üzdü. Onun ölümünü kabullenemiyordu. Vanya’nın, ölümünden sonra, Sofya pahalı elbiseler almaya ve Moskova’ya konserlere gitmeye başladı. Ve aile dostu bestekar ve piyanist Taneyev’e aşık bile olmuştu.
§
Saşa, Kırım’a çok sevdiği arkadaşı Varvara’nın yanına gitmişti. Tatil iyi gelmişti. Mutluydu. Saşa’da babasını merak ettiği için uzun süre kalmamıştı. Babasına düşkündü. Onu çok özlüyordu. Çiftliğe döndüğünde babası Çertkov’la buluştuğu Koçeti’den döneli beş gün olmuştu. Saşa babasının yıllar geçtikçe daha çekilmez olan


34

annesiyle baş edemeyeceğine inanıyordu. Bu yüzden babasının yanında olmalıydı. Eve dönüşüne sevindi. Kapıdan girdiğinde babasıyla kucaklaştılar. Tolstoy, kızını uzun uzun kucakladı ve ağladı. Eskiden böyle kolay ağlamazdı..
Tolstoy, Yasyana Polyana’da sıkılıyordu. Birkaç hafta sonra Çertkov’un evine gitmeyi düşünüyordu. Oraya gidip ata binme-yi, ormanda dolaşmayı seviyordu. Ama Sofya buna şiddetle karşı koyuyor engellemeye çalışıyordu. Sofya, bu evde dışlandığını, kimsenin onu dinlemediğini, perişan bir halde olduğunu söylüyor. Bir gün yine böyle, ağlamaklı; Saşa’ya, dert yanarken; Tolstoy, kapıda belirdi. Sinirlenmişti. ‘’ Senden kimse bir şey yapmanı istemiyor.’’
Sofya.’’ Benden nefret ediyorsun, söylesene, kızının önünde söyle, gerçeği söyle’’ diyerek tiz bir sesle bağırdı.
Tolstoy.’’Yeter artık Sofya. Git buradan’’
Sofya:’’ Buradan gitmem hoşuna giderdi. Benden kurtulmak istiyorsun.
Tolstoy:’’ Benim hakkımda kötü düşünüyor, beni anlamıyorsun.
Sofya:’’ Senin hakkında ne düşüneceğimi biliyorum. Ama sen ve arkadaşların beni anlamak istemiyorsunuz’’
Tolstoy öfkeliydi. ‘’Deli kadın’’ dedi ve odadan çıktı.
Birkaç gün sonra yaşanan bir olay. Tolstoy ile Sofya arasındaki farkı açıkça ortaya koyuyordu.
Bir sene önce Sofya, arazilerin korunması için genç bir Çerkez’i işe almıştı. Yerlerin ve ailenin korunması gerekliydi.. Tolstoy’un

35

cömertliğini bilen herkes – devrimciler, öğrenciler, papazlar, dilen-ciler, dolandırıcılar – çiftliğe üşüşüyordu. Bu Çerkez ise araziden bir çiçek bile koparılmasına izin vermiyordu. Bu yüzden Tolstoy Çerkez’den hoşlanmıyordu. Çerkez, yörenin köylülerinden birini, ormandan fidan çaldı diye yakalayınca sorun çıktı. Çalanın ellerini arkadan bağlayıp eve getirdi. Sofya, köylüyü azarlayıp bir daha yakalarsa araziden kovulacağını söyledi. O sırada Tolstoy geldi. Olayı görünce ‘’Neden böyle davranıyorsun?’’
Sofya:’’ O bir köylü canım.’’
Tolstoy:’’ Köylü olduysa ne olmuş? O iyi bir insan, birbirimizi yıllardır tanıyoruz’’
Sofya adamın hırsızlık yaparken yakalandığını söyleyerek itiraz etti. Ve sesini yükselterek.’’ Herkes kolayca çalabileceğini zannederse Yasnaya Polyana’da hırsızlık bitmez. Senden ne beklenir ki, elimizde olan ne varsa dağıtmak istiyorsun. Torunlarının yoksul olabileceğini düşünmüyorsun. Sen hiç yokluk çekmediğin için anlayamazsın.’
Tolstoy.’’ Neye ihtiyacı varsa rahatlıkla alabilir.’ Çerkez’e döndü.
Titreyen elini salladı. ‘’ Bu adamın da işine hemen son ver’’
Tolstoy, daha sonra çalışma odasına çıktı. Saşa’da yanına gitti. Sıkıntılıydı. Yüzü allak- bullaktı, gözleri içine çekilmiş gibiydi. Saşa, ensesini, omuzlarını ovdu. O gün öğle yemeğine inmedi..
Sofya:’’Hem kendine eziyet ediyor hem bana’’ dedi. Gelen günlerde de saatlerce odasından çıkmadığı oluyordu. Bir gün Zasyeka ormanına yürüyüşe çıktı. Döndüğünde yorgun görünüyordu, ter içindeydi. Saşa onu yatağına yatırdı ve Dr. Makovitski ‘yi çağırdı.

36

Dr. Makovitski:’’Nabzı zayıf atıyor’’ dedi. Sesinde karamsarlık vardı. Tolstoy, derin bir uykuya daldı, ağzı açıktı. Ağzından sesli sesli soluk alıyordu. Arkada duran Sofya yavaşça ağlamaya başladı. Saşa: ‘’Ağlama anne, babam uyanacak’’ dediyse de Sofya sessizce ağlama-sına devam etti. Bir saati geçmişti ki, Tolstoy uyandı. Uyanır uyanmaz Çertkov’u görmek istedi. Saşa, babasının elini tutarak ‘’Burda yok. Meşçerskoye’de. Seni ona götürürüm’’
Çertkov’u kesin görmeliydi. Sofya gelmeyeceğini söyledi. Tolstoy’un dostu Çertkov’la huzur içinde vakit geçireceğini biliyordu. Ertesi gün erkenden at sırtında yola çıktılar. Tula istasyonuna gittiler.Beş kişiydiler. Tolstoy,Saşa Markovitski, Bulgakov ve bir uşak.
Tıka basa dolu üçüncü mevki kompartımanında yolculuk ettiler. Akşama doğru Meşçerskoye vardılar.
Süslü olmayan sıradan bir evdi. Hatta pisti. Tolstoy’un müritleri evi doldurmuştu. Çertkov’un entelektüel çevrelerden topladığı insanlar; hayalperestler, serseriler ve sahtekarlar. Ne olursa olsun Tolstoy bunların yanında mutluydu. Bunlarla olmaktan hoşlanı-yordu. Sorulara cevap veriyor, gevezelik ediyor, akıl veriyor, eleş-tiriyor, bilgi alış verişinde bulunuyordu. Tolstoy için bilgi, bitkiye vuran güneş gibidir.Onun ışıkları insanın içini aydınlatıyor..
Akşam yemeğine geçte olsa oturdular. Çertkov’un adeti üzere hizmetkarlar dahil masaya hep beraber oturdular. Yemek sırasında Tolstoy’a ne okuyalım diye sordular.
‘’Son dönemlerde yazılmış olanları bir kenara bırakın. ‘’ Çertkov:’’Ne önerirsiniz?’’
37

‘’Gogol, Rousseau, Diekens’’
Bu arada hizmetçi kız masada oturmaktan sıkıldı, bir köşeye çekildi. Tolstoy ona yemek götürdü.
Tolstoy ansiklopedileri karıştırmayı, oradan bilgiler toplama-yı ve bunları yeri geldiğinde kullanmayı çok sever.’’ Önemli olan doğru bilgiye ulaşmak. Doğru bilgiyle karşınızdakini susturabilir, yeni bilgilerle bir grubun dikkatini çekebilirsin’’ derdi. Buna uyarak, birkaç lokma yedikten sonra konuşmaya başladı. ‘’ Japonlar geçenlerde bir adayı ele geçirdiler. Ada yamyamlarla dolu! İnsan eti yiyorlar’’’
Dr.Makovitski:’’ Yamyamlık kötü’’ Tolstoy gülümsedi: ’’ Bir arkadaşım yamyamlığın bir uygarlık olduğunu söylüyor. Yamyamlar sadece vahşileri yediklerini iddia ederler. Sanıyorum. Bu zamanda çok insan bu tanımın içine girer.’’
Burada bir hafta kalacaktılar ama Tolstoy Meşçerskoye’de hu-zurluydu, çok eğleniyordu. Ziyareti uzattılar. Yeni hikayeler yazmaya başladı. Birkaç gün içinde iki tane yazıp bitirdi. Çertkov’un Tolstoy’un eserlerini topladığı ‘’Hayat Üzerine Düşünceler’ ine önsöz bile yazdı. Önsözde ‘’ İnsan kendine saldıran, her türlü fenalığı yapan yağmacı hakkında şöylece – o beni incitti, hakaret etti, bütün malımı, eşyamı gasp etti; bu onun işidir, benim işim ise Tanrı’yı ve insanları sevmektir- diye düşünürse böyle bir adamın hayatı daima sevinçli, güler yüzlü olur.’’ Çertkov ‘’ Tanrı Bilinci’ni kastediyorsun’’ diyerek küstahlık etmişti.
Birgün, Saşa, babası ve Çertkov’la ata binerek bir tımarhane-yi ziyarete gittiler. Tolstoy; Delilerin Tanrı’ya normal insanlardan


38

daha yakın olduğunu söylüyor.’’Deliler, acınası insanlar değil. Doktorlar deliliğe tarafsız bir gözle bakar’’ diyordu.
Yaşlıca bir hastaya yanaşıp, Tanrı’ya inanıp inanmadığını sordu. Adam:’’ Ben Tanrı’nın bir zerresiyim’’ Sonra bir kadına aynı soruyu yineledi. Kadın:’’ Ben inanmıyorum. Ben bilime inanırım. Tanrı ile bilim bir arada olamaz.
O gün akşama doğru, bölgenin öksüzler yurdundan bir grup çocuk geldi. Tolstoy’a çiçek getirmişlerdi. Bir süre çocuklarla sohbet etti.O günün akşamı yemekten sonra bir telgraf geldi. ‘’Sofya Andreyevna’nın sinirleri bozuldu. Lütfen gelin.’’ Saşa::’’ Annem numara yapıyor baba, gitmemelisin’’
Tolstoy, karısının hasta olduğunda israr ediyordu.’’ Kendi başına yapamıyor. Gitmem lazım’’
Tolstoy, yaşlı bir adamdı artık. Sırtındaki yük ağırlaşıyordu.
§
Sofya, Tolstoy’un Meşçerskoye’ye gitmesini istemişti. Sevdiği insana, göreceği ve bu tatilin ona iyi geleceğini düşünmüştü Evet iyi geldi. Bir hafta kalacaktı. Ama ziyareti uzadı. Ne zaman geleceği belli değildi. Sofya bundan çok sıkılıyordu. Uykusuzluk çekiyor, kalp atışları hızlanıyor, baş ağrıları artıyordu. Sofya bazen köydeki kiliseye gidiyordu. ‘’ Din tesellidir’’ diyor Tanrı’nın kendisini rahatlatması için dua ediyordu. Rahatlıyordu da. Yoksa elli yıldır Tolstoy’la evli kalamazdı. Çünkü, çok insan, o zorluğa katlanamazdı.
Tolstoy, bir hafta sonra döndü. Bu Sofya’nın beklediğinden


39

çok geç bir zamandı. Sofya,artık kendisinin önemsenmediği-ne inanıyordu. Bu geçikmek ‘’ Senin hastalığına inanmıyorum. O kadar hasta değilsin’’ demek gibiydi. Tolstoy yatağın kenarına oturdu. Sofya:’’ Seni öldürmek geliyor içimden’’. Tolstoy elini Sofya’nın alnına koydu.’’Sevgili Sofya! Senin için çok endişelen-dim.Hastalandığını bildiren, gelmemizi istediğin, o telgraf, bizi tedirgin etti’’
Sofya.’’ Beni öldürmek mi istiyorsun?’’
Tolstoy:’’Saçma bu Sofya.Nereden aklına geliyor böyle düşünceler? Beni huzursuz ediyorsun’’
Sofya:’’Beni hala seviyor musun?
Tolstoy:’’Evet’’ Sonra Tolstoy yatağa uzandı. Başını Sofya’nın omuzuna dayadı. İkiside uykuya daldı.
Ertesi sabah uyandıklarında; Sofya, Çertkov hakkında konuşmaya başladı.
Sofya:’’ Yaptığın şey yanlış sevgilim’’ Tolstoy:’’ Yanlış olan ne?
Sofya:’’ O adam senin aklını almış. Herkes seninle alay ediyor.
Uşaklar bile’’
Tolstoy:’’ Başkalarının benim hakkımda söyledikleri önemli değil. Eğleniyorlarsa bırak gülsünler’’
Sofya:’’Ben önemsiyorum.
Tolstoy yatakta doğruldu. Yorganı tekmeleyerek açtı. ‘’Sevdiğim

40

bir arkadaşım o. Ortak yanlarımız çok’’
Sofya:’’ Ortak yanlarmış! Hiç sanmıyorum. Yalakanın teki o, hatta sapığın biri! Seni kullanıyor. Böyle bir adamın kocamı küçük düşürmesini istemiyorum.’’
Tolstoy kalktı, kapıyı çarparak odadan çıktı. Sofya bu harekete çok kızdı. Kocasının kendisini dinlemesini, değer vermesini istiyordu. Kitaplığa indi. Afyon şişesini aldı. Ölmek istiyordu. Dizlerinin üzerine çöktü. Cesaretini toplamaya çalışıyordu. O sırada Saşa geldi. Annesinin elinden şişeyi almaya çalıştı. Şişe yere düştü. Her tarafı afyon kokusu sardı. Sofya, titremeye başladı. Hizmetçiler gelip onu yatağına götürdüler. Tolstoy geldi. Sofya:’’ Beni seviyor mu-sun?’’ Tolstoy:’’Evet’’
Sofya, kendine olan güvenini kaybetmiş gibiydi. Kocasından ilgi bekliyordu. Seni seviyorum sorusuna evet denmesi bile ona yeterli gelmiyor, kocasının onu itici bulduğuna inanıyordu.
Sofya:’’ Beni seviyorsan, günlüğünü göster bana. Benim hakkımda yazdıklarını okumak istiyorum’’
Tolstoy:’’ Senle ilgili bir şey yazdığını nerden çıkarıyorsun?
Benim gizlim saklım yok’’
Günlüğü bir uşak getirdi. Sofya günlüğü açınca gözüne ilişen şu cümle oldu. ‘’Sofya ile bilinçli bir şekilde sevgiyle mücadele etmeliyim’’
Kapının önünde duran Tolstoy’a baktı. Gözlerini açarak.’’Evet sevgilim! Neden benimle mücadele etmek istiyorsun. Böyle bir davranışı gerektirecek ne yaptım?’’


41

‘’Yazdıklarımda seni rencide edecek bir şey göremiyorum’’
‘’Diğer günlükleri de göreyim’’ Son on yıla ait günlüklerini dahil, okumak istiyorum’’
‘’Mümkün değil ‘’Nerdeler ? Burda mı? ‘’Hayır
‘’ Çertkov’ dalar o zaman ‘’Lütfen Sofya…
‘’ İğrenç. Benimle ilgili yazdıklarını okuyor. Oysa ben yıllarca dürüst bir eş oldum. Seni seven bir eş.’’
‘’Gerçeği söylemeye çekinmiyorum. Günlükler Çertkov’da, saklaması için verdim.’’
‘’Bana yaptığın en kötü şey bu’’
Sofya kötü olmuştu. Kusacak gibi oldu. Yatak odasından çıktı, merdivenleri hızla indi, yağmurun altına koştu. Bir saat kadar dışarda dolaştı. Kimse onu aramaya gelmedi. Aramaya gelmemeleri moralini bozdu. Sırılsıklam olduğu halde eve geldi. Ürperiyordu. Yatağına girdi. Aşağıdan sesler geliyordu. Tolstoy, Doktor Makovitski ile konuşuyordu.
§
Ertesi gün, Biryukov, Çertkov’un annesinin yanına döneceğini söyledi. Yasnaya Polyana’dan birkaç kilometre uzakta olacaktı. Bu


42

haber Sofya için ölüm fermanı gibiydi. Ayın son günü sabahında Çertkov çıka geldi. Mutfakta çalışanları uyandırdı. Kendisine çay yapmalarını istedi. Salona geçti oturdu. Genç uşak , Tolstoy’u uyandırdı. Tolstoy koşarak merdivenlerden indi. Dostu Çertkov’a sarıldı. Sofya salona girdiğinde Çertkov eğilip selam verdi. ‘’Günaydın Sofya Andreyevna. Sizi görmek bir şeref ’’ dedi.
Sofya, yumruk yemiş bir durumda odasına çıkıp ağladı. İki gün sonra öğle yemeği yenirken Çertkov, yemek odasına daldı. Tolstoy, onu görünce çoştu, masaya oturttu, hoşuna gidecek şeyler sundu.’’Ne istersin benim canım Çertkov’um?’’ Tolstoy her şeyini; arazisini, telif haklarını, kalbini ona verecekmiş gibi davranıyordu.
Sofya bunları görünce sıkılmaya başladı. Masada oturamıyor-du. ‘’Başım ağrıyor’’ deyip izin istedi, kalktı. Üst kata çıktı, çalışma masasına oturdu. Günlüğü açtı. Yazmakta zorlanıyordu. Eskiden yazmak rahatlatıyordu onu, şimdi yazacak şey bulamadı.
Çertkov, akşama kadar kaldı. Akşam yemeğinde de beraberdi-ler. Sofya, elinden geldiğince nazik davranmaya çalıştı. Çertkov’un annesinin sağlığını, yeni projelerini sordu. Çocuklarının mira-sını çalacak olan yayıneviyle ilgilendi. Öfkesini yenip sakin kalmaya çalışıyordu. Genelde yemekten sonra çay ve kahve içmek için kitaplığa geçilirdi. Ama bu gece farklı oldu. Saşa, babasını ve Çertkov’u sinsice çalışma odasına götürdü. Sofya, bundan çok kuşkulandı. Bir şeyler çevirdiklerini anlıyordu. Bütün bunlar sinirlerini bozdu. Ayak uçlarına basarak çalışma odasına gitti. Kapı kapanmıştı. İçerisini dinlemeye başladı. Fısıltıyla konuşuyorlardı. Saşa’nın’’Annem öğrenecek olursa bana çok kızar’’ dediğini duydu. Aşağı indi, yarım bardak votka içti, içi içine sığmıyordu. Ne konuştuklarını kesin öğrenmeliydi. Binanın etrafında ikinci kata dolanan

43

bir çıkıntı vardı. Oraya, merdiven dayadı. Pencere izasına kadar gelmişti. Panjura kulağını dayadı.Konuşulanları duyabiliyordu..
Tolstoy’’Yapamam’’
Saşa’’ Bence o haklı baba. Senin iyiliğini istiyor’’ Çertkov’’Halkın iyiliği, Tolstoy’un iyiliği demek’’
Sofya, sinirlendi. Titremeye başladı. Aniden dengesini kaybetti. Panjurların arasından yuvarlandı, top gibi düştü. Başını doğrult-tu. ‘’Bir araya gelmiş arkamdan plan yapıyorsunuz.’’
Tolstoy, oturduğu koltuğa yığıldı.
Saşa’’ Babamı felç edeceksin, onu öldüreceksin. İstediğinde bu zaten’’
Genç uşak ve Çertkov, Tolstoy’u çıkardı, odasına götürdü.Saşa da Sofya’yı yalnız bırakıp gitti. Çertkov odaya döndü. Sofya:’’Ne yapmaya çalışıyorsunuz. Beni kandıramazsınız. Kocamın günlüklerini istiyorum.’’
Çertkov:’’ Sizi korkutan ne? Sofya:’’Sen bir şeytansın’’
Çertkov:’’İsteseydim ailenizi mahvederdim.’’ Sofya:’’Durmayın o zaman, basına her şeyi anlatın. Çertkov:’’ Böyle bir şeyi yapamayacak kadar saygım var.’’ Sofya:’’Sizden iğreniyorum.’’


44

Çertkov:’’Sizin gibi bir eşim olsaydı kafama sıkmıştım ya da Rusya’dan kaçmıştım’’
Sofya’nın dudakları titriyordu. Odasına gitti. Sakinleşmeye çalıştı. O gece uykusu kabusa dönüştü. Tolstoy’un Çertkov’la ilişli-sini normal bulmuyordu. Yaşlı bir adam tombul suratlı müridiyle, anormal cinsel ilişkiye girdiğini hayal etmek onu uyutmamış, ter içinde uyanmasına sebep olmuştu. Kalktı. Titriyordu. Yatağının kenarına oturdu. Dua etmeye başladı: ‘’Tanrım, ulu Tanrım, yardım et bana.’’
§
Çertkov, bu aralar saplantılı. Her hafta kitapçıklar broşürler, an-tolojiler, seçkinler için yeni fikirlerle Tolstoy’un karşısına çıkıyor. Bulgakov bunları art niyetle yaptığına inanıyor, ama Tolstoy bundan kuşkulanmıyor.
Biryukov, bir akşam Sofya’ya çay götürdüğünde,
Sofya’’ Benim, neden bu kadar kaygılandığımı, anlayabiliyor musun?
Biryukov’’Evet anlayabiliyorum. Ama Lev Nikilayeviç’in günlüklerinde evliliğinizi kasıtlı olarak kötü yansıttığını sanmıyorum. O gerçek olana önem verir’’
Sofya, ‘’O dürüst olduğunu sanıyor. Fakat kendini iyi tanımıyor. Mesela, Çertkov’u sevdiğinin ve benden nefret ettiğinin farkında değil. Her sorduğumda beni sevdiğini söylüyor ama benim hakkımda yazdıklarını görsen, inanamazsın. İleride denilecek olanları düşünebiliyor musun? Tolstoy’a yazık.Kendisini anlamayan


45

kıskanç, budala, müsrif karısı tarafından hayatı zehir edildi’’ Biryukov, notlarına şöyle yazacaktı,
‘’Sofya, olmadık yerde kuşkulanıyor, kafasında kötü planlar yapıyordu. Çertkov’un onu ve çocuklarını vasiyetten çıkartmaya çalıştığını sanıyor, sanki Lev Nikolayeviç böyle bir şey yaparmış gibi. Çertkov, ukala, can sıkıcı biridir, ama vicdansız değildir, onu dizginliyen dini olmasa kesin canavarlaşır. Sofya Andreyevna, kocasının günlüklerini almayı kafasına takmış. Bunda da aşırı ısrarcı. Lev Nikolayeviç, olanları dürüstçe yazıyordur, ama Sofya, gelecek kuşakların bunları okumasını istemiyor.’’
Bulgakov Sofya’ya ‘’Bir İngiliz var. Aylmer Maude. Kocanızın biyografisi üzerinde çalışıyor, biliyor musunuz?’’ diye soru yönelti. ‘’Sizi iyi tanıyor. İlişkinizin nasıl olduğunu da. Yaşananlara saygılı olduğu söyleniyor’’
Sofya ‘’O da diğerleri gibidir.’’
Biryukov, birkaç hafta önce Tolstoy’un, Maude’a yazdığı mektubu okumuştu. O mektupta Çertkov’un’’En iyi yardımcısı ve dostu olduğunu yazmıştı. Ve bunun önemini kavrayamadığı için Maude’a kızıyordu. Bulgakov, bu farkı anlatmaya çalışsa da Sofya duymuyordu.
Bu gece, kocası günlükleri hemen vermiyor diye yalınayak dışarı çıktı. Histeriye tutulmuş gibiydi. Ama artık bu sıra dışı olaylara kimse aldırmıyordu. Sofya’nın hayatı, engelleyemediği koşullar yüzünden kötüydü.
Bir saat süre geçip de Sofya görünmeyince Tolstoy, Biryukov’un


46

oturduğu odaya geldi. Gidip karısını getirmesini istedi. Oğlu Lev Lvovich, Biryukov’la gideceğini söyledi, babasının da gelmesini istedi. Tolstoy gönülsüzdü. Lev ‘’ Hastalanan karın ormanda dola-nırken sen sıcak odanda mı kalacaksın?’’ Tolstoy, isteksiz bir sesle’’ Geleyim ‘’dedi.
Işıklı düzlük anlamına gelen Yasyana Polyana, büyük yerdi. Sazan balıklarıyla dolu dört ufak gölü ve derin bir nehri -Voronka-vardı. Asırlık ıhlamur ağaçları, büyük leylaklar, çeşitli mürverler-le, fındık ağaçları ve kayın ağaçlarından korularla, karaçamla çevrili yollardan ibaret geniş ve bakımlıydı. Eski Kiev yolu buradan geçiyordu.
Biryukov, meyve bahçesinden geçmek üzere ayrıldı. Tolstoy ve Lev, tarlalara doğru gitti. Sofya’yı bir derenin kıyısında buldular. Kendinden geçmişti, alıp eve getirdiler.
Olanlar Tolstoy’u olumsuz etkiledi.Evin içinde bastonla dolaşıyor, sık sık dili dolanıyordu. Yazısı kötüleşti, yazmamaya başladı.
Çertkov, endişelendi. Tanya çağırıldı. Tolstoy onu çok severdi. Geleceği söylenince neşesi yerine geldi.’’Güzel bir haber. Çok se-vindim’’dedi. Çertkov’a teşekkür etti. Tanya, gelişinin ertesi günü akşam yemeğinden sonra tüm aileyi babasının odasına topladı.
Sofya’’Benim istediğim, Çertkov’un, günlükleri bana geri vermesi, çok şey mi istiyorum?
Tolstoy ‘’Kopyasını alsın’’ Tanya’’ Baba, ters olan ne?’’
Bu konu Tolstoy’u kızdırıyor ve üzüyordu.’’ Canın ne isterse

47

yap. Al günlükleri. Ben evimde huzur istiyorum. İstediğim sadece huzur.’’
Gece karanlığının içinden çıkan bir uğursuz el Tolstoy’un kalbine dokunmuştu sanki. Sağ eliyle sol göğsünü tuttu. Koltuğa çöktü. Başı öne eğildi. Tolstoy, hayat yoldaşı Sofya’yla evlendiği ilk gün okuması için, evlenmeden önceki yaşantısını, özellikle de yanlarında çalışan dul kadınlarla olan münasebetlerini anlattığı günlüklerini vermiş ve yaptığı yanlışlarını öğrenmesini istemişti. Şimdi de Sofya, açgözlülükle tüm günlüklerini istiyordu. Sofya’nın harisliği Tolstoy’a tiksindirici geliyordu artık.
§
Kocasını pes ettiren Sofya, bir atlı arabaya binip Telyatinki’ye doğru yola çıktı. Bulgakov’a kendisine eşlik etmesini söyledi. Sergeyenko ve Çertkov, Biryukov’u görünce onun Sofya ile an-laştığını sanabilirdi. Ama ne olursa olsun artık önemsemiyordu.. Hava alabildiğine sıcak. Çertkov’un annesi evdeydi. Telyatinki’nin kraliçesi de oydu. Sofya ve Biryukov’u iyi karşıladı, onları oturma odasına aldı, uşağına da semaveri getirmesini söyledi. Çaylarını yu-dumlarken Çertkov, telaşla içeri girdi, eğilerek selam verdi. Kontes Tolstoy’un gelmesinin hayra alamet olmayacağını biliyordu. Çertkov, Biryukov’u Sergeyenko’nun çalışma odasına aldı. Sofya, Çertkov’un annesiyle kaldı.
Çertkov:’’Oturun Valentin Fedoroviç Bulgakov’’ Biryukov: ‘’İkinizi görmek güzel’’
Sergeyenko.’’ Neden geldi buraya? Neler oluyor?


48

Çertkov: ‘’Bizden hoşlandığını sanmıyorum’’
Biryukov:’’ Lev Nikolayeviç’in günlüklerini istiyor. Eğer isterseniz kopyaları çıkartıp verebileceğinizi söylüyor.
Çertkov:’’ Günlüklerin burada olduğunu mu söylediniz? Biryukov:’’ Burada olabileceğini düşündüm’’
Çertkov’un kızdığı yüzünden belli oluyordu. ‘’Hanımların yanına gidin, çay için Valentin Fedoroviç.’’
Çertkov’ la, Sergeyenko, oturma odasına geldiklerinde, Sofya hemen konuya girdi.’’ Vladimir Grigoreviç, kocamın sizin gibi bir arkadaşı olmasından memnunum. Onu anlayan fikirlerini paylaşan biri. Tek istediğin küçük bir iyilik. Bunu yaparsanız sizinle arkadaş oluruz.’’ Sofya çok rahat ve soğukkanlılıkla söylüyordu.
Çertkov:’’Çok kibarsınız. Bizi ziyaret etmeniz de büyük incelik. Ama günlükleri veremem. Kocanızın talimatlarına göre hareket etmek zorundayım’’
Sofya, kalktı. Arabasının sürücüsünü çağırttı, herkese veda etti. Sofya: Valenin Fedoroviç benimle geliyor musunuz?
Biryukov: Evet.
§


Tolstoy bir mektubunda, Y.Polyana 14-Haziran – 1910

49

Aziz Dostum Sofya
Gelecekte, insanların günlüklerimi okuyup, kavgalarımızı bilmesi, senin canını sıkıyor olabilir. Şunu bilmelisin ki; bu anlaşmazlıklar, her aile hayatında olur. Yazdıklarım aramızdaki ilişkiyi tam tamına yansıtmıyor.
Bu mektubumda seninle olan birlikteliğimizin nasıl olduğunu yazacağım.
Son zamanlarda çabuk kızıyor ve kavga çıkarıyorsun. Hayat hakkındaki görüşlerimiz çok farklı. Hayat nedir,sorusuna verdiğimiz cevaplar taban tabana ters. Benim için mal-mülk günahtır. Senin için ise olmazsa olmaz. Benimle kırk yılı aşkın evlisin,sen sadık bir eş oldun. Bana baktın, çocuklarımızı büyüttün. Sana kaba davrandım. Bu hatamı kabul ediyorum.
Çertkov ile dostluğum seni rahatsız ediyor. Onunla görüşme dersen, bunu yapabilirim. Tuttuğum günlükleri bundan böyle ona vermeyeceğim. Hepsini alıp bankaya koyacağım.
Bu yaşam bana zor geliyor. Çekip gitmek istiyorum.
Senin acı çektiğini görmek bana da acı veriyor. Bu acıları görmezden gelemiyorum.
§
Sofya, tedirgindi. Evin içine sığamıyordu. Bir yerde belli süre oturamıyor bilinçsizce dolaşıyor önüne gelene bağırıyordu. Birde intihar etme girişimleri evdekileri perişan etmişti.Bunun üzerine Moskova’dan Rossolimo’yu getirttiler.Tolstoy, Dr.Makovitski’nin, dediklerinin dinlenmesini istiyor.Dr. Makovitski, Rossolimo’nun,

50

psikologlar içinde en iyilerinden biri olduğunu söylüyor. Rusya’da, birçok dük ve düşes ona tedavi olmuş. Uykusunu kaçıran kötü rüyalar için ona danışmış. Rossolimo, bir doktordan çok Roma’daki bir lokantanın şef garsonu gibi giyinmiş. Ucu kıvrık bıyıkları ile Çertkov onu bir şarlatana benzetiyor..
Rossolimo, Sofya’yı üç saate yakın muayene etti. Aletlerle gözlerinin içine baktı, tahta çekiçle dizlerine vurdu ona sorular sordu ve gözlemledi. Lev Lvovich ise mırıldanıyordu,’’ Esas hasta olan babam. Onun tedaviye ihtiyacı var.
Tolstoy, odanın içinde dolaşıp duruyordu. Çerkov’a yanaş-tı.’’Bu Rossolimo beni şaşırttı. Bilim adamları gibi budala’’
Çertkov cevap vermedi. Çaydan sonra Rossolimo, Tolstoy’la konuştu. ‘’Sofya’nın ruh hastalığının nedenlerini buldum. İki tür rahatsızlığı var.’’ Paranoya ve histeri ağırlıklı olarak; hastanın so-rununun, ekonomik, biyolojik ve kültürel kaynaklarını sıralamaya devam etti. İyileşmesi için gezintiye çıkmasını hatta ayrılmalarını önerdi. Sofya buna şiddetle karşı çıktı.Tolstoy, masada oturmuş, esniyordu.’’
Günlükeri Sofya’ya verseler, büyük ihtimal bir şeyi kalmayacak iyileşecekti.
§
Tolstoy, yeni vasiyetnamesini imzaladığından beri huzursuzdu. Hata yaptığına inanıyordu. Ama bu olaydan sonra kendine geldi. 1881 den önce yazılan tüm eserlerin kontrolunun Sofya’da olmasının yanlış olduğunu düşünüyor ve üzülüyordu.


51

Karısı ve çocuklarının alıştıkları lüks hayatı sürdürmek için eserlerinden destek alacak olmalarını kabullenemiyor,Sofya’nın açgözlülüğünün zaman içinde artacağını ve tüm telif haklarına el koyacağından, emin. Ama artık Tolstoy’un ölümünden sonra eserleri halkın malı olacak. Çertkov, eserlerin editörlüğünü yapıp yeniden bastıracak ve yayınlayacak. Telif haklarını Saşa’ya bıraktı ve eserlerine bedava ulaşabilmeleri için talimat verdi. Son aylarda sağlığı bozulan Saşa’ya bir şey olursa; telif sahibi – aynı şartlarda Tanya olacak.
Tolstoy, vasiyetnamesini kendi eliyle değiştirmek üzere Telyatinki’ye geldi. Yarın, ormanda buluşacaklar. Tolstoy, Delir’eye binip gelecek. Öğleden sonraları Delir’eye bindiği için, Delir’e ile gelmesi Sofya’da kuşku uyandırmaz. Sergeyenko, Goldenweiser, Sergeyenko’nun sekreteri Anatol Radinski ve Çertkov ile Bulgakov, ormanda kısa bir gezinti yaptılar. Yeni vasiyetnamenin imzasında buluşacaklardı. Çertkov bundan mutluluk duyuyordu. Buluşacakları yere gittiklerinde Tolstoy gelmiş Delir’enin sırtında oturuyordu. Başında beyaz bir şapka vardı, mavi gömleği, uzun beyaz sakalıyla bir heykeli andırıyordu.
Selamlaştılar. Atlarından indiler. Yaşlı Tolstoy, bir kütüğün üzerine oturdu. Tolstoy, vasiyetnamesini okurken elleri ve dudakları titriyordu. İçi huzursuzdu. Galiba Sofya Andreyevna’ya güveninin kalmadığı anlamına geldiği içindi.
Çertkov:’’ Halkımız için önemli bir an bu. Yazdıklarınıza hak ettikleri şekilde ulaşabilecekler’’
Tolstoy, başını kaldırdı garip bir şekilde Çertkov’a baktı. Dolmakalemini çıkardı, yanında getirdiği siyah çini mürekkebi de.

52

Mürekkebi kokladı. Bu kokuyu çok severdi. Sergeyenko, kurutma kağıtlarını ve boş yaprakları verdi. Tolstoy; her şeyi temize çekti.
Ağaçların altı buz gibi serindi. Rüzgar esiyordu.
Tolstoy.’’ Bedenimde huzursuzluk var. Hiyanet ediyormuşum gibi geliyor.’’
Bu arada Delir’e kişnedi, karatepeli bir kuş, konduğu dalda sanki çığlık atıyordu. Tolstoy vasiyetnameyi temize çekmeyi bitirince, dudaklarını buruşturarak imzaladı. Sonra diğerleri imzaladı.
Tolstoy:’’İşkence gibi geldi. Umarım tekrarı olmaz’’ Çertkov:’’ Yapılması iyi oldu’’
Vedalaştılar. Tolstoy, Delir’eye bindi, uzaklaşıp gitti..
Çertkov:’’Onun konumundaki bir insanın böyle zor bir durumda kalması korkunç bir şey, ama gerekli olan buydu, iyi oldu’’
§
Birkaç gün sonra, çay vakti, Çertkov Yasnaya Polyana’ya gitti. Vardığında Tolstoy’un, buraya gelmemesi için Telyatinki’ye bir pusula gönderdiğini öğrendi. Bu not eline geçmemişti. Çertkov’un Sofya ile karşı karşıya gelmemesini yazmıştı. Ama buraya gelmişken Tolstoy ile görüşmek istedi.Evin arkasında bulunan merdivenleri kullanarak, koridorda yavaşça yürüyerek Sofya ile karşılaşmadan Tolstoy’un çalışma odasına gitti. Kapı açıktı. Doktor Makovitski çömelmiş ağrıyan bacaklarına sargı sarıyor, Biryukov’da arkasında durmuş, bir ateistin, Tanrı’nın olmadığında ısrar eden mektubu-na Tolstoy adına yazdığı cevabı okuyordu. Mektup oldukça ikna

53

ediciydi. Tolstoy’un üslubuna benziyordu. Okuması bitince ‘’Size aşkı sorabilir miyim?’’ diye Tolstoy’a soru yöneltti ‘’Belki adamı ikna eder’’ diye de ekledi.
Tolstoy:’’ Onu kelimelere dökmeyi çok istedim ve denedim.
Zor iş. Tekrar deneyeyim’’
Tolstoy, sakin, sabırlı ve alçak gönüllü biri, çoğunu şaşırtan özellikleri var. İçtenlikle söze başladı.
‘’Bir insanı içtenlikle selamlamak, içimizde hissettiğimiz İlahi varlığın kabulü demektir. Muhabbet neredeyse Tanrı’da oradadır. Sevmeyen ölümde kalır’’. Markovitski sargıları bitirdi, not defterini ve kalemini çıkardı. Bir fırsat doğmuştu. Tolstoy sesini ayarladı, hafif öksürdü, devam etti.
‘’Birbirinden ayrı ruhların birleşmesidir aşk. Birbirimizi seve-lim. Sevgi Tanrı’dandır. Seven herkes Tanrı’yı tanır. Tanrı’nın varlığına dair çok işaretler var, ama fark edemiyoruz. Tanrı’nın varlığını aşk ve anlayış yoluyla kavrayabiliyoruz. İnsan idrakinin ötesinde-dir, ama O’nu ancak aşk ile hissedebiliriz.’’
Biryukov:’’ Ama bu adam ateist, aşk ve anlama yoluyla bir varlığın sezilebileceğini kabul etmez. Sanmıyorum.’’
Tolstoy:’’ Evet. Ama Tanrı kelimesini kullanmasa bile onun özünü teşhis edecektir. Bu öze her hangi bir ad verebilir, ama öz yine de mevcuttur. Tanrı yadsınabilir, ama ondan kaçınılmaz.’’
Tolstoy, zor bir öğretiyi, formüle edebiliyor. Karmaşık konuları basit kelimelerle açıklayabiliyor. Onun ustalığı burada, onun için saygı görüyor.


54

Bir saati yeni geçmişti, çay içmek için terasta toplandıar. Sofya Andreyevna, kötü durumdaydı – gözlerine kan oturmuş, saçları dağınık, çökmüş bir hali vardı,yaşlı görünüyordu. Terasın, öteki ucunda sallanan koltuğa oturmuş kocasına ‘’Konukların geldiğinde ayağa kalkmalısın’’ diyerek bağırdı. Tolstoy zorlukla kalktı, mahcup olmuş gibiydi. Hatta Makovitski yardım etti.Sofya, yüzünü buruşturarak baktı. Tolstoy’da aynı şekilde karşılık verdi. Sofya, Çertkov’u görmemezlikten geldi.Çertkov, ‘’ Bu kadın deli ’’ diye fısıldadı.
Terasın orta yerinde, beyaz keten örtü serili bir masa vardı, üzerinde pırıl pırıl parlayan semaver fokurduyordu. Aslında bu ortamın tadını fazlasıyla çıkarabilirlerdi; fakat, Sofya Andreyevna yüzünden herkes sessizce oturuyordu. Buna rağmen demlenmiş çay, günün en iyi içeceğiydi. Günün tamamen neşesiz geçmesine mani olmuştu.
§
§






ÇERTKOV

On senenin ardından 1908’ ın Ağustos ayında, Çertkov’un Rusya’ya dönmesine izin verilmişti. İngiltere’de geçirdiği on yıl süren sürgünün ardından Tolstoy’un öğretisine hiç değişmeyen bir güvenle sadık kalarak dönmüştü.
Saçları dökülmüş ve kilo almıştı. Yine de dinç duruyordu İnancından ötürü çok acılar çekmiş olması Tolstoycuların ve özellikle Lev Tolstoy’un gözünde ona itibar kazandırmıştı.
Uzaklarda, davasını savunmuş, azimle çalışmıştı. Tolstoy’u, etkileyen de buydu ve Çertkov’u vekil tayin etmişti. Çertkov’un izni olmadan Lev Tolstoy’un eserlerinin bir kelimesi bile yayınla-namazdı. Yayınevleriyle tek başına görüşen, çevirmenleri seçen, gelişmeleri takip eden, ne zaman yayınlanacağını belirleyen hep Çertkov’du.
Yaşlı ve zayıf kalmış Üstad’ın tek vekili olan Çertkov, güçlüydü ve işinde samimiyetle çalışıyordu. Bazen Tolstoy’a karşı tavır alıyor olsa da; bu, Tolstoyculuk içindi.
Sıcak bir yaz günü, Tolstoy, bir sivrisineğin Çertkov’un kel başına konduğunu görmüş ve bir vuruşta onu ezmişti. Çertkov üstada kinayeli bakmış.’’Ne yaptınız Lev Nikolayeviç? Öldürdünüz onu!’’ Saşa’da oradaydı ,‘’ Baba neden yaptın?’’


57

Lev Tolstoy kendini affettirmek için, ‘’Bu adam her şeyini bana feda etti. Benim için lüks yaşamından vazgeçti. Tüm enerjisini de benim eserlerimin yayınlanmasına harcadı.’’
Çertkov’un hedefi Lev Tolstoy’un eserlerini yayınlamaktı, bu fedakarlığa karşı karşı yazar kendini ona karşı borçlu hissediyordu. Bu belki de ihtiyarlığın getirdiği bir durumdu.
Müritler kendi aralarında Çertkov’u tartışmıyor olsa da Biryukov ya da İngiliz çevirmen Maude gibi önemli isimler, Çertkov’un geçimsiz ve dalavereci biri olduğunu söylüyordu. Biryukov’u, Çertkov’un, Tolstoy’u nasıl kendi iradesine boyun eğdirdiğini görmek, üzüyordu. Lev Tolstoy bu vesayetten rahatsız oluyordu ama değer verdiği ilkeler adına olduğu için ses çıkarmıyordu.
Çertkov, inancı ve ideali için, her şeye karşı katılığı, inadı, kaba anlayışı vardı.
Çertkov, hizmet ettiği fikirleri dünyaya dayatmak için her yolu mubah görüyordu. Tolstoy’un eserlerini dünyaya tanıtmak için ça-balıyordu. Bunun içindir ki; yaşlı Tolstoy’a göz kulak oluyor, yersiz sözleri ve yazıları çıkarıyor, onu koruyordu.
Çertkov, Rusya’ya döndükten sonra ilk günlerini, Tolstoy’un yanında geçirdi. Daha sonra Yasyana Polyana’ya yakın Telyatinki’ye yerleşti.
Saşa, Telyatinki’de ki toprağın yarısını ona sattı. Uzun bir koridorun sağına soluna dizilmiş odaları olan iki katlı bir bina inşa etti. Evinde, sekreterlik, bahçıvanlık, bulaşıkçılık yapan kişiler kalıyor. Hepsi Tolstoy’cu olan otuza yakın kişi, bunlar konforu hor

58

görüyor, yerde, samanların üzerinde ya da mantolarına sarılıp yatıyor. Üst katta ise, Çertkov’un eşinin, annesinin ve oğlunun oturduğu iyi döşenmiş odalar var.
Çertkov, Tolstoy’a evini gezdirdiğinde Tolstoy kızı Saşa’ya ‘’Bu kadar büyük ev yaptırmak için çok para harcamıştır.’’ diyecekti.
Odönemde Çertkov, ‘’Tolstoy’un Düşüncelerinin Derlemesi’’ni yapmaya başlamıştı. Geniş bir derleme çalışması olsun diye Tolstoy’un eserlerinde, mektuplarında, günlüklerinde, öğretisini açıklamaya yarayacak cümleleri araması için bir ekip kurmuştu. Bu ekip Tolstoy’un yazılarını inceliyordu. Toplananları, Çertkov ince-liyor, beğendiğini alıyor beğenmediğini atıyordu.
Çertkov bazen hoşuna gitmeyen bir bölüme kızıyor, Tolstoy’u suçluyor bazı kelimelerin değiştirilmesini istiyordu. Genelde Tolstoy isteklerini yerine getiriyordu.
Öğlenleri, Telyatinki malikanesi sakinleri – ırgatlar, yemekha-nenin büyük masası etrafında toplanıyordu. Elliye yakın aç insan, kazanlara uzanıyordu. Bu Tolstoycu komün, prensipte; eşitlik, yar-dımlaşma ve sevgi yasalarıyla idare ediliyordu. Ama burayı ziyaret eden Saşa ‘’ Tarikat Kardeşleri’’nin üç sınıfa ayrıldığını tespit etti.
Masanın ucunda Çertkov ve yakınları, ortada ekipdeki iş arkadaşları,diğer uçta; işçiler, köylüler, çamaşırcılar, uşaklar, oturuyordu.
Bulgura, hakkı olan üçüncü sınıfdakiler, pirzola ve kompostoy-la beslenen birinci sınıftakilere imreniyordu.
Çertkov’un annesi, Telyatinki’de farklı bir yaşam sürüyordu.


59

Masalara beyaz örtüler, işlemeli porselen yemek takımları istiyordu. Çertkov’da her zaman şıktı. Çocuğu Dima ise pis ve vasattı. Her tarafını bitler sardığından kaşınıyor, çamurlu çizmeleriyle etrafta dolaşıyordu. Babası onu azarladığında, ‘’Köylülerle yaşamak için onlar gibi olmak lazım’’ diyordu.
Çertkov, Yasyana Polyana’ya genelde sabahları Tolstoy çalışırken gelirdi. Oysa çağırılmadıkça çalışma odasına kimse girmezdi. Fakat büyük müride bu yasak uygulanmıyordu. Çertkov içeri girip ihtiyarın üzerine eğilir, yazdıklarına kafasını sokardı. Yazdıklarını okur, onaylar, bazen eleştirirdi.
‘’Şurasını değiştirirseniz daha güzel olur!’’
Bu Tolstoy’u, huzursuz ederdi ama çoğu kez razı olurdu.
Bu kendini üstün görme, bu teklifsiz hali, Sofya’yı kızdırıyor-du. Haklarına tecavüz edildiğini düşünüyor, bu düşünce de onu huzursuz ediyordu. Eskiden kocasına, kavgalarına rağmen, onda uyandırdığı cinsel arzuyla söz geçirebiliyordu. Ama artık altmış beş yaşında sinir hastası bir kadındı. Tolstoy’da cinsel duyguları kalmamış bir ihtiyardı. Çertkov, Sofya’nın yaptığı hataları kendi egemen-liğini sağlamak için kullanıyordu. Ama Sofya buna izin vermeye-cekti. Kırk altı yıl, sadece Rusya’nın değil, dünyanın saygı duyduğu bir yazarla, onun eserlerine destek vererek, evini çevirerek, el yazmalarını temize çekerek, hatta, Savaş ve Barış eserini dokuz defa düzelten biri olarak, ona çocuk vererek, hastalandığında sağlığında ona bakarak yaşıyordu. BirTolstoy’cu, hizmetkarın karşısında ezi-lip gidemezdi. Ama Çertkov’da kendi açısından haklıydı. Tolstoy’u temsil etme hakkının yalnız kendisine ait olduğuna inanıyordu. Bu yüzden yazarın en güvendiği kişi olmak çok önemliydi. Tolstoy’cu

60

öğretiyi herkesten iyi anladığına emin olarak onu bozulmadan korumak istiyordu. Bunun içinde yaşlanmış olan yazarın, karısının isteği doğrultusunda kendisine sırt çevirmesine mani olmak istiyordu.
Çertkov Rusya’dan ayrılıp İngiltere’ye sürgüne gittiğinde Saşa on iki yaşında bir kız çocuğuydu. Artık gelişmiş, büyümüştü. Yirmi iki yaşında dürüst ve etkileyici bakışları olan,bir kızdı. Tek isteği yaşlı babasının yaşamını üst seviyede tutmaktı. Saşa, her durumda babasına hak veriyordu.
Tolstoy, kendisinim konu olduğu, aile içi kavgalarını önem-semiyor, görmezden geliyordu. Huzurunu bozmamak için Çertkov ya da Sofya ile tartışmaktan kaçınıyordu. Geriye kalan ömrünü ül-kesinin geleceğinin iyi olması için çalışmalara adamak istiyordu.
Ocak 1909 da, bir kez daha onu Ortodoksluğa döndürme-yi deneyen Tula Piskopusu Parten’i konuk etti. Piskopus ayrılırken Sofya arabasına kadar eşlik etti. Binmeden önce kocası ölünce, dini tören yapılıp yapılamayacağını sordu. Parten, kilisenin buyruğuna uyması gerektiğini söyledi.
Tolstoy karısının din adamlarıyla bir şeyler planladığını anladı ve Günlük’üne şöyle yazdı, ‘’Ölmeden evvel - pişmanlık duyduğuma, insanları inandırmak için bir şeyler uyduracaklarını düşünüyorum. Bu yüzden açık açık söylüyorum: Ölmeden, Kiliseye’de dönmeyeceğim. Dolayısıyla ölmeden evvel pişmanlığım ve ayine katıldığım konusunda söylenecek olanlar, yalandan ibarettir.’’ Daha sonra kilise hakkında şöyle yazdı:
‘’Hayatın manasını anlamak için kilisenin arkasında gitmek


61

gerekmez…Kiliseye bu hakkı verip bu işi iyi yapar…! Dünya, her şeyde, Mesih’in buyruklarına zıd hayat formalaştırır.Kilise ise insanlar Mesih’in kanununa zıd yaşasalarda, onların kanuna uygun yaşadığını iddaa etmiştir. Bu ise dünyanın putperest bir hayat ya-şamasıyla neticelendi. Kilise ise bunu görmezlikten geldi ve öyle iddia etti ki, esasında Mesih’in buyruğu budur.’’
Tolstoy’un gücü azaldıkça, bu mesele kafasını fazlaca meşgul eder olmuştu. Mart ayında hastalandı. Damarlarında pıhtı oldu. Gerçekten öleceğine inandı. Hemen bedenine lanet okumaya baş-ladı.Bir hafta sonra ateşi düştü, kendini güçlü hissetmeye başladı. Yatarken, cinsel arzuları uyandı. Seksen yaşındaki bir adam cinsel isteğinin geri geldiğini hissediyor ve bu düşünce onu korkutuyor-du. Birgün önce ölmeyi bekleyen Tolstoy birgün sonra Günlük’üne şöyle yazıyordu.
‘’ Eğer evlilik, her zaman değilse de en azından yüzde doksan dokuzunda hayatı zehir ederken, mutluluk verici bir kurum olarak adlandırılmasaydı, dünyaya çocuk getirmek ve onları en iyi şekilde yetiştirmek gibi bir sorumluluk fikri akılda tutulduğunda ancak insani bir anlam kazanan birleşmenin, hayvanca bir hareket olduğuna ikna edilseydi, fiziksel arzuyla mücadele etmek kolay olurdu.’’
Bahar yaklaşırken Tolstoy kendini toparladı. Bahçede yavaş yavaş dolaşıyordu. Yeniden günahlarını ve köylü Aksinya’dan olan gayrimeşru oğlu Timote’yi düşünüyordu. Köylü kadın ilerleyen yaşında köylü Ermil’le evlenmişti ama bu Tolstoy’un hatasını düzeltmiyordu.
Timote, Tolstoy’un vicdan azabıydı. Ve bir de her şeyi bilen meşru çocuklar vardı. Babaları hakkında ne düşünüyorlardı? ‘’

62

Aksinya’yı hatırladım. O hayatta, Timote’nin, oğlum olduğu söyleniyor ve ben ondan özür bile dilemedim. Ve hala başkalarını eleş-tirmeye devam edebiliyorum,’’ diye yazacaktır Lev Tolstoy.
Tolstoy’un iyileşme dönemi ‘’yıkıcı faaliyetlerinden’’ dolayı Tula dışına sürgüne gönderilen Çertkov’un gidişiyle sıkıntılı geçti.
Çertkov, Moskova yakınlarında oturan, teyzelerinden birinin yanına gitti. Sofya, Çertkov’un gidişine içten içe seviniyordu. Ama keyfi uygulamaya da karşı çıkar gibi görünüyordu. Bu durum Tolstoy’un hoşuna gitti. ‘’ Ah! Keşke kendini aşabilse!’’ diye yazdı. Çevrede ise, bu sürülmeye Sofya’nın sebep olup - olmadığı konu-şuluyordu. Bunun üzerine Sofya gazetelere bir mektup yolladı.
‘’ Yöremizde bölgemiz insanlarını şaşkına çeviren bir şiddet olayı gerçekleştirildi…Çertkov’un suçu açıktır: Tolstoy’la yakın arkadaş olmak ve onun fikirlerini yaymak için gösterdiği çaba. Bunlar hangi fikirlerdir? Canlıyı öldürmemek, herkesi sevmek, kötülüğe karşı şiddet kullanmamak, kanlı devrime son vermek. Çertkov’un sürülmesi ve Tolstoy’un kitaplarını okuyan kişilere verilen cezalar, yazdıklarıyla Rusya’nın ününe ün katan Tolstoy’a duyulan öfkeyi kanıtlamaktadır. Ve herkes Lev Tolstoy’un Çertkov’u ne kadar sevdiğini bilir…
Çertkov’un vaazlarını dikkatle inceledim, onun ve Tolstoy’un fikirlerinin çoğuna, özellikle de Kilise’yi yadsımalarıyla ilgili olanlara katılmasam da, Çertkov’un çabasının, insanlar arasında sevgiyi yaymaya çalıştığını söyleyebilirim.Çok kez genç köylüleri, şiddet eylemlerinin yanı sıra devrimden döndürdü.’’
Sofya’nın eleştirileri ve nüfuzlu arkadaşları sayesinde Çertkov’a


63

karşı alınan kararlar geri çekildi. Tolstoy 15-Nisan- 1909 da Günlük’üne ‘’ Çertkov’u özlüyorum’’ diye yazıyordu. Ve üzülüyordu. Sofya kocasının üzüntüsünü gördükçe endişeleniyordu. Çok sinirli olmuştu. Hiçbir yere sığamıyor bir yerde on dakikadan fazla oturamıyor, konuşulanları dinlemiyor, bir kitap okuyamıyor. Kollarını kavuşturup beklerse sefalet ve hastalığın ailesini mahve-deceğini düşünüyor geceleri uyuyamıyordu. Vakit geçsin diye fo-toğrafçıları çağırıyor, fotoğraf çekmekle ilgileniyordu. Evin içinde işi hiç bitmiyor, birinden birine koşturuyor, devamlı söyleniyordu.
Tolstoy, sakin bir halde bekliyordu. Karısının evin içinde oradan oraya, bir işten bir işe koşturmasını, merhametle öfke arasında gidip gelerek izliyordu. Sofya’ya söyleyeceği çok şeyi vardı!. Ama bir şey dese, Sofya ağzını açacak, konuşmaları kavgayla son bulacaktı. Huzurunu kaçırmadan içindeki sıkıntıyı atmak için ölümden sonra ele geçecek olan mektuplar yazmaya başladı.
‘’ Bu mektup eline geçtiğinde ben hayatta olmayacağım. Yıllar süren evlilik hayatımız boyunca, özellikle ilk zamanlarda sana karşı yaptığım hatalardan ötürü beni affet. Seni affedeceğim hiçbir şey yok. Sen, sadık bir eş, mükemmel bir anne oldun. Annenden doğduğun gibi kaldığın, değişmeyi istemediğin için, iyiye ve hakikate doğru ilerlemeyi reddettiğin için benim düşündüğüm şeylere zıt ve kötü ne varsa onlara inatla tutulduğun için, kendine ve başkalarına kötülük yaptın, kendini küçük düşürdün ve şu anda içinde bulunduğun acınası hale geldin’’ diye yazdı Sofya’ya.
13-Mayıs- 1909’da yazdığı bu mektup müsvedde olarak kaldı.
Sofya, diğer kent kadınları gibi her sene bir çocuk doğurdu. Tolstoy ailesinde on iki çocuk doğdu – bunun beşi küçük

64

yaşlarında öldü- Sofya evlatlarını emzirerek büyütmüştür. O da şöyle yazacaktı günlüğüne:
‘’ Benim aziz erim. Seninle bütünleşemedik. Benden istediklerini sana veremediğim için beni bağışla. Çünkü sen özgürlük istiyorsun. Benim arkamda büyük bir ailenin mesuliyeti var’’
Tolstoy, Haziran ayında Koçeti’ye damadı Sukotin’in evine gitti. Sofya, Dr. Makovitski, Gusev bir de hizmetçi eşlik ediyordu. Garda, malikaneye götürecek bir gezinti arabası bunları beklemek-teydi. Tolstoy geçerken köylüler selam veriyorlardı.’’ Onların yerinde olsam, bu koca malikanelerin sahiplerine görür görmez tükü-rürdüm’’ dedi Gusev’e. Ve ormanda dolaştıktan sonra Günlük’üne şunları yazdı ‘’ Halkta içler açısı bir yoksulluk; buna bağlı alçalma hissi var. Çalışmaktan sersem olmuş, yırtık giysiler içinde aç köleler. Buna dayanamıyorum.’’
Tolstoy, yüksek hayattan sıkılırdı. Tahta üstünde yatar, et yemekten çekinirdi. Geniş halk kitlesinin, özellikle Rus kentlisinin yoksul perişan vaziyeti onu çok kederlendiriyordu. Bütün serve-tini kentlilere bağışladı. Her haliyle onlar gibi yaşamaya başladı. Köylüler gibi giyiniyordu. Tek değişmeyen tarafı, bıkıp usanmadan yazmasıydı.
Tolstoy, Sukotin’in evinde mutluydu. Öyle ki; Sofya, Yasyana Polyana’ya tek başına dönmek durumunda kaldı. Aslında Tanya, Tula’da kalması yasaklanmış olan Çertkov’un Koçeti yakınlarında-ki bir kasabaya yerleşmeye çalıştığını annesinden saklamıştı.
Sonunda Çertkov Koçeti’ne yakın Suvorova kasabasına yerleşti. Yıkık dökük küçük bir evde kalıyordu. Tolstoy bunu öğrenir


65

öğrenmez, yaşlılığını hiçe sayarak atına binip ormanın içinden Çerkov’un evine gitti.
Manevi bir coşkuyla çok kez Suvorova’ya gitti. Sofya’ya ‘’ dönüşüm geçikebilir’’ diyordu. Sofya ise buna çok sinirleniyordu.
Tolstoy, istemeye istemeye Yasyana Polyana’ya döndü. Dönmesiyle kavga başladı. Sofya, Çertkov’la görüştüğü için suçladı. Tolstoy’un Stockholm’de yapılacak olan Dünya Barış Kongresi’ne katılmaya karar vermesine de kızdı.
‘’Kimsenin söylemeyeceği şeyleri söyleyeceğim. Güzel bir şey bu’’’’ diye karısına açıklama yapıyor, anlamasını sağlamaya çalışıyordu. Sofya, ona, bu yaşta o kadar uzaklara gitmemesini söyledi. Bu yolculuğun, konferansların, resepsiyonların sebep olacağı yorgunluktan endişe duyması normaldı, ama her zaman olduğu gibi tartışmada normal olamıyor, bağırıp çağırıyor, ağlıyordu. Bedensel ağrıları oluştu. Bunlar sinir ağrılarıydı ve kocasını sorumlu tutuyordu.
‘’Gitmesen ne olur ki? ’’ ‘’Gitmem gerekiyor.’’
‘’ Beni öldüreceksin!’’
Saşa, babasının kararından caymaması için cesaretlendiriyor-du.Bunu da sadece annesine zıt gitmek için yapıyordu.
Tolstoy, ne yapacağını bilemiyordu ama sırf üzerine düşeni yapmış olmak için Stockholm delegelerine hitaben, Hıristiyanlığın, askerlik hizmetiyle bağdaşmayacağına dair bir makale yazdı.


66

§


Tolstoy şöyle yazacaktı ‘’ Beni uyandırdılar. Sofya gece uyumamış, odasına gittim. Saçma sapan bir şey oldu. Sofya, Dr. Makovitski’nin onu zehirlemiş olduğunu iddia ediyordu. Olmayacak şeyler. Yoruldum artık kendimi hasta hissediyorum. Normal tavır takınmanın imkanı yok.Gitmeyi düşünüyorum. Ve çok arzu ediyorum. Benim burada olmam Sofya’yı rahatsız ediyor. Fedakarlık yapsam da olmuyor. Tanrım bana yardım et. Tek istediğim senin istediğini yapmak.’’
Sofya, Tolstoy’dan sadece kongreye gitmekten vazgeçmesini değil,kendisini, 1881’den önce ve sonraki eserlerinin mirasçısı yapmasını istiyordu. Tolstoy razı gelmeyince, Sofya öfkelendi, hüngür hüngür ağlamaya başladı. Tolstoy odasına dönünce, bir süre düşündü ve İsveç’lilerin davetini geri çevirmeye karar verdi.
Sofya biraz iyileşti, Saşa annesine boyun eğdiği için babasına kızdı.. Tolstoy evde yine gürültü çıkacağını anladı. Dr. Makovitski bacağına masaj yaparken ona şöyle dedi:
‘’ Bu evden kaçmak, yurtdışına gitmek istiyorum. Pasaport işi nasıl halledilir? Kimsenin bir şeyden haberi olmaması gerek.’’
29 Temmuzda, Şamardino Manastırı’nda rahibe olan kız kardeşi, Maşenka Tolstoy geldi. Bu, dindar yaşlı kadına saygı duyan, Sofya’yı sakinleştirdi. Başka konuklarda birkaç günü veya haftayı Yasnaya Polyana’da geçirmek için geldi. Tolstoy, rahatsızlığına rağmen ressam Repin ile sanattan; milletvekilleri ile tarım reformun-dan; Rus fizikçi Tsinger’le matematikten konuşmayı yeğledi.

67

Bir Ağustos akşamı, Goldenweiser ile satranç oynarken, bir komiser birkaç polisle Lev Tolstoy’un kapısını çaldı. İçişleri Bakanı’nın emriyle yazarın sekreteri Gusev’i tutuklamaya gelmişti. Tolstoy, tutuklama emrini görmek istedi. İmzalı ve mühürlü kağıt kendisine gösterildi. ‘’Devrimci propaganda yaptığı ve yasak kitaplar yaydığı’’ gerekçesiyle, Gusev iki yıllığına Çerdin’e sürülmüştü. Lev Tolstoy, Gusev’in bavulunu hazırlamasına yardım etti. Rahibe Maşenka Tolstoy şaşkındı; başını sallıyor ve komisere, ‘’Yazıklar olsun! Bu kadar iyi bir insanı neden tutukluyorsunuz?’’ Polisler, Gusev’i götürdükten sonra Tolstoy, odasına çekildi.
5-Ağustos’ta Günlük’üne, şu satırları ekledi:’’ Dün, polisler gelip Gusev’i götürdüler… Bugün bu konuda bir itiraz yazdım’’
Bu itiraz metni birçok gazetede yayımlandı. İçişleri Bakanı, Tula Valisi bünyesinde çalışan memurların iş görme tarzından duyduğu rahatsızlığı Valiye iletmesi için emniyet müdürünü görevlendirdi. Gönderilen yazıda şöyle deniliyordu:
‘’Gusev’in tutuklama işini Tolstoy’un evine polis göndererek ve sanığa bavullarını hazırlaması için saat vererek yapmanız yerel otoritelerin davranış biçimine uymuyor. Bu tutuklama karakolda yapılabilirdi. Tolstoy’un evine polisin gitmesi sadece onun rekla-mını yaptı ve hükümetin keyfi yönetiminin kurbanı olarak, gazetelere yansıdı.’’
Çarizm ve Rusya’nın bütün resmi daireleri, Tolstoy’un, ister halk arasında, isterse de beynelmilel nüfuzu karşısında kendilerini çok zayıf hissediyorlardı.Çünkü Tolstoy ister edebi istersede dini-felsefi ve publisistik eserleri, ciddi sansür engeliyle karşıla-şırdı. Halkın çıkarlarını savunan her sözünü her fikrini halktan

68

gizlediler. Büyük yazarı halkın gözünden düşürmek için tedbirler düşünülürdü.
Gusev’in tutuklanması, Tolstoy’un, Çertkov’u görme isteğini artırdı. Bu isteğine karşı Sofya sonunda boyun eğdi. Hatta sürgün-deki müridin yaşadığı Moskova yakınındaki, Krekşino seyahati için kocasının bavullarını hazırladı.
Ve Çertkov’lara ulaştığı ertesi günü, Çertkov ailesinin çevresinde, Tolstoy hayranları onu görmek için bekliyordu. Onlar için Tolstoy bir azizdi.
Tolstoy’un tek maksadı, yoksulları rahata çıkarmak, onlara yardım göstermek, onların kazanmasını sağlamak, çocukları okula yazdırmak, yurtsuzlara sığınacak yer bulmaktı. Bütün bu iyi niyet-leri sonucu Tolstoy sağlığında ölmezlik kazanmış,halk haklı olarak ona aziz hatta peygamber gibi yanaşıyordu.
İlk günler felsefi ve pedagojik konuları irdelemekle geçti. Çertkov’un evinde efendiler ve uşaklar aynı masada oturur birlikte yemek yerlerdi.
Sofya ise kocasının, Çertkov’la buluşmasına izin verdiğine piş-mandı. Sofya’da, Kreksino’ya gitti. Sofya’yı samimiyetle karşıladı-lar. Buraya gelirken ayağını burkmuştu, acısı onu sinirli yapıyordu. Burada gördükleri onu rahatsız etti. Sonraki günlerde öfkesi geçti ve buraya uyum sağlamaya çalıştı. Kocasının, Çertkov ve Saşa’nın teşvikiyle, 1 Ocak 1881 tarihinden sonra basılan tüm eserlerin halkın malı olacağı ve bütün el yazmalarını Çertkov’a bırakılacağı bir vasiyetnamenin hazırlandığını anlamıştı, onların yayınlanıp yayın-lanmamasına Çertkov karar verecekti.


69

Ertesi gün Tolstoy ve Çertkov, Saşa’yı Krekşino’da yazılan vasiyetnameyi avukat Muravyev’e götürmesini söylediler. Avukat birkaç kez okudu. Başını salladı.’’Bu vasiyetin hukuki bir değeri yok. İnsan mülkünü nasıl halka bırakabilir bilmiyorum. Kanunları ince-leyeceğim. Size yazacağım.’’
Tolstoy’un Moskova’da olduğu biliniyordu; gazeteciler,kame-ramanlar, meraklılar, hangi trenle döneceğini öğrenmek için sürekli telefon ediyorlardı. Bu ilgi Sofya’yı gururlandırıyordu.
Tolstoy ve yakınlarını götürmek için atlı iki araba geldi. Yazar, Sonya, Saşa ve Çertkov arabaya bindi. Sergey, karısı Maşa, Maklakov ve arkadaşları diğer arabaya bindi. Dr. Makovitski yurt dışında olduğundan Sofya, başka bir doktorun, Dr. Berkenheim’in yolculuk esnasında kocasına eşlik etmesini sağlamıştı. Sokakta insanlar dikilmişlerdi, araba ilerlerken kimi el sallıyor kimi şapkasını çıkararak selam veriyordu. Araba, Tula demiryolunun başlangıcı olan Kursk Garı’na vardığında Sofya ve Saşa binlerce insanın top-landığını görünce şaşkın gözlerle birbirlerine baktılar. Halktan, her insan vardı. Liseliler, üniversiteliler, yoksul kadınlar, süslü kadınlar, işçiler, askerler, kasketli siviller… Bir ses yükseldi. ‘’ İşte geldi! Lev Tolstoy’a saygılar. Yaşa, var ol!’’
Araba ilerlemekte zorlanıyordu. Çok kalabalıktı. Arabadan indiler. Tolstoy, akşayan karısının koluna girdi. Çertkov trene doğru yol açmaya çalışıyordu. Maklakov ve bir jandarma, Tolstoy’u orta-larına aldı.Gençler el ele tutuşarak, kalabalığa set oluşturdu. Garın girişinde kalabalık arttı, baskı çoğalmıştı. Kalabalığın içinde kalan Tolstoy, Sofya ve Saşa ezilme tehlikesindeydi! Genç bir kız:’’Dik-kat edin. Onları ezeceksiniz’’ diye bağırıyordu. İnsanlar vagonların tepesine ve direklere tırmanmıştı. Polis de fazlaca vardı. Yine de,

70

jandarma sayesinde Tolstoy ve Sofya trene binebildiler. Tolstoy solgun, yorgun bir halde, iki büklüm olmuş, sendeliyordu; sonuna kadar dayanmak için gücünü topladı. Sonunda hepsi vagonda bir araya geldi. Tolstoy, kendini koltuğu attı ve gözlerini kapattı. Tehlike geçtikten sonra Sofya:’’ Bizi krallar gibi karşıladılar!’’ diye yineleyip duruyordu.
Çertkov, melon beyaz şapkasını yelpaze gibi sallıyordu.
Dışarıda ki kalabalık hala bağırıyordu. ‘’Yaşa! Var ol!’’
Çertkov’un önerisi üzerine Tolstoy pencerede göründü. Uğultu arttı. Aradan seçilen ‘’Sessizlik! Sessizlik! Lev Tolstoy ko-nuşacak!’’bağrışmaları duyuldu.
Tolstoy:’’ Teşekkürler… Böyle bir çoşku beklemiyordum. Bu sevgi gösterisi beni çok etkiledi…Teşekkürler!...’’
‘’Biz teşekkür ederiz! Yaşa! Yaşa! Var ol! İyi yürekli Lev Nikolayeviç’imize binler teşekkürler!’’ diye cevapladı kalabalık.
Kameralar çekime devam ediyordu. Tren hareket etti. Vagonun penceresinde ayakta duran Tolstoy, kalabalığa el sallamaya devam ediyordu. Bu sevgi gösterisi karşısında çok duygulandı. Şaşırmıştı. Mutlu bir halde koltuğa oturdu.
Tula’da kalması yasak olan Çertkov daha ileriye gidemedi, Serpukhov Gar’ında indi. Tren yeniden hareket edince Tolstoy dinlenmek için uzandı. Nabzı yavaşlamıştı, doktor bile endişelendi. Bir müddet sonra gözlerini açtı, konuşmaya çalıştı ama dili dolandı. Devamı gelmeyen birkaç kelime mırıldandı Onu, garın önünde bekleyen bir arabaya taşıdılar. Yol boyunca, ‘’Musa… Pygmalion…Musa, Musa…’’ diye geveleyerek boşluğu baktı.

71

Bayılmıştı.
Sofya, üzerini örtüyor, ellerini ısıtıyor vre sessizce ağlayarak dua ediyordu. Tolstoy, Yasyana Polyana’ya geldiğinde hala sayıklıyordu.
Doktor,’’ Sıcak su şişeleri, vantuz, başına buz!’’ istedi.Saşa’nın yardımıyla hastayı soymaya başladı. Sonya, öleceğini düşünmeye başladı. Eğer Lyovoçka ölürse etrafını saracak düşmanları düşündü Lyovoçka ölürse kendisi ortada kalacaktı. Kimse onu dikkate alma-yacaktı. Merhumun Günlük’lerinden yararlanıp onu kötüleyecek-lerdi. Yorgunluktan ve korkudan ne yapacağını bilemeyen Sofya, yatağın etrafında dolanıyordu.
‘‘Lyovoçka! Lyovoçka! Anahtarlar nerede?’’ Tolstoy:’’ Anlamıyorum…Neden?’’
‘’El yazmalarını koyduğun kasanın anahtarı!’’ Saşa:‘’Anne rahat bırak onu, rica ederim!’’
‘’Anahtarları almam lazım. Ya ölürse…Ya el yazmalarını çalarlarsa!...’’
Saşa: ‘’Kimse onları çalmayacak.onu rahat bırak!
Doktor hastaya sıcak suyla lavman yaptı, bu Tolstoy’u hemen kusturdu. Bir de damardan iğne yaptı. Sofya titrek sesle:’’Artık bitti!’’
Ama geç saatlerde, Tolstoy kendine geldi. Ertesi sabah Günlük’üne söyle yazdı.


72

‘’Yolculuk, dev kalabalık beni neredeyse eziyordu. Çertkov beni kurtardı. Sofya ve Saşa için korktum. Bir arabaya bindiğimizi hatırlıyorum ama sonrasını,ertesi günün sabahına kadar ne olduğunu hatırlamıyorum. Saçma sapan konuşmaya başladığımı, ardından da bayıldığımı söylediler. Böyle ölmek ne kadar tatlı olurdu!’’
Ve birgün sonra at binmeye başladı. Birkaç gün sonra da makale ve mektuplarını yazmaya devam etti. Ona ‘’Rusya’nın Devi’’ diye hitap eden ve ‘’ Öğretilerinizin savunucusu’’ diye imzalayan, tanımadığı birinden, mektup almıştı. Bu Mahatma Gandi’ydi. Tolstoy, ona bir cevap mektubu yazdı.
Bu arada Çertkov Moskova’da boş durmuyordu. Avukat Muravyev’e yeni bir vasiyetname taslağı hazırlamasını ısrar ediyordu. Birçok metin taslağı yazdı ve Strakhov, bunları Tolstoy’a götürmek üzere Yasnaya Polyana’ya gitti. Tolstoy’a, avukatın hazırladığı kağıtları gösterdi. Ama Tolstoy fikir değiştirmişti. Vasiyet fikrinden vazgeçmenin daha iyi olup olamayacağını düşünüyordu ‘’Bu iş beni bunaltıyor Eserlerimin yayılmasını şu veya bu şekilde sağlamak gerekli değil. Mesela İsa’yı ele alın – İsa’yı benimle karşılaş-tırmak ne kadar tuhaf olursa olsun- birinin, düşüncelerini kendine mal edeceği kaygısı duymadı; onları, çekinmeden söyledi ve onlar için çarmıha gerildi. Ve bu fikirler kaybolmadı. Şu var ki, hiçbir söz, hakikatı ifade ettiği sürece ve onu söyleyen kişi kendi hakikatına inandığı sürece kaybolup gitmiyor…’’ dedi Strakhov’a. Bunun üzerine Strakhov, miras konusunda kanunun kurallarına uymazsa, telif haklarının ailesine geçeceğini anlattı.
Karar verebilmek için odasına çekildi. Bir saat sonra Strakhov’a kararını bildirdi. Telif haklarını güvendiği kızı Saşa’ya ‘’halk yara-rına’’ onlardan vazgeçmesi koşuluyla bırakacaktı. Bu tedbir tüm

73

eserlerini kapsayacaktı.
Yeni düzenlemeyi öğrenen Saşa, buna layık olmadığını bu hak-lardan vazgeçmesi halinde annesinin, ablasının ve erkek kardeşle-rinin kendisine kızacağını söylesede, babasının ısrarına dayanama-yarak kabul etti. Tolstoy, kızına, ölümünden sonra yayımlanmamış eserlerinin satışından elde edeceği parayla, Sofya’dan Yasyana Polyana’daki arazileri satın alacağını ve bunları köylülere bağışlaya-cağına dair söz verdirtti. Strakhov, bundan memnun olarak oradan ayrıldı.
Kasım ayında, Strakhov, Goldenweiser’la beraber geri geldi ve telif haklarının yasal mirasçısı olarak Aleksandra Lvovna Tolstoy’un (Saşa) anıldığı en son metni getirdi. Tolstoy hariç herkes uyuyordu. Gelenleri odasında ağırladı, belgeleri okudu ve kopyaladı. Kulağı sürekli kapıdaydı Sofya’nın uykusu hafifti, elinde lamba ile gelebilir, arkasından iş çevirenleri görebilirdi.
Tolstoy, kötü bir davranış hissi içindeydi ama belgeyi imzaladı. Strakhov ve Goldenweiser’de yan tarafı imzaladı ve Strakhov Moskova’ya götürmek üzere onu çantasına koydu. Olanlardan habersiz olan Sofya ertesi gün misafirlere çok iyi davrandı. Strakhov, Sofya’nın bu tutumu karşısında eziklik duydu ama dün akşam kendi deyişiyle ‘’ Tarihsel sonuçları olacak bir görevi’’ çok iyi bir şekilde yerine getirdiği düşünerek teselli buldu. Ocak 1910’da Saşa hastalandı. Zatürre olmuştu. Kan kusmaya başladı. Tolstoy, kızının baş ucunda saatlerce oturuyordu. Kızı su içmek istediğinde; titreyen eliyle ona bir bardak su veriyordu.
Saşa, ancak, Mart ayında ayağa kalkabildi. Verem olabilir şüp-hesiyle doktorlar, iyileşme süresini Kırım’da geçirmesini önerdiler.

74

Babasından ayrı kalma fikri onu korkuttu ‘’Ya onu tekrar göremez-sem’’diye düşünüyordu. Saşa’yı ikna ettiler. En iyi arkadaşı Varvara Feokritova’yla birlikte gitmesine karar verildi. 13- Nisan’da yola çıktılar, ayrılırken, Tolstoy ağladı ‘’Ne yapacağımı bilmiyorum. Saşa gitti. Çalışmalarımda bana yardım ettiği için değil, ruhumdan ötürü onu seviyor, onu özlüyorum.’’
Saşa’nın gidişinden sonra, Tolstoy,Yasyana Polyana’daki havanın daha katlanılabilir bir hal aldığını fark etti. Kızının ve Çertkov’un yokluğu Sofya’yı daha bir sakinleştirmişti. Ama hala sağlığından şikayet ediyordu. Giysiler dikiyor, oğullarının masrafından dert yanıyor, kocasının tüm eserlerini yayınlamak için çırpınıyor, günlük yazıyor, ailenin sıkıntılar içinde perişan olacağını söylüyordu ama bu dert yanmalar ve hareketlilik alışılmışın dışına çıkmadığı için Tolstoy rahatsız olmuyordu. Saşa’yla devamlı mektuplaşıyor; çalışmalarını, onu çok sevdiğini uzun uzun anlatıyordu. ‘’ Kalbime o kadar yakınsın ki,sevgili Saşa, sana yazmadan edemiyorum.’’ 24-Nisan-1910.’’ Bugün senden bir mektup gelmedi sevgili Saşa, ama yine de ben sana yazmak istiyorum. Orada neler yapıyorsun. Ruhsal huzura kavuşmayı Tanrı’dan iste. Bu önemli.’’
Havalar ısındıkça, dünyanın değişik yerlerinden Yasyana Polyana’ya ziyaretçiler geliyordu. Tolstoy onları ağırlamak için ça-balıyordu. Bazen ‘’Toplumsal adaletsizlik’’ fikri ruhunu sarıyor, başını ağrıtıyordu. Odasına kapanıp, Günlük’üne yazıyordu:’’Akşam yemeği yemedim. Kendilerinin ve ailelerinin açlıktan ya da soğuktan ölmemesi için çabalayan insanlar arasında sürdüğüm lüks yaşamın doğru olmadığını biliyorum ve bu bana acı veriyor.’’
Tolstoy’un her gün mutsuz olmak için bir sebebi vardı. Bu sebep bazen teröristleri ihbar etmek için polisten para alarak

75

muhbirlik yaptığını söyleyen genç bir öğrenciydi; bazen ona sitem eden bir devrimciydi; bazen onu babadan kalan mirası yiyen, zengin gibi yaşamakla suçluyan bir Tolstoycu; bazen, onu sevindire-ceğini düşünerek, Hıristiyan uygarlığa duydukları sempatiyi dile getiren Japon’du.
İki japon, gramofonu göstermek için gittikleri köyde – bir akşam, Lev Tolstoy’a eşlik ettiler. Köylüler yıkık dökük evlerinden çıkıp,kasabanın meydanında toplandılar.
Gramofondan, bir orkestranın, neşelendiren sesi yükseliyordu. Köylüler şaşkınlıkla izliyorlardı. Ardından, Tolstoy’un çoştur-masıyla, dans yapmaya başladılar. Japonların hoşuna gitti. Onlar gittikten sonra Çertkov’un oğlu ile yazar Sergeyenko geldi. Ona, en sevdiği, dostunu anımsatan, iki kişiyi görünce, duygulanan Tolstoy, Günlük’üne şöyle yazdı ‘’ Çertkov’un soluğunu hissettim. Güzel bir duygu.’’
Sofya, Çertkov hakkında, anılarına şöyle yazacaktı,
1884
ÇERTKOV
1884 yılında, Lev Nikolayeiç’in yanına, uzun boylu, güzel, mert, her haliyle asil olduğu anlaşılan, biri geldi. Bu, Vladimir Qriqoryeviç Çertkov’du. Süvari alayında subay olan Çertkov,  Lev Nikolayeviç’in son eserlerini okuduktan sonra istifa etmişdi. Onun yeni idealleri ile yaşamaya çalıyordu. Onda keskin değişiklik başgöstermişti.
Süvari alayının görkemli subayının istifası, annesini derinden


76

üzmüştü. Lev Nikolayeviç Çertkov’u çok beğendi. Çerkov, Lev Nikolayeviç’in yazdığı ve hakkında fikir yürüttüğü her şeye samimi-kalpten, derinden perestiş ederdi. Lev Nikolayeviç, ömrünün sonuna kadar Çertkov’u sevdi ve yüksek kıymetlendirdi. Çetkov, Lev Nikolayeviç’in kaleminden çıkmış bütün eserleri okuyor onun günlüğünden kayıtlar tutuyor ve bunların hepsini İngiltere’de yap-tırdığı taş evde saklıyordu. Önceleri, Lev Nikolayeviç’in, bu kadar el yazması, mektup ve günlüğünün Çertkov’da olması beni çok üzüyor ve ona karşı içimde bir çekememezlik hissi oluyordu. Ama şimdi ölümün yakınlığını ve çocuklarımın babalarının el yazmala-rına ilgisini görünce bunun yersiz olduğunu anladım.
§
Biryukov, bir sabah kahvaltı için yemek odasına girdiğinde Sofya ile göz göze geldi.
‘’Günaydın, Sofya Andreyevna. İyi uyudunuz mu?’’
‘’Beni kandırdınız. Çertkov’la birlikte komple kurdunuz.Onun bana ve aileme karşı entrikalarını biliyorsunuz, yine de dostum-muşsunuz gibi numara yapıyorsunuz’’
‘’Hayır’’ dedi. Böyle olmadığını söylemedi.Ama itiraz da etmedi.
‘’Hizmetçilerle tek tek konuştum. Bazı söylentilerden bahsetti-ler. Sizi de ormanda görmüşler, arkamdan planlar yapıyormuşsu-nuz. Size dost oldum. Karşılığında bir şey beklemediğim bir dost-luktu bu’’
‘’Size, asla komplo kurmadım. Ama bana inanmayacağınızı


77

görebiliyorum’’
‘’Sizden iğreniyorum’’ dedi, odadan çıktı.
Aslında, Biryukov sadakatle davranmıştı. Tolstoy’a, Çertkov’a, Sofya’ya samimi konuşmuştu. Ama şimdi herkes onu sahtekar sanıyor. Bütün kötü belgelerde onun adını görüyorlar, ama onu oraya o yazmamıştı. Yine de Tolstoy’u suçlamıyordu.
Aile içinde bir geçimsizlik yaşanıyordu. Biryukov bu işin gizlice yapılmasını beğenmedi. Ona göre Tolstoy tüm aileyi toplamalı ve isteklerini onlara söylemeliydi. Andrey, ailenin maddi çıkarlarını korumak istiyordu. Kardeşi Lev’de onun gibi düşünüyordu. Birgün babasının çalışma odasına girip: ‘’Annem sinirleniyor. Bir vasiyet yazıp yazmadığını bilmek istiyor.’’ ‘’Cevap vermek zorunda değilim.’’ Andrey kapıyı çarparak çıktı. Kırım’dan iyileşerek dönen Saşa, iki kardeşi ve annesi arasında kalan babasına üzülüyordu. Tolstoy işkence çekiyordu.
§
Bir Ağustos akşamı, Tolstoy, Dr. Makovitski ve Biryukov terasta oturuyorlardı. Sofya, elinde bir defterle geldi.Kocası onu görünce kaskatı kesildi.
‘’Sanırım arkadaşların, senin, erkekleri kadınlara tercih ettiğini biliyorlardır’’ diyerek kocasını kışkırttı.Makovitski bu lafı duyunca çok utandı. Tolstoy, öfkeli bir sesle, onu tersledi. Ama Sofya dur-madı. ‘’ Senin eski günlüklerini okuyorum. Arkadaşlarına da bir şey okuyabilir miyim?’’
Biryukov böyle konuşmalara tanık olmaktan nefret ediyordu,


78

ama ne yapanilirdi? Tolstoy’un yüzü değişti. Gözlerini başka yöne çevirdi. Sofya okumaya başladı: -Bunu 29 Kasın 1859 tarihli günlüğünden alıntı yaptı- ‘Asla bir kadına aşık olmadım…Ama pek çok kez bir erkeğe aşık oldum’.
‘’İnanabiliyor musunuz?Şimdi şunu dinleyin:’’ ’ Benim açımdan aşkın ana belirtisi sevdiğini inciltme, onu hoşnut edememe kaygı-sıdır. İbneliğin ne olduğunu bilmeden önce bir erkeğe aşık oldum ben; ne olduğunu öğrendikten sonra bile bu olasılık hiç aklımdan geçmedi. Hayalime şehvani duygular getirmedim. Getirmek beni tiksindirirdi’
Dr.Makovitski:’’Tamam o zaman! Kendisi açıklamış. Bu kadar yeter. Dinlemek istemiyoruz.’’ Makovitski’nin sesi kızgınlığını belli ediyordu.
Sofya:’’ Devam edeceğim Duşan Makovitski. Bunlar merak uyandırıcı’’
Tolstoy’un sıkıntısı belli oluyordu. Ayağa kalktı. İzin isteyip gitti..
Dr. Makovitski Sofya ‘ya dönüp, ‘’İyi mi yaptınız? Terasında rahat oturamadı’’ dedi.
Sofya:’’ Gerçeğe parmak bastığımın farkında. Yoksa neden Çertkov’un, peşinde dolaşsın ki?’’
Sofya, hiddetli bakışlarını etrafta gezdirdi. Sonra çekip gitti. Sofya, son zamanlarda, ormanda kocasını takip ediyor. Köylü çocuklarına bile kocasını Çertkov’la görüp görmediklerini soruyor.
Dr.Makovitski, terasta ellerini arkaya dolayıp köşeye kadar

79

yürüdü,durdu, ormanı seyretti, sonra Tolstoy’un odasına gitti. Muayene etti. Kalp atışları düzensizdi, nabzı yükselmişti. Tolstoy:’’ Beni öldürmek istiyorsa, ölmem yakındır, söyleyin’’ dedi.



§
Tolstoy, masasında yazı yazarken uyuyakaldı. Saşa, uyandırmak istemez, 6 Ağustos tarihli yazdıklarına göz atar.
‘’Bir mektup bırakarak gitmek istiyorum, bunun Sofya için daha iyi olacağını düşünsem de onun için endişeleniyorum.’’
Saşa, babasının Günlük’ünü gizli okuduğu için huzursuzdur. Eli titremektedi. Yine de sayfayı çevirip okumaya devam eder: ‘’ Yardım et bana Tanrım. Yardım et. Hiç olmazsa ömrümün bu son günlerimde sana hizmet etmeme, sadece senin için yaşamama yardım et.’’
Annesinin görmesinden korktuğu için Saşa günlüğü kapatır. Annesinin isteri krizine girmesine katlanacak güçü yoktu. Kardeşleri Andrey ve Lev, babalarının el yazmalarının ortaya çıkması ihtimalinden tedirgindir. Onlar gizli vasiyetnameden korkuyorlar. Tolstoy’un aklının yerinde olmadığını söyleyerek iyi bir doktor bulmaktan söz ediyorlar. İkisi de paragöz. Yaşadıkları lüksü kaybetmek istemiyorlar. Tolstoy ile SoFya’nın mücadelesinin farkında olmayan yok. Bu mücadele karı-kocanın sağlıklarını da kötü yönde etkiliyor. Sofya, isterik davranıyor, nabzı 140 lara çıkıyor. Tolstoy bazı günler yürüyemiyor, bitkin, ayakta duramıyor, aklı


80

karışık. Ama nasıl oluyorsa – Saşa buna şaşırıyor – öğleden sonraları Delir’eye biniyor.
Tolstoy, daima olumlu davranmayı tercih ediyordu, ona deli deseler bile, bu böyleydi. Tanya, babasının evinde olan son geçim-sizlikleri duyup ziyarete geldi. Tanya buradayken, Tolstoy rahatlıyor. Onun herkesin üstünde olumlu bir etkisi var. İyiliksever oluşu seviliyor. Varvara, Saşa’ya ‘’Kardeşin öyle nefis bir budala ki; herkesin kendisini zeki hissetmesini sağlıyor. Bu yüzden çok seviliyor’’ dedi bir yemekte. Sonunda Yasyana Polyana^daki ortam Tanya’yı da sıktı. Herkesin Koçeti’ye gelmesini istedi. Sukotin’in neşeli muhabbeti çocukların cıvıltıları, havası ve Fransız mutfağı iyi gelecekti. Hem Koçeti’nin şimdi Çertkov’un uzağında olması avantajı da var. Sofya’ya kendisini iyi hissetmesini sağlayabilir.
Fikir alışverişinden sonra herkes gitmeye karar verdi. Ağustos ortasında aile iki arabayla yola çıktı. Saşa, Varvara ve Makovitski ile bir arabada Tolstoy, Sofya Tanya ve hizmetçi diğer arabada yolculuk ediyorlardı. Atların çektiği bu arbalarda üç gün her şey güzel gitti. Sofya, aylardır böyle rahat olmamıştı. Tolstoy’la arasında kötü bir söz geçmedi. Koçeli’ne mutlu vardılar. Fakat Ağustosun on sekizinde yerel gazetede İçişleri bakanının, Çertkov’a Tula’da sürekli oturma izni verdiği yazdı. Sofya, oturma odasına gazeteyi elinde sıkarak geldi.’’Çertkov’un öldürülmesini istiyorum. Ya o ölecek ya da ben.’’ Tolstoy’un yüzü kireç gibi oldu.
Sofya, sert sert baktı, sonra tahta zemine sertçe düştü, başını kenara çarptı. Hizmetçilerden biri çığlık attı. Dr. Makovitski Sofya’nın yanına gitti hemen nabzını ölçtü.’’ 140. Ciddi değil. Sofya! Sofya! Aç gözlerini!’’


81

‘’Göğsüm… Çok ağrıyor!’’
Gözlerini kapadı arkaya devrildi. İyi rol yapıyordu. Tanya:’’ Ölüyor mu?’’ diye sordu.
‘’Düzelecek’’ dedi Doktor.
Tolstoy, derin bir merhamet duygusuyla yanaşıyordu.’’Sofya ile ilişkimiz, hergün daha da kötüleşiyor. Onda sadece bencillik var. Bu hastalık derecesinde. Makovitski ve Saşa onun hasta olduğunu kabullenmiyordu’’ diye günlüğüne yazacaktı.
İki uşak, Sofya’yı odasına taşıdı. Yatakta oturtuldu, her tarafına yastıklar konuldu. Saşa, babasıyla birlikte yatağın kenarına oturdular. Tolstoy, hiçbir şey söylemiyordu. Sofya, kısa bir süre sonra kendine geldi. Çertkov tarafından fotoğraflarının çekilmesine bir daha izin vermemesini istiyordu.
Sofya:’’Çertkov’un çektiği resimlerin Rusya’nın sıradan gazete-lerinde görünmesi aileyi rahatsız ediyor. Biraz gururlu ol.’’
Tolstoy, Çertkov tarafından fotoğraf çekilmesine bir daha izin vermeyeceğini söyledi. Ama Çertkov’a mektup yazabileceğini söylemesi Sofya’yı çileden çıkardı.
Sofya, Koçeti’de günlerce yataktan çıkmadı. Sürekli çay ve sıcak çikolata içti, sapıklık var mı diye kocasının ilk roman ve hikayelerini elden geçirdi. ‘’Çocuklukta’’ geçen Sergey adlı adamın tanımını buldu. Kocasını odasına çağırarak o bölümü gür bir sesle okudu.
Bir sabah Saşa’yla çay içerken, Sofya:’’ Nasıl oluyor da, şişko, kel kafalı adamı tercih eciyor?’’

82

Saşa:’’Babam seni hala seviyor anne.Yoksa kalmazdı!’’
Sofya: ‘’Voronko’da suya gireceğim zaman çırılçıplak ayakta dururdum’’ dedi.’’Baban, birden karşıma çıkardı. Beni, otların arasına çeker, orada ırzıma geçerdi.’’ Konuşurken gözleri yuvalarından çıkacakmış gibiydi. Bu sözlerden Saşa hoşlanmadı. İnsan kızına böyle şeyler söylemezdi. Saşa, eğer Varvara olmasa, bu gergin günlere dayanamazdı.Varvara, onu rahatlatıyordu.
Bir gün Tolstoy, Saşa’yı sorguya çekti. Ona ‘’Varvara’yı sevdiğini düşünüyor musun?’’ diye sordu,
‘’Evet ondan hoşlanıyorum’’ ‘’Onu seviyor musun?’’ ‘’Onu seviyorum.’’
Tolstoy bunu duyduğuna sevinmiş gibiydi. Arkadaşlıklarının günahkârca olmadığını biliyordu. Sofya’nın iddia ettiği gibi Tolstoy sapkın biri değil; erkekleri sevmenin kadınları sevmekle her bakımdan aynı olduğunu biliyor, teknik bir nokta hariç.
§
Sofya’nın doğum günü ayın yirmi ikisindeydi. Tolstoy’un doğum günü de altı gün sonraydı, güzel bir kutlama yapılmalıy-dı. Sofya’nın altmış altıncı Tolstoy’un seksen ikinci doğum günü kutlaması için aile büyük bir masanın etrafında toplanmıştı. Ama Sofya’yla arasında bir tartışma çıktı. Tolstoy karısına karşı, Hıristiyanlığın idealinin, bekaret ve cinsel ilşkilerden uzak kalmak olduğunu savunmaya başladı.


83

Sofya:’’ Lev Nikolayeviç bugün seksen iki yaşına basıyorsun ama hala aptalın tekisin.’’
Tanya:’’ Bu mutlu günde böyle konuşmamalısınız. Kutsal kitapların söylediği gibi, bir aile olmanın mutluluğunu tadalım ve birbirimizi sevelim’’
Tanya, herkese geyik eti verdi. Sokotin de kadehlere beyaz şarap koydu.Ama Sofya susmak bilmiyordu: ‘’ On üç çocuğu olan bir adam bekaretin kutsal olduğunu ileri sürüyorsa bize hakaret etmiş olur. Özellikle bu adam Tanrı bilir kaç kadını veya erkeğin koynun-da yatmışsa. Utanç verici Lev Nikolayeviç. Böyle konuşmaktan utanmalısın.’’ Laf lafı açtı, eski olaylar tekrarlanmaya başladı; mülk paylaşımı, telif hakları,Çertkov, her şey ortaya döküldü.
Akşam yemeğinden sonra Saşa, babasını ortamdan uzaklaştırmak için parka götürdü. İçi ördek dolu küçük bir gölün kıyısında oturdular. Uzaklarda güneye doğru uçan bir kaz sürüsünün ötüşü duyuluyordu. Tolstoy:’’ Gidecekleri yönü tam olarak biliyorlar. Ve bunu düşünmeleri gerekmiyor. Kıskanıyorum onları.
Saşa:’’İşin acı tarafı, annemin seni seviyor olması’’
Tolstoy:’’ Annenin bana duyduğu şey aşk değil. Aşk gibi sahip-lenici ama nefrete yakın. Onca yıl çocukları onu meşgul etti, kendi bencilliğinden kurtuldu. Ama artık geçti. Şimdi onu kurtaracak hiçbir şey yok. O beni mahvetmek istiyor.’’
Sofya, artık Koçeti’de kalmak istemedi. Ona kötü muamele yaptıklarını söylüyordu. Sofya hayatını bir dram olarak görmeyi sürdürüyordu. İki gün sonra Yasnaya Polyana’ya gitmek üzere Koçeti’den ayrıldı.

84

Tolstoy, Saşa’nın annesiyle gitmesini istemişti. Tolstoy burdan gitmek istemiyordu. Koçeti’de mutluydu, eğleniyordu. Sukotin’le satranç oynuyor, parkta yürüyor, her sabah Rousseau, her gece Pascal okuyordu. Mektuplar yazıyor, Çertkov’un gönderdiği tas-lakları düzeltiyordu.Sofya’dan ayrı kalmak iyi gelmişti ona. Ama Sofya eve döndüğünün ertesi günü çıldırmış gibi Tolstoy’un odasına daldı. Tahrik olmuştu. Kocasının mobilyaları arasında, Çertkov ve Saşa’nın fotoğraflarını toplayıp yere attı. Yerlerine kendi fotoğraflarını astı sonra Çertkov’un evin içindeki şeytani ruhunu kov-sun diye bir rahip çağırdı. Papaz, odaya okunmuş su serpiştirdi. Kötülüklerden arınsın diye de dua etti. Saşa, inanmakta zorluk çekerek koridorda oturdu. Bir müddet sonra Sofya kapıdan dışarı, başını uzattı, yüzü kararmıştı.
‘’Babanın ne yapacağı umurumda değil Saşa. Her şeyi Çertkov’a bırakabilir. Bu önemli değil, çünkü kardeşlerinle bir olup vasiyeti bozacağım. Bu adamın gözü dönmüş, beni mahvedecek’’ dedi ve Koçeti’ye gitmek istediğini söyledi. Hemen hizmetçilere talimatlar verdi, hazırlanmasına yardım etmelerini istedi.
Koçeti’nde günler kötü başladı. Anlaşmazlık alevleniyordu. Tolstoy’a kızıyor, beddualar ediyor, eve sığamıyor, geceleri parka kaçıyordu. Kocasının ona ilgi göstermesini istemiyor,bağırıyordu. Tolstoy ise alabildiğine nazikti. Sofya yine de naz yapıyordu. Bu kaprislerine Sukotin dayanamadı, ‘’ Sofya Andreyevna, ne yaptığının farkında mısın? Hayatta Lev Tolstoy’un karısı olarak bir öne-miniz var, eğer o sizi terkederse tarih bunu sizin suçunuz olduğunu yazacak, yemin ederim haklı da olacaktır.’’
Tolstoy, durumun dayanılmaz olduğunun farkındaydı, eliyle karısının sırtını okşadı. Sofya, ağlıyordu. Büyük bir acı aileyle

85

birlikteydi. Bu tartışmalar arasında Tolstoy, biraz kitap okuyup yazmaya çalışıyordu. Sofya ise son iki gün hiçbir şey yemeden geçirdi.
Tolstoy’un, Vicdan isimli kitapçığından,
‘’ Alem-i muhabbet, yalnız insanın kendisi için, kendi ruhu için, fenalığa sabır etmek ve fenalığa mukabil iyilik için ehemmiyetli ol-mayıp ve belki yalnız iyilik ancak fenalığın yolunu kestiği ve ona mani olduğu ve o fenalığı daha ileriye götürmesine müsaade etmediği için de kıymete haizdir.’’
Peder, Hazreti İsa hazretine dahil olduğu zaman ‘Ya İsa! Bana karşı kabahatlı ve günahkar olan kardeşimi kaç defa affetmek lazımdır? Yedi defaya kadar mı?’ diye sordu. Hazreti İsa cevaben: ‘ Ben derim ki, yediye kadar değil belki yetmiş yedi defaya kadar affet. Fenalığa fenalıkla karşılık vermemek, sevmek demektir. Eğer insan buna inanırsa mesele kardeşinin yaptığında değil ve ancak ben ne yapmalıyım meselesindedir.’’
Sofya eve dönmek için ertesi gün oradan ayrıldı. Kocasına birkaç gün sonra gelmesini söyledi. Kırk sekizinci evlilik yıldönem-lerinde Yasnaya Polyana’da bulunmasını istiyordu. Tolstoy, onun yanında olacağına söz verdi ‘’. Yasnaya Polyana’ya gideceğim ve orada beni neyin beklediğini düşününce içimi bir korku sarıyor’’ diye Özel Günlük’üne yazdı Tolstoy.
Evlilik yıldönümü sabahı Sofya beyaz ipekten bir elbiseyle odasından çıktı. Saşa ve Varvara çok güzel olduğunu söyleyip öv-güler de bulundular.
Sofya.’’Babana söyle beyaz temiz bir gömlek giysin. Biryukov’a resmimizi çekmesini söyleyeceğim.’’

86

Lev Tolstoy istemeye istemeye kabul etti. Beyaz bir gömlek –bir yıl önce kendi elleriyle yaptığı deri çizmeleri giydi. Saçlarını ve sakalını taradı. Kırk sekiz yıldır evli olan çiftler resim çektirmek için dışarı çıkmadan önce birer fincan sıcak çikolata içtiler. Ilık bir Eylül günüydü, Bulgagov fotoğraf çekmede ustaydı, bu görev ona verilmişti.
Sofya; kocasıyla çekilmiş büyük bir fotoğrafının gazetelerde yer almasını istiyordu. Gazetelerde yayınlanacak olan fotoğraf, büyük yazarla, eşi arasında anlaşmazlıklar olduğu yönündeki söylentilerin önünü kesecekti. Her canı istediğinde Çertkov’un fotoğraf çekmesine izin veren Tolstoy, Sofya’nın isteğine hayır diyemezdi. Tolstoy istemeye istemeye kabul etti.
Biryukov, Saşa’dan, arkaya siyah bir perde koymasını iste-di.’’Perde güneş ışığını fotoğrafı çekilen kişilerin üzerine çekecek-tir’’ dedi.
Güneş, Tolstoy’un gözlerini alıyordu, gözlerini kıstı, dalgın görünüyordu.
Biryukov:’’ Gülümsemeye çalışın Lev Tolstoy’’
Tolstoy zorla gülümsedi. Bulgakov başını kameranın siyah ör-tüsüne soktu.’’ Lütfen kımıldamayın.’’
Sofya, kolunu kocasının beline doladı, başını ona doğru eğdi. Mutlu bir çift görüntüsü vermek istiyordu. Aynı gün Tolstoy, Sofya’nın indirdiği resimleri duvardaki yerlerine astı, sonra da Delire’ye binip ormana gitti. Bunu gören Sofya çıldırdı, çalışma odasına girdi bütün resimleri yırtıp yerlere attı..


87

Saşa, Varvara ile bir arkadaşının davetine gitmişti, bir hizmetçi ile haber gönderilip gelmesi istendi. Olanları öğrenince sinirlendi. Eve gelir gelmez annesinin yanına gitti. ‘’Neden böyle yapıyorsun? Hepimizi öldüreceksin.’’ Sofya, çektiği acıları gözyaşları içinde anlatmaya başladı. Saşa kapıyı hızla kapatıp çalışma odasına gitti, babasına olanları anlattı. Tolstoy.’’Karşı karşıya kaldığım durum kötü ve çelişkili. Zamanımın büyük bir kısmı boyun eğmek ve onlarla mücadele ile geçiyor. Bunun yanında yazmaya çalışıyorum.’’ Diye Günlük’üne yazdı.
§
Bugün öğleden sonra, Tolstoy, Dr. Makovitski’yle birlikte atla bir gezinti çıktı. Ekim ayıydı. Hava soğumuştu. Döndüğünde yorgun görünüyordu, odasına çıktı. Ev halkı yemeğe inmesini bekledi fakat saat sekiz olduğu halde odasından çıkmayınca Sofya, kocasına bakmak için kalktı, ellerini ovuşturarak geri geldi. Tolstoy’un odasına girdiğinde; yatağın kenarında oturuyormuş, yemek yeme-yeceğini, yatmak istediğini söylemiş, yüzü solgunmuş, nabzı hızlı atıyormuş.
Sergey:’’ İyi değil galiba!’’ Sergey, Tanya gibi birkaç günlüğüne gelmişti. Sergey’in ve Tanya’nın eve geliş nedeni karı koca arasındaki kavgalardı, çözüm bulmak istiyorlardı.Sofya, çorba-dan birkaç kaşık aldıktan sonra ‘’ Gidip bakmalıyım’’ diyerek ayağa kalktı. Döndüğünde telaşlıydı. ‘’Çabuk gidin Dr. Makovitski! Kendinde değil’’ Birkaç kez istavroz çıkardı. Herkes ayağa kalktı. Dr. Makovistki’nin peşinden herkes gitti.Yatak odası karanlık-tı,yanmakta olan mum sönmek üzeriydi. Tolstoy sırtüstü yatı-yordu,çenesi titriyordu, baygındı. Sesi zayıftı. Herkes dona kaldı. Dr.Makovitski, Tolstoy’u soyup üzerine bir battaniye örtü.

88

‘’Herhalde uyur. Siz gidip yemeğinize devam edin. Ben yanında kalırım.’’
Biryukov:’’ Ben kalayım’’ dedi.
Dr.Makovitski:’’ Değişiklik olursa bana haber ver. Sık sık nabzını ölç.’’
Herkes yemek odasına indi. Yemeklerine devam etti. Hemen hemen hiç konuşulmadı. Biryukov, Dr. Makovitski’yi çağırdığın-da yemeğin sonuna gelinmişti. Herkes üst kata koştu. Odasına girdiklerinde, bacakları şiddetle titriyor, yüzü geriliyordu. Dr.Makovitski:’’ Aşağıdan sıcak su şişeleri getirin! Acele edin! Bacaklarına hardal yakısı yapıştırmalıyız. Sıcak kahve getirin.’’ Dr.Makovitski serinkanlı ve sakin duruyordu. Tam bir doktordu. Sofya,alnına bez koydu,ona kahve içerdi. Bir anda Tolstoy çırpın-maya başladı. Başı yastıktan düştü.Sayıklıyordu. ‘’Toplum…top-lum…bilgelik’’ Sofya, duvara dayanmış, dua ediyordu, gözyaşları yanağından süsülüyor, göz kapakları kapalıydı.
Bir süre sonra yakılara, soğuk sargılara sarılmış Tolstoy, Tanya’nın yardımıyla yatakta doğruldu.
Parlak bir zekası olan bir adam, sayıklamaya başlamıştı. Üzücü bir durumdu. Ama bu durumda bile taşıdığı temel kaygı açıkça belli oluyordu.Kasılmaları yine başladı. Ardı ardına nöbetler geliyordu. Vücudu sarsılıyordu. Her nöbetten sonra titreyerek ve ter-leyerek yatıp kalıyordu. Dr.Makovitski, kötü kasılmalarda omuz-larından yatağa bastırıyordu. Makovitski’nin talimatıyla, Bulgakov kıvranması bitince ayaklarına masaj yapıyordu. Arka arkaya beş nöbet geçirdi, dördüncüsü çok şiddetliydi. Sofya, yatağın yanında


89

diz çökmüş halde dua ediyordu.’’ Yüce Tanrım, şimdi değil! Şimdi ölmesin!’’ Ve bundan sonra kocasına işkence yapmayacağına söz verdi.
Dr.Makovitski:’’ Hepiniz aşağı inmelisiniz. Onun başında ben bekleyeceğim.’’
Gece yarısına doğru Tolstoy,kendine gelmişti. Çayını yudumla-dı ve Dr.Makovitski’den kendisine İncil okumasını istedi.
Ertesi gün tehlike geçmişti.
§
Sofya, kocasını kıskanıyordu.’’Onu, neden serserilerle, şarlatan-larla, para yiyicilerle ve üçkağıtçılarla paylaşayım ki, ’’ diyordu. ’’ Onun iyi olmasını da sağlamalıyım, karısı olarak görevim bu. Bu gerginlik onu öldürür.’’
Birkaç gün sonra Çertkov arabasıyla çıkageldi. Tolstoy, onu sevinçle karşıladı. Sofya, serikanlı davranmayı başarabilmişti. Çertkov’a annesini ve karısını sordu. Sabırsızlıkla gitmesini beklemeye başladı. Gittiğinde Tolstoy’a, bu adama son kez katlanayım diye rica etti. O da itiraz etmedi. Zorluk çıkarmak istemiyordu, çünkü kendisini suçlu hissediyordu. Sofya birkaç gün önce çizme-sinde sakladığı günlüğünü bulmuş,Tolstoy uyurken onu almıştı. Günlük’ünü bulamayınca karısından kuşkulanmaya başladı. Ama ses çıkarmadı. Sofya’da bu konuda bir şey söylemedi. Günlükte ya-zılanlar Sofya’nın kuşkusunu doğruladı. Telif haklarını aileden çalmak için Çertkov’la anlaşmalarından bahsediyordu. Bu, Rusya’nın en büyük yayınevlerinden Prozveşenye’nin, Tolstoy’un ölümünden sonra bütün eserlerin yayın haklarını almak için yaptığı teklif

90

sırasında oluyordu. Yayınevi bir milyon ruble öneriyordu. Tolstoy Ailesi’ne – yirmi beş torun dahil - ömür boyu yeter!
Sofya elinde yayınevinden gelen mektupla kocasının çalışma odasına gitti, bu vasiyetname iptal edilmeliydi, kocasına bunu açıkladı, ama Tolstoy onu dinlemedi. Tolstoy:’’Bu konulara kafa yorma, hiç önemi yok bunların. Ben, yayıncılar için yazmıyorum. Ben, halk için yazıyorum.’’
Sofya, tartışmaya girmedi. Ekim ayının on beşinde ona bir mektup yazdı.
‘’ Her gün sağlığımı soruyor, gece uyuyup uyuyamadığımı merak ediyorsun. Benle ilgileniyor olman sıkıntılarımı gidermiyor. Her gün bana acı veren yeni darbeler alıyorum. Aileni, telif hakla-rından mahrum bırakacak olmanı öğrendim.
Sen ve arkadaşlarının beğenmediği ve tenkit ettiğiniz hükümet şimdi mirasçılarının doğal haklarını yasal olarak ellerinden alacak, zengin yayıncılara verecek, onlar, para kazanırken torunların senin günahının sonucu aç kalacaklar. Tolstoy’un Günlük’ünü de korumak üzere Devlet Bankası alacak.
Senin, çocuklarının ve torunlarının hafızasında filizlenecek kö-tülükleri düşününce dehşete kapılıyorum...’’
Sabahleyin mektubu masasına bıraktı. Öğleden önce çalışma odasına gitti. Titriyordu. Kocasının tepkisini görmek istiyordu.
‘’Mektubumu okudun mu?’’ ‘’Okudum.’’

91

‘’Bana söyleyecek bir şeyin var mı?’’
‘’Beni rahat bırakman mümkün mü?’’ Yüzünde karısını küçüm-seyici bir ifade vardı. Burun delikleri açılıp kapanıyordu.
Sofya, ailesini düşünmesini, vasiyetini düzenlerken yaptıklarını gözden geçirmesini, mantıklı olmasını tavsiye etti.
‘’ Bitti mi Sofya’’
‘’Bitti’’ dedi. Aslında biten bu güne kadar gelebilen aşklarıydı. Sofya, aşklarının öldüğünü açıkça görebiliyordu. O gün hiç konuş-madılar. Tolstoy odasında çalışmaya devam etti. Makaleler yazdı. Yazılarında düzeltmeler yaptı. Ertesi sabah kahvaltıdan önce, atla ormana gitti. Sofya, Çertkov’un evine doğru gideceğini düşünerek yayan olarak yola çıktı. Çertkov ‘un arazisinin girişinde bir çukurun içine gizlendi. Bütün gün evi gözledi. Tolstoy’un ne kendisini ne de atını görmedi. Çertkov, üç kez eve girdi çıktı. Hava kararmaya başladığında çukurdan çıktı. Yasyana Polyana’ya döndü. Ayakları sızlıyor, başı dönüyor, midesi bulanıyordu. Koca bir köknarın altında bir-iki saat oturdu. Gökte yıldızlar parlıyordu. Başını kaldırdı. Sonsuzlukta kaybolmak istedi.
’’Ben seninim Tanrım. Al beni. ’’ diye fısıldadı. Arabacı İvan onu görmeseydi, orada öylece kalacaktı. ‘’Kontes? Siz misiniz?
‘’İvan yardım et.İyi değilim.’’
İvan, Sofya’yı eve götürdü. Tolstoy uyumamıştı yatağında oturmuş, kitap okuyordu. Sofya, nedense bugün yaptıklarını anlattı.

92

Tolstoy, dikkatle dinledikten sonra, ‘’Sofya, senin bu kaprislerin-den bıktım, usandım. Kaprislerine boyun eğmek istemiyorum. Seksen iki yaşındayım. Bu yaşımda rahat etmek istiyorum. Karımın eteğine bağlı olmak istemiyorum.’’
‘’Bu da ne demek?’’
‘’Şu demek oluyor, bundan böyle Çertkov’a mektup yazacağım, istersem onunla görüşeceğim.’’
‘’Bunu bana yapamazsın.’’ ‘’Bekle de gör.’’
Ertesi gün erkenden kalktı. Bahçede oturup Tolstoycu köylü Novikov’la çay içti. Novikov,a dertlerini anlattı. Novikov; Tolstoy’a, ‘’ Köyde kadınlarımıza nasıl davrandığımızı bir görsen! Edepsizleşirlerse; pat!’’ Bunu baldırına avuç içiyle vurarak gösterdi, ve:’’Kadının sırtından sopayı eksik etmeyeceksin. Onlarla ancak böyle baş edebilirsin.’’
Şiddet karşıtı olan Tolstoy, gülmeye başladı,’’ Köylülerden öğrenecek çok şey var. Çok hoş’’ dedi. Gülmesine devam etti.
Tolstoy’un herkesle muhabbet edebilme özelliği var. Bu sohbetler başkalarına saçma gelebiliyor olsa da; bu, böyle.
Tolstoy’un Eşitsizlik isimli kitapçığından,
‘’Eşitlik mümkün değildir derler. Bunu hakiki insanlar arasında eşitsizlik mümkün değildir, şeklinde ifade etmek gerekir. Boylu adam kısa boylu adam ile, kuvvetliyi kuvvetsiz ve zayıf ile, çabuk anlayan ve zeki adamı fikir yoksunu ve ahmak ile, sıcağı soğuk ile

93

eşitlemek olmaz. Fakat o zaman, boyluya kısa boyluya, küçüğe bü-yüğe, kuvvetliye zayıfa, akıllıya, ahmağa, aynı oranda sevgi ve saygı göstermek lazımdır.’’
Novikov gidince, Tolstoy, bu köylünün sıradan yaşamını düşündü. Köylülerin arasına karışmak ve çalışmak. Bunu gücü var mıydı? Bunu ispat edercesine, o gün öğleden sonra, Tolstoy, yeniden spor yapmaya başladı. Bitmediğini ispata çalışıyordu. Gençken yaptığı gibi bir dolabı sırtına alıp kaldırmaya çalıştı. Az daha ezili-yordu. Sofya: ‘’Kendini genç mi sanıyorsun?’’ Tolstoy hayıflandı. Akşam yemeğine kadar odasından çıkmadı.
Kasım ayı gelmişti. Hava her gün daha fazla soğuyor, bazen kar yağıyordu. Sofya, köpekleriyle Zasyeka ormanında yürüyor, Tolstoy’un atıyla geçtiği yollardan geçiyordu. Tolstoy bu yaşına rağmen ata biniyor. Genelde Doktoru Makovitski’yle birlikte gidiyordu.. Geçenlerde üstü başı çamur içinde eve geldi, atından düşmüş. Sofya, bu konu hakkında kocasının kızacağını düşünerek laf söylemedi.
Evin konukları eksik olmuyordu. Konuşkan Gastev gelmişti. Dedikodusu bol bir insan. Tolstoy onu dinlemeye bayılıyor. Tanya, yine geldi. Bayan Natalya Almedingen geldi. Zarif bir kadın, çocuk kitapları yazıyor. Prozveşenye ile olan anlaşmayı Sofya ile konuştu. Bir belge imzalatmak istiyordu. Tolstoy’un imzalayacağı bir belge işe yararmış. Yayınevi telif haklarını almayı çok istiyormuş. Andrey ve Sergey’de burda. Yazar,Sergey’le hergün santranç oynuyor.
Her şey yolunda gidiyor derken Sofya, Biryukov’un Çertkov’a bir mektup götürdüğünü öğrendi. Saşa bunu daktilo odasında not etmişti. Sofya, bu notu buldu.

94

Sofya:’’Mektup kime yazıldı.’’ Saşa:’’Galya’ya
Tolstoy’un Çertkov’un karısına mektup yazmış olması Sofya’yı kızdırdı. Hemen çalışma odasına gitti.
‘’Bu sabah Galya Çertkov’a bir mektup göndermişsin.’’ ‘’Olabilir. Seni neden ilgilendiriyor?’’
‘’Mektupta ne yazıyordu?’’ ‘’Unuttum. Yaşlılar unutkan oluyor.’’ ‘’Bana çocuk muhamelesi yapma’’
‘’Gerçekten ne yazdığımı hatırlamıyorum? ‘’Kopyasını göster’’
‘’Asla.’’ Tolstoy yumraklarını sıkarak ayağa kalktı.
Öfkelenmişti.
‘’Eskiden bana bağırmazdın.’’
Tolstoy koltuğuna büzüldü.’’Yalnız kalmak istiyorum.’’ ‘’Zaten yalnızsın. Lyovoçka. İkimizde yalnız.’’
‘’ Gitmeliyim.’’
‘’Gittin zaten.’’ Sofya odadan çıktı.
Tolstoy ikilem içindeydi. Bir yanda karısı diğer yanda

95

Tolstoyculuğun kendisi Çertkov vardı. İkisinin arasında sıkışmıştı.
§
Yirmi dört yaşındayken, sekreter olarak Tolstoy’un hizme-tine giren, iyi bir Tolstoycu olan ve son zamanlarda Tolstoyculuğa daha büyük ilgi duyan Biryukov, Telyatinki’deki odasında yatarken, hep kız arkadaşını düşünüyordu. Ondan gelen mektupları okumaya başladı. Onun yanında olmasını arzu ediyordu. Buraya Tolstoy’la çalışmak için gelmişti ama elinde olmadan hep sevdiği ile ilişkisini düşünüyordu.
Bu sabah, Biryukov’u, kahvaltının ardından, yemek odasına çağırdılar.Çertkov, bir tabureye oturmuş neşe içindeydi.Odanın atmosferi Biryukov’a gergin geldi. Çertkov’u eğilerek selamladı.
Çertkov:’’Çok şaşırtıcı haberler var.’’ İstifini bozmadan, ’’ Lev Nikolayeviç evden ayrılmış’’ dedi. Çertkov, kelimeleri tek tek söylüyordu, havadan yakalıyor, masaya bırakıyordu. ‘’Bu sabah Dr.Makovitski ile birlikte ayrılmış. Nereye gittiklerini bilen yok.’’
Çertkov, Biryukov’a, Sofya’nın yanına gitmesini söyledi. ‘’Öğrenebildiğinizi öğrenin, akşam olmadan bana haber verin.’’ Biryukov hemen Yasnaya Polyana’ya doğru yola çıktı, on bir civarında oraya vardı.Sofya yeni kalkmıştı. Sofya, Saşa ve Biryukov ikinci katın terasında bir araya geldi.
Sofya:’’ Baban nerede? Saşa:’’ Evden ayrıldı.’’ Sofya.’’ Ne zaman?

96

Saşa:’’ Dün gece.’’
Sofya:’’ Bu imkansız Saşa.’’
Saşa:’’ Gitti anne. Nereye gittiği hakkında hiçbir fikrim yok.
Kimsenin yok.’’
Sofya, sendeledi, geriye doğru iki adım attı ‘’Gitti’’ diye yineledi. Saşa:’’ Evet. Gitti.’
Sofya:’’ Temelli mi gitti?’’ Saşa:’’ Sanırım öyle.’’ Sofya:’’ Yalnız mı?’’ Saşa:’’ Doktoruyla’’
Sofya:’’ Sevgili Saşa, söyle bana. Baban nereye gitti? Bildiğine eminim. Benimle oynama.’’
Saşa:’’ Nereye gittiği hakkında hiçbir fikrim yok. Belirli bir şey söylemedi. Ama sana vermem için bir mektup verdi..’’ Mektubu annesine uzattı. Sofya,zarfı açtı. İlk satırları okudu.
‘’Bu gidişim belki seni üzecektir. Ama başka türlü hareket etmem mümkün görünmüyordu. Lütfen beni anla. Senden özür diliyorum. Çevremde yoksullar varken benim burada lüks yaşamam dayanılmaz oldu. Şimdi yaptığım yaşlı insanların genelde yaptığı şey; ömrümün son günlerini, sakin ve yalnız geçirmek için, her şeyi, geride bırakmak’’
28 Kasım tarihli mektubun altında, imzası vardı.


97

Sofya Andreyevna, titremeye başladı. Omuzları sarsılıyordu. Uzun eteklerini topladı, merdivenden hızla indi, feryat ederek dışarı fırladı. Saşa, pencereden baktı. Göle doğru gidiyordu. Saşa, Biryukov’a peşinden koşmasını söyledi. Sofya, yaşından beklen-meyecek kadar hızlı koşuyordu, kayın ağaçlarının arasında gözden kayboldu.
Hizmetkarlardan birkaçı da Biryukov’la beraberdi. Arkadan piç evlat Timoti de sırıtarak el sallıyordu. Sofya, göle yaklaşmıştı. Saşa,’’o kadar hızlı koşma’’ diye bağırıyordu. Kadınların çamaşır yı-kadıkları kulübenin yanında durdu. Ardına baktı. Kendisine doğru koştuklarını görünce biraz daha panikledi, yanda duran tahtaların üstüne çıkmak için hamle yaptı, tahtalar kaygan olduğu için tutuna-madı, yuvarlanıp suya düştü. Saşa, Biryukov’u geçmişti. Koşarken kazağını çıkarmıştı, hemen suya atladı. Arkasından Biryukov, bot-larını çıkarıp buz gibi suya çivileme atladı.
Yüzmeyi iyi bilemeyen Saşa boşuna çırpınıyor, annesine ulaşmaya çalışıyordu. Biryukov,’’Ben hallederim.’’ Ansızın on beş metre kadar ileride, Sofya, su yüzüne çıktı. Sırt üstü duruyordu. Sonra tekrar suya battı. Biryukov suya atlayarak Sofya’ya doğru hızla yüzmeye başladı. Eli Sofya’nın başına değdi; açılmış saçlarını tutarak onu kıyıya çekti. Saşa:’’ Ölmüş’’ diye haykırıyordu. Şişman hizmetçi Vanya, Sofya’nın yanına geldi. Sofya’yı yüzüstü çevirdi, dizleriyle sırtına bastırarak ciğerlerindeki suyu dışarı çıkardı. Sofya, belli bir süre orada yattı, sonra soluk alıp vermeye başladı, gözleri kapalıydı. Ayağa kalkma gücü geldiğinde onu eve götürdüler.
Sofya, ölmek istiyordu,’’Bırakın burada öleyim’’ diyordu… Ürperiyordu ve dudakları mosmordu…Daha yatağına yatmadan hizmetçi Vanya’ya emirler verdi:’’İstasyona git, ve Tolstoy’un hangi

98

trene bindiğini öğren.’’
Üzerinde bir uyuşukluk olduğu açıkça belli oluyordu, yatınca bir saat kadar uyudu, ama uyandığında eline geçirdiği taştan bir kağıt ağırlığı ile ğöğsüne vurmaya başladı. Biryukov, elinden taşı aldı. Masanın üzerindeki çakıyı ve şifoniyerin çekmecesinde bulunan afyon şişesini de. Sofya histeriye tutulmuştu. Kendini pencereden atacağını yada kuyuya atlayacağını söyleyip duruyordu. ‘’Onu bulacağım ve sürükleyerek buraya getireceğim.’’
Saşa, psikiyatr doktorunu çağırması için Tula’ya bir uşak gönderdi. Vanya, Tolstoy’un hangi trene bindiğini öğrenip gelmişti. Sofya, 9 numaralı trene hitaben bir telgraf yazdı Telgrafta, ‘’Babacığım geri dön.Saşa.’’ yazıyordu. Vanya’ya da telgrafı kimseye göstermemesini söyledi. Ama Vanya telgrafı Saşa’ya gösterdi. Saşa telgrafın gitmesine ses çıkarmadı, kendisi de bir telgraf yazarak, gelen telgrafın kendisine ait olmadığını açıkladı.
Biryukov, Saşa’yla, daktilo odasında uzun süre oturdular. Gerçekten babasının nereye gittiğini bilmiyordu. Babasının annesine yazdığı mektupta Kaluga eyaletindeki Şamardino’da rahibe olan kız kardeşi Maşenka’yı ziyaret edeceğini yazmıştı. Saşa, buna şaşırmıştı. Ziyaretinden sonra nereye gideceğini yazmamıştı.
Biryukov, Saşa ve birkaç hizmetkarla konuştuktan sonra kesin sonuça varmıştı.Dün gece yarısına doğru, çalışma odasından gelen sesleri duyunca Tolstoy uyanmıştı. Nefesini tutup sesleri dinledi. Odada Sofya vardı. Çekmeceleri karıştırıyordu.Yeni vasiyetnamenin kanıtını arıyordu. Karısının odadan çıkmasını bekledi. Bu Tolstoy’u hem üzmüş hem de kızdrmıştı. İkinci kata çıkıp Saşa ve Varvara’nın kapılarını usulca çalmıştı. Saşa kapıyı açınca, Tolstoy:’’

99

Buradan hemen ayrılıyorum. Dönmemek üzere gidiyorum. Ama senin yardımına gereksinim duyuyorum.’’
Dr. Makovitski, çoktan eşyasını toplamıştı. Tolstoy’un odasına gidip yanına ne alması gerektiğine karar vermeye çalıştılar. Tolstoy:’’ Sadece en gerekli olanlar’’ deyip duruyordu. Gerekli malzeme arasında bir el feneri bir kürk palto ve bir lavman şırıngası duruyordu.
Tolstoy, atları eyerlemek üzere ahıra gitdi. Karanlıkta çalıların arasında yürürken ayağı kayarak düşmüş, şapkasını kaybetmişti. Geri gelip el feneri istedi. Saşa, babasının yolculuk edecek güçe sahip olmadığını görüyor ve kaygılanıyordu, ama bir şey demedi. Babası gitme kararını vermişti bir kere.
Dr. Makovitski’nin getirdiği sürücülerden biri, atları arabaya koşmak üzere ahıra gitmişti. Hava bulutluydu ve aysız bir geceydi. Yolu seçmek zor olacaktı. Öbür sürücü eline bir meşale alıp atlar-dan birine binip öne geçti. Tolstoy, evin önündeki çimenliğe yürüdü orada durup uzun süre baktı. Diz çöküp ellerini çimlere sürttü, sonra toprağı öpüp, ayağa kalktı. Artık geçmişe dönüp bakmaya-caktı çünkü geçmişteki hayatı arkada kalmıştı.
Saşa ve Varvara Mihailovna ağlayarak vedalaştıktan sonra Tolstoy’un droşkiye binmesine yardım ettiler. Hava çok soğuktu. Makovitski ona takması için bir bere verdi. Sürücü onları Yasenki İstasyonu’na götürdü. Tolstoy ve Duşan Makovitski güneye giden saat sekiz trenine bindiler.
Bu Tolstoy’un yeni hayatının başlangıcıydı.
İstanyonda bir saat beklediler. Karısının her an çıkagelmesinden

100

korkuyordu. Sonunda kompartımanda yerlerini aldılar ve tren hareket etti. İkinci mevkide yolculuk yaptılar. Daha sonra tren değiştirip üçüncü mevkiye geçtiler Vagon havasızdı. Tolstoy arka sahanlığa geçti. Hava soğuk olduğu için fazla duramadı içeri girdi. Yaptığının iyi olduğunu ve kendini kurtardığını düşünüyordu.
Şamardino’ya kadar olan yolculuğu işçilerle dolu, kalabalık bir üçüncü mevki kompartımanda yaptılar. Tolstoy ‘’ Çok eğlenceliydi ‘’ diye yazdı günlüğüne. Akşam, Optina’daki manastırdaydılar.
‘’ Kötü uyudum. Sabahleyin Sergeyenko’yu görmek şaşırttı beni. Bana nasıl bir haber getirdiğini anlamadan neşeyle selamla-dım onu. Sonra bana korkunç hikayeyi anlattı. Mektubumu okuyan Sofya Andreyevna bir çığlık atmış, dışarı fırlamış ve kendini göle atmış. Saşa ile Vanya onu sudan çıkarmışlar. Arabayla Şamardino’ya gittim. Kız kardeşim Maşenka ile kızı Lizanka’yı görmek avuttu beni, mutlu etti. Yolda giderken, Sofya Andreyevna ile benim bu durumdan kurtulmamızın yollarını düşündüm ama aklıma hiçbie şey gelmedi. Ben bütün dikkatimi günahtan kaçınma üzerine toplamalıyım.’’ Diye Günlük’üne yazacaktı.
§
Tolstoy’un, evden ayrılışının ikinci günü, Saşa ve Varvara birlilte Şamandino’ya gitti. İkinci mevki bir kompartımanda güneye doğru yol alıyorlardı. Tren ormanların içine dalıyor, ova-lara çıkıyor, tepelere tırmanıyor, koca kayaların altından geçiyordu. Saşa, bu yolculukta kendini özgür hissetmişti. Akşama doğru Şamardino’daki manastıra vardılar. Saşa’nın halası Ortodoks Hıristiyandı ve Tolstoy’la arası hiç bozulmamıştı. Doğruca halasının kaldığı odaya gittiler. Saşa içeri girdi.Girer girmez babasını

101

sordu. Halası:’’Otur canım.’’ Parmağıyla Varvara’ya ‘’Sende Otur.’’ Saşa, Varvara’yı tanıştırdı. Kapının eşiğinde Tolstoy belirdi. ‘’Baba’’ Birbirlerine sımsıkı sarıldılar. Tolstoy ağlıyordu. Bu sevgi gözyaşla-rıydı. ‘’Ve sen Varvara’’ dedi onun kolunu tutarak. Sonra,
’’Umarım annen seninle gelmemiştir.’’ ‘’O evde. Ama acı çekiyor’’
‘’Biliyorum. Başına bir şey gelirse üzülürüm. Hala karım benim.
İnsan bazı şeyler için sorumluluk duygusundan kurtulamıyor.’’ ‘’Senin geri dönmeni istiyor.Bunu bilmelisin.’’
‘’Kiralık bir oda buldum. Kilise çanlarının sesinin duyulduğu bir küçük kulübe. Son günlerimi geçirmeme çok uygun bir yer Saşa. Kitap okuyacağım ve belki biraz da yazacağım.’’
‘’Annem seni bulur. Sürükleyerek eve götürür.’’
‘’Korkarım ki haklısın. Gelip bizi bulmadan önce ayrılmalıyız buradan.’’
Aslında bu konuşmalardan herkes rahatsızlık duyuyordu. Tolstoy’un kız kardeşi hizmetçiye çay getirmesini söyledi.’’Otu-run.Bu gevezeliği bırakın artık’’ dedi. Tolstoy eğilip kız kardeşini öptü. ‘’Kalmak isterdim ama kalamam.’’ O gece Tolstoy’un odasında oturdular ve plan yaptılar. Dr.Makovitski.’’Eğer gideceksek, nereye gideceğimizi bilmemiz lazım.’’ Tolstoy bu konuyu tartışmaya meraklı görünüyordu. Bulgaristan ya da Türkiye’nin olabileceği öne sürüldü. Buralarda kimse tanımazdı ve iklim de ılımandı. Eksik olan pasaportu, ihtiyaç duyulacaktı. Kafkasya nasıl olurdu diye Saşa ortaya bir laf attı. Orada birkaç Tolstoycu koloni vardı.

102

Tolstoy son günlerini iyi geçirebilirdi. Kafkasya’nın olumlu olumsuz yanları tartışılırken, Tolstoy, öfkeli bir sesle: ‘’Hayır! Plana ihtiyacım yok. Haydi gidelim…Neresi olursa olsun.’’
Zaten Tolstoy plan yapmayı sevmezdi. İçinden geldiği gibi hareket etmeyi severdi.
‘’Çok yorgunum.’’
Saşa:’’Gel seni yatırayım baba.’’
Tavanı kubbeli küçük odadaki portatif yatağına götürdü. Komodinin üzeri tıpkı evindeki gibiydi. Bir mum, kibrit, kurşun kalemler ve yazması için defter. Gecenin bir vaktinde aklına gelen bir fikirle uyandığında ya da gördüğü rüyayı yazıya dökmek istediğinde not tutmak hoşuna giderdi.
Bitkindi, çizmelerini çıkarmadan yatağa uzandı, oda çok soğuktu. Saşa, yünden battaniyeyi örttü. Daha odadan çıkmadan Tolstoy uyuyakaldı. Solukları düzensizdi. Saşa, kaygılandı.
Saşa ve Varvara birkaç kadınla birlikte bir odada yattı. Oda soğuktu. Saşa zar zor uyuyabildi. Saat beş gibi Varvara, Saşa’yı uyandırdı.
‘’Kalk Saşa! Baban hava aydınlanmadan yola çıkmak istiyor.
Sofya’nın geleceğini düşünüyor.’’ ‘’Ama bu mümkün değil’’
‘’Dün gece şüphelendirdin onu. Annem senin peşine düşecek demenden kuşkulandı. Gitmekte inat ediyor.’’
‘’Oradan oraya gitmeye dayanamaz.’’

103

Dr. Makovitski, çoktan hazırdı. Saşa ve Varvara’yı uyandırmaya gelmişti. Kozelsk İstasyonu’na giden yoldaydık. Yol tekerlek izle-riyle doluydu. Yolun bir kısmını sel alıp götürmüştü. Tarlalardan geçmek zorunda kaldılar. Yolu uzatarak gitmek zorundaydılar. Rahibelerden ödünç aldıkları droşki dağılacak kadar eskiydi. Tekerlekler tümseklerde takırdıyor araba sarsılıyordu. Bu sarsıntı-lardan Tolstoy rahatsız oluyor ve inliyordu. Saşa, onun, ölümünün yakın olduğunu biliyordu. Ağlamamak için de kendini zor tutuyordu. Varvara:’’ Tolstoy, bu yolculuğa dayanacak güçte mi’’ diya sordu Makovitski’ye.
Dr.Makovitski.’’Durumu fena değil.’’
Hemen Novoçerkask’a gitmek istiyorlardı. Ama istasyona var-dıklarında Tolstoy’un yüzü sapsarı kesilmişti, gözleri bulanıyor, elleri titriyordu.
‘’Baba yolculuk edebilecek misin?’’
Dr.Makovitski’de.’’ Kendini iyi hissediyor musun?’’ diye sordu. Nabzını ölçerken:’’ Sağlığını bozmanın anlamı yok Lev Nikolayeviç.’’
‘’Gitmeliyiz Makovitski. Başka seçeneğim yok.’’ ‘’Nabız yetniş altı. Mükemmel.’’
Varvara ise:’’ Bence burada kalmalıyız, Sofya Andreyevna peşimizden gelmez, Tanya yanında.’’
Ama Tolstoy fikrini değiştirmedi. ‘’Bana gazeteleri alın lüt-fen.’’ Ne zaman tren yolculuğuna çıksa bütün gazeteleri alır. Dr. Makovitski bütün gazeteleri aldı. Yüzünü asmıştı… Saşa, bir

104

şeylerin ters gittiğini anladı. Bütün gazetelerde ilk sayfada onun gidiş haberleri yer alıyordu.
Tolstoy, gazeteleri karıştırdı, sonra dudağını bükerek başını salladı. ‘’Her şeyi biliyorlar’’ dedi. Adamın biri, ‘’Lev Tolstoy bu! Ta kendisi’’ diya bağırdı. Vagondaki herkes Lev Tolstoy’un aralarında olduğunu anladı. Tolstoy’un trende olduğu duyulunca kompartımanın her iki ucundaki sahanlıkta insanlar birikti. Merak edenler, önlerinden geçip baktılar. Saşa, bundan gurur duydu. Lev Tolstoy’un kızı olmak onu mutlu etti, ama aynı zamanda babasını korumak gibi bir duyguya kapıldı. Kondüktörden kalabalığı engel-lemesi için yardım istedi.
Kondüktör.’’ Ne emrederseniz ekselansları.’’ Böyle ikinci mevki bir tren kompartımanında bu hitap uygun düşmesede adamın he-vesi işe yarıyordu. Saşa, kompartımanın arka tarafında, bir gaz oca-ğında Makovitski’yle birlikte babasına çorba ısıttı. Makovitski’nin çenesi düşmüştü. ‘’Optima’ya giderken nasıl karıştı ortalık, bir gör-seydin. Vagonda, herkes etrafını aldı babanın, Tanrı hakkında, en uygun hükümet biçimi hakkında, vergiler hakkında sorular sordular. Babanı görmeliydin! Vagonun ortasında durdu, Henry George ve tek vergi kuramı hakkında tam bir saat konuştu.’’
Tolstoy’a çorbayla birlikte bir parça simit verdiler. Teşekkür etti. Sonra trenin gürültüsüne aldırmadan bir kanepede kıvrılıp uyudu. Saşa üzerine battaniye örttü. Tolstoy’da hiç kıpırdamadan uyuyordu. Seksen iki yıllık evini terk etmiş bir adam! Bir gece önce hiç uyumamıştı. İlginç bir adamdı. Sevimli ve düşünceli biriydi. Kendisiyle konuşan herkese – ister hizmetkar ister devlet başkanı, kibre kapılmadan cevap verirdi.


105

Aniden doğruldu.’’Neredeyiz şimdi?’’ diye sordu. Makovitski yanına geldi’’ Her şey yolunda Lev Nikolayeviç’’ Tolstoy’u tekrar yatırdı, ateşini ölçtü. 39’ du. Saşa’ya döndü’’İyi olacak. Düzelecek’’ dedi. Ama söylediklerine kendisinin de inanmadığı, yüzünden belli oluyordu.
Tolstoy, kızının elini tuttu.’’Makovitski’yi dinle kızım. Kendimi iyi hissediyorum. Biraz uyumalıyım’’ dedi. Kızının elini tutacak gücü yoktu. Bitkindi. Saşa, ağlamaya başladı. Kendine hakim ola-mıyordu. Kompartımanın havasızlığı ve çevrelerine toplanan yabancılar da Saşa’yı sıkmıştı. Varvara’nın da günboyu devam eden sinirli hali geçmemişti.
Üç saat sonra Dr.Makovitski Tolstoy’un ateşinin yükseldiğini söyledi. Doktor, paniğe kapılmıştı. Yapacak bir şey yoktu, sabredip beklemekten başka. Tren, metal tekerleklerin sürtünmesinden ötürü çıkan sesle birlikte, sarsıldı.
Astopovo istasyonuna gelmişlerdi. Bulgaristan,Türkiye ya da Kafkasya ile ilgili hayaller son bulmuştu,galiba
Dr.Makovitski:’’Geceyi burada geçirebiliriz. Tolstoy, yolculuk edemeyecek kadar hasta. Dinlenmesi lazım.’’
Tolstoy’un, trenden inmesi için birkaç kişi yardım etti. Adımları yavaştı. Makovitski’nin koluna tutunuyor, vücudunu yaslayarak yürüyordu. O geçerken insanlar yol açıyor, şapkasını çıkartıp selam veriyorlardı. İstasyon binasının önünde bir banka oturdu. Bastonu bacaklarının arasındaydı. Başı öne eğildi. Hafifçe terlemişti.
Dr.Makovitski, istasyon amiriyle konuşmaya gitti. Tolstoy’un burada dinlenmesi gerekiyordu. Teneke damlı, duvarları kırmızı

106

boyalı bahçe içinde küçük bir kulübe tahsis ettiler. İstasyon amiri karyola koydurtdu.
Dr.Makovitski; Saşa’ya:’’ Lev Nikolayeviç burada rahat eder’’ dedi. Doktor rahatlamıştı. Onun rahatlığı Saşa’ya güven verdi. İstasyon amiri, ihtiyaçları olduğu sürece kalabileceklerini söyledi. Saşa ve Varvara istasyon bekleme salonunda kalacaklardı.
Tolstoy, yatağına yattığında titriyordu. İstasyon şefinin karısının getirdiği yorganları üzerine örtüler. Makovitski nabzını ölçtü. Doksan üçtü. Kasılmalar geçiriyordu. Ateşi hiç düşmüyordu ama yükselmiyordu da. Sol ciğerinden hırıltı geliyordu, Zatürree olabilirdi.
Kulübe, Yasyana Polyana’daki, depo olarak kullanılan odalar-dan büyük değildi. Saşa, kendini tutamayarak ağladı. En sevdiği arkadaşı, onu hiç bırakmayan Varvara Mihailova, elini tutup destek olmaya çalışıyordu.
Saşa:’’Yaşayacak mı?’’ Makovitski:’’ Tanrı isterse.’’
İstasyon amirinin karısı, saygıda kusur etmiyordu. Yemekler getirdi, çay yaptı. Tolstoy’un burada kalması onları mutlu etmiş aynı zamanda gururlandırmıştı.
Tolstoy uyanınca, Saşa’yı çağırdı. Çertkov’a telgraf çekilmesini istedi. ‘’Onun gelmesini istiyorum. Başka kimse gelmesin. Nerede olduğumu başka kimseye söylemeyin.’’
Makovitski:’’ Bundan emin olabilirsiniz.’’


107

Tolstoy:’’ Çok teşekkür edertim.’’
Saşa telgraf çekti. ‘’ Astopovo’dayz. Ateşi düşmüyor. Sizin gelmenizi istiyor’’
O gece derin bir uykuya daldı. Sabah uyandığında düzelmişti.
Neşeliydi, herkesle şakalaşıyordu.
Saşa: ’’ Hezeyan halindeyken, her zaman farklı düşündüğünden, farklı şeyler idrak etmiştir’’ dedi. Kendinden geçtiği sırada, aklına gelen, Tanrıyla ilgli söylediği fikirleri, not etti.
‘’ Tanrı sonsuzdur ve her insan onun minicik bir parçasını temsil eder. Bizler, Tanrı’nın, zaman, mekan ve madde içinde tezahürüyüz.’’
Saşa ve Makovitski söylenenleri not ettiler. Tolstoy, elini kaldı-rarak, ‘’ Sana bir fikir daha, Saşa, Tanrı sevgi değildir, ama insanın içindeki sevgi ne kadar çoksa, Tanrı o kişinin içinde o kadar çok tezahür eder ve mevcudiyeti daha da gerçekleşir.’’
Makovitski, bir gece önce Çertkov’u çağırttığını hatırlattı. Tolstoy, Sergey ve Tanya’yı çağırmadığı için ne düşünürler diye kaygılandı. Saşa’ya şunları yazdırdı.
—Sizleri, Çertkov’la birlikte çağırmadığım için kızmayın. Onun yeri ayrı ve benimle olan kopmaz bir bağı var. Biliyorsunuz, hayatını davamıza adadı. Bu dava benim için çok önemlidir, bütün insanlar içinde gerekliliğine inanıyorum. Annenize iyi bakın…Sizi seviyorum.---
‘’ Ben öldükten sonra, bu notu, onlara verin’’ dedi ve ağlamaya başladı.

108

Öğleden sonra saat dörtte titremeye başladı. Yorganın altına girdi, soğuk soğuk terliyordu. Ateşi ise 40 olmuştu. Balgam gelmişti. Kanlı balgam tükürmeye başladı.
Makovitski, Saşa’dan Dr. Nikitin’i çağırmasını istedi. Zatürree konusunda daha bilgili olduğunu söyledi. Saşa, istasyona gitti, Sergey’e, Nikitin’i getirmesi için telgraf çekti.
Makovitski, bütün gece Tolstoy’un başında bekledi. Ateşini ve nabzını ölçüyordu. Tolstoy’un ateşi inmiyordu,sürekli su içiyordu, işkence çekiyor gibiydi, birkaç kez canını alması için Tanrı’ya seslendi.
Sabaha karşı derin bir uykuya daldı. Horluyordu. Makovitski’de hava almak için dışarıya çıktı. İstasyon boştu. Bir banka oturdu. Temiz hava iyi gelecekti. Fazla oturmadı, içeri girdi. Bir saat sonra Tolstoy uyandı. Ateşi 40,5 tu.
‘’İyiye işaret değil Makovitski.’’ ‘’İyileşeceksiniz.’’
Tolstoy aniden öksürmeye başladı. Öksürüğü şiddetliydi. Bir bardak su istedi. Suyu içtikten sonra, alaycı bir gülümsemeyle: ‘’Her şey iyi olacak. Çok haklısın…’’
§
Çertkov, telgrafı alınca çok sevindi, duygulandı hatta gururlan-dı. Tolstoy, orada bulunmasını istiyordu. Sergeyenko ile hemen yola çıktı. Bütün gece yolculuk ederek tren istasyonuna vardılar. Çertkov, Tolstoy’u bitkin ve çökmüş gördü. Battaniyesini boynuna kadar çekmişti, ateşi vardı. Çertkov’u görünce gözyaşlarını

109

tutamadı. Çertkov, elini tuttu, ikisi birden ağlamaya başladı. ‘’Sonunda geldin. İnanamıyorum. Teşekkür ederim.’’ Birer bardak çay içtiler, evden nasıl ayrıldığını konuştular.
Çertkov:’’Sofya Andreyevna’yı engellemek zor. Nerede olduğunu öğrendiğinde bize kızacak.’’
Tolstoy:’’ Ne zaman gelir bilmiyorum ama kesin gelecek, bunu biliyorum.’’ Bir müddet sonra Tolstoy uykuya daldı.
Öğleden sonra istasyon şefi gelip Çertkov ve Saşa’yı dışarı çağırdı. ‘’Tula’dan bir telgraf geldi. Sofya özel bir tren kiralamış, özel tren akşamdan sonra Astopovo’ya varacak.’’
Çertkov, hemen herkesi – Saşa, Varvara, Makovitski, Sergeyenko’yu istasyonun bekleme odasında topladı. Hepsi Sofya’nın kocasını görmemesi fikrindeydi. Eğer görürse, ölümüne neden olabilir dediler.
Saşa:’’ Annem onu alıp götürmek isteyecektir.’’
Çertkov:’’ Kulübenin çevresinde bir koruma halkası oluştur-malıyız. Sofya Andreyevna ile korkunç çocukları İlya ile Andrey’in, hasta odasına girmelerini engellemeliyiz.’’
Oğlu Lev Lvovich’de Paris’teydi. Onun gelmesi Çertkov için kötü olabilirdi. Planları bozabilirdi. O gece Sergey geldi. Babasınının yanına sokulmamalıydı. Ama o diretti.’’ Babamı göre-ceğim’’ diye ısrar etti.. Saşa: ’’ Sorun yok. Yanına girebilirsin.’’Saşa, sesini çıkarmadı. Razı oldu. Daha sonra, ihtiyacı olduğunda gücünü gösterecekti. Sofya’nın treni gece yarısı geldi ve istasyonun

110

az kullanılan yan yoluna alındı. Birkaç hizmetçi, hasta bakıcı, çocukları ve onların eşleri ile lüks bir vagonda yolculuk etmişlerdi. Dr.Makovitski karşıladı onları, Dr. Nikitin’in, kocasını kimsenin görmemesi gerektiğini söylediğini iletti. Sofya, itiraz etmedi. Trende beklemeyi kabul etti. Yatacak bir yer olmadığından özel treni otel gibi kullanacaklardı.
Dr. Nikitin, ancak bir gün sonra gelebildi, ama gelişinden Sofya’nın haberi olmadı. Doktor, Lev Nikolayeviç’i muayene etti. Kalbinin zayıf ve sol ciğerinin iltihaplanmış olduğunu söyledi. Ateşinin düşmüş olması iyiye işaret. Zatürree kesin değil. Eğer olsaydı, ciğer ya da ciğerler – suyla dolardı. Hırıltı olmazdı.
Lev Nikolayeviç canlanmıştı. Doktorun söyledikleri hoşuna gitmişti. Koltuğa oturdu, battaniyeyi omuzlarına aldı, ayaklarına da bir tabure koydu. Konuşmak istediği belliydi.
‘’Dr.Nikitin’e, hayat felsefesi hakkında kısa bir konuşma yaptı.
Dr. Nikitin:’’İstirahat etmelisiniz. Başka bir öneride buluna-mam. Direnciniz azaldığı için dinlenmeniz şart.’’
Tolstoy: ’’Ne kadar peki?’’
Dr.Nikitin: ‘’İki hafta. Aslında bir ay daha garanti olurdu.’’ Tolstoy: ‘’ Bu imkansız, o kadar sürede karım beni bulur.’’
Çertkov’a döndü, ‘’ Çertkov, bunun neden olmaması gerektiğini sen bilirsin değil mi?.’’
Çertkov:’’Anladım. Az önce Sergey,Sofya’nın hayatından memnun olduğunu söylememiş miydi?’’


111

Tolstoy:’’ Buna inanmamı beklemiyorsundur umarım.’’ Çertkov:’’ Evet, inanmaman için bir neden yok.’’
Tolstoy, etrafına kuşkulu gözlerle baktı. Battaniyesine sarılıp koltuğa gömüldü. ‘’Üşüyorum. Bir yerden cereyan yapıyor.’’
Öğlende Moskova’dan Goldenweiser geldi, yanında yayıncı Gorbunov’da vardı. Çertkov, Goldenweiser’e telgraf çekip durumu anlatmıştı. Ama gelmesini beklemiyordu., çünkü Goldenweiser’in Moskova’da Akademi’de konseri vardı, bunu Tolstoy’da biliyordu. Tolstoy, o hasta haliyle konser tarihini hatırladı ve iptal ettiği için Goldenweiser’i azarladı.
Goldenweiser’’ Sen uzak bir yerde hasta yatarken ben toplumun karşısında nasıl piyano çalardım?’’
Tolstoy:’’ Saçmalık. İptal etmemeliydin.’’
Sonra Gorbunov’a döndü. Bir yere yerleştiğinde’’Hayatımız’’ adını verdiği kitabını bitireceğini söyledi. Bu kitap için epeyce not biriktirmişti, ama bazıları Yasyana Polyana’da kalmıştı. Saşa, onları getireceğini bu konuda merak etmemesini söyledi. Çertkov’da:’’Hiç merak etme’’ dedi. Tolstoy arkasına yaslandı. Gözlerini kapattı.
§
Sofya, trende beklemekten sıkılmış, kulübenin etrafında dolaşıyordu, perdesi açık olan camından içeri baktı. Saşa, annesini görünce heyecanla yerinden fırladı. Çıkardığı gürültü Tolstoy’un irkilmesine neden oldu. Gözü kapıya ilişti, karısını görmüştü. Dışarda bulunanlar Sofya’yı camdan uzaklaştırana kadar, kapıya

112

baktı, gözleri irileşmişti. ‘’Kimdi o?’’
Saşa:’’İstasyon şefinin karısı.’’ ‘’Sofya Andreyevna’ydı o.’’ ‘’Hayır baba. Şefin karısı.’’ Zar zor ikna ettiler.
§
İstasyon kalabalıklaşmıştı. Lev Nikolayeviç’in burda olduğunu duyan, gelmişti. Gazetecilerin sayısı kabarmıştı. Basın dünyasında hızla yayılan haber, Astopovo kasabasının isminide duyurmuştu. Buraya gelen her tren yeni kameramanlar, basın editörleri, haber-ciler taşıyordu. İsyan çıkar endişesiyle Hükümet polisler gönderdi. Akın akın insanlar geliyordu. Meraklılar, basın temsilcileri dolmuş-tu. Demiryolu görevlileri, gazeteciler için büyük bir çadır kurdu, sıra sıra kulübeler dikti.
§
Bu kalabalık, Sofya Andreyevna’nın işine geliyor gibiydi. Kameraların önüne geçiyor, poz veriyor, gazetecilere kendisine kocasını göstermediklerini, yalanlar ekleyerek anlatıyordu. Apartması iyi olmuyordu ve bundan utanmıyordu. Ortam egosuna uygundu. Saşa, Çertkov ve birkaç kişi daha Tolstoy’u görmesini geçiktirebi-liyor, huzurunu bozmasını engelliyordu. Bu arada Tanya ‘da geldi, babasını görmesine mani olmadılar.
Ateşi düşüp, konuştuğunda mutlu görünüyordu. Kendisi için

113

insanlarla iletişim her şey demekti.
Perşembe günü Saşa’ya ‘’Sanırım yakında öleceğim. Ama belkide ölmem. Nasıl bilebiliriz ki bunu?’’
Saşa da:’’ Düşünmemeye çalış baba’’dedi. ‘’Düşünmemek mümkün mü?’’
Bilinçi açık olduğu zamanlar Çertkov yanında oturuyor,’’ Her Gün İçin’’den bazı bölümleri okuyor; kutsal kitapların, Upanişadların ve Konfüçyüs’ün Analekt’inin önemli bölümleri üzerinde duruyordu. Lev Nikolayeviç ise Rousseau’dan bir şeyler istiyordu. Başka bir ateist olan Montaigne’de de ısrar ediyordu.
§
O gece Tolstoy, birkaç kasılma geçirdi. Titriyor, sarsılıyordu. O süre içinde sağ eliyle hayali bir kalemi tutuyor, hayali kağıt üzerine yazıyordu…Varvara Mihailovna gürültüyle odaya girince, Tolstoy irkildi. ‘’Vanya! Vanya!’’ diye bağırdı. Sonra başı yana döndü, bayılmıştı. Ölen kızı Vanya’yı unutamamaış, etkisinden kurtulama-mıştı. Vanya diye haykırışı acısının göstergesiydi..
Tolstoy Cuma günü fenalaştı. İç hastalıkları konusunda uzman olan Doktor Berkenheim Moskova’dan geldi. Muayene etti. ‘’Korkarım ki sonu geldi’’ dedi.
‘’Olamaz ‘’ dedi Saşa,’’Yanılıyorsunuz, ateşi düştü.’’ Ama düş-memişti. İki gündür 39.8’di.
Öğleden sonraları da nabzı kalbini patlatacak derecede hız-lanıyordu. Doktor Makovitski, buna çare bulamadığı için çılgına

114

dönmüştü. Adeta kendini sorumlu tutuyordu. Dr. Berkenheim yanında tıbbı donanımları ve ilaçları getirmişti. Ama Tolstoy modern tıbba güvenmediğinden onun araçlarıyla tedavi görmeyi reddediyordu.
Vakti vaktine uymuyordu. Tolstoy’un. Bazen gayet iyi konuşuyor ve tartışıyor bazen sayıklıyordu. Bir ara Tanya yanına geldi, babasını yanaklarından öptü, ‘’Sofya nasıl’’ diye sordu Tolstoy. ‘’Sofya’nın üzerine çok yük bindi, bunlara dayanamaz.
‘’ Tanya’da:’’Onu görmek ister misin? Çağıralım mı?’’ diye sordu.
Tolstoy cevap vermedi. Bu arada Saşa, yastığı ve çarşafı düzeltiyordu.. Tolstoy: ’’Boşver, boşuna çaba harcama benim hayatım bitmiş.’’ Saşa: ’’ Sus baba.’’
Andrey ile İlya, Moskova’dan iki doktor daha çağırtmıştı. Dr. Usov ve Dr. Şurovski. Tolstoy onları görünce, Tanya’ya,’’Demek sonum geldi.’’
§
Sofya , Andrey ve İlya dışarıda duruyorlar, içeri girmek istiyorlardı. Makovitski, onları içeri sokmuyordu; ateşinin düştüğünü iyi olduğunu söyleyip, trenlerine dönmelerini sağladı.
Akşama doğru sayıklamaya başladı. Moskova’lı doktorlar kafuru iğnesi yapmak için ısrar ettiler.
§
Kiliseyle başları dertteydi. St. Petersburg Metropolitanı’ndan

115

gelen bir telgraf, Lev nikolayeviç’i nedamet getirmeye davet ediyordu. Arkasından da Peder Varsonofi adında bir rahip kapılarına dikildi.İlle Tolstoy’u göreceğim diyordu. Önce Tolstoy’un fikirlerini beğendiğini söyledi sonra ‘’Salt görmek istiyorum onu!’’ Bunu yüksek bir sesle söyledi. Yine de görüştürmediler.
-O her vakit dine değil, kilisenin üslubuna, kilisenin hükümet-le birlik olmasına karşıydı. Halkın ona karşı nefretini uyandırmak için kiliseye gelmesi resmen yasak edilmişti. Kilise yüksek şurası-nın verdiği bu karar, hükümet tarafından, ülkenin bütün ruhani li-derlerine gönderilmişti. Tolstoy’da şuranın bu kararına karşı ‘’ Beni Ortodoks olarak adlandıran kiliseden ayrılmam çok adaletlidir. Ben kiliseden Tanrı’ya karşı geldiğim için ayrılmıyorum. Ayrılış nedenim, sadece O’na (Tanrı’ya) hizmet etmek isteyişimdir.’’-
§


Lev Nikolayeviç, 1901’de Gaspra’daki hastalığı sırasında tuttuğu günlüğüne söyle yazmıştı, ‘’Ölümün kıyısına geldiğimde, içimde Tanrı sevgisi varsa ve sürekli artıyorsa, bunu söyleyecek gücüm de kalmamışsa, gözlerimi kapayacağım. Gözlerim açık ise bilin ki; bu sevgiyi, ruhumda hissedemediğimdendir.’’
§


Cumartesi gecesi soluğu tıkandı. Kısık sesiyle doktorlara, ‘’Nefes alamıyorum’’ diye seslendi. Tolstoy itiraz etsede, kafuru iğnesi yaptılar. Boğuk bir sesle fısıldadı: ‘’ Kesin şu iğneleri. Rahat


116

bırakın beni.’’ Sonuçta iğnelerin faydası oldu. Sakinleşti ve yatakta oturdu. Sergey’i çağırttı.
‘’ Oğlum’’ dedi. Sergey, yatağın yanında diz çöktü, Tolstoy oğlunun yüzüne baktı. ‘’Gerçek…benim için öyle önemli ki…sev-gi…’’ sesi kesildi, konuşamıyordu. Gece yarısına doğru uyuyakaldı. Çertkov, Makovitski dışında herkesi odadan çıkardı. Dr.Makovitski ağlamaya başladı. Belki de hayatında ilk kez ağlıyordu.
§


Sofya Andreyevna, sessiz bir bekleyişteydi…Bedeninde bir huzursuzluk vardı. Pek yemek yemiyor, az da olsa su içiyordu. Geceleri kötü geçiyordu. Uyuyamıyor, rüyalarında kocasıyla geçirdiği hayatı görüyordu.
Sofya, kocasının yanına gitmeliydi. Bunu kesinlikle yapmalıydı. Karısını görmek isterdi, bu normal değil miydi? Senelerce birlikte yaşamışlardı. Ona on üç çocuk vermişti. Sonuçta karısını yanında isteyebilirdi.
Ama tolstoy’un çevresini taraftarları çevirmişti. Sofya’yı içeri almıyorlardı. Öz oğlu Sergey,’’ Babam seni görürse ölür.’’ Öldürebileceğini söylemişti. Bu Sofya’yı çok üzdü, buna inanamıyordu.
Güçsüz kalmıştı. Bu adamlara karşı koyamadı, elinden itaat etmekten başka bir şey gelmedi. Kocası ölüm döşeğinde yatarken çoğunlukla uykusuz geceler geçirdi. Yorgunluğun kucağında kendinden geçtiği vakitler oluyordu. Bir sefer, kulübenin önünden


117

geçerken, kapıda nöbetçi olmadığını görünce, içeri daldı ve ölmekte olan kocasını gördü. Yatağında kıvranıyordu. Beyaz sakalını, saçlarını gördü, beyaz çarşafın üstünde bembeyazdı. Ölümün yakın olduğunu gösteren grimsi bir beyazlıktı bu. ‘’Lyvoçka’’ diye seslendi, ama konuşurken biri gelip onu geriye çekti.


§
St.Peterburg Patriği’nden gelen, Tolstoy’un nedamet dileme-sini isteyen telgrafı Çertkov, göstermeyi kabul etmedi ve Optima manastırından gelen Başkeşiş Varsonofi’yi bile sokmadılar. ‘’Neden? Beni yalnızlık cehennemine attılar. Bir kadının şansı olur mu hiç? Lyovoçkam bile bana şans vermedi.’’
§
Pazar günü, gecenin ortasında Sergey gelip Sofya’yı uyandırdı, ‘’Anne uyan! Sabaha çıkamayacak. Artık onu görebilirsin.’’ Geceliğini çıkarmadan, telaşla ve heyecanla Sergey’in peşinden gitti. Ona engel olan Çertkov, söyleyecek bir şey bulamadı. Sofya: ‘’Seni domuz!’ diye bağırdı.
‘’Sabırlı olmalısın Sofya Andreyevna.’’
Lyovoçka, yatıyordu. Zayıflamış, ufalmıştı, içi boşalmış gibiydi. Alnı nemliydi, ateşi yüksekti. Dudaklarını oynatıyordu, ama sesi çıkmıyordu. Sofya, ‘’Affet sevgilim’’ dedi, elini tuttu. Tolstoy, soluk almaya çalıştı. Alamıyordu.
Sofya:’’ Lütfen sevgilim, bağışla beni. Akıllı bir kadın değilim. Aptalca davrandım. Bencil bir kadınım. Sana sevgimi

118

gösteremedim. Anlamalısın Lyovoçka!’’
Sofya, yüksek sesle konuşuyordu ama bağırmıyordu. Sergeyenko, arkasından çekip odadan çıkardı. ‘’’Kendinize hakim olun, Kontes.’’ Yandaki odada bir koltuğa oturtdu. ‘’Kocamla konuşmak istiyorum’’ dedi ve hıçkırarak ağlamaya başladı. Bu arada Tolstoy’a, kafuru iğneleri de yapılmıştı. Birkaç saat geçtikten sonra Dr. Usov, bağırmamak şartıyla Sofya’yı yatağın başına götürdü.
Tolstoy, kıvranıyor ve inliyordu. Dr.Makovitski, ‘’ Bir şey iç, Lev Nikolayeviç. Dudaklarını ıslat’’ dedi. Ağzına bir fincan uzattı. Tolstoy biraz içti ve inleyerek yatağa bıraktı kendini. Gücü kalmamıştı. Soluk alıp vermesi ağırlaştı, kesik kesik oldu…
Uzun bir sessizlik…
Neler olacağı belliydi… Sofya, Tolstoy’un sağ elini yanağına bastırdı. Eli sıcaktı. Hala yaşıyordu. Dua etmeye başladı.‘’Lyovoç-ka’m. Üzgünüm. Seni dinlemedim.’’ Ağlamaya başladı. Sergey, elini uzattı, annesini yatıştırmaya çalıştı. Sofya, tokat attı. Sergeyenko tutup geri çekti. Ona ve Çertkov’a beddualar etti… Onu kocasına yaklaştırmadılar. Onu ve başkeşişi. Oysa başkeşiş, Tolstoy’un ruhunu huzura kavuşturmak, iki dakikada olsa onunla konuşmak istemişti.
§


Duşan Makovitski:’’ Altıya çeyrek var’’ dedi. Ne demek istiyordu?
Sofya:’’ Lyovoçka’mla vedalaşmama izin vermediniz. İkimize

119

de izin vermediniz. Şimdi her şey bitti.’’
Çertkov: ‘’Çok üzgünüm Sofya Andreyevna.’’ Sesi tuhaftı. Elini Sofya’nın omuzuna koydu.
Sofya için, bundan böyle olacakların hiçbir önemi olamazdı…
Son şarkı bitmişti artık. Bu gecenin sabahı unutulmayacaktı. Sofya, elleriyle boşluğu kalbine bastırıyor ve o bağrını deliyordu…
§


Bütün karşı durmalara rağmen; bu güçlü kadın, kocasının en büyük destekçisi idi. Sofya, bütün bu kargaşanın içinde imkan bulup, Tolstoy’un eserlerini düzeltir, temiz yapraklara yazardı. Bazen bin sayfalık yazını birkaç günde bitirir, yayına hazır hale getirirdi. Bugün Tolstoy hazinesinin elimize geçmesi Sofya Andreyevna sayesinde olmuştur.
Birçok meşhur – yazarlar, müzisyenler, ressamlar yaptıkları işlerle değil, yaşantılarıyla anılır. Bu hayatlar arasında kederlisi de var, facialısı da, hoş sohbetlisi de. Sevgi ise yaratıcı insanların ru-hundadır. Onların sevgileri her zaman okunulur, izlenir.
Yazarın idealleri vardı. Sofya Bers ise aşıktı. Onların sevgisi kitaplara sığmıyor. Rusya tarihinde en çok konuşulan ve yazılan aile hayatı belki de Lev Nikolayeviç Tolstoy ve hanımı Sofya Andreyevna’nın hayatıdır. Ailenin gizli sırları bile tartılışılıyordu. Sofya kadar tenkit edilen ikinci bir kadın belki de yoktur. Onu kocasına saygı duymamakla, iyi hayat arkadaşı olmamakla suçlu-yorlardı. Ama o, bütün hayatını Tolstoy’a adamıştı. Aslında istediği

120

gibi değil, Tolstoy’un arzu ettiği gibi yaşamıştı.
Edebiyatın sönmez güneşi gözlerini hayata yumunca; Sofya, söyle yazacaktı:
‘’Düzelmez derecede hastayım.Vicdanım ağrıyor, zayıfım.
Rahmetlik kocama acıyorum, azap çekiyorum.’’ 29 Kasım 1910
Sofya, acısına dayanamayıp, çok kez intihar etmek istedi. Fakat beceremedi.
Tüm eserlerin yayın haklarını, beş yıl sonra Rusya hükümeti, Sofya Andreyevna Tolstoy’a verdi.
Tolstoy’un ölümünden dokuz yıl sonra da Sofya, kocasının yanına; onunla, ruhen, kalben bir olmaya gitti.


SON
















121






































122






































123






































124



































.

125






































126



























SON DURAK

Nev Nikolayeviç, evet, edebiyat alanındaki başarılarını duy-mayan yoktu. Önemli bir yazar olacağı belliydi. Moskova ve St. Petersburg’ da herkesin dilindeydi. Annem: ‘’Gün gelecek, Kont Tolstoy için yazılanları ansiklopedilerde okuyacaksınız. ’’derdi. Biz üç kız kardeştik. Lisa, Tanya ve Ben. Üçümüz de Kont Tolstoy’u beğeniyorduk Ama annem ve babam en büyüğümüz olan Lisa’nın eş olarak uygun olduğunu düşünürlerdi. Ama Tolstoy beni seç-mişti. Beni seçmiş olması da kimseyi şaşırtmamalıydı. Benim de farklı yönlerim vardı. Kötü denmeyecek kadar piyano çalıyordum. Suluboya resimlerim iyidi. İyi dans edebiliyordum. Ve öyküler, şiirler, günlükler yazıyordum.
Tolstoy, sık-sık evimize gelir, babamla günlük olaylar ve siyaset hakkında uzun sohbetler ederlerdi. Göz göze geldiğimizde bana göz kırptığı olurdu. Bir seferinde koridorda kimse görmeden elimi sıkmıştı.
Annem, Tolstoy ailesinin Yasnaya Polyana’ daki arazisine yakın oturan babasını ziyaret etmek istiyordu. Sıcak bir yaz günü hizmetçi kız gelip bizi Kont Tolstoy’un evine götürecek arabanın hazır olduğunu söyledi. Önce Tolstoy’a uğrayacaktık. Lev Tolstoy’un evi köyle aynı adı taşıyan büyük bir evdi. Harika bir evdi. Bu evin hanımı olmayı istiyordum.


9

Tolstoy, önce meyve bahçesini gezmemizi önerdi. Evinden önce bahçesini gezmemizi istiyordu. Kabul ettik. Birçok iyi bakıl-mış meyve ağacı vardı. Bir ara çalılıkların arkasına geçtim. Tolstoy, aniden dalların arasında belirdi korkmuştum. Ellerimi tuttu, bı-rakmıyordu. ‘’Gitmeliyim’’ dedi, elimi buraktı ve uzaklaştı. Sofya Bers olarak hissettiklerim doğruydu. Hayatımı bu topraklarda, Tolstoy’la geçireceğimi biliyordum.
Sofya, Tolstoy’u sevmişti. Sohbet etmeden, birbirinin sesini, sıcaklığını duymadan yaşamanın manasız olduğunu düşünüyordu. Hayat arkadaşlığı da böyle bir şeydi. Evlendiklerinde, Tolstoy otuz dört, Sofya on sekiz yaşında idi.
§
Tolstoy uyuyor. Gün ağarana kadar da uyanmaz. Horlaması evin her yerinden duyuluyor. Onun horlaması beni rahatsız etmiyor. Tolstoy’un uykusu derindir. Her ne yaparsa yapsın, eksiksiz yapar. Çalışmak, at binmek, yemek yemek, uyumak, spor ve dans etmek. Yatağına oturdum, battaniyeyi çenesine kadar çektim. İrkildi ama uyanmadı. Ben saçlarını okşarken horlayarak uyumaya devam etti. O eski günleri gençlik günlerini anımsadım. Pırıl pırıl günlerdi.
Onun yazdıklarını temize çekmek tüm zamanımı alıyor beni yoruyordu. Tolstoy’un hayatına birçok kadın girmişti. Ama sadece ben kalıcı olmuştum.
Günlük’ üme şöyle yazacaktım,
‘’Devrimciler sırasında, 1805 – 1812 yılları arasında, destan-sı bir ortam oluştu, muhteşem ve güzel ‘’Savaş ve Barış’’ romanı

10

doğdu. Lev Nilolayeviç yazmaya başladığında ben de derhal ona yardıma koşuyordum. Yorgunlığumdan ahvalimi, yahut sıhhatimin vaziyetini önemsemeyerek Lev Nikolayeviç’in sabaha kadar yaz-dıklarının hepsini aktarıyordum. Ertesi gün o her şeyi karalayacak, ilave edecek birkaç sayfa daha yazacak; ben ise, kahvaltıdan sonra, hepsini ağlayarak aktarırdım. ‘’Savaş ve Barış’’ i, kaç kez yazdığımın hesabı mümkün değildir. Bazı yerler, mesela, Nataşa Rostova’nın kardeşi ile ava gitmesi ve ‘’marş marş temiz iştir’’ sözünü tekrarlı-yan amcasına uğraması, şüphesiz hususi bir ilhamla yazılmıştı ve bütünü, şüphe götürmeyen bir şey gibi doğmuştu.
Bazen, her hangi bir tip, hadise ya da tasvir, Lev Nikolayeviç’i tatmin etmezdi ve o yazdıkları üzerinde tekrar tekrar düzeltme yapardı. Ben ise hep aktarır, temize çekerdim. Hatırımdadır, bir defa, Lev Nikolayeviç, oldukça yakışıksız olan Yelene Bezukova’nın sapıklık bölümlerini edepsiz şekilde yazarken ben çok üzüldüm. Ben ona bu yerleri eserden çıkarması için yalvardım ve bu küçük, az ilginç ve çirkin bölüm yüzünden genç kızlar bu güzel eseri okumaz-lar dedim. Lev Nikolayeviç, önce hoş olmayan şekilde bana çem-kirdi, lakin sonra bütün edepsiz yerleri romandan çıkardı.
Ben sık sık kendime soruyordum: Niye Lev Nikolayeviç tamamiyle uygun olan bir sözü, yahut cümleyi değiştirir? Öyle olmuştu ki, Moskova’ya gönderilmiş olan düzeltilmiş sayfaları geri getirti-yor ve üzerinde tekrar düzeltmeler yapıyor ya da telegraf ile; filan sözü, bazen birkaç sözü, şunun ile değiştirin derdi. Niye böyle bütün bütün iyi sahneler yahut bölümler atılırdı?
Bazen eseri yeniden yazarken bozulmuş güzel yerleri çıkarma-mayı arzu ederdim. Öyle olurdu ki, düzeltmeleri yaparken, bütün kalbimle kitap karakterlerine alışır onları kendim gibi hissederdim.

11

Bazı yerlere nokta - virgül kordum. Düzeltmeler bitince Lev Nikolayeviç’in yanına giderdim. Bazı yerlere koyduğum sualle-ri gösterir; şurası, şöyle olmaz mı, şu pragrafı, şunla değiştirelim, çok tekrarların bir kısmını atalım veya sıraya koyalım yahut başka sorular sorardım. Lev Nikolayeviç, bunun başka türlü olamayacağını söyler bazen beni dinlerken sevinir, eğer neşesi yerinde değilse hırslanır ve derdi ki; bunlar hassasiyettir, mühim değil, mühim olan şey, genel meseledir ve s…’’
Tolstoy, Çarlık Rusya’sına karşı. Çardan hiç hoşlanmıyor. Arkadaşlarıyla konuşmalarında bu açıkça belli oluyor. Fakat Tolstoy’un, Çar kadar gücü var. Eğer güçlü olmasaydı hepsini hapise atarlardı.
Tolstoy, sinirli ve kırılgan biri. Şimdiye kadar yakındığını hiç görmedim.
§
Tolstoy en iy dostu, Çertkov’la bir olup, tüm eserlerinin halka kalmasını sağlayacak bir vasiyetname hazırlaması Sofya’yı inanılmaz ölçüde rahatsız ediyordu. Tolstoy Sofya’ya sık sık : ‘’Eserlerimi faygalanmaları için halka bırakacağım. Bunu Tanrı adına yapıyorum. Kar etmeyi beklemiyorum’’ diyordu. Sofya buna karşı çıkıyordu. Tolstoy’un özel doktoru Makovitski ‘’Sofya, kocasının başarısını ve yapmak istediğini anlayamıyor. Bunun için çaba da göstermiyor.’’
Yazar, altmış yaşından sonra yaşam tarzını değiştirdi. Ara ara köy evine gider orda kalır. Zenginliğin neden olduğu israfı günah sayar, köylüler gibi giyinir,bütün donatım işlerini kendi karşılardı.


12

Gayesi yoksulluğu ortadan kaldırmaktı.Toprağını, oraya gelen, orayı beğenip orada kalan Tolstoy sevdalısı kimseler işliyor, birlikte üretiyorlardı. Bir tarımsal komün kurulmuştu. Tolstoy iyilik yapmasını seven, çocuklara para dağıtan biriydi. Aziz olarak görenler vardı. Karısı Sofya’nın sıkıntısı mirastan yoksun kalmaktı. Onu rahatsız eden esas neden buydu.
Öğle ya da akşam yemeklerinde Sofya’nın hoşuna gitmeyen tatsız şeyler olabiliyordu. Tolstoy her konuştuğunda Makovitski masanın altından not tuttuğu için kızar: ‘’Yine mi bir şeyler karalı-yorsun’’, diye bağırdığı olurdu.
§
Çiftlikte kalan, Tolstoy’un genç ve heyecanlı sekreteri Biryukov, Tolstoy için. ’’Kimseyi ürkütmez, kimseye karşı sesini yükselmez. O mütevazi bir adamdır’’ der. Biryukov, Tolstoy’un her söylediğini yazar hatta her hareketini, mektuplara cevap verir –bunu Tolstoy’un bütün yazdıklarını okuduğu ve iyi bildiği için kolaylıkla yapabilmektedir. Birgün Tolstoy’un çalışma odasında beklerken kitaplar arasında Bernard Shaw’a yazdığı bir mektup eline geçer. Mektubun sonları dikkatini çeker.
Tolstoy mektubunda:
‘’Sevgili George Bernard Shaw, hayat önemli bir iş, bize verilen az bir zamanda ne yapmamız gerektiğini bulmamız ve bunu en iyi şekilde yerine getirmeye çalışmalıyız. Bu her insan için geçerli olsa da sizin gibi düşünce yeteneğine sahip, akıl yürütebilen, soruların detayına inebilen ve geniş yanıt veren biri için daha önemlidir. Sayın Shaw, sizde hata buluyorum. Neyi hatalı bulduğumu


13




söyleyeceğim. İlk hata ciddi olmamanız. İnsanlığı bitiren belalar basite indirgenmemeli ve alay konusu olmamalı. ‘İnsan ve Üstün İnsan’ adlı oyununuz da bunu gördüm.’’
Tolstoy büyük adamdı. Bernard Shaw gibi birine korkmadan ve dürüstçe yazabiliyordu. İnsanları överek göklere çıkarabilirsiniz ama kusurlarını söyleyebilmek,cesaret işi.
§
Bir zamanlar Tolstoy’un yazılarını Sofya temize çekiyordu. Savaş ve Barış’ın sayfalarını eline alması, mürekkebin ellerine bu-laşması Sofya’yı çok mutlu ederdi. Bu anlar – Tolstoy’u da sonsuz mutlu ediyordu. En mutlu olduğu anlardı çalıştığı ve hayaller kurduğu anlar.
Şimdi kızı Saşa bu işi yapıyordu. Saşa daktilo yazarken annesi içeri girdi.
Sofya: ’’Ne yapıyorsun? Mektup mu,yeni bir roman mı, hikaye mi?
Saşa: ‘’ Kaygılanmana gerek yok.
Sofya, kocasının yazdığı günlükleri merak ederdi. Kendi hakkında yazılan kötü bir şey var mı diye. Oysa Tolstoy’un gerçek olanın dışında yazdığı bir şey yoktu. Ama Sofya günlüğü hep okumak istiyor. Bu yüzden Tolstoy o günlüğü saklı tutuyordu.
Son bir yıl Sofya dayanılmaz biri oldu. Kıskançlıktan ve

14

kininden yüreği katılaştı. Geceleri uyuyamıyor, evin içinde bir yaratık gibi dolaşıyor. Ağlıyor. Oysa Tolstoy böyle bir yükü hak etmiyor. Tula bölgesinin zenginlerinden olan Tolstoy’un karısı olarak mirastan pay alamamak düşüncesi onu delirtiyordu. Saşa’nın babasının yazdıklarını daktiloya çekmesine tahammül edemiyordu. Her zaman yaptığı işini kaybetmişti. Saşa, her yeni gün temize çekilmiş sayfaları babasına götürür gösterirdi.
Ama babası onları bozuyor, kelimeleri çiziyor, sayfa kenarlarına yeni kelimeler ilave ediyordu. Zor işti bu Saşa için – yine de sabre-diyordu. İçinden ‘’Lev Tolstoy için bu kadar zorluğu kim katlanmak istemez ki’’ diyordu.
§
Lev Nikolayeviç Tolstoy, ister maneviyatta ister yaşam tarzında, isterse de sosyal yaşamda; her şeyden önce bir gerçeklik bir saflık aktaran, sanatkar ve düşünürdü. O yaşamın manasını anlamaya, insanın ne için yaşadığını anlatmaya ve okuyucularını aydınlatmaya çalışan biriydi. Yazarlığının ilk zamanlarından itibaren, insanlığın gelişmesi ve olgunlaşması öncelikli gayesiydi. Tolstoy, eğer insan gelişir, olgunlaşır ve kötülüklerden uzaklaşırsa; toplum birlikteliği sağlanır, adaletsizlik ortadan kalkar düşüncesindeydi. Bir yandan medeniyetin tüm noksanlıklarını açıklar diğer yandan olumlu idealleri tebliğ eder manevi güzellikleri yaygınlaştırmaya çalışırdı. Sanki Tolstoy’un içinde iki adam vardı. Bunlardan biri amansız tenkitçi, diğeri insanları olgunlaştırmaya çalışan biri.
§




15

Sofya Andreyevna, Tolstoy’un gizlice bir şeyler çevirdiğini düşünüyor. Vasiyetinle alakalı şeyler. Sahip oldukları her şeyi vereceğini inanıyor. İçinde ev olan koca araziyi ve tüm eserlerinin telif haklarını. Sofya, kocasının sorumluluk duygusu taşımadığına inanıyor. Oysa Tolstoy karısına bu konuda kaygılanmaması gerektiğini söylüyordu.
§
Rusya’nın çoğu köylüydü. Çarın askerleri tarafından dayaktan geçirildiği halde, bir kişi çıkıp itiraz etmemişti diye Tolstoy’un oğlu Andrey ortaya laflar attığında Sofya oğlunu desteklerdi. ’’ Köylüler içiyor hepsi sarhoş’’ der, oğlundan yana - aslında kocasına karşı tavır alırdı. Tolstoy köylüden yanaydı. ‘’ Eğer toprakları olsa kendi çabalarıyla işlerler bizim gibi ayda 10 rubleye mal olan uşaklar çalıştırmazlardı’’ Sofya ise köylülerin bütün paralarını içkiye ve fa-hişelere verdiklerini tekrarlardı. Tolstoy ve karısı birbirlerine hep böyleydiler. Karı-koca da olsa iki insanın aralarında temel farklılık-lar olması doğaldı. Tolstoy manevi bir insan, Sofya Andrenevya’nın derdi ise maddiyat. Bu farklılık onların tartışmalarına neden oluyordu. Tolstoy’un farklı davranışlarını, karısının anlaması zordu. Bir akşam yemeğinde Devrimcinin gönderdiği mektubu Tolstoy yüksek sesle okudu. Mektubun bir bölümünden kızı Saşa’da etkilenmiş ve babasının yaptığını tuhaf karşılamıştı. Mektubun bir kısmı söyleydi:
‘’Lev Nikolayeviç, dünya işlerini – insan ilişkileri buna dahil, sevginin düzeltebileceği fikrinize katılmıyorum. Bunu sizin gibi karnı tok ve eğitimli kişiler söylüyor. Evini geçindirmek için çabalayan zalimlerin sömürdüğü düzen içinde yoğrulmuş aç bir adama ne söyleyebilirsiniz?

16

Sömürü düzenine karşı savaşmalıdır. Dünya kana susamıştır. İnsanlar sırf efendileriyle değil, herkesle, onlarda başlarına gelecek kötülüklerden kurtulmak için kendi yakınlarıyla bile savaşa gire-cektir. Bunları görecek kadar yaşar mısınız bilemem. Ben sana yine de güzel ölüm diliyorum..’’
§
Tolstoy bütün mektuplarında hayat yoldaşına ‘’aziz dost’’ diye hitap ederdi.
Aziz Dostum Sofya,

En büyük facia ve ayıp odur ki, manasız ve yaramaz insanlar hayatımıza karışsın ve bizi idare etsin. Ömrümüzün son yılını boşa geçirmemize neden olsun. Hayatımız boyu bizi ayıracak olaylara rağmen, daha da yakınlaşıp, birbirimizi eskisinden çok sevdik. Şimdi manasız davranışların adaletsizliktir. Gittikçe kök salan sevgi ağacımızın gölgesinde serinlediğimiz vakit, elli yılımızın son günlerinde bu saygısız davranışların her şeye mühür koydu. Biliyorum ki sana çok ağırdır, beni çok sevdiğine de şüphem yoktur. Ama beni çok üzüyorsun. Senin yerine utanıyorum. Seni en derin, en çılgın hislerle seviyorum.
§
Tolstoy, çoğu zaman öğleden sonraları at binmeye giderdi. Kızı Saşa’yı da çok kez yanına alırdı. Ormanın içinde patikalarda gelişi-güzel ilerlerken yollarını kaybederlerdi, fakat Tolstoy durmaz yoluna devam ederdi. Delir ismini verdiği yağız atı, sık ormanlık alanda bile koşmak için fırsat kollardı. Önlerine dere çıksa dahi Tolstoy Delire’yi zorlar, dere küçükse atlar, büyük dereyse yüzerek karşıya

17

geçerdi.
Tolstoy atını çok severdi. Onun kulağına ‘’Aferin kızım’’ der; yüzünü Delire’ye dayar, güzel şeyler söyler, atın yelelerini okşar-dı. Yine bir yaz günü Saşa’yla at binerken, yüksek ağaçların arasında küçük yeşil bir alana geldiklerinde Tolstoy atından indi kızı ‘’bir şey mi oldu?’’ diye sorunca ‘’Beni, tam şuraya, iki ulu ağaçın arasındaki uzun otların bulnduğu yere gömün. Bunu istiyorum.’’ Saşa, babasının gözlerine bakarak, başını salladı ve onu onayladı. Tolstoy:’’ Haydi eve dönelim.Çay demleyip, içelim’’.
Tolstoy’un en sevdiği yerdi burası. Ormanın içerisindeki bir pınara uzanan bir patika da vardı. Çoğu kez suların gölcük oluşturduğu bu yerde oturur dinlenirdi. Bazen köpeklerini de buraya getirirdi. Tolstoy için bu yer ilham kaynağıydı. Köpekler toprağı eşelerken onları seyreder,’’Yazmak da böyle bir şey. İçinden bir şey çıkacağını sanırsın, ama bu çok seyrek olur’’derdi.
Saşa ile ava çıktıklarında, uğradıkları yerdi burası. Tolstoy avlanmayı seven biriydi. Gençliğinde Kafkasya’da tavşan avına çok çıkar çılgın gibi avlanırmış. Günde elli - altmış tane tavşan öldürdüğü olurmuş.Tolstoy, dik başlı, kafa tutan, asi gençliğiyle övünen biridir. Oysa Doktoru Makovitski ya da çiftlik sorumlusu Sergeyenko gibileri Tolstoy’un anlattığı gençliğinden ürküyorlar. Onun şimdiki gibi olduğuna daha doğrusu bir aziz olduğuna inanmak istiyorlar.
Saşa’yla, Zasyeka ormanına gittiklerinde ormanın kara yeşil gölgelerine kadar girer sonunda bir kaya bulur üstüne otururlardı. Tolstoy, Saşa’ya ‘’ Sesini çıkarma. Orman ol. Buradaki şeylerin bir parçasısın artık.’’ Saatlerce kayanın üstünde oturduğu olurdu.


18

Avlanmaya ve öldürmeye meraklı olduğu zamanları geride bırakmış Tolstoy, şimdi bir kayanın üstünde saatlerce oturabiliyor.
Tolstoy’un tek destekçisi Saşa, eğer burdan giderse babasının yalnız kalacağını ve annesinin de onu yiyip bitireceğini düşünürdü hep. Saşa babasının korumasız kalacağına inanıyor. Halbuki, Tolstoy, kontrolü bırakmış değildi. Ağırlığı bu evde fazlasıyla hissediliyordu.
Sofya, becerisi olan bir kadındı, pek övünmese de iyi piyano çalabiliyordu. Belki de hayatı iyi bir yol izleseydi, usta bir piyanist olabilirdi. Piyano öğretmeni Taneyev onu yetenekli buluyordu. Ama kocasının bunu engellediğine inanırdı. Tanayev’ e karşı davranışları kaba oluyordu, rezilce davrandı, kıskançlık yaptı. Sofya, Taneyev’le sadece mesleki olarak ilgileniyordu. Çünkü müzik onun sığınağıydı. Çevresini saran bu kalabalıktan kaçtığı adasıydı.
Sofya’nın geçirdiği en iyi zamanlar Moskova’daydı. Taneyev, büyük salonda saatlerce piyano çalardı. Sonra birlikte çay içerler, konuşurlar bazen alışverişe çıkarlardı. Taneyev yiyecek bir şeyler alır eve dönerken bunları atıştırırlardı. Ama Tolstoy, Taneyev ortaya çıkana kadar Sofya’yı kıskanmamış, kiminle çaya çıktığına, yanında kimin olduğuna aldırmamıştı. Tolstoy, Taneyev’den anlaşılmaz şekilde rahatsızlık duyuyordu. Sofya’yı kıskanıyordu. Tanayev, Tolstoy’u öfkelendiriyordu.
Sofya, günlüğe şöyle yazmıştı:
‘’Lyovoçka, benim kaderimi hiç anlamadı. Kıskançlık gösterdi, dar görüşlü davrandı. Müritleri –veya sevenleri hergün buraya geliyor. Ona, İsa


19

peygambermiş gibi davranıyorlar. Lyovoçka, onların övmelerine ihtiyaç duyuyor. Ama benim içimdekile-ri bilen yok.’’
Sofya, Yasnaya Polyana’da, bu evde, olmaktan hoşlanıyor. Eğer buraları sevmeseydi elli yıldan fazla kalmazdı. Eskiden, Tolstoy’un büyük babası zamanında buraları çok daha güzelmiş. O günlerdeki ev tam Sofya’ya uygun bir evmiş. Ama Tolstoy evin yarısını ku-marda kaybetmiş, kalan yarısında yaşamak zorunda kalmış. Kutsal Kitaplarda dendiği gibi, insan kalbi kötülük doludur. Tolstoy’un bunlardan kurtulması kolay olmamış. İyi kötü neyse, günler geçmişti. Evlilikleri buydu.
§
Bazen Sofya Andreyevna, Moskova’dan ünlü fotoğrafcılar getir-tirdi.. Tolstoy’un eserlerinin yeni baskılarının ön kapaklarında kullanmak için yeni fotoğraflar isterdi. Fotoğrafçılara talimatlar verir, Tolstoy’un poz vermesini isterdi.Tolstoy bu davranışlarına ses çıkarmaz sessiz kalmayı tercih ederdi. Çekimler bitince daktilo odasına geldi. Sekreteri Biryukov ordaydı. Daktilo işini artık Biryukov yapıyordu. Saşa bu işi ona devretmişti.
Biryukov:’’Yoruldunuz Lev Nikolayeviç’’
Tolstoy:’’ Gece iyi uyuyamadım. Resim çekilirken poz vermek de hoşuma gitmiyor’’
Bu yaşta bir insan için yine de iyi dayanıyor. Hiç durmuyor, çalışıyor.
Biryukov:’’Sofya yeni baskıya seviniyor’’


20

Tolstoy:’’ Ona karşı sert olamıyorum. Yeni baskıya, avla ilgili bölüm ekleyelim diyor. Bu sinirimi bozuyor’’
Biryukov:’’İnsanların hoşuna gideceğini düşünüyor’’
Tolstoy:’’ Kötü örnek oluşturmayalım. Ben artık avlanmayı onaylamıyorum. Yazdıklarımdan avla ilgili yerler çıkarılmalı. Eskiden avlanmanın erkekçe bir uğraş olduğuna inanılıyordu. Ruslar değişiyor. Şimdi avlanmayı çok kişi onaylamıyor. Aynı şey zenginlere karşı davranışlar içinde geçerli. Eskiden köylülerin, toprak ağaları tarafından sömürüldüğü kimsenin aklına gelmezdi.’’
Biryukov:’’ Çalmadan zengin olunmaz. Mülk hırsızlıktır.’’
§
Tolstoy, kendisini ziyarete gelen genç yazarların bazılarına sert davranırdı. Sonra acaba çok mu sert davrandım diye sorar-dı. Biryukov ise normal davrandığını söyler onun üzülmesini istemezdi.
Tolstoy:’’Sanata karşı gelmedim.’’ Ona, ‘’Sanat Nedir?’’ baş-lıklı yazısı yayınlandığından beri sanat düşmanı diyorlardı. O ise, sanatı söyle tanımlıyordu. ‘’Ben sanatı, akılcı bir yaşamın olmazsa olmazı olarak görüyorum. Sanat, içimizde sakin duran, çoşkunun; çizgi, ses, söz ve bunlara katkı yapan duygularla ortaya çıkmasıdır. Sanatın insana olumlu katkı yapması gerektiğini düşünüyorum.
Gelen mektuplara baktım çoğu genç yazarlardan geliyor. Hepsi eserlerinin yayınlanmasını istiyor. Öncelikle bir yazar daha önce yapılmamış şeyi yapmalı, herkesin söylediği şeyi farklı söylemeli. Çimen yeşildi, ay parlıyordu, su akıyordu filan diye herkes


21

yazabilir.’’
Tolstoy çalışma odasına yöneldi. Biryukov’u çağırdı. Bir köylünün ona yazdığı mektuba cevaben bir mektup yazdırmaya başladı.
‘’ Şimdiki yaşantımdan hoşnut olup olmadığımı sormuşsun. Kesinlikle hoşnut değilim. Sebebi ise, çevremde bu kadar fakir varken lüks içinde yaşamaktan nefret ediyorum. Halkın gereksi-nimlerini karşılama imkanım yok gibi .Ama elimden geldiğince ve gücüm yettiğince yardımcı olmaya çalışıyorum. Ve gücümün yettiğince İsa’nın emirlerini yerine getirmeye çalışıyorum. Tanrı’yı seviyorum. Tanrı’yı sevmek iyi olanı sevmek ve ona yaklaşmaktır. İnsanları eşit ölçüde sevmektir. Benim gayem bu. Bu düşüncemi uygulamaya çalışıyorum. Umutluyum.’’
§
Tolstoy’un evine müzisyenler gelirdi. Piyanist Goldenweiser bunlardan biriydi. Kendinden geçercesine piyano çalardı. Onu dinlerken Tolstoy’un gözleri koyulaşır, sulanır, gözyaşları yanakla-rını ıslatırdı. Chopin’i dinlemeyi severdi. Ama bunun sıradan insanlar için anlaşılmaz bir müzik türü olduğunu söylerdi. Tolstoy tüm sanatlar içinde en çok müziği sevdiğini söylerdi. Müziğe farklı bakardı: ‘’Müzik, bütün sanatların üstünde ve duygulara en çok hitap eden sanat çeşididir.’’
Sofya’nın Günlük’ünden,
‘’O zamanlar Moskova’da ressam Repin yaşıyordu ve Lev Nikolayeviç onun atölyesine gitmişti. O, güzel sanatlar hakkında fikirlerini Repin’e söylüyordu. Lev Nikolayeviç’e göre, Devrimcinin yola çıkma şekli soğuktur, Zaporojye’liler ise, aslında şekil değil

22

etüddür, ona göre onda ciddi, esas fikir yoktur. Şeklin manası daha yüksek olmalıdır. Repin, Lev Nikolayeviç’in atölyeye uğramasın-dan sonra ona yazdığı mektupta güzel sanatlar hakkındaki görüş-lerine ve kendi resimleri hakkında ki eleştirilerine teşekkürünü bildirmişti. Repin, 14 Ekim 1880 de yazdığı mektupta: Sizin her sözünüz hakkında düşünürken, sanatkarın asıl yolu bana daha aydınlık görünüyor. Siz bana büyük bir manevi destek verdiniz.
Ben öyle görüyorum ki, sanatla yakından ilgilenen Lev Nikolayeviç -ressamı, müzisyeni, yazarı, güzel sanatlarla ilgilenen kişileri, bir sözle güçlendirir, onların enerjisini artırır ve en güzel duygularını harekete geçirmeyi başarırdı.
Repin’de de o zaman böyle oldu. Lev Nikolayeviç, Çaykovski’nin bir kvartetini (dört ses için yazılmış müzik eseri, vokal) dinledi-ğinde müzisyenden mektup almıştı. Aynı hissi bir zaman bize keman çalmaya gelen Nakornov, daha sonra ise diğer müzisyenler yaşamıştı.
Lev Nikolayeviç’in düşünceleri ve şefkatinden sonra enerji ve en güzel manevi kuvvetlerinin açıldığını N.N. Strakov da, Lev Nikolayeviç tarafından tenkit makalesi övülen Bakunin de yazmıştır.’’
§
İnsanın, doğanın içindeki yaşamını bozan, huzurunu kaçıran Moskova Otomobil yarışları başladığında Tula’ya yeni bir zaman gelmiş gibi oldu. Kırsal yaşamdaki huzuru arkalarından kapkara dumanlar çıkaran bu gürültülü makinalar bozuyordu.
Tolstoy, doktoru Makovitski ve sekreteri Biryukov Kiev yolunda

23

yürürken otomobiller yanlarından hızla geçiyordu. Sürücülerin çoğu Tolstoy’u tanıyordu. Genç adamlar Tolstoy’a seslenip şapka-larını sallıyor, içten selam veriyordu. Bastonuna dayanarak yürüyen beyaz sakallı bir adamı tanımamak mümkün değildi. Şöhreti Moskova’yı aşmış bu adamın üstüne yapışan şöhretle de mücadelesi vardı.. Şöhretperest değildi. Sahip olduğu ünle iktidarını göstermek istemiyor, şöhreti hoş görmüyordu.
Uzun beyaz sakalları, ağaç gibi olmuş kalın kaşlarıyla Tolstoy’u herkes tanıyordu. Onun duruşu, oturuşu, her bir hareketi farklıydı, tükenmez bir enerjisi olduğunu gösteriyordu. Kışın, buz gibi soğuk suyla yıkanırdı. Saatlerce bağda – bahçede ekip biçmeyle uğraşırdı
. Yürüyerek gezinti yapardı. Onun parlak ve iri gözleri, görenleri hayrete düşürür bu ince vücutta olan manevi kuvveti aksettirirdi.
Otomobillerden biri yanlarında gürültüyle durdu. Lev Nikolayeviç ürkmesine karşın bir şey demedi. Sürücü bizi arabasına bakmamız için davet etti. Tolstoy, meraklı olduğundan hemen kabul etti. Otomobilin motoruna bakarken eliyle de yokluyordu.
’’ Yarışta başarılar diliyorum’’
Sürücü:’’ Sizinle tanışmış olmaktan onur duydum. Sizin hakkınızda gazetelerde yazılanları okudum’’
Tolstoy gülümsedi. ’’Makine çağına girdik’’
Makovitski:’’ Felaket değil mi?’’
Biryukov, her zamanki gibi sessizdi. Yüzünde mutluluk hali vardı.

24

Tolstoy: ‘’Sanırım uçakları göremiyeceğim. Ömrüm buna yet-meyecek.’’ Çocukları göstererek ‘’Ama onlar mutlaka görecek. Ben çocukların toprağı işlediklerini görmeyi tercih ederdim.’’
Makovitski’nin gözlerinin içine bakarak, ‘’Ülkemizde, aç kalan insanlar varken; şu, pahalı arabalara bak!’’
Makovitski: ‘’Devrimin olması lazım’’
Tolstoy:’’Devrimler, getirdiğinden fazlasını götürebilir. Fakirler, daha kötü duruma düşebilir. Hem şiddet kullanılarak yapılan devrimler, karışıklığa neden olabilir.’’ Tolstoy, böyle diyordu ama kapısına gelen devrimcilerin görüntüsü bunu yalanlıyordu.
§
Tolstoy, evli olan kızı Tanya’yı ziyaret etmek istiyordu. Tanya, Koçeti’de oturuyordu. Koçeti Tuba eyaletinde bir yerdi. Doktoru Makovitski ile sabah erkenden atlı arabayla istasyona gittiler. Genç sekreteri Biryukov, bir grup Tolstoycuyla birlikte onları Zasyeka istasyonunda karşıladı; çiftlikte çalışanlar, Sergeyengo ve başkaları. Beklerken bir fotoğrafçı makinesini çalıştırmaya başladı. Tolstoy hiç umursamıyordu.
Tren yarım saat sonra geldi. Üçümcü mevki vagonunda bulunan öğrenciler çıkıp ‘’Tolstoy! Tolstoy! ‘’ diye bağırmaya başladılar. Tolstoy genelde üçüncü mevki vagonunda yolculuk etmeyi sever. Ama orası bugün doluydu. Kondüktor bunları ikinci mevkiye götürdü. Birkaç durak sonra üçüncü mevki açıldı da rahatladılar. Bulgakov bir kasa bulup pencere kenarına koydu. Tolstoy,üstüne oturdu. Dışarıyı seyrederken devamlı şarkı mırıldanıyordu.


25

Dr. Makovitski, yolda okumak için birkaç gazete almıştı. Birinde Tolstoy’dan bir alıntı vardı. Bulgakov çok beğenmiş yüksek sesle okudu. Halasının etkisini yazıyordu.
‘’... daha çocukken bana aşkın manevi hazzını gösterdi. Sevmekten mutlu oluyor ve bunu hissediyordum. Birde bana sakin bir yaşamın güzelliğini öğretti. Her türlü maddi kaygıdan uzak, çevreyle dost geçinebilme…’’
Kondüktor her durulan istasyonda Tolstoy’un trende olduğunu duyuruyordu. Duyanlardan birçoğu pencereye yanaşıp içeri bakıyordu.. Duraklardan birinde Tolstoy, doktoru ile aşağıya indi. Yürümek iyi geliyor, tutulan ayaklarını açıyordu.
Adamın biri koşup:‘’Tolstoy’’ dedi ‘’Pek değil’’ diye yanıtladı
Adam:’’ Pek değil mi?’’
Tolstoy: Pek değil ‘’diye tekrar etti.
Akşama doğru tren Koçeti istasyonu Blagodatnoye ulaştı. Peronda durmuş elini sallayan Tanya, çok güzel giyinmişti. Tolstoy, kızını görünce sevindi. Kuçaklaştılar, gözlerinden yaşlar boşandı.
Lev Nikolayeviç burasını çok seviyordu. Yeşil tarlalardan, ba-kımlı çiftliklerden ibaret olan, kadınların giydiği renkli elbiselerle göze hitap eden, huzur veren güzel bir yerdi. Tolstoy’un mutluluğu her halinden belli oluyordu. Günlük çekişmelerden, rahatsız eden insanlardan uzak, her saniyesi sevilecek bir yerdi. Akşam yemeğinden önce dinlendiler. Yemekte Tolstoy çok konuşuyordu, yemekten çok, konuşmayı tercih etmişti. Çoşkuluydu.Yemekten sonra

26

dışarı çıkıp dolaşmak istediğini söyledi. Yatmadan önce temiz hava iyi gelecekti.
Tanya:’’ Ben de seninle geleceğim’’Babasının koluna girdi Tolstoy.’’Yalnız gitmek istiyorum
Tanya kızdı, kolunu bıraktı. Tolstoy:’’Seni korkutan ne kızım?
Tanya:’’ Ayağın kayar düşersin. Bir yerin kırılır. Tolstoy:’’Kurtlar saldırır!’’
Tanya yüzünü buruşturdu.
Tolstoy:’’ Benim için kaygılanma. Yeterince ömür sürdüm.
Dert etme! Bir şey olmaz.
Bastonuna tutunarak ormana yürüdü. İki saat geçtiği halde Tolstoy dönmedi. Tanya, huzursuz olmaya başladı. Bir şeylerin ters gitmiş olabileceğinden kuşkulanıyordu. Evde çalışanlar aramaya çıktı. Tanya tedirgindi.’’Başına bir şey gelmiş olmasın?’’ dedi’’ Ağlamaya başladı. Uşaklar etrafa dağılmışlar’’Tolstoy! Tolstoy! Diye bağırıyorlar. Doktoru Makovitski onun nereye gidebileceğini biliyordu. En olası yer, sıra çamların arkasındaki çayırlıktı. Makovitski onu yarım saat sonra buldu. Yıkılmış bir ağaç gövdesi-ne oturmuş türkü söylüyordu.
Makovitski: ‘’Evde herkes sizi merak etti. Tanya öldüğünüzü sandı’
Tolstoy:’’ O kadar şanslı değilim’’

27

Makovitski:’’ Evdekiler telaş yapınca, ben de çıktım’’ Tolstoy: ‘’Dert etme. Hayatımızı önemsememeliyiz’’ Makovitski:’’Senin hayatının önemi var’’
Tolstoy:’’ Benim önemim yok. Önemli olan soluduğumuz hava. Bu gece keyif yapıyorum.
Makovitski:’’ Sorun oluşturuyorsun’’
Tolstoy:’’Evet. Bundan hoşlanırım. Bir kendini beğenmişlik.’’ Makovitski koluna girdi. Eve geldiklerinde Tanya babasını azar-
ladı. Tolstoy Makovitski’ye bir göz attı. ‘’Tamam. Tamam’’ dedi. İçeri girdi.
Başka bir gün Tolstoy, Makovitski’yi ormana götürdü. Koca bir kestane ağıcının altında durdular. Tolstoy ağacı göstererek ‘’ Çok harika değil mi? Bunlar bana olağanüstü geliyor. Kuşların ötüşü; güzel bir şarkı!’’
Tolstoy’un ilgisini çeken bulundukları Koçeti bölgesinin coğra-fi konumuydu. Burası yüksek bir yerdi. Her taraf görülebiliyordu. Ormanda yürürken, Tolstoy, Borodino’daki savaş alanını ziyareti-ni anlatmaya başladı. Doktor Makovitski koluna girmişti. Tolstoy bastonunu kullanmıyordu. Çenesi düşmüştü. Borodino’daki savaşın sahnelerini yaşamış gibi anlatıyordu.
Öğleden sonra kitaplığa geçtiler. Evin serin yeriydi. Rafları ciltli kitaplar dolduruyordu. İngilizce, Almanca, Fransızca,Rusca kitaplar vardı. Tolstoy, Fransız klasiklerinden birkaçını aldı. Kitapları okşar gibiydi. Rousseau’nın eserini tercih etti. Kanepeye oturup

28

çay saatine kadar okudu.
Dr. Markovitski, ‘’ Çok kitap var. İnsan hangisini okuyacağına karar veremiyor.’’ Yan odada Bulgakov ve Tanya çay içiyordu.
Birkaç gün sonra Çertkov geldi. Çertkov’un ziyerete gelmesi Tolstoy’u çok sevindirdi. Bu sevinci de belli oluyordu. Çertkov’u merdivenlerde karşıladı. İkisi de, muhabbetle kucaklaştılar. Tolstoy’un yüzü gözyaşlarıyla ıslandı. Duyguları yoğun olan bir adamdı o. Ama Tolstoy’un keyfi uzun sürmedi. Karısı Sofya Andreyevna ile sıkıcı oğlu Andrey çıka geldi.
Çertkov, Rusya’da olması hayal bile edilemeyen bir şeyi İngiltere’de yapmıştı. Tolstoy adına birçok konuşma yapmıştı. İngiltere’de liman işçileri ‘’ Tolstoy grubu’’ kurmuştu. Çertkov iş-çilere konuşmalar yapmış biriydi. Çertkov’un sevdiği, Tolstoy’un kendisinden çok ortaya koyduğu fikirleriydi. -Tolstoycu sağlamlık, adalet isteği ve gerçek – Tolstoy’un yazdıkları bu kavramların içini dolduruyor, anlaşılmasını kolaylaştırıyordu.
Yıllar sonra İngiliz Time gazetesinde bir makale bile kaleme alındı. Makalede, İngiliz okuyucuların çoğu – Savaş ve Barış – romanını okuyor. Gazete abonelerinden birinin bu eseri son yılda beş defa okuduğunu yazıyordu.
Çertkov, ruhunun huzursuz olduğu, denkesini bulmaya çalıştığı bir zamanda Tolstoy’u tanımıştı.. Lüks hayatını sefillik olarak gördüğü bir zamandı bu.Dünyadaki adaletsizliğe katkıda bulunduğunu hissediyordu. Buna aldırmaz tutumu Çertkov’u rahatsız ediyordu. Askeri bir hastaneye tayin edildiğinde gerçeği görmüştü. Onu uyaran, sadece hastalar değil; siyasi tutuklular, savaş karşıtları,


29

devrimciler, devletin uyguladığı şiddete karşı duran Hıristiyanlar, Çar’ı sevmeyenler ve bunu söyleye bilen cesur adamlardı. Çerkov, askerlikten istifa edip annesine ait bir çiftliğe gidip yalnız yaşamaya başladı. Sıkılıyordu. Kasvetli günleriydi. Bazen soluk alamıyor, terliyor, nabzı yükseliyordu. Yine de hayata tutunuyor, dua ederken rahatlıyor az da olsa huzur buluyordu. Ona, hayatta, ölümde ürkütücü geliyordu.
Çertkov, benimsediği yeni ilkelerine uyarak yaşamak istiyordu. Ama çevresi öncelikle annesi bunu kabullenemiyordu. Arkadaşları ve akrabaları ona sırt çevrdiler. İnsanın yaşantısını değiştirmesi kolay değil. İnsanların beklentisi oluyor. Bu beklentilerden kurtulup yeni bir yol çizmek kolay değil. Çertkov zengindi. Annesiyle Moskovada lüks bir kafeye çay içmeye gittiklerinde, mekanın lüks oluşu onu rahatsız etmişti. Annesi bunu fark etmiş ‘’Beni utandırı-yorsun’’ demişti.
Çerkov: ‘’ Paramı harcamayı ret ettiğim için mi?’’ diye cevap verdi. Annesi Çertkov’un bir mirasyedi olarak yaşamasını, gününü gün etmesini istiyordu. Çertkov’un Tolstoy’a olan ilgisini ‘’Aykırılık’’ olarak nitelendiriyordu. Çertkov, Tolstoy’un en yakın dostu, sırlarını paylaştığı kişi olmuştu. Ve onu çok iyi gözlüyordu. Günlüğüne söyle yazmıştı.’’ Lev Nikolayeviç, herkesle iyi geçinerek hayatını geçirmek zorundaydı. Bir yandan yoksulluğu ve Tanrı’nın sözüne uyulması gerektiğini anlatıyor. Öte yandan lüks bir hayatın içinde. Lev Nikolyeviç, karısını terk etmek istediğini, çiftlik hayatından vazgeçmek istediğini sıkça söylüyordu. Çelişkili hayatı ona acı veriyordu. Ne yapar bilemem ama bir şey yapmalıydı.’’
Tolstoy hastalandığı, ruhsal bunalımla bedeninin sarsıldığı bir dönemde ki bu bir yaz mevsimiydi, günlüğüne şunları yazmış:

30

‘’ Eğer başka birinin ağzından kendimi anlatsam – zengin, köylüleri sömüren, Hıristiyan geçinen, çocuklara harçlık dağıtan ve karısının arkasına saklanan iğrenç bir adam - derdim. Aslında ihtiyacım olan; övgülerden uzak yaşayabilmek. Sessiz kalmakla doğru mu yapıyorum. Buralardan gitsem, ortadan kaybolsam iyi olur mu diye düşünüyorum. Kaçmak istememin tek nedeni zehirlenmiş bir yaşamdan kurtulmak. Ve bunu kendim için yapmış olacağım. Tanrım yardım et bana! Gitmek istiyorum. Kesin karar veremesem de bu fikrimden vazgeçemiyorum.
Şu bir gerçek ki burada yaşayan insanlar yokluk içinde yaşarken benim varlık içinde yaşamam adaletsizlik.’’
Tolstoy’un, sosyal hayatı tenkit yönü güçlü.İnsanların ıstırapla-rı, yollarındaki zorluklarını görüyor ve bunu içinde hissedebiliyor.
Tolstoy, hangi yöne gideceğine karar veremiyordu. Ama en çok özveri gerektiren karara öncelik vermiş, Sofya Andreyevna’nın yanında kalmaya razı olmuştu. Sofya Andreyevna’nın huysuzlukları-na, hakaretlerine, yaklaşık elli yıldır katlanıyordu.
§
Sofya Andreyevna, oğlu Andrey’le Moskova’dan dönüşünde Tolstoy’un Koçeti’ ye gittiğini öğrenince çılgına dönmüş hemen göle koşup hayatına son vermek istemişti. Andrey ve hizmetçiler yetişip kurtarmışlardı. Kıyıya yatırıp kendine gelmesini beklediler. Sofya, ayılınca Koçeti’ye gitmek istediğini, kocasını alıp getireceğini söyledi. Bir sürücü çağırdı. Andrey’le yola çıkacaktı. Tolstoy’un vasiyetini yeniden yazmasını engellemek istiyordu.
Andrey:’’Babam  müridlerim  dediği  insanların  etkisinden

31

kurtulamıyor.Bugünlerde iyi düşünemiyor.’’
Sofya, yol hazırlığı yapmak üzere eve geldi.Hemen Günlüğüne olanları yazdı. Akşam sonrası tren hareket edecekti.
Sofya, eğer Tolstoy malını mülkünü halka bağışlarsa yoksul kalacaklarını, zenginlikten yoksulluğu düşmenin çok acı bir şey olacağını düşünüyor, ağlıyordu. Öğleden sonra vardılar. Kapıda Çertkov karşıladı. ‘’Hoş geldiniz’’ dedi. Çertkov, Sofya’nın hiç sevmediği biriydi. Eve adımını atar atmaz, Tolstoy ile Çertkov fısılda-şarak alay ettiler. Tanya öğle yemeği için masayı hazırlatmışı.
Öğle yemeğiydi. Garsonlar sandalyelerin arkasında hazır bek-liyorlardı. Andrey yemek yemekten çok konuşmayı tercih ediyor, devletin toprak sahiplerinden para sızdırmak için getirdiği yeni vergiler hakkında bir şeyler anlatıyordu. Sofya,’’Sonuçta bu paraları devlete ödüyorlar’’ diye alçak sesle söyledi. Sofya’yı üzen, çiftliğin gelirinin her yıl azalmasıydı. Nedeni ise, Tolstoy’un cömert olup her şeyi dağıtması ve her bulduklarına aç gözlülükle saldıran hiz-metçilerdi. Birde eserlerin telif haklarının halka dağıtılması onun üzüntüsünü artırıyor, adeta delirtiyordu.
Yemekten sonra Çertkov ile atlara binip ağaçlıkların içinde gezintiye; Koçeti’den uzakta bir parka gittiler. Sofya, onları şehvet düşkünleri, ağaçların altında, çalılıklar içinde oynaşıyorlar gibi düşünüyordu. Bunu Tanya’ya söyledi.
Tanya:’’Saçmalıyorsun anne. Yağmur yağmaya başlamıştı.
Sofya:’’Baban ıslanıp hasta olabilir. Yaşlı bir adam üşütebilir.


32

Tanya:’’ Çertkov yayında. Sığınacak bir kulübe bulurlar.
Geç saatte döndüler. Gece yarısına doğru Sofya’nın odasına geldi. Sofya, masada birkaç mum ışığında İncil okuyordu.
Sofya:’’ İyi geceler sevgilim. Uyuyamadın mı? Eğilip Sofya’yı öptü.
Sofya:’’Yatağa otur’’ dedi
Ona yer açmak için yana çekildi.
Tolstoy:’’ Seninle hayatımız çekilmez oldu.
Sofya:’’ Saçmalama. Evliliklerde böyle şeyler olur. Ben seni seviyorum.
Tolstoy:’’ Seninle hiçbir konuda anlaşamıyoruz. Ne toprak konusunda ne de dini konularda’’
Sofya:’’ Biz karı kocayız. Bu konularda ayrı düşünebiliriz.’’
Tolstoy:’’Benim sürdüğüm hayat benim ve arkadaşlarım için yüz karası’’
Sofya:’’Söylediklerine kendinde inanmıyorsun. Bunlar Çertkov’un lafları.Beni seviyor musun?’’
Tolstoy:’’ Hep sevdim.’’
Sofya:’’ Gel sevgilim.’’ Elini tuttu. ’’ Saçma şeylerle kafanı dol-duruyorsun. Bundan ruhun da rahatsız oluyor. Senin esas görevin aileni düşünmek. Bu öncelikli sorumluluktur. Sen kendinden başka bir şey düşünmüyorsun.’’

33

Tolstoy, ağlamaya başladı. Sarsıla sarsıla ağladı. Kontrolün kaybetmiş gibiydi. Sofya’da ağlamaya başladı. Birbirlerinin omuzuna yaslanıp ağladılar.
Bir süre sonra Tolstoy başını kaldırdı. Sofya’ya baktı. ‘’Olmayacak’’ dedi ve odadan çıktı.
§
Sofya, ailesinin samimi hayatında büyümüştü. Çok şeyi annesinden öğrenmişti. Tolstoy ise genç karısına karşı ihtiraslıydı. Bir gece Tolstoy uykusunda kötü bir rüya görür. Seviştiği Sofya değil, gelinciktir. Bunu Sofya’ya anlatınca Sofya çok korkar. Hayatlarının ilk yirmi yılı Tolstoy ve Sofya birbirlerini deli gibi severler. Sofya, kocasına her konuda yardımcı oluyordu. Tolstoy evliliklerinin ilk yirmi yılında Anna Karenina’yı bitirir. Sonra ruhi bunalıma girer. İntihara yönelir. Kiliseyle kavga eder. Sofya bezmişti. Çiftler arasında kavgalar olmaya başladı. Evin bütün zahmeti Sofya’nın üs-tündeydi. Kırk dört yaşında Sofya, sonuncu çocuğu Vanya’yı dünyaya getirdi. Vanya, fazla yaşamadı. Bu Sofya’yı çok üzdü. Onun ölümünü kabullenemiyordu. Vanya’nın, ölümünden sonra, Sofya pahalı elbiseler almaya ve Moskova’ya konserlere gitmeye başladı. Ve aile dostu bestekar ve piyanist Taneyev’e aşık bile olmuştu.
§
Saşa, Kırım’a çok sevdiği arkadaşı Varvara’nın yanına gitmişti. Tatil iyi gelmişti. Mutluydu. Saşa’da babasını merak ettiği için uzun süre kalmamıştı. Babasına düşkündü. Onu çok özlüyordu. Çiftliğe döndüğünde babası Çertkov’la buluştuğu Koçeti’den döneli beş gün olmuştu. Saşa babasının yıllar geçtikçe daha çekilmez olan


34

annesiyle baş edemeyeceğine inanıyordu. Bu yüzden babasının yanında olmalıydı. Eve dönüşüne sevindi. Kapıdan girdiğinde babasıyla kucaklaştılar. Tolstoy, kızını uzun uzun kucakladı ve ağladı. Eskiden böyle kolay ağlamazdı..
Tolstoy, Yasyana Polyana’da sıkılıyordu. Birkaç hafta sonra Çertkov’un evine gitmeyi düşünüyordu. Oraya gidip ata binme-yi, ormanda dolaşmayı seviyordu. Ama Sofya buna şiddetle karşı koyuyor engellemeye çalışıyordu. Sofya, bu evde dışlandığını, kimsenin onu dinlemediğini, perişan bir halde olduğunu söylüyor. Bir gün yine böyle, ağlamaklı; Saşa’ya, dert yanarken; Tolstoy, kapıda belirdi. Sinirlenmişti. ‘’ Senden kimse bir şey yapmanı istemiyor.’’
Sofya.’’ Benden nefret ediyorsun, söylesene, kızının önünde söyle, gerçeği söyle’’ diyerek tiz bir sesle bağırdı.
Tolstoy.’’Yeter artık Sofya. Git buradan’’
Sofya:’’ Buradan gitmem hoşuna giderdi. Benden kurtulmak istiyorsun.
Tolstoy:’’ Benim hakkımda kötü düşünüyor, beni anlamıyorsun.
Sofya:’’ Senin hakkında ne düşüneceğimi biliyorum. Ama sen ve arkadaşların beni anlamak istemiyorsunuz’’
Tolstoy öfkeliydi. ‘’Deli kadın’’ dedi ve odadan çıktı.
Birkaç gün sonra yaşanan bir olay. Tolstoy ile Sofya arasındaki farkı açıkça ortaya koyuyordu.
Bir sene önce Sofya, arazilerin korunması için genç bir Çerkez’i işe almıştı. Yerlerin ve ailenin korunması gerekliydi.. Tolstoy’un

35

cömertliğini bilen herkes – devrimciler, öğrenciler, papazlar, dilen-ciler, dolandırıcılar – çiftliğe üşüşüyordu. Bu Çerkez ise araziden bir çiçek bile koparılmasına izin vermiyordu. Bu yüzden Tolstoy Çerkez’den hoşlanmıyordu. Çerkez, yörenin köylülerinden birini, ormandan fidan çaldı diye yakalayınca sorun çıktı. Çalanın ellerini arkadan bağlayıp eve getirdi. Sofya, köylüyü azarlayıp bir daha yakalarsa araziden kovulacağını söyledi. O sırada Tolstoy geldi. Olayı görünce ‘’Neden böyle davranıyorsun?’’
Sofya:’’ O bir köylü canım.’’
Tolstoy:’’ Köylü olduysa ne olmuş? O iyi bir insan, birbirimizi yıllardır tanıyoruz’’
Sofya adamın hırsızlık yaparken yakalandığını söyleyerek itiraz etti. Ve sesini yükselterek.’’ Herkes kolayca çalabileceğini zannederse Yasnaya Polyana’da hırsızlık bitmez. Senden ne beklenir ki, elimizde olan ne varsa dağıtmak istiyorsun. Torunlarının yoksul olabileceğini düşünmüyorsun. Sen hiç yokluk çekmediğin için anlayamazsın.’
Tolstoy.’’ Neye ihtiyacı varsa rahatlıkla alabilir.’ Çerkez’e döndü.
Titreyen elini salladı. ‘’ Bu adamın da işine hemen son ver’’
Tolstoy, daha sonra çalışma odasına çıktı. Saşa’da yanına gitti. Sıkıntılıydı. Yüzü allak- bullaktı, gözleri içine çekilmiş gibiydi. Saşa, ensesini, omuzlarını ovdu. O gün öğle yemeğine inmedi..
Sofya:’’Hem kendine eziyet ediyor hem bana’’ dedi. Gelen günlerde de saatlerce odasından çıkmadığı oluyordu. Bir gün Zasyeka ormanına yürüyüşe çıktı. Döndüğünde yorgun görünüyordu, ter içindeydi. Saşa onu yatağına yatırdı ve Dr. Makovitski ‘yi çağırdı.

36

Dr. Makovitski:’’Nabzı zayıf atıyor’’ dedi. Sesinde karamsarlık vardı. Tolstoy, derin bir uykuya daldı, ağzı açıktı. Ağzından sesli sesli soluk alıyordu. Arkada duran Sofya yavaşça ağlamaya başladı. Saşa: ‘’Ağlama anne, babam uyanacak’’ dediyse de Sofya sessizce ağlama-sına devam etti. Bir saati geçmişti ki, Tolstoy uyandı. Uyanır uyanmaz Çertkov’u görmek istedi. Saşa, babasının elini tutarak ‘’Burda yok. Meşçerskoye’de. Seni ona götürürüm’’
Çertkov’u kesin görmeliydi. Sofya gelmeyeceğini söyledi. Tolstoy’un dostu Çertkov’la huzur içinde vakit geçireceğini biliyordu. Ertesi gün erkenden at sırtında yola çıktılar. Tula istasyonuna gittiler.Beş kişiydiler. Tolstoy,Saşa Markovitski, Bulgakov ve bir uşak.
Tıka basa dolu üçüncü mevki kompartımanında yolculuk ettiler. Akşama doğru Meşçerskoye vardılar.
Süslü olmayan sıradan bir evdi. Hatta pisti. Tolstoy’un müritleri evi doldurmuştu. Çertkov’un entelektüel çevrelerden topladığı insanlar; hayalperestler, serseriler ve sahtekarlar. Ne olursa olsun Tolstoy bunların yanında mutluydu. Bunlarla olmaktan hoşlanı-yordu. Sorulara cevap veriyor, gevezelik ediyor, akıl veriyor, eleş-tiriyor, bilgi alış verişinde bulunuyordu. Tolstoy için bilgi, bitkiye vuran güneş gibidir.Onun ışıkları insanın içini aydınlatıyor..
Akşam yemeğine geçte olsa oturdular. Çertkov’un adeti üzere hizmetkarlar dahil masaya hep beraber oturdular. Yemek sırasında Tolstoy’a ne okuyalım diye sordular.
‘’Son dönemlerde yazılmış olanları bir kenara bırakın. ‘’ Çertkov:’’Ne önerirsiniz?’’
37

‘’Gogol, Rousseau, Diekens’’
Bu arada hizmetçi kız masada oturmaktan sıkıldı, bir köşeye çekildi. Tolstoy ona yemek götürdü.
Tolstoy ansiklopedileri karıştırmayı, oradan bilgiler toplama-yı ve bunları yeri geldiğinde kullanmayı çok sever.’’ Önemli olan doğru bilgiye ulaşmak. Doğru bilgiyle karşınızdakini susturabilir, yeni bilgilerle bir grubun dikkatini çekebilirsin’’ derdi. Buna uyarak, birkaç lokma yedikten sonra konuşmaya başladı. ‘’ Japonlar geçenlerde bir adayı ele geçirdiler. Ada yamyamlarla dolu! İnsan eti yiyorlar’’’
Dr.Makovitski:’’ Yamyamlık kötü’’ Tolstoy gülümsedi: ’’ Bir arkadaşım yamyamlığın bir uygarlık olduğunu söylüyor. Yamyamlar sadece vahşileri yediklerini iddia ederler. Sanıyorum. Bu zamanda çok insan bu tanımın içine girer.’’
Burada bir hafta kalacaktılar ama Tolstoy Meşçerskoye’de hu-zurluydu, çok eğleniyordu. Ziyareti uzattılar. Yeni hikayeler yazmaya başladı. Birkaç gün içinde iki tane yazıp bitirdi. Çertkov’un Tolstoy’un eserlerini topladığı ‘’Hayat Üzerine Düşünceler’ ine önsöz bile yazdı. Önsözde ‘’ İnsan kendine saldıran, her türlü fenalığı yapan yağmacı hakkında şöylece – o beni incitti, hakaret etti, bütün malımı, eşyamı gasp etti; bu onun işidir, benim işim ise Tanrı’yı ve insanları sevmektir- diye düşünürse böyle bir adamın hayatı daima sevinçli, güler yüzlü olur.’’ Çertkov ‘’ Tanrı Bilinci’ni kastediyorsun’’ diyerek küstahlık etmişti.
Birgün, Saşa, babası ve Çertkov’la ata binerek bir tımarhane-yi ziyarete gittiler. Tolstoy; Delilerin Tanrı’ya normal insanlardan


38

daha yakın olduğunu söylüyor.’’Deliler, acınası insanlar değil. Doktorlar deliliğe tarafsız bir gözle bakar’’ diyordu.
Yaşlıca bir hastaya yanaşıp, Tanrı’ya inanıp inanmadığını sordu. Adam:’’ Ben Tanrı’nın bir zerresiyim’’ Sonra bir kadına aynı soruyu yineledi. Kadın:’’ Ben inanmıyorum. Ben bilime inanırım. Tanrı ile bilim bir arada olamaz.
O gün akşama doğru, bölgenin öksüzler yurdundan bir grup çocuk geldi. Tolstoy’a çiçek getirmişlerdi. Bir süre çocuklarla sohbet etti.O günün akşamı yemekten sonra bir telgraf geldi. ‘’Sofya Andreyevna’nın sinirleri bozuldu. Lütfen gelin.’’ Saşa::’’ Annem numara yapıyor baba, gitmemelisin’’
Tolstoy, karısının hasta olduğunda israr ediyordu.’’ Kendi başına yapamıyor. Gitmem lazım’’
Tolstoy, yaşlı bir adamdı artık. Sırtındaki yük ağırlaşıyordu.
§
Sofya, Tolstoy’un Meşçerskoye’ye gitmesini istemişti. Sevdiği insana, göreceği ve bu tatilin ona iyi geleceğini düşünmüştü Evet iyi geldi. Bir hafta kalacaktı. Ama ziyareti uzadı. Ne zaman geleceği belli değildi. Sofya bundan çok sıkılıyordu. Uykusuzluk çekiyor, kalp atışları hızlanıyor, baş ağrıları artıyordu. Sofya bazen köydeki kiliseye gidiyordu. ‘’ Din tesellidir’’ diyor Tanrı’nın kendisini rahatlatması için dua ediyordu. Rahatlıyordu da. Yoksa elli yıldır Tolstoy’la evli kalamazdı. Çünkü, çok insan, o zorluğa katlanamazdı.
Tolstoy, bir hafta sonra döndü. Bu Sofya’nın beklediğinden


39

çok geç bir zamandı. Sofya,artık kendisinin önemsenmediği-ne inanıyordu. Bu geçikmek ‘’ Senin hastalığına inanmıyorum. O kadar hasta değilsin’’ demek gibiydi. Tolstoy yatağın kenarına oturdu. Sofya:’’ Seni öldürmek geliyor içimden’’. Tolstoy elini Sofya’nın alnına koydu.’’Sevgili Sofya! Senin için çok endişelen-dim.Hastalandığını bildiren, gelmemizi istediğin, o telgraf, bizi tedirgin etti’’
Sofya.’’ Beni öldürmek mi istiyorsun?’’
Tolstoy:’’Saçma bu Sofya.Nereden aklına geliyor böyle düşünceler? Beni huzursuz ediyorsun’’
Sofya:’’Beni hala seviyor musun?
Tolstoy:’’Evet’’ Sonra Tolstoy yatağa uzandı. Başını Sofya’nın omuzuna dayadı. İkiside uykuya daldı.
Ertesi sabah uyandıklarında; Sofya, Çertkov hakkında konuşmaya başladı.
Sofya:’’ Yaptığın şey yanlış sevgilim’’ Tolstoy:’’ Yanlış olan ne?
Sofya:’’ O adam senin aklını almış. Herkes seninle alay ediyor.
Uşaklar bile’’
Tolstoy:’’ Başkalarının benim hakkımda söyledikleri önemli değil. Eğleniyorlarsa bırak gülsünler’’
Sofya:’’Ben önemsiyorum.
Tolstoy yatakta doğruldu. Yorganı tekmeleyerek açtı. ‘’Sevdiğim

40

bir arkadaşım o. Ortak yanlarımız çok’’
Sofya:’’ Ortak yanlarmış! Hiç sanmıyorum. Yalakanın teki o, hatta sapığın biri! Seni kullanıyor. Böyle bir adamın kocamı küçük düşürmesini istemiyorum.’’
Tolstoy kalktı, kapıyı çarparak odadan çıktı. Sofya bu harekete çok kızdı. Kocasının kendisini dinlemesini, değer vermesini istiyordu. Kitaplığa indi. Afyon şişesini aldı. Ölmek istiyordu. Dizlerinin üzerine çöktü. Cesaretini toplamaya çalışıyordu. O sırada Saşa geldi. Annesinin elinden şişeyi almaya çalıştı. Şişe yere düştü. Her tarafı afyon kokusu sardı. Sofya, titremeye başladı. Hizmetçiler gelip onu yatağına götürdüler. Tolstoy geldi. Sofya:’’ Beni seviyor mu-sun?’’ Tolstoy:’’Evet’’
Sofya, kendine olan güvenini kaybetmiş gibiydi. Kocasından ilgi bekliyordu. Seni seviyorum sorusuna evet denmesi bile ona yeterli gelmiyor, kocasının onu itici bulduğuna inanıyordu.
Sofya:’’ Beni seviyorsan, günlüğünü göster bana. Benim hakkımda yazdıklarını okumak istiyorum’’
Tolstoy:’’ Senle ilgili bir şey yazdığını nerden çıkarıyorsun?
Benim gizlim saklım yok’’
Günlüğü bir uşak getirdi. Sofya günlüğü açınca gözüne ilişen şu cümle oldu. ‘’Sofya ile bilinçli bir şekilde sevgiyle mücadele etmeliyim’’
Kapının önünde duran Tolstoy’a baktı. Gözlerini açarak.’’Evet sevgilim! Neden benimle mücadele etmek istiyorsun. Böyle bir davranışı gerektirecek ne yaptım?’’


41

‘’Yazdıklarımda seni rencide edecek bir şey göremiyorum’’
‘’Diğer günlükleri de göreyim’’ Son on yıla ait günlüklerini dahil, okumak istiyorum’’
‘’Mümkün değil ‘’Nerdeler ? Burda mı? ‘’Hayır
‘’ Çertkov’ dalar o zaman ‘’Lütfen Sofya…
‘’ İğrenç. Benimle ilgili yazdıklarını okuyor. Oysa ben yıllarca dürüst bir eş oldum. Seni seven bir eş.’’
‘’Gerçeği söylemeye çekinmiyorum. Günlükler Çertkov’da, saklaması için verdim.’’
‘’Bana yaptığın en kötü şey bu’’
Sofya kötü olmuştu. Kusacak gibi oldu. Yatak odasından çıktı, merdivenleri hızla indi, yağmurun altına koştu. Bir saat kadar dışarda dolaştı. Kimse onu aramaya gelmedi. Aramaya gelmemeleri moralini bozdu. Sırılsıklam olduğu halde eve geldi. Ürperiyordu. Yatağına girdi. Aşağıdan sesler geliyordu. Tolstoy, Doktor Makovitski ile konuşuyordu.
§
Ertesi gün, Biryukov, Çertkov’un annesinin yanına döneceğini söyledi. Yasnaya Polyana’dan birkaç kilometre uzakta olacaktı. Bu


42

haber Sofya için ölüm fermanı gibiydi. Ayın son günü sabahında Çertkov çıka geldi. Mutfakta çalışanları uyandırdı. Kendisine çay yapmalarını istedi. Salona geçti oturdu. Genç uşak , Tolstoy’u uyandırdı. Tolstoy koşarak merdivenlerden indi. Dostu Çertkov’a sarıldı. Sofya salona girdiğinde Çertkov eğilip selam verdi. ‘’Günaydın Sofya Andreyevna. Sizi görmek bir şeref ’’ dedi.
Sofya, yumruk yemiş bir durumda odasına çıkıp ağladı. İki gün sonra öğle yemeği yenirken Çertkov, yemek odasına daldı. Tolstoy, onu görünce çoştu, masaya oturttu, hoşuna gidecek şeyler sundu.’’Ne istersin benim canım Çertkov’um?’’ Tolstoy her şeyini; arazisini, telif haklarını, kalbini ona verecekmiş gibi davranıyordu.
Sofya bunları görünce sıkılmaya başladı. Masada oturamıyor-du. ‘’Başım ağrıyor’’ deyip izin istedi, kalktı. Üst kata çıktı, çalışma masasına oturdu. Günlüğü açtı. Yazmakta zorlanıyordu. Eskiden yazmak rahatlatıyordu onu, şimdi yazacak şey bulamadı.
Çertkov, akşama kadar kaldı. Akşam yemeğinde de beraberdi-ler. Sofya, elinden geldiğince nazik davranmaya çalıştı. Çertkov’un annesinin sağlığını, yeni projelerini sordu. Çocuklarının mira-sını çalacak olan yayıneviyle ilgilendi. Öfkesini yenip sakin kalmaya çalışıyordu. Genelde yemekten sonra çay ve kahve içmek için kitaplığa geçilirdi. Ama bu gece farklı oldu. Saşa, babasını ve Çertkov’u sinsice çalışma odasına götürdü. Sofya, bundan çok kuşkulandı. Bir şeyler çevirdiklerini anlıyordu. Bütün bunlar sinirlerini bozdu. Ayak uçlarına basarak çalışma odasına gitti. Kapı kapanmıştı. İçerisini dinlemeye başladı. Fısıltıyla konuşuyorlardı. Saşa’nın’’Annem öğrenecek olursa bana çok kızar’’ dediğini duydu. Aşağı indi, yarım bardak votka içti, içi içine sığmıyordu. Ne konuştuklarını kesin öğrenmeliydi. Binanın etrafında ikinci kata dolanan

43

bir çıkıntı vardı. Oraya, merdiven dayadı. Pencere izasına kadar gelmişti. Panjura kulağını dayadı.Konuşulanları duyabiliyordu..
Tolstoy’’Yapamam’’
Saşa’’ Bence o haklı baba. Senin iyiliğini istiyor’’ Çertkov’’Halkın iyiliği, Tolstoy’un iyiliği demek’’
Sofya, sinirlendi. Titremeye başladı. Aniden dengesini kaybetti. Panjurların arasından yuvarlandı, top gibi düştü. Başını doğrult-tu. ‘’Bir araya gelmiş arkamdan plan yapıyorsunuz.’’
Tolstoy, oturduğu koltuğa yığıldı.
Saşa’’ Babamı felç edeceksin, onu öldüreceksin. İstediğinde bu zaten’’
Genç uşak ve Çertkov, Tolstoy’u çıkardı, odasına götürdü.Saşa da Sofya’yı yalnız bırakıp gitti. Çertkov odaya döndü. Sofya:’’Ne yapmaya çalışıyorsunuz. Beni kandıramazsınız. Kocamın günlüklerini istiyorum.’’
Çertkov:’’ Sizi korkutan ne? Sofya:’’Sen bir şeytansın’’
Çertkov:’’İsteseydim ailenizi mahvederdim.’’ Sofya:’’Durmayın o zaman, basına her şeyi anlatın. Çertkov:’’ Böyle bir şeyi yapamayacak kadar saygım var.’’ Sofya:’’Sizden iğreniyorum.’’


44

Çertkov:’’Sizin gibi bir eşim olsaydı kafama sıkmıştım ya da Rusya’dan kaçmıştım’’
Sofya’nın dudakları titriyordu. Odasına gitti. Sakinleşmeye çalıştı. O gece uykusu kabusa dönüştü. Tolstoy’un Çertkov’la ilişli-sini normal bulmuyordu. Yaşlı bir adam tombul suratlı müridiyle, anormal cinsel ilişkiye girdiğini hayal etmek onu uyutmamış, ter içinde uyanmasına sebep olmuştu. Kalktı. Titriyordu. Yatağının kenarına oturdu. Dua etmeye başladı: ‘’Tanrım, ulu Tanrım, yardım et bana.’’
§
Çertkov, bu aralar saplantılı. Her hafta kitapçıklar broşürler, an-tolojiler, seçkinler için yeni fikirlerle Tolstoy’un karşısına çıkıyor. Bulgakov bunları art niyetle yaptığına inanıyor, ama Tolstoy bundan kuşkulanmıyor.
Biryukov, bir akşam Sofya’ya çay götürdüğünde,
Sofya’’ Benim, neden bu kadar kaygılandığımı, anlayabiliyor musun?
Biryukov’’Evet anlayabiliyorum. Ama Lev Nikilayeviç’in günlüklerinde evliliğinizi kasıtlı olarak kötü yansıttığını sanmıyorum. O gerçek olana önem verir’’
Sofya, ‘’O dürüst olduğunu sanıyor. Fakat kendini iyi tanımıyor. Mesela, Çertkov’u sevdiğinin ve benden nefret ettiğinin farkında değil. Her sorduğumda beni sevdiğini söylüyor ama benim hakkımda yazdıklarını görsen, inanamazsın. İleride denilecek olanları düşünebiliyor musun? Tolstoy’a yazık.Kendisini anlamayan


45

kıskanç, budala, müsrif karısı tarafından hayatı zehir edildi’’ Biryukov, notlarına şöyle yazacaktı,
‘’Sofya, olmadık yerde kuşkulanıyor, kafasında kötü planlar yapıyordu. Çertkov’un onu ve çocuklarını vasiyetten çıkartmaya çalıştığını sanıyor, sanki Lev Nikolayeviç böyle bir şey yaparmış gibi. Çertkov, ukala, can sıkıcı biridir, ama vicdansız değildir, onu dizginliyen dini olmasa kesin canavarlaşır. Sofya Andreyevna, kocasının günlüklerini almayı kafasına takmış. Bunda da aşırı ısrarcı. Lev Nikolayeviç, olanları dürüstçe yazıyordur, ama Sofya, gelecek kuşakların bunları okumasını istemiyor.’’
Bulgakov Sofya’ya ‘’Bir İngiliz var. Aylmer Maude. Kocanızın biyografisi üzerinde çalışıyor, biliyor musunuz?’’ diye soru yönelti. ‘’Sizi iyi tanıyor. İlişkinizin nasıl olduğunu da. Yaşananlara saygılı olduğu söyleniyor’’
Sofya ‘’O da diğerleri gibidir.’’
Biryukov, birkaç hafta önce Tolstoy’un, Maude’a yazdığı mektubu okumuştu. O mektupta Çertkov’un’’En iyi yardımcısı ve dostu olduğunu yazmıştı. Ve bunun önemini kavrayamadığı için Maude’a kızıyordu. Bulgakov, bu farkı anlatmaya çalışsa da Sofya duymuyordu.
Bu gece, kocası günlükleri hemen vermiyor diye yalınayak dışarı çıktı. Histeriye tutulmuş gibiydi. Ama artık bu sıra dışı olaylara kimse aldırmıyordu. Sofya’nın hayatı, engelleyemediği koşullar yüzünden kötüydü.
Bir saat süre geçip de Sofya görünmeyince Tolstoy, Biryukov’un


46

oturduğu odaya geldi. Gidip karısını getirmesini istedi. Oğlu Lev Lvovich, Biryukov’la gideceğini söyledi, babasının da gelmesini istedi. Tolstoy gönülsüzdü. Lev ‘’ Hastalanan karın ormanda dola-nırken sen sıcak odanda mı kalacaksın?’’ Tolstoy, isteksiz bir sesle’’ Geleyim ‘’dedi.
Işıklı düzlük anlamına gelen Yasyana Polyana, büyük yerdi. Sazan balıklarıyla dolu dört ufak gölü ve derin bir nehri -Voronka-vardı. Asırlık ıhlamur ağaçları, büyük leylaklar, çeşitli mürverler-le, fındık ağaçları ve kayın ağaçlarından korularla, karaçamla çevrili yollardan ibaret geniş ve bakımlıydı. Eski Kiev yolu buradan geçiyordu.
Biryukov, meyve bahçesinden geçmek üzere ayrıldı. Tolstoy ve Lev, tarlalara doğru gitti. Sofya’yı bir derenin kıyısında buldular. Kendinden geçmişti, alıp eve getirdiler.
Olanlar Tolstoy’u olumsuz etkiledi.Evin içinde bastonla dolaşıyor, sık sık dili dolanıyordu. Yazısı kötüleşti, yazmamaya başladı.
Çertkov, endişelendi. Tanya çağırıldı. Tolstoy onu çok severdi. Geleceği söylenince neşesi yerine geldi.’’Güzel bir haber. Çok se-vindim’’dedi. Çertkov’a teşekkür etti. Tanya, gelişinin ertesi günü akşam yemeğinden sonra tüm aileyi babasının odasına topladı.
Sofya’’Benim istediğim, Çertkov’un, günlükleri bana geri vermesi, çok şey mi istiyorum?
Tolstoy ‘’Kopyasını alsın’’ Tanya’’ Baba, ters olan ne?’’
Bu konu Tolstoy’u kızdırıyor ve üzüyordu.’’ Canın ne isterse

47

yap. Al günlükleri. Ben evimde huzur istiyorum. İstediğim sadece huzur.’’
Gece karanlığının içinden çıkan bir uğursuz el Tolstoy’un kalbine dokunmuştu sanki. Sağ eliyle sol göğsünü tuttu. Koltuğa çöktü. Başı öne eğildi. Tolstoy, hayat yoldaşı Sofya’yla evlendiği ilk gün okuması için, evlenmeden önceki yaşantısını, özellikle de yanlarında çalışan dul kadınlarla olan münasebetlerini anlattığı günlüklerini vermiş ve yaptığı yanlışlarını öğrenmesini istemişti. Şimdi de Sofya, açgözlülükle tüm günlüklerini istiyordu. Sofya’nın harisliği Tolstoy’a tiksindirici geliyordu artık.
§
Kocasını pes ettiren Sofya, bir atlı arabaya binip Telyatinki’ye doğru yola çıktı. Bulgakov’a kendisine eşlik etmesini söyledi. Sergeyenko ve Çertkov, Biryukov’u görünce onun Sofya ile an-laştığını sanabilirdi. Ama ne olursa olsun artık önemsemiyordu.. Hava alabildiğine sıcak. Çertkov’un annesi evdeydi. Telyatinki’nin kraliçesi de oydu. Sofya ve Biryukov’u iyi karşıladı, onları oturma odasına aldı, uşağına da semaveri getirmesini söyledi. Çaylarını yu-dumlarken Çertkov, telaşla içeri girdi, eğilerek selam verdi. Kontes Tolstoy’un gelmesinin hayra alamet olmayacağını biliyordu. Çertkov, Biryukov’u Sergeyenko’nun çalışma odasına aldı. Sofya, Çertkov’un annesiyle kaldı.
Çertkov:’’Oturun Valentin Fedoroviç Bulgakov’’ Biryukov: ‘’İkinizi görmek güzel’’
Sergeyenko.’’ Neden geldi buraya? Neler oluyor?


48

Çertkov: ‘’Bizden hoşlandığını sanmıyorum’’
Biryukov:’’ Lev Nikolayeviç’in günlüklerini istiyor. Eğer isterseniz kopyaları çıkartıp verebileceğinizi söylüyor.
Çertkov:’’ Günlüklerin burada olduğunu mu söylediniz? Biryukov:’’ Burada olabileceğini düşündüm’’
Çertkov’un kızdığı yüzünden belli oluyordu. ‘’Hanımların yanına gidin, çay için Valentin Fedoroviç.’’
Çertkov’ la, Sergeyenko, oturma odasına geldiklerinde, Sofya hemen konuya girdi.’’ Vladimir Grigoreviç, kocamın sizin gibi bir arkadaşı olmasından memnunum. Onu anlayan fikirlerini paylaşan biri. Tek istediğin küçük bir iyilik. Bunu yaparsanız sizinle arkadaş oluruz.’’ Sofya çok rahat ve soğukkanlılıkla söylüyordu.
Çertkov:’’Çok kibarsınız. Bizi ziyaret etmeniz de büyük incelik. Ama günlükleri veremem. Kocanızın talimatlarına göre hareket etmek zorundayım’’
Sofya, kalktı. Arabasının sürücüsünü çağırttı, herkese veda etti. Sofya: Valenin Fedoroviç benimle geliyor musunuz?
Biryukov: Evet.
§


Tolstoy bir mektubunda, Y.Polyana 14-Haziran – 1910

49

Aziz Dostum Sofya
Gelecekte, insanların günlüklerimi okuyup, kavgalarımızı bilmesi, senin canını sıkıyor olabilir. Şunu bilmelisin ki; bu anlaşmazlıklar, her aile hayatında olur. Yazdıklarım aramızdaki ilişkiyi tam tamına yansıtmıyor.
Bu mektubumda seninle olan birlikteliğimizin nasıl olduğunu yazacağım.
Son zamanlarda çabuk kızıyor ve kavga çıkarıyorsun. Hayat hakkındaki görüşlerimiz çok farklı. Hayat nedir,sorusuna verdiğimiz cevaplar taban tabana ters. Benim için mal-mülk günahtır. Senin için ise olmazsa olmaz. Benimle kırk yılı aşkın evlisin,sen sadık bir eş oldun. Bana baktın, çocuklarımızı büyüttün. Sana kaba davrandım. Bu hatamı kabul ediyorum.
Çertkov ile dostluğum seni rahatsız ediyor. Onunla görüşme dersen, bunu yapabilirim. Tuttuğum günlükleri bundan böyle ona vermeyeceğim. Hepsini alıp bankaya koyacağım.
Bu yaşam bana zor geliyor. Çekip gitmek istiyorum.
Senin acı çektiğini görmek bana da acı veriyor. Bu acıları görmezden gelemiyorum.
§
Sofya, tedirgindi. Evin içine sığamıyordu. Bir yerde belli süre oturamıyor bilinçsizce dolaşıyor önüne gelene bağırıyordu. Birde intihar etme girişimleri evdekileri perişan etmişti.Bunun üzerine Moskova’dan Rossolimo’yu getirttiler.Tolstoy, Dr.Makovitski’nin, dediklerinin dinlenmesini istiyor.Dr. Makovitski, Rossolimo’nun,

50

psikologlar içinde en iyilerinden biri olduğunu söylüyor. Rusya’da, birçok dük ve düşes ona tedavi olmuş. Uykusunu kaçıran kötü rüyalar için ona danışmış. Rossolimo, bir doktordan çok Roma’daki bir lokantanın şef garsonu gibi giyinmiş. Ucu kıvrık bıyıkları ile Çertkov onu bir şarlatana benzetiyor..
Rossolimo, Sofya’yı üç saate yakın muayene etti. Aletlerle gözlerinin içine baktı, tahta çekiçle dizlerine vurdu ona sorular sordu ve gözlemledi. Lev Lvovich ise mırıldanıyordu,’’ Esas hasta olan babam. Onun tedaviye ihtiyacı var.
Tolstoy, odanın içinde dolaşıp duruyordu. Çerkov’a yanaş-tı.’’Bu Rossolimo beni şaşırttı. Bilim adamları gibi budala’’
Çertkov cevap vermedi. Çaydan sonra Rossolimo, Tolstoy’la konuştu. ‘’Sofya’nın ruh hastalığının nedenlerini buldum. İki tür rahatsızlığı var.’’ Paranoya ve histeri ağırlıklı olarak; hastanın so-rununun, ekonomik, biyolojik ve kültürel kaynaklarını sıralamaya devam etti. İyileşmesi için gezintiye çıkmasını hatta ayrılmalarını önerdi. Sofya buna şiddetle karşı çıktı.Tolstoy, masada oturmuş, esniyordu.’’
Günlükeri Sofya’ya verseler, büyük ihtimal bir şeyi kalmayacak iyileşecekti.
§
Tolstoy, yeni vasiyetnamesini imzaladığından beri huzursuzdu. Hata yaptığına inanıyordu. Ama bu olaydan sonra kendine geldi. 1881 den önce yazılan tüm eserlerin kontrolunun Sofya’da olmasının yanlış olduğunu düşünüyor ve üzülüyordu.


51

Karısı ve çocuklarının alıştıkları lüks hayatı sürdürmek için eserlerinden destek alacak olmalarını kabullenemiyor,Sofya’nın açgözlülüğünün zaman içinde artacağını ve tüm telif haklarına el koyacağından, emin. Ama artık Tolstoy’un ölümünden sonra eserleri halkın malı olacak. Çertkov, eserlerin editörlüğünü yapıp yeniden bastıracak ve yayınlayacak. Telif haklarını Saşa’ya bıraktı ve eserlerine bedava ulaşabilmeleri için talimat verdi. Son aylarda sağlığı bozulan Saşa’ya bir şey olursa; telif sahibi – aynı şartlarda Tanya olacak.
Tolstoy, vasiyetnamesini kendi eliyle değiştirmek üzere Telyatinki’ye geldi. Yarın, ormanda buluşacaklar. Tolstoy, Delir’eye binip gelecek. Öğleden sonraları Delir’eye bindiği için, Delir’e ile gelmesi Sofya’da kuşku uyandırmaz. Sergeyenko, Goldenweiser, Sergeyenko’nun sekreteri Anatol Radinski ve Çertkov ile Bulgakov, ormanda kısa bir gezinti yaptılar. Yeni vasiyetnamenin imzasında buluşacaklardı. Çertkov bundan mutluluk duyuyordu. Buluşacakları yere gittiklerinde Tolstoy gelmiş Delir’enin sırtında oturuyordu. Başında beyaz bir şapka vardı, mavi gömleği, uzun beyaz sakalıyla bir heykeli andırıyordu.
Selamlaştılar. Atlarından indiler. Yaşlı Tolstoy, bir kütüğün üzerine oturdu. Tolstoy, vasiyetnamesini okurken elleri ve dudakları titriyordu. İçi huzursuzdu. Galiba Sofya Andreyevna’ya güveninin kalmadığı anlamına geldiği içindi.
Çertkov:’’ Halkımız için önemli bir an bu. Yazdıklarınıza hak ettikleri şekilde ulaşabilecekler’’
Tolstoy, başını kaldırdı garip bir şekilde Çertkov’a baktı. Dolmakalemini çıkardı, yanında getirdiği siyah çini mürekkebi de.

52

Mürekkebi kokladı. Bu kokuyu çok severdi. Sergeyenko, kurutma kağıtlarını ve boş yaprakları verdi. Tolstoy; her şeyi temize çekti.
Ağaçların altı buz gibi serindi. Rüzgar esiyordu.
Tolstoy.’’ Bedenimde huzursuzluk var. Hiyanet ediyormuşum gibi geliyor.’’
Bu arada Delir’e kişnedi, karatepeli bir kuş, konduğu dalda sanki çığlık atıyordu. Tolstoy vasiyetnameyi temize çekmeyi bitirince, dudaklarını buruşturarak imzaladı. Sonra diğerleri imzaladı.
Tolstoy:’’İşkence gibi geldi. Umarım tekrarı olmaz’’ Çertkov:’’ Yapılması iyi oldu’’
Vedalaştılar. Tolstoy, Delir’eye bindi, uzaklaşıp gitti..
Çertkov:’’Onun konumundaki bir insanın böyle zor bir durumda kalması korkunç bir şey, ama gerekli olan buydu, iyi oldu’’
§
Birkaç gün sonra, çay vakti, Çertkov Yasnaya Polyana’ya gitti. Vardığında Tolstoy’un, buraya gelmemesi için Telyatinki’ye bir pusula gönderdiğini öğrendi. Bu not eline geçmemişti. Çertkov’un Sofya ile karşı karşıya gelmemesini yazmıştı. Ama buraya gelmişken Tolstoy ile görüşmek istedi.Evin arkasında bulunan merdivenleri kullanarak, koridorda yavaşça yürüyerek Sofya ile karşılaşmadan Tolstoy’un çalışma odasına gitti. Kapı açıktı. Doktor Makovitski çömelmiş ağrıyan bacaklarına sargı sarıyor, Biryukov’da arkasında durmuş, bir ateistin, Tanrı’nın olmadığında ısrar eden mektubu-na Tolstoy adına yazdığı cevabı okuyordu. Mektup oldukça ikna

53

ediciydi. Tolstoy’un üslubuna benziyordu. Okuması bitince ‘’Size aşkı sorabilir miyim?’’ diye Tolstoy’a soru yöneltti ‘’Belki adamı ikna eder’’ diye de ekledi.
Tolstoy:’’ Onu kelimelere dökmeyi çok istedim ve denedim.
Zor iş. Tekrar deneyeyim’’
Tolstoy, sakin, sabırlı ve alçak gönüllü biri, çoğunu şaşırtan özellikleri var. İçtenlikle söze başladı.
‘’Bir insanı içtenlikle selamlamak, içimizde hissettiğimiz İlahi varlığın kabulü demektir. Muhabbet neredeyse Tanrı’da oradadır. Sevmeyen ölümde kalır’’. Markovitski sargıları bitirdi, not defterini ve kalemini çıkardı. Bir fırsat doğmuştu. Tolstoy sesini ayarladı, hafif öksürdü, devam etti.
‘’Birbirinden ayrı ruhların birleşmesidir aşk. Birbirimizi seve-lim. Sevgi Tanrı’dandır. Seven herkes Tanrı’yı tanır. Tanrı’nın varlığına dair çok işaretler var, ama fark edemiyoruz. Tanrı’nın varlığını aşk ve anlayış yoluyla kavrayabiliyoruz. İnsan idrakinin ötesinde-dir, ama O’nu ancak aşk ile hissedebiliriz.’’
Biryukov:’’ Ama bu adam ateist, aşk ve anlama yoluyla bir varlığın sezilebileceğini kabul etmez. Sanmıyorum.’’
Tolstoy:’’ Evet. Ama Tanrı kelimesini kullanmasa bile onun özünü teşhis edecektir. Bu öze her hangi bir ad verebilir, ama öz yine de mevcuttur. Tanrı yadsınabilir, ama ondan kaçınılmaz.’’
Tolstoy, zor bir öğretiyi, formüle edebiliyor. Karmaşık konuları basit kelimelerle açıklayabiliyor. Onun ustalığı burada, onun için saygı görüyor.


54

Bir saati yeni geçmişti, çay içmek için terasta toplandıar. Sofya Andreyevna, kötü durumdaydı – gözlerine kan oturmuş, saçları dağınık, çökmüş bir hali vardı,yaşlı görünüyordu. Terasın, öteki ucunda sallanan koltuğa oturmuş kocasına ‘’Konukların geldiğinde ayağa kalkmalısın’’ diyerek bağırdı. Tolstoy zorlukla kalktı, mahcup olmuş gibiydi. Hatta Makovitski yardım etti.Sofya, yüzünü buruşturarak baktı. Tolstoy’da aynı şekilde karşılık verdi. Sofya, Çertkov’u görmemezlikten geldi.Çertkov, ‘’ Bu kadın deli ’’ diye fısıldadı.
Terasın orta yerinde, beyaz keten örtü serili bir masa vardı, üzerinde pırıl pırıl parlayan semaver fokurduyordu. Aslında bu ortamın tadını fazlasıyla çıkarabilirlerdi; fakat, Sofya Andreyevna yüzünden herkes sessizce oturuyordu. Buna rağmen demlenmiş çay, günün en iyi içeceğiydi. Günün tamamen neşesiz geçmesine mani olmuştu.
§
§






ÇERTKOV

On senenin ardından 1908’ ın Ağustos ayında, Çertkov’un Rusya’ya dönmesine izin verilmişti. İngiltere’de geçirdiği on yıl süren sürgünün ardından Tolstoy’un öğretisine hiç değişmeyen bir güvenle sadık kalarak dönmüştü.
Saçları dökülmüş ve kilo almıştı. Yine de dinç duruyordu İnancından ötürü çok acılar çekmiş olması Tolstoycuların ve özellikle Lev Tolstoy’un gözünde ona itibar kazandırmıştı.
Uzaklarda, davasını savunmuş, azimle çalışmıştı. Tolstoy’u, etkileyen de buydu ve Çertkov’u vekil tayin etmişti. Çertkov’un izni olmadan Lev Tolstoy’un eserlerinin bir kelimesi bile yayınla-namazdı. Yayınevleriyle tek başına görüşen, çevirmenleri seçen, gelişmeleri takip eden, ne zaman yayınlanacağını belirleyen hep Çertkov’du.
Yaşlı ve zayıf kalmış Üstad’ın tek vekili olan Çertkov, güçlüydü ve işinde samimiyetle çalışıyordu. Bazen Tolstoy’a karşı tavır alıyor olsa da; bu, Tolstoyculuk içindi.
Sıcak bir yaz günü, Tolstoy, bir sivrisineğin Çertkov’un kel başına konduğunu görmüş ve bir vuruşta onu ezmişti. Çertkov üstada kinayeli bakmış.’’Ne yaptınız Lev Nikolayeviç? Öldürdünüz onu!’’ Saşa’da oradaydı ,‘’ Baba neden yaptın?’’


57

Lev Tolstoy kendini affettirmek için, ‘’Bu adam her şeyini bana feda etti. Benim için lüks yaşamından vazgeçti. Tüm enerjisini de benim eserlerimin yayınlanmasına harcadı.’’
Çertkov’un hedefi Lev Tolstoy’un eserlerini yayınlamaktı, bu fedakarlığa karşı karşı yazar kendini ona karşı borçlu hissediyordu. Bu belki de ihtiyarlığın getirdiği bir durumdu.
Müritler kendi aralarında Çertkov’u tartışmıyor olsa da Biryukov ya da İngiliz çevirmen Maude gibi önemli isimler, Çertkov’un geçimsiz ve dalavereci biri olduğunu söylüyordu. Biryukov’u, Çertkov’un, Tolstoy’u nasıl kendi iradesine boyun eğdirdiğini görmek, üzüyordu. Lev Tolstoy bu vesayetten rahatsız oluyordu ama değer verdiği ilkeler adına olduğu için ses çıkarmıyordu.
Çertkov, inancı ve ideali için, her şeye karşı katılığı, inadı, kaba anlayışı vardı.
Çertkov, hizmet ettiği fikirleri dünyaya dayatmak için her yolu mubah görüyordu. Tolstoy’un eserlerini dünyaya tanıtmak için ça-balıyordu. Bunun içindir ki; yaşlı Tolstoy’a göz kulak oluyor, yersiz sözleri ve yazıları çıkarıyor, onu koruyordu.
Çertkov, Rusya’ya döndükten sonra ilk günlerini, Tolstoy’un yanında geçirdi. Daha sonra Yasyana Polyana’ya yakın Telyatinki’ye yerleşti.
Saşa, Telyatinki’de ki toprağın yarısını ona sattı. Uzun bir koridorun sağına soluna dizilmiş odaları olan iki katlı bir bina inşa etti. Evinde, sekreterlik, bahçıvanlık, bulaşıkçılık yapan kişiler kalıyor. Hepsi Tolstoy’cu olan otuza yakın kişi, bunlar konforu hor

58

görüyor, yerde, samanların üzerinde ya da mantolarına sarılıp yatıyor. Üst katta ise, Çertkov’un eşinin, annesinin ve oğlunun oturduğu iyi döşenmiş odalar var.
Çertkov, Tolstoy’a evini gezdirdiğinde Tolstoy kızı Saşa’ya ‘’Bu kadar büyük ev yaptırmak için çok para harcamıştır.’’ diyecekti.
Odönemde Çertkov, ‘’Tolstoy’un Düşüncelerinin Derlemesi’’ni yapmaya başlamıştı. Geniş bir derleme çalışması olsun diye Tolstoy’un eserlerinde, mektuplarında, günlüklerinde, öğretisini açıklamaya yarayacak cümleleri araması için bir ekip kurmuştu. Bu ekip Tolstoy’un yazılarını inceliyordu. Toplananları, Çertkov ince-liyor, beğendiğini alıyor beğenmediğini atıyordu.
Çertkov bazen hoşuna gitmeyen bir bölüme kızıyor, Tolstoy’u suçluyor bazı kelimelerin değiştirilmesini istiyordu. Genelde Tolstoy isteklerini yerine getiriyordu.
Öğlenleri, Telyatinki malikanesi sakinleri – ırgatlar, yemekha-nenin büyük masası etrafında toplanıyordu. Elliye yakın aç insan, kazanlara uzanıyordu. Bu Tolstoycu komün, prensipte; eşitlik, yar-dımlaşma ve sevgi yasalarıyla idare ediliyordu. Ama burayı ziyaret eden Saşa ‘’ Tarikat Kardeşleri’’nin üç sınıfa ayrıldığını tespit etti.
Masanın ucunda Çertkov ve yakınları, ortada ekipdeki iş arkadaşları,diğer uçta; işçiler, köylüler, çamaşırcılar, uşaklar, oturuyordu.
Bulgura, hakkı olan üçüncü sınıfdakiler, pirzola ve kompostoy-la beslenen birinci sınıftakilere imreniyordu.
Çertkov’un annesi, Telyatinki’de farklı bir yaşam sürüyordu.


59

Masalara beyaz örtüler, işlemeli porselen yemek takımları istiyordu. Çertkov’da her zaman şıktı. Çocuğu Dima ise pis ve vasattı. Her tarafını bitler sardığından kaşınıyor, çamurlu çizmeleriyle etrafta dolaşıyordu. Babası onu azarladığında, ‘’Köylülerle yaşamak için onlar gibi olmak lazım’’ diyordu.
Çertkov, Yasyana Polyana’ya genelde sabahları Tolstoy çalışırken gelirdi. Oysa çağırılmadıkça çalışma odasına kimse girmezdi. Fakat büyük müride bu yasak uygulanmıyordu. Çertkov içeri girip ihtiyarın üzerine eğilir, yazdıklarına kafasını sokardı. Yazdıklarını okur, onaylar, bazen eleştirirdi.
‘’Şurasını değiştirirseniz daha güzel olur!’’
Bu Tolstoy’u, huzursuz ederdi ama çoğu kez razı olurdu.
Bu kendini üstün görme, bu teklifsiz hali, Sofya’yı kızdırıyor-du. Haklarına tecavüz edildiğini düşünüyor, bu düşünce de onu huzursuz ediyordu. Eskiden kocasına, kavgalarına rağmen, onda uyandırdığı cinsel arzuyla söz geçirebiliyordu. Ama artık altmış beş yaşında sinir hastası bir kadındı. Tolstoy’da cinsel duyguları kalmamış bir ihtiyardı. Çertkov, Sofya’nın yaptığı hataları kendi egemen-liğini sağlamak için kullanıyordu. Ama Sofya buna izin vermeye-cekti. Kırk altı yıl, sadece Rusya’nın değil, dünyanın saygı duyduğu bir yazarla, onun eserlerine destek vererek, evini çevirerek, el yazmalarını temize çekerek, hatta, Savaş ve Barış eserini dokuz defa düzelten biri olarak, ona çocuk vererek, hastalandığında sağlığında ona bakarak yaşıyordu. BirTolstoy’cu, hizmetkarın karşısında ezi-lip gidemezdi. Ama Çertkov’da kendi açısından haklıydı. Tolstoy’u temsil etme hakkının yalnız kendisine ait olduğuna inanıyordu. Bu yüzden yazarın en güvendiği kişi olmak çok önemliydi. Tolstoy’cu

60

öğretiyi herkesten iyi anladığına emin olarak onu bozulmadan korumak istiyordu. Bunun içinde yaşlanmış olan yazarın, karısının isteği doğrultusunda kendisine sırt çevirmesine mani olmak istiyordu.
Çertkov Rusya’dan ayrılıp İngiltere’ye sürgüne gittiğinde Saşa on iki yaşında bir kız çocuğuydu. Artık gelişmiş, büyümüştü. Yirmi iki yaşında dürüst ve etkileyici bakışları olan,bir kızdı. Tek isteği yaşlı babasının yaşamını üst seviyede tutmaktı. Saşa, her durumda babasına hak veriyordu.
Tolstoy, kendisinim konu olduğu, aile içi kavgalarını önem-semiyor, görmezden geliyordu. Huzurunu bozmamak için Çertkov ya da Sofya ile tartışmaktan kaçınıyordu. Geriye kalan ömrünü ül-kesinin geleceğinin iyi olması için çalışmalara adamak istiyordu.
Ocak 1909 da, bir kez daha onu Ortodoksluğa döndürme-yi deneyen Tula Piskopusu Parten’i konuk etti. Piskopus ayrılırken Sofya arabasına kadar eşlik etti. Binmeden önce kocası ölünce, dini tören yapılıp yapılamayacağını sordu. Parten, kilisenin buyruğuna uyması gerektiğini söyledi.
Tolstoy karısının din adamlarıyla bir şeyler planladığını anladı ve Günlük’üne şöyle yazdı, ‘’Ölmeden evvel - pişmanlık duyduğuma, insanları inandırmak için bir şeyler uyduracaklarını düşünüyorum. Bu yüzden açık açık söylüyorum: Ölmeden, Kiliseye’de dönmeyeceğim. Dolayısıyla ölmeden evvel pişmanlığım ve ayine katıldığım konusunda söylenecek olanlar, yalandan ibarettir.’’ Daha sonra kilise hakkında şöyle yazdı:
‘’Hayatın manasını anlamak için kilisenin arkasında gitmek


61

gerekmez…Kiliseye bu hakkı verip bu işi iyi yapar…! Dünya, her şeyde, Mesih’in buyruklarına zıd hayat formalaştırır.Kilise ise insanlar Mesih’in kanununa zıd yaşasalarda, onların kanuna uygun yaşadığını iddaa etmiştir. Bu ise dünyanın putperest bir hayat ya-şamasıyla neticelendi. Kilise ise bunu görmezlikten geldi ve öyle iddia etti ki, esasında Mesih’in buyruğu budur.’’
Tolstoy’un gücü azaldıkça, bu mesele kafasını fazlaca meşgul eder olmuştu. Mart ayında hastalandı. Damarlarında pıhtı oldu. Gerçekten öleceğine inandı. Hemen bedenine lanet okumaya baş-ladı.Bir hafta sonra ateşi düştü, kendini güçlü hissetmeye başladı. Yatarken, cinsel arzuları uyandı. Seksen yaşındaki bir adam cinsel isteğinin geri geldiğini hissediyor ve bu düşünce onu korkutuyor-du. Birgün önce ölmeyi bekleyen Tolstoy birgün sonra Günlük’üne şöyle yazıyordu.
‘’ Eğer evlilik, her zaman değilse de en azından yüzde doksan dokuzunda hayatı zehir ederken, mutluluk verici bir kurum olarak adlandırılmasaydı, dünyaya çocuk getirmek ve onları en iyi şekilde yetiştirmek gibi bir sorumluluk fikri akılda tutulduğunda ancak insani bir anlam kazanan birleşmenin, hayvanca bir hareket olduğuna ikna edilseydi, fiziksel arzuyla mücadele etmek kolay olurdu.’’
Bahar yaklaşırken Tolstoy kendini toparladı. Bahçede yavaş yavaş dolaşıyordu. Yeniden günahlarını ve köylü Aksinya’dan olan gayrimeşru oğlu Timote’yi düşünüyordu. Köylü kadın ilerleyen yaşında köylü Ermil’le evlenmişti ama bu Tolstoy’un hatasını düzeltmiyordu.
Timote, Tolstoy’un vicdan azabıydı. Ve bir de her şeyi bilen meşru çocuklar vardı. Babaları hakkında ne düşünüyorlardı? ‘’

62

Aksinya’yı hatırladım. O hayatta, Timote’nin, oğlum olduğu söyleniyor ve ben ondan özür bile dilemedim. Ve hala başkalarını eleş-tirmeye devam edebiliyorum,’’ diye yazacaktır Lev Tolstoy.
Tolstoy’un iyileşme dönemi ‘’yıkıcı faaliyetlerinden’’ dolayı Tula dışına sürgüne gönderilen Çertkov’un gidişiyle sıkıntılı geçti.
Çertkov, Moskova yakınlarında oturan, teyzelerinden birinin yanına gitti. Sofya, Çertkov’un gidişine içten içe seviniyordu. Ama keyfi uygulamaya da karşı çıkar gibi görünüyordu. Bu durum Tolstoy’un hoşuna gitti. ‘’ Ah! Keşke kendini aşabilse!’’ diye yazdı. Çevrede ise, bu sürülmeye Sofya’nın sebep olup - olmadığı konu-şuluyordu. Bunun üzerine Sofya gazetelere bir mektup yolladı.
‘’ Yöremizde bölgemiz insanlarını şaşkına çeviren bir şiddet olayı gerçekleştirildi…Çertkov’un suçu açıktır: Tolstoy’la yakın arkadaş olmak ve onun fikirlerini yaymak için gösterdiği çaba. Bunlar hangi fikirlerdir? Canlıyı öldürmemek, herkesi sevmek, kötülüğe karşı şiddet kullanmamak, kanlı devrime son vermek. Çertkov’un sürülmesi ve Tolstoy’un kitaplarını okuyan kişilere verilen cezalar, yazdıklarıyla Rusya’nın ününe ün katan Tolstoy’a duyulan öfkeyi kanıtlamaktadır. Ve herkes Lev Tolstoy’un Çertkov’u ne kadar sevdiğini bilir…
Çertkov’un vaazlarını dikkatle inceledim, onun ve Tolstoy’un fikirlerinin çoğuna, özellikle de Kilise’yi yadsımalarıyla ilgili olanlara katılmasam da, Çertkov’un çabasının, insanlar arasında sevgiyi yaymaya çalıştığını söyleyebilirim.Çok kez genç köylüleri, şiddet eylemlerinin yanı sıra devrimden döndürdü.’’
Sofya’nın eleştirileri ve nüfuzlu arkadaşları sayesinde Çertkov’a


63

karşı alınan kararlar geri çekildi. Tolstoy 15-Nisan- 1909 da Günlük’üne ‘’ Çertkov’u özlüyorum’’ diye yazıyordu. Ve üzülüyordu. Sofya kocasının üzüntüsünü gördükçe endişeleniyordu. Çok sinirli olmuştu. Hiçbir yere sığamıyor bir yerde on dakikadan fazla oturamıyor, konuşulanları dinlemiyor, bir kitap okuyamıyor. Kollarını kavuşturup beklerse sefalet ve hastalığın ailesini mahve-deceğini düşünüyor geceleri uyuyamıyordu. Vakit geçsin diye fo-toğrafçıları çağırıyor, fotoğraf çekmekle ilgileniyordu. Evin içinde işi hiç bitmiyor, birinden birine koşturuyor, devamlı söyleniyordu.
Tolstoy, sakin bir halde bekliyordu. Karısının evin içinde oradan oraya, bir işten bir işe koşturmasını, merhametle öfke arasında gidip gelerek izliyordu. Sofya’ya söyleyeceği çok şeyi vardı!. Ama bir şey dese, Sofya ağzını açacak, konuşmaları kavgayla son bulacaktı. Huzurunu kaçırmadan içindeki sıkıntıyı atmak için ölümden sonra ele geçecek olan mektuplar yazmaya başladı.
‘’ Bu mektup eline geçtiğinde ben hayatta olmayacağım. Yıllar süren evlilik hayatımız boyunca, özellikle ilk zamanlarda sana karşı yaptığım hatalardan ötürü beni affet. Seni affedeceğim hiçbir şey yok. Sen, sadık bir eş, mükemmel bir anne oldun. Annenden doğduğun gibi kaldığın, değişmeyi istemediğin için, iyiye ve hakikate doğru ilerlemeyi reddettiğin için benim düşündüğüm şeylere zıt ve kötü ne varsa onlara inatla tutulduğun için, kendine ve başkalarına kötülük yaptın, kendini küçük düşürdün ve şu anda içinde bulunduğun acınası hale geldin’’ diye yazdı Sofya’ya.
13-Mayıs- 1909’da yazdığı bu mektup müsvedde olarak kaldı.
Sofya, diğer kent kadınları gibi her sene bir çocuk doğurdu. Tolstoy ailesinde on iki çocuk doğdu – bunun beşi küçük

64

yaşlarında öldü- Sofya evlatlarını emzirerek büyütmüştür. O da şöyle yazacaktı günlüğüne:
‘’ Benim aziz erim. Seninle bütünleşemedik. Benden istediklerini sana veremediğim için beni bağışla. Çünkü sen özgürlük istiyorsun. Benim arkamda büyük bir ailenin mesuliyeti var’’
Tolstoy, Haziran ayında Koçeti’ye damadı Sukotin’in evine gitti. Sofya, Dr. Makovitski, Gusev bir de hizmetçi eşlik ediyordu. Garda, malikaneye götürecek bir gezinti arabası bunları beklemek-teydi. Tolstoy geçerken köylüler selam veriyorlardı.’’ Onların yerinde olsam, bu koca malikanelerin sahiplerine görür görmez tükü-rürdüm’’ dedi Gusev’e. Ve ormanda dolaştıktan sonra Günlük’üne şunları yazdı ‘’ Halkta içler açısı bir yoksulluk; buna bağlı alçalma hissi var. Çalışmaktan sersem olmuş, yırtık giysiler içinde aç köleler. Buna dayanamıyorum.’’
Tolstoy, yüksek hayattan sıkılırdı. Tahta üstünde yatar, et yemekten çekinirdi. Geniş halk kitlesinin, özellikle Rus kentlisinin yoksul perişan vaziyeti onu çok kederlendiriyordu. Bütün serve-tini kentlilere bağışladı. Her haliyle onlar gibi yaşamaya başladı. Köylüler gibi giyiniyordu. Tek değişmeyen tarafı, bıkıp usanmadan yazmasıydı.
Tolstoy, Sukotin’in evinde mutluydu. Öyle ki; Sofya, Yasyana Polyana’ya tek başına dönmek durumunda kaldı. Aslında Tanya, Tula’da kalması yasaklanmış olan Çertkov’un Koçeti yakınlarında-ki bir kasabaya yerleşmeye çalıştığını annesinden saklamıştı.
Sonunda Çertkov Koçeti’ne yakın Suvorova kasabasına yerleşti. Yıkık dökük küçük bir evde kalıyordu. Tolstoy bunu öğrenir


65

öğrenmez, yaşlılığını hiçe sayarak atına binip ormanın içinden Çerkov’un evine gitti.
Manevi bir coşkuyla çok kez Suvorova’ya gitti. Sofya’ya ‘’ dönüşüm geçikebilir’’ diyordu. Sofya ise buna çok sinirleniyordu.
Tolstoy, istemeye istemeye Yasyana Polyana’ya döndü. Dönmesiyle kavga başladı. Sofya, Çertkov’la görüştüğü için suçladı. Tolstoy’un Stockholm’de yapılacak olan Dünya Barış Kongresi’ne katılmaya karar vermesine de kızdı.
‘’Kimsenin söylemeyeceği şeyleri söyleyeceğim. Güzel bir şey bu’’’’ diye karısına açıklama yapıyor, anlamasını sağlamaya çalışıyordu. Sofya, ona, bu yaşta o kadar uzaklara gitmemesini söyledi. Bu yolculuğun, konferansların, resepsiyonların sebep olacağı yorgunluktan endişe duyması normaldı, ama her zaman olduğu gibi tartışmada normal olamıyor, bağırıp çağırıyor, ağlıyordu. Bedensel ağrıları oluştu. Bunlar sinir ağrılarıydı ve kocasını sorumlu tutuyordu.
‘’Gitmesen ne olur ki? ’’ ‘’Gitmem gerekiyor.’’
‘’ Beni öldüreceksin!’’
Saşa, babasının kararından caymaması için cesaretlendiriyor-du.Bunu da sadece annesine zıt gitmek için yapıyordu.
Tolstoy, ne yapacağını bilemiyordu ama sırf üzerine düşeni yapmış olmak için Stockholm delegelerine hitaben, Hıristiyanlığın, askerlik hizmetiyle bağdaşmayacağına dair bir makale yazdı.


66

§


Tolstoy şöyle yazacaktı ‘’ Beni uyandırdılar. Sofya gece uyumamış, odasına gittim. Saçma sapan bir şey oldu. Sofya, Dr. Makovitski’nin onu zehirlemiş olduğunu iddia ediyordu. Olmayacak şeyler. Yoruldum artık kendimi hasta hissediyorum. Normal tavır takınmanın imkanı yok.Gitmeyi düşünüyorum. Ve çok arzu ediyorum. Benim burada olmam Sofya’yı rahatsız ediyor. Fedakarlık yapsam da olmuyor. Tanrım bana yardım et. Tek istediğim senin istediğini yapmak.’’
Sofya, Tolstoy’dan sadece kongreye gitmekten vazgeçmesini değil,kendisini, 1881’den önce ve sonraki eserlerinin mirasçısı yapmasını istiyordu. Tolstoy razı gelmeyince, Sofya öfkelendi, hüngür hüngür ağlamaya başladı. Tolstoy odasına dönünce, bir süre düşündü ve İsveç’lilerin davetini geri çevirmeye karar verdi.
Sofya biraz iyileşti, Saşa annesine boyun eğdiği için babasına kızdı.. Tolstoy evde yine gürültü çıkacağını anladı. Dr. Makovitski bacağına masaj yaparken ona şöyle dedi:
‘’ Bu evden kaçmak, yurtdışına gitmek istiyorum. Pasaport işi nasıl halledilir? Kimsenin bir şeyden haberi olmaması gerek.’’
29 Temmuzda, Şamardino Manastırı’nda rahibe olan kız kardeşi, Maşenka Tolstoy geldi. Bu, dindar yaşlı kadına saygı duyan, Sofya’yı sakinleştirdi. Başka konuklarda birkaç günü veya haftayı Yasnaya Polyana’da geçirmek için geldi. Tolstoy, rahatsızlığına rağmen ressam Repin ile sanattan; milletvekilleri ile tarım reformun-dan; Rus fizikçi Tsinger’le matematikten konuşmayı yeğledi.

67

Bir Ağustos akşamı, Goldenweiser ile satranç oynarken, bir komiser birkaç polisle Lev Tolstoy’un kapısını çaldı. İçişleri Bakanı’nın emriyle yazarın sekreteri Gusev’i tutuklamaya gelmişti. Tolstoy, tutuklama emrini görmek istedi. İmzalı ve mühürlü kağıt kendisine gösterildi. ‘’Devrimci propaganda yaptığı ve yasak kitaplar yaydığı’’ gerekçesiyle, Gusev iki yıllığına Çerdin’e sürülmüştü. Lev Tolstoy, Gusev’in bavulunu hazırlamasına yardım etti. Rahibe Maşenka Tolstoy şaşkındı; başını sallıyor ve komisere, ‘’Yazıklar olsun! Bu kadar iyi bir insanı neden tutukluyorsunuz?’’ Polisler, Gusev’i götürdükten sonra Tolstoy, odasına çekildi.
5-Ağustos’ta Günlük’üne, şu satırları ekledi:’’ Dün, polisler gelip Gusev’i götürdüler… Bugün bu konuda bir itiraz yazdım’’
Bu itiraz metni birçok gazetede yayımlandı. İçişleri Bakanı, Tula Valisi bünyesinde çalışan memurların iş görme tarzından duyduğu rahatsızlığı Valiye iletmesi için emniyet müdürünü görevlendirdi. Gönderilen yazıda şöyle deniliyordu:
‘’Gusev’in tutuklama işini Tolstoy’un evine polis göndererek ve sanığa bavullarını hazırlaması için saat vererek yapmanız yerel otoritelerin davranış biçimine uymuyor. Bu tutuklama karakolda yapılabilirdi. Tolstoy’un evine polisin gitmesi sadece onun rekla-mını yaptı ve hükümetin keyfi yönetiminin kurbanı olarak, gazetelere yansıdı.’’
Çarizm ve Rusya’nın bütün resmi daireleri, Tolstoy’un, ister halk arasında, isterse de beynelmilel nüfuzu karşısında kendilerini çok zayıf hissediyorlardı.Çünkü Tolstoy ister edebi istersede dini-felsefi ve publisistik eserleri, ciddi sansür engeliyle karşıla-şırdı. Halkın çıkarlarını savunan her sözünü her fikrini halktan

68

gizlediler. Büyük yazarı halkın gözünden düşürmek için tedbirler düşünülürdü.
Gusev’in tutuklanması, Tolstoy’un, Çertkov’u görme isteğini artırdı. Bu isteğine karşı Sofya sonunda boyun eğdi. Hatta sürgün-deki müridin yaşadığı Moskova yakınındaki, Krekşino seyahati için kocasının bavullarını hazırladı.
Ve Çertkov’lara ulaştığı ertesi günü, Çertkov ailesinin çevresinde, Tolstoy hayranları onu görmek için bekliyordu. Onlar için Tolstoy bir azizdi.
Tolstoy’un tek maksadı, yoksulları rahata çıkarmak, onlara yardım göstermek, onların kazanmasını sağlamak, çocukları okula yazdırmak, yurtsuzlara sığınacak yer bulmaktı. Bütün bu iyi niyet-leri sonucu Tolstoy sağlığında ölmezlik kazanmış,halk haklı olarak ona aziz hatta peygamber gibi yanaşıyordu.
İlk günler felsefi ve pedagojik konuları irdelemekle geçti. Çertkov’un evinde efendiler ve uşaklar aynı masada oturur birlikte yemek yerlerdi.
Sofya ise kocasının, Çertkov’la buluşmasına izin verdiğine piş-mandı. Sofya’da, Kreksino’ya gitti. Sofya’yı samimiyetle karşıladı-lar. Buraya gelirken ayağını burkmuştu, acısı onu sinirli yapıyordu. Burada gördükleri onu rahatsız etti. Sonraki günlerde öfkesi geçti ve buraya uyum sağlamaya çalıştı. Kocasının, Çertkov ve Saşa’nın teşvikiyle, 1 Ocak 1881 tarihinden sonra basılan tüm eserlerin halkın malı olacağı ve bütün el yazmalarını Çertkov’a bırakılacağı bir vasiyetnamenin hazırlandığını anlamıştı, onların yayınlanıp yayın-lanmamasına Çertkov karar verecekti.


69

Ertesi gün Tolstoy ve Çertkov, Saşa’yı Krekşino’da yazılan vasiyetnameyi avukat Muravyev’e götürmesini söylediler. Avukat birkaç kez okudu. Başını salladı.’’Bu vasiyetin hukuki bir değeri yok. İnsan mülkünü nasıl halka bırakabilir bilmiyorum. Kanunları ince-leyeceğim. Size yazacağım.’’
Tolstoy’un Moskova’da olduğu biliniyordu; gazeteciler,kame-ramanlar, meraklılar, hangi trenle döneceğini öğrenmek için sürekli telefon ediyorlardı. Bu ilgi Sofya’yı gururlandırıyordu.
Tolstoy ve yakınlarını götürmek için atlı iki araba geldi. Yazar, Sonya, Saşa ve Çertkov arabaya bindi. Sergey, karısı Maşa, Maklakov ve arkadaşları diğer arabaya bindi. Dr. Makovitski yurt dışında olduğundan Sofya, başka bir doktorun, Dr. Berkenheim’in yolculuk esnasında kocasına eşlik etmesini sağlamıştı. Sokakta insanlar dikilmişlerdi, araba ilerlerken kimi el sallıyor kimi şapkasını çıkararak selam veriyordu. Araba, Tula demiryolunun başlangıcı olan Kursk Garı’na vardığında Sofya ve Saşa binlerce insanın top-landığını görünce şaşkın gözlerle birbirlerine baktılar. Halktan, her insan vardı. Liseliler, üniversiteliler, yoksul kadınlar, süslü kadınlar, işçiler, askerler, kasketli siviller… Bir ses yükseldi. ‘’ İşte geldi! Lev Tolstoy’a saygılar. Yaşa, var ol!’’
Araba ilerlemekte zorlanıyordu. Çok kalabalıktı. Arabadan indiler. Tolstoy, akşayan karısının koluna girdi. Çertkov trene doğru yol açmaya çalışıyordu. Maklakov ve bir jandarma, Tolstoy’u orta-larına aldı.Gençler el ele tutuşarak, kalabalığa set oluşturdu. Garın girişinde kalabalık arttı, baskı çoğalmıştı. Kalabalığın içinde kalan Tolstoy, Sofya ve Saşa ezilme tehlikesindeydi! Genç bir kız:’’Dik-kat edin. Onları ezeceksiniz’’ diye bağırıyordu. İnsanlar vagonların tepesine ve direklere tırmanmıştı. Polis de fazlaca vardı. Yine de,

70

jandarma sayesinde Tolstoy ve Sofya trene binebildiler. Tolstoy solgun, yorgun bir halde, iki büklüm olmuş, sendeliyordu; sonuna kadar dayanmak için gücünü topladı. Sonunda hepsi vagonda bir araya geldi. Tolstoy, kendini koltuğu attı ve gözlerini kapattı. Tehlike geçtikten sonra Sofya:’’ Bizi krallar gibi karşıladılar!’’ diye yineleyip duruyordu.
Çertkov, melon beyaz şapkasını yelpaze gibi sallıyordu.
Dışarıda ki kalabalık hala bağırıyordu. ‘’Yaşa! Var ol!’’
Çertkov’un önerisi üzerine Tolstoy pencerede göründü. Uğultu arttı. Aradan seçilen ‘’Sessizlik! Sessizlik! Lev Tolstoy ko-nuşacak!’’bağrışmaları duyuldu.
Tolstoy:’’ Teşekkürler… Böyle bir çoşku beklemiyordum. Bu sevgi gösterisi beni çok etkiledi…Teşekkürler!...’’
‘’Biz teşekkür ederiz! Yaşa! Yaşa! Var ol! İyi yürekli Lev Nikolayeviç’imize binler teşekkürler!’’ diye cevapladı kalabalık.
Kameralar çekime devam ediyordu. Tren hareket etti. Vagonun penceresinde ayakta duran Tolstoy, kalabalığa el sallamaya devam ediyordu. Bu sevgi gösterisi karşısında çok duygulandı. Şaşırmıştı. Mutlu bir halde koltuğa oturdu.
Tula’da kalması yasak olan Çertkov daha ileriye gidemedi, Serpukhov Gar’ında indi. Tren yeniden hareket edince Tolstoy dinlenmek için uzandı. Nabzı yavaşlamıştı, doktor bile endişelendi. Bir müddet sonra gözlerini açtı, konuşmaya çalıştı ama dili dolandı. Devamı gelmeyen birkaç kelime mırıldandı Onu, garın önünde bekleyen bir arabaya taşıdılar. Yol boyunca, ‘’Musa… Pygmalion…Musa, Musa…’’ diye geveleyerek boşluğu baktı.

71

Bayılmıştı.
Sofya, üzerini örtüyor, ellerini ısıtıyor vre sessizce ağlayarak dua ediyordu. Tolstoy, Yasyana Polyana’ya geldiğinde hala sayıklıyordu.
Doktor,’’ Sıcak su şişeleri, vantuz, başına buz!’’ istedi.Saşa’nın yardımıyla hastayı soymaya başladı. Sonya, öleceğini düşünmeye başladı. Eğer Lyovoçka ölürse etrafını saracak düşmanları düşündü Lyovoçka ölürse kendisi ortada kalacaktı. Kimse onu dikkate alma-yacaktı. Merhumun Günlük’lerinden yararlanıp onu kötüleyecek-lerdi. Yorgunluktan ve korkudan ne yapacağını bilemeyen Sofya, yatağın etrafında dolanıyordu.
‘‘Lyovoçka! Lyovoçka! Anahtarlar nerede?’’ Tolstoy:’’ Anlamıyorum…Neden?’’
‘’El yazmalarını koyduğun kasanın anahtarı!’’ Saşa:‘’Anne rahat bırak onu, rica ederim!’’
‘’Anahtarları almam lazım. Ya ölürse…Ya el yazmalarını çalarlarsa!...’’
Saşa: ‘’Kimse onları çalmayacak.onu rahat bırak!
Doktor hastaya sıcak suyla lavman yaptı, bu Tolstoy’u hemen kusturdu. Bir de damardan iğne yaptı. Sofya titrek sesle:’’Artık bitti!’’
Ama geç saatlerde, Tolstoy kendine geldi. Ertesi sabah Günlük’üne söyle yazdı.


72

‘’Yolculuk, dev kalabalık beni neredeyse eziyordu. Çertkov beni kurtardı. Sofya ve Saşa için korktum. Bir arabaya bindiğimizi hatırlıyorum ama sonrasını,ertesi günün sabahına kadar ne olduğunu hatırlamıyorum. Saçma sapan konuşmaya başladığımı, ardından da bayıldığımı söylediler. Böyle ölmek ne kadar tatlı olurdu!’’
Ve birgün sonra at binmeye başladı. Birkaç gün sonra da makale ve mektuplarını yazmaya devam etti. Ona ‘’Rusya’nın Devi’’ diye hitap eden ve ‘’ Öğretilerinizin savunucusu’’ diye imzalayan, tanımadığı birinden, mektup almıştı. Bu Mahatma Gandi’ydi. Tolstoy, ona bir cevap mektubu yazdı.
Bu arada Çertkov Moskova’da boş durmuyordu. Avukat Muravyev’e yeni bir vasiyetname taslağı hazırlamasını ısrar ediyordu. Birçok metin taslağı yazdı ve Strakhov, bunları Tolstoy’a götürmek üzere Yasnaya Polyana’ya gitti. Tolstoy’a, avukatın hazırladığı kağıtları gösterdi. Ama Tolstoy fikir değiştirmişti. Vasiyet fikrinden vazgeçmenin daha iyi olup olamayacağını düşünüyordu ‘’Bu iş beni bunaltıyor Eserlerimin yayılmasını şu veya bu şekilde sağlamak gerekli değil. Mesela İsa’yı ele alın – İsa’yı benimle karşılaş-tırmak ne kadar tuhaf olursa olsun- birinin, düşüncelerini kendine mal edeceği kaygısı duymadı; onları, çekinmeden söyledi ve onlar için çarmıha gerildi. Ve bu fikirler kaybolmadı. Şu var ki, hiçbir söz, hakikatı ifade ettiği sürece ve onu söyleyen kişi kendi hakikatına inandığı sürece kaybolup gitmiyor…’’ dedi Strakhov’a. Bunun üzerine Strakhov, miras konusunda kanunun kurallarına uymazsa, telif haklarının ailesine geçeceğini anlattı.
Karar verebilmek için odasına çekildi. Bir saat sonra Strakhov’a kararını bildirdi. Telif haklarını güvendiği kızı Saşa’ya ‘’halk yara-rına’’ onlardan vazgeçmesi koşuluyla bırakacaktı. Bu tedbir tüm

73

eserlerini kapsayacaktı.
Yeni düzenlemeyi öğrenen Saşa, buna layık olmadığını bu hak-lardan vazgeçmesi halinde annesinin, ablasının ve erkek kardeşle-rinin kendisine kızacağını söylesede, babasının ısrarına dayanama-yarak kabul etti. Tolstoy, kızına, ölümünden sonra yayımlanmamış eserlerinin satışından elde edeceği parayla, Sofya’dan Yasyana Polyana’daki arazileri satın alacağını ve bunları köylülere bağışlaya-cağına dair söz verdirtti. Strakhov, bundan memnun olarak oradan ayrıldı.
Kasım ayında, Strakhov, Goldenweiser’la beraber geri geldi ve telif haklarının yasal mirasçısı olarak Aleksandra Lvovna Tolstoy’un (Saşa) anıldığı en son metni getirdi. Tolstoy hariç herkes uyuyordu. Gelenleri odasında ağırladı, belgeleri okudu ve kopyaladı. Kulağı sürekli kapıdaydı Sofya’nın uykusu hafifti, elinde lamba ile gelebilir, arkasından iş çevirenleri görebilirdi.
Tolstoy, kötü bir davranış hissi içindeydi ama belgeyi imzaladı. Strakhov ve Goldenweiser’de yan tarafı imzaladı ve Strakhov Moskova’ya götürmek üzere onu çantasına koydu. Olanlardan habersiz olan Sofya ertesi gün misafirlere çok iyi davrandı. Strakhov, Sofya’nın bu tutumu karşısında eziklik duydu ama dün akşam kendi deyişiyle ‘’ Tarihsel sonuçları olacak bir görevi’’ çok iyi bir şekilde yerine getirdiği düşünerek teselli buldu. Ocak 1910’da Saşa hastalandı. Zatürre olmuştu. Kan kusmaya başladı. Tolstoy, kızının baş ucunda saatlerce oturuyordu. Kızı su içmek istediğinde; titreyen eliyle ona bir bardak su veriyordu.
Saşa, ancak, Mart ayında ayağa kalkabildi. Verem olabilir şüp-hesiyle doktorlar, iyileşme süresini Kırım’da geçirmesini önerdiler.

74

Babasından ayrı kalma fikri onu korkuttu ‘’Ya onu tekrar göremez-sem’’diye düşünüyordu. Saşa’yı ikna ettiler. En iyi arkadaşı Varvara Feokritova’yla birlikte gitmesine karar verildi. 13- Nisan’da yola çıktılar, ayrılırken, Tolstoy ağladı ‘’Ne yapacağımı bilmiyorum. Saşa gitti. Çalışmalarımda bana yardım ettiği için değil, ruhumdan ötürü onu seviyor, onu özlüyorum.’’
Saşa’nın gidişinden sonra, Tolstoy,Yasyana Polyana’daki havanın daha katlanılabilir bir hal aldığını fark etti. Kızının ve Çertkov’un yokluğu Sofya’yı daha bir sakinleştirmişti. Ama hala sağlığından şikayet ediyordu. Giysiler dikiyor, oğullarının masrafından dert yanıyor, kocasının tüm eserlerini yayınlamak için çırpınıyor, günlük yazıyor, ailenin sıkıntılar içinde perişan olacağını söylüyordu ama bu dert yanmalar ve hareketlilik alışılmışın dışına çıkmadığı için Tolstoy rahatsız olmuyordu. Saşa’yla devamlı mektuplaşıyor; çalışmalarını, onu çok sevdiğini uzun uzun anlatıyordu. ‘’ Kalbime o kadar yakınsın ki,sevgili Saşa, sana yazmadan edemiyorum.’’ 24-Nisan-1910.’’ Bugün senden bir mektup gelmedi sevgili Saşa, ama yine de ben sana yazmak istiyorum. Orada neler yapıyorsun. Ruhsal huzura kavuşmayı Tanrı’dan iste. Bu önemli.’’
Havalar ısındıkça, dünyanın değişik yerlerinden Yasyana Polyana’ya ziyaretçiler geliyordu. Tolstoy onları ağırlamak için ça-balıyordu. Bazen ‘’Toplumsal adaletsizlik’’ fikri ruhunu sarıyor, başını ağrıtıyordu. Odasına kapanıp, Günlük’üne yazıyordu:’’Akşam yemeği yemedim. Kendilerinin ve ailelerinin açlıktan ya da soğuktan ölmemesi için çabalayan insanlar arasında sürdüğüm lüks yaşamın doğru olmadığını biliyorum ve bu bana acı veriyor.’’
Tolstoy’un her gün mutsuz olmak için bir sebebi vardı. Bu sebep bazen teröristleri ihbar etmek için polisten para alarak

75

muhbirlik yaptığını söyleyen genç bir öğrenciydi; bazen ona sitem eden bir devrimciydi; bazen onu babadan kalan mirası yiyen, zengin gibi yaşamakla suçluyan bir Tolstoycu; bazen, onu sevindire-ceğini düşünerek, Hıristiyan uygarlığa duydukları sempatiyi dile getiren Japon’du.
İki japon, gramofonu göstermek için gittikleri köyde – bir akşam, Lev Tolstoy’a eşlik ettiler. Köylüler yıkık dökük evlerinden çıkıp,kasabanın meydanında toplandılar.
Gramofondan, bir orkestranın, neşelendiren sesi yükseliyordu. Köylüler şaşkınlıkla izliyorlardı. Ardından, Tolstoy’un çoştur-masıyla, dans yapmaya başladılar. Japonların hoşuna gitti. Onlar gittikten sonra Çertkov’un oğlu ile yazar Sergeyenko geldi. Ona, en sevdiği, dostunu anımsatan, iki kişiyi görünce, duygulanan Tolstoy, Günlük’üne şöyle yazdı ‘’ Çertkov’un soluğunu hissettim. Güzel bir duygu.’’
Sofya, Çertkov hakkında, anılarına şöyle yazacaktı,
1884
ÇERTKOV
1884 yılında, Lev Nikolayeiç’in yanına, uzun boylu, güzel, mert, her haliyle asil olduğu anlaşılan, biri geldi. Bu, Vladimir Qriqoryeviç Çertkov’du. Süvari alayında subay olan Çertkov,  Lev Nikolayeviç’in son eserlerini okuduktan sonra istifa etmişdi. Onun yeni idealleri ile yaşamaya çalıyordu. Onda keskin değişiklik başgöstermişti.
Süvari alayının görkemli subayının istifası, annesini derinden


76

üzmüştü. Lev Nikolayeviç Çertkov’u çok beğendi. Çerkov, Lev Nikolayeviç’in yazdığı ve hakkında fikir yürüttüğü her şeye samimi-kalpten, derinden perestiş ederdi. Lev Nikolayeviç, ömrünün sonuna kadar Çertkov’u sevdi ve yüksek kıymetlendirdi. Çetkov, Lev Nikolayeviç’in kaleminden çıkmış bütün eserleri okuyor onun günlüğünden kayıtlar tutuyor ve bunların hepsini İngiltere’de yap-tırdığı taş evde saklıyordu. Önceleri, Lev Nikolayeviç’in, bu kadar el yazması, mektup ve günlüğünün Çertkov’da olması beni çok üzüyor ve ona karşı içimde bir çekememezlik hissi oluyordu. Ama şimdi ölümün yakınlığını ve çocuklarımın babalarının el yazmala-rına ilgisini görünce bunun yersiz olduğunu anladım.
§
Biryukov, bir sabah kahvaltı için yemek odasına girdiğinde Sofya ile göz göze geldi.
‘’Günaydın, Sofya Andreyevna. İyi uyudunuz mu?’’
‘’Beni kandırdınız. Çertkov’la birlikte komple kurdunuz.Onun bana ve aileme karşı entrikalarını biliyorsunuz, yine de dostum-muşsunuz gibi numara yapıyorsunuz’’
‘’Hayır’’ dedi. Böyle olmadığını söylemedi.Ama itiraz da etmedi.
‘’Hizmetçilerle tek tek konuştum. Bazı söylentilerden bahsetti-ler. Sizi de ormanda görmüşler, arkamdan planlar yapıyormuşsu-nuz. Size dost oldum. Karşılığında bir şey beklemediğim bir dost-luktu bu’’
‘’Size, asla komplo kurmadım. Ama bana inanmayacağınızı


77

görebiliyorum’’
‘’Sizden iğreniyorum’’ dedi, odadan çıktı.
Aslında, Biryukov sadakatle davranmıştı. Tolstoy’a, Çertkov’a, Sofya’ya samimi konuşmuştu. Ama şimdi herkes onu sahtekar sanıyor. Bütün kötü belgelerde onun adını görüyorlar, ama onu oraya o yazmamıştı. Yine de Tolstoy’u suçlamıyordu.
Aile içinde bir geçimsizlik yaşanıyordu. Biryukov bu işin gizlice yapılmasını beğenmedi. Ona göre Tolstoy tüm aileyi toplamalı ve isteklerini onlara söylemeliydi. Andrey, ailenin maddi çıkarlarını korumak istiyordu. Kardeşi Lev’de onun gibi düşünüyordu. Birgün babasının çalışma odasına girip: ‘’Annem sinirleniyor. Bir vasiyet yazıp yazmadığını bilmek istiyor.’’ ‘’Cevap vermek zorunda değilim.’’ Andrey kapıyı çarparak çıktı. Kırım’dan iyileşerek dönen Saşa, iki kardeşi ve annesi arasında kalan babasına üzülüyordu. Tolstoy işkence çekiyordu.
§
Bir Ağustos akşamı, Tolstoy, Dr. Makovitski ve Biryukov terasta oturuyorlardı. Sofya, elinde bir defterle geldi.Kocası onu görünce kaskatı kesildi.
‘’Sanırım arkadaşların, senin, erkekleri kadınlara tercih ettiğini biliyorlardır’’ diyerek kocasını kışkırttı.Makovitski bu lafı duyunca çok utandı. Tolstoy, öfkeli bir sesle, onu tersledi. Ama Sofya dur-madı. ‘’ Senin eski günlüklerini okuyorum. Arkadaşlarına da bir şey okuyabilir miyim?’’
Biryukov böyle konuşmalara tanık olmaktan nefret ediyordu,


78

ama ne yapanilirdi? Tolstoy’un yüzü değişti. Gözlerini başka yöne çevirdi. Sofya okumaya başladı: -Bunu 29 Kasın 1859 tarihli günlüğünden alıntı yaptı- ‘Asla bir kadına aşık olmadım…Ama pek çok kez bir erkeğe aşık oldum’.
‘’İnanabiliyor musunuz?Şimdi şunu dinleyin:’’ ’ Benim açımdan aşkın ana belirtisi sevdiğini inciltme, onu hoşnut edememe kaygı-sıdır. İbneliğin ne olduğunu bilmeden önce bir erkeğe aşık oldum ben; ne olduğunu öğrendikten sonra bile bu olasılık hiç aklımdan geçmedi. Hayalime şehvani duygular getirmedim. Getirmek beni tiksindirirdi’
Dr.Makovitski:’’Tamam o zaman! Kendisi açıklamış. Bu kadar yeter. Dinlemek istemiyoruz.’’ Makovitski’nin sesi kızgınlığını belli ediyordu.
Sofya:’’ Devam edeceğim Duşan Makovitski. Bunlar merak uyandırıcı’’
Tolstoy’un sıkıntısı belli oluyordu. Ayağa kalktı. İzin isteyip gitti..
Dr. Makovitski Sofya ‘ya dönüp, ‘’İyi mi yaptınız? Terasında rahat oturamadı’’ dedi.
Sofya:’’ Gerçeğe parmak bastığımın farkında. Yoksa neden Çertkov’un, peşinde dolaşsın ki?’’
Sofya, hiddetli bakışlarını etrafta gezdirdi. Sonra çekip gitti. Sofya, son zamanlarda, ormanda kocasını takip ediyor. Köylü çocuklarına bile kocasını Çertkov’la görüp görmediklerini soruyor.
Dr.Makovitski, terasta ellerini arkaya dolayıp köşeye kadar

79

yürüdü,durdu, ormanı seyretti, sonra Tolstoy’un odasına gitti. Muayene etti. Kalp atışları düzensizdi, nabzı yükselmişti. Tolstoy:’’ Beni öldürmek istiyorsa, ölmem yakındır, söyleyin’’ dedi.



§
Tolstoy, masasında yazı yazarken uyuyakaldı. Saşa, uyandırmak istemez, 6 Ağustos tarihli yazdıklarına göz atar.
‘’Bir mektup bırakarak gitmek istiyorum, bunun Sofya için daha iyi olacağını düşünsem de onun için endişeleniyorum.’’
Saşa, babasının Günlük’ünü gizli okuduğu için huzursuzdur. Eli titremektedi. Yine de sayfayı çevirip okumaya devam eder: ‘’ Yardım et bana Tanrım. Yardım et. Hiç olmazsa ömrümün bu son günlerimde sana hizmet etmeme, sadece senin için yaşamama yardım et.’’
Annesinin görmesinden korktuğu için Saşa günlüğü kapatır. Annesinin isteri krizine girmesine katlanacak güçü yoktu. Kardeşleri Andrey ve Lev, babalarının el yazmalarının ortaya çıkması ihtimalinden tedirgindir. Onlar gizli vasiyetnameden korkuyorlar. Tolstoy’un aklının yerinde olmadığını söyleyerek iyi bir doktor bulmaktan söz ediyorlar. İkisi de paragöz. Yaşadıkları lüksü kaybetmek istemiyorlar. Tolstoy ile SoFya’nın mücadelesinin farkında olmayan yok. Bu mücadele karı-kocanın sağlıklarını da kötü yönde etkiliyor. Sofya, isterik davranıyor, nabzı 140 lara çıkıyor. Tolstoy bazı günler yürüyemiyor, bitkin, ayakta duramıyor, aklı


80

karışık. Ama nasıl oluyorsa – Saşa buna şaşırıyor – öğleden sonraları Delir’eye biniyor.
Tolstoy, daima olumlu davranmayı tercih ediyordu, ona deli deseler bile, bu böyleydi. Tanya, babasının evinde olan son geçim-sizlikleri duyup ziyarete geldi. Tanya buradayken, Tolstoy rahatlıyor. Onun herkesin üstünde olumlu bir etkisi var. İyiliksever oluşu seviliyor. Varvara, Saşa’ya ‘’Kardeşin öyle nefis bir budala ki; herkesin kendisini zeki hissetmesini sağlıyor. Bu yüzden çok seviliyor’’ dedi bir yemekte. Sonunda Yasyana Polyana^daki ortam Tanya’yı da sıktı. Herkesin Koçeti’ye gelmesini istedi. Sukotin’in neşeli muhabbeti çocukların cıvıltıları, havası ve Fransız mutfağı iyi gelecekti. Hem Koçeti’nin şimdi Çertkov’un uzağında olması avantajı da var. Sofya’ya kendisini iyi hissetmesini sağlayabilir.
Fikir alışverişinden sonra herkes gitmeye karar verdi. Ağustos ortasında aile iki arabayla yola çıktı. Saşa, Varvara ve Makovitski ile bir arabada Tolstoy, Sofya Tanya ve hizmetçi diğer arabada yolculuk ediyorlardı. Atların çektiği bu arbalarda üç gün her şey güzel gitti. Sofya, aylardır böyle rahat olmamıştı. Tolstoy’la arasında kötü bir söz geçmedi. Koçeli’ne mutlu vardılar. Fakat Ağustosun on sekizinde yerel gazetede İçişleri bakanının, Çertkov’a Tula’da sürekli oturma izni verdiği yazdı. Sofya, oturma odasına gazeteyi elinde sıkarak geldi.’’Çertkov’un öldürülmesini istiyorum. Ya o ölecek ya da ben.’’ Tolstoy’un yüzü kireç gibi oldu.
Sofya, sert sert baktı, sonra tahta zemine sertçe düştü, başını kenara çarptı. Hizmetçilerden biri çığlık attı. Dr. Makovitski Sofya’nın yanına gitti hemen nabzını ölçtü.’’ 140. Ciddi değil. Sofya! Sofya! Aç gözlerini!’’


81

‘’Göğsüm… Çok ağrıyor!’’
Gözlerini kapadı arkaya devrildi. İyi rol yapıyordu. Tanya:’’ Ölüyor mu?’’ diye sordu.
‘’Düzelecek’’ dedi Doktor.
Tolstoy, derin bir merhamet duygusuyla yanaşıyordu.’’Sofya ile ilişkimiz, hergün daha da kötüleşiyor. Onda sadece bencillik var. Bu hastalık derecesinde. Makovitski ve Saşa onun hasta olduğunu kabullenmiyordu’’ diye günlüğüne yazacaktı.
İki uşak, Sofya’yı odasına taşıdı. Yatakta oturtuldu, her tarafına yastıklar konuldu. Saşa, babasıyla birlikte yatağın kenarına oturdular. Tolstoy, hiçbir şey söylemiyordu. Sofya, kısa bir süre sonra kendine geldi. Çertkov tarafından fotoğraflarının çekilmesine bir daha izin vermemesini istiyordu.
Sofya:’’Çertkov’un çektiği resimlerin Rusya’nın sıradan gazete-lerinde görünmesi aileyi rahatsız ediyor. Biraz gururlu ol.’’
Tolstoy, Çertkov tarafından fotoğraf çekilmesine bir daha izin vermeyeceğini söyledi. Ama Çertkov’a mektup yazabileceğini söylemesi Sofya’yı çileden çıkardı.
Sofya, Koçeti’de günlerce yataktan çıkmadı. Sürekli çay ve sıcak çikolata içti, sapıklık var mı diye kocasının ilk roman ve hikayelerini elden geçirdi. ‘’Çocuklukta’’ geçen Sergey adlı adamın tanımını buldu. Kocasını odasına çağırarak o bölümü gür bir sesle okudu.
Bir sabah Saşa’yla çay içerken, Sofya:’’ Nasıl oluyor da, şişko, kel kafalı adamı tercih eciyor?’’

82

Saşa:’’Babam seni hala seviyor anne.Yoksa kalmazdı!’’
Sofya: ‘’Voronko’da suya gireceğim zaman çırılçıplak ayakta dururdum’’ dedi.’’Baban, birden karşıma çıkardı. Beni, otların arasına çeker, orada ırzıma geçerdi.’’ Konuşurken gözleri yuvalarından çıkacakmış gibiydi. Bu sözlerden Saşa hoşlanmadı. İnsan kızına böyle şeyler söylemezdi. Saşa, eğer Varvara olmasa, bu gergin günlere dayanamazdı.Varvara, onu rahatlatıyordu.
Bir gün Tolstoy, Saşa’yı sorguya çekti. Ona ‘’Varvara’yı sevdiğini düşünüyor musun?’’ diye sordu,
‘’Evet ondan hoşlanıyorum’’ ‘’Onu seviyor musun?’’ ‘’Onu seviyorum.’’
Tolstoy bunu duyduğuna sevinmiş gibiydi. Arkadaşlıklarının günahkârca olmadığını biliyordu. Sofya’nın iddia ettiği gibi Tolstoy sapkın biri değil; erkekleri sevmenin kadınları sevmekle her bakımdan aynı olduğunu biliyor, teknik bir nokta hariç.
§
Sofya’nın doğum günü ayın yirmi ikisindeydi. Tolstoy’un doğum günü de altı gün sonraydı, güzel bir kutlama yapılmalıy-dı. Sofya’nın altmış altıncı Tolstoy’un seksen ikinci doğum günü kutlaması için aile büyük bir masanın etrafında toplanmıştı. Ama Sofya’yla arasında bir tartışma çıktı. Tolstoy karısına karşı, Hıristiyanlığın idealinin, bekaret ve cinsel ilşkilerden uzak kalmak olduğunu savunmaya başladı.


83

Sofya:’’ Lev Nikolayeviç bugün seksen iki yaşına basıyorsun ama hala aptalın tekisin.’’
Tanya:’’ Bu mutlu günde böyle konuşmamalısınız. Kutsal kitapların söylediği gibi, bir aile olmanın mutluluğunu tadalım ve birbirimizi sevelim’’
Tanya, herkese geyik eti verdi. Sokotin de kadehlere beyaz şarap koydu.Ama Sofya susmak bilmiyordu: ‘’ On üç çocuğu olan bir adam bekaretin kutsal olduğunu ileri sürüyorsa bize hakaret etmiş olur. Özellikle bu adam Tanrı bilir kaç kadını veya erkeğin koynun-da yatmışsa. Utanç verici Lev Nikolayeviç. Böyle konuşmaktan utanmalısın.’’ Laf lafı açtı, eski olaylar tekrarlanmaya başladı; mülk paylaşımı, telif hakları,Çertkov, her şey ortaya döküldü.
Akşam yemeğinden sonra Saşa, babasını ortamdan uzaklaştırmak için parka götürdü. İçi ördek dolu küçük bir gölün kıyısında oturdular. Uzaklarda güneye doğru uçan bir kaz sürüsünün ötüşü duyuluyordu. Tolstoy:’’ Gidecekleri yönü tam olarak biliyorlar. Ve bunu düşünmeleri gerekmiyor. Kıskanıyorum onları.
Saşa:’’İşin acı tarafı, annemin seni seviyor olması’’
Tolstoy:’’ Annenin bana duyduğu şey aşk değil. Aşk gibi sahip-lenici ama nefrete yakın. Onca yıl çocukları onu meşgul etti, kendi bencilliğinden kurtuldu. Ama artık geçti. Şimdi onu kurtaracak hiçbir şey yok. O beni mahvetmek istiyor.’’
Sofya, artık Koçeti’de kalmak istemedi. Ona kötü muamele yaptıklarını söylüyordu. Sofya hayatını bir dram olarak görmeyi sürdürüyordu. İki gün sonra Yasnaya Polyana’ya gitmek üzere Koçeti’den ayrıldı.

84

Tolstoy, Saşa’nın annesiyle gitmesini istemişti. Tolstoy burdan gitmek istemiyordu. Koçeti’de mutluydu, eğleniyordu. Sukotin’le satranç oynuyor, parkta yürüyor, her sabah Rousseau, her gece Pascal okuyordu. Mektuplar yazıyor, Çertkov’un gönderdiği tas-lakları düzeltiyordu.Sofya’dan ayrı kalmak iyi gelmişti ona. Ama Sofya eve döndüğünün ertesi günü çıldırmış gibi Tolstoy’un odasına daldı. Tahrik olmuştu. Kocasının mobilyaları arasında, Çertkov ve Saşa’nın fotoğraflarını toplayıp yere attı. Yerlerine kendi fotoğraflarını astı sonra Çertkov’un evin içindeki şeytani ruhunu kov-sun diye bir rahip çağırdı. Papaz, odaya okunmuş su serpiştirdi. Kötülüklerden arınsın diye de dua etti. Saşa, inanmakta zorluk çekerek koridorda oturdu. Bir müddet sonra Sofya kapıdan dışarı, başını uzattı, yüzü kararmıştı.
‘’Babanın ne yapacağı umurumda değil Saşa. Her şeyi Çertkov’a bırakabilir. Bu önemli değil, çünkü kardeşlerinle bir olup vasiyeti bozacağım. Bu adamın gözü dönmüş, beni mahvedecek’’ dedi ve Koçeti’ye gitmek istediğini söyledi. Hemen hizmetçilere talimatlar verdi, hazırlanmasına yardım etmelerini istedi.
Koçeti’nde günler kötü başladı. Anlaşmazlık alevleniyordu. Tolstoy’a kızıyor, beddualar ediyor, eve sığamıyor, geceleri parka kaçıyordu. Kocasının ona ilgi göstermesini istemiyor,bağırıyordu. Tolstoy ise alabildiğine nazikti. Sofya yine de naz yapıyordu. Bu kaprislerine Sukotin dayanamadı, ‘’ Sofya Andreyevna, ne yaptığının farkında mısın? Hayatta Lev Tolstoy’un karısı olarak bir öne-miniz var, eğer o sizi terkederse tarih bunu sizin suçunuz olduğunu yazacak, yemin ederim haklı da olacaktır.’’
Tolstoy, durumun dayanılmaz olduğunun farkındaydı, eliyle karısının sırtını okşadı. Sofya, ağlıyordu. Büyük bir acı aileyle

85

birlikteydi. Bu tartışmalar arasında Tolstoy, biraz kitap okuyup yazmaya çalışıyordu. Sofya ise son iki gün hiçbir şey yemeden geçirdi.
Tolstoy’un, Vicdan isimli kitapçığından,
‘’ Alem-i muhabbet, yalnız insanın kendisi için, kendi ruhu için, fenalığa sabır etmek ve fenalığa mukabil iyilik için ehemmiyetli ol-mayıp ve belki yalnız iyilik ancak fenalığın yolunu kestiği ve ona mani olduğu ve o fenalığı daha ileriye götürmesine müsaade etmediği için de kıymete haizdir.’’
Peder, Hazreti İsa hazretine dahil olduğu zaman ‘Ya İsa! Bana karşı kabahatlı ve günahkar olan kardeşimi kaç defa affetmek lazımdır? Yedi defaya kadar mı?’ diye sordu. Hazreti İsa cevaben: ‘ Ben derim ki, yediye kadar değil belki yetmiş yedi defaya kadar affet. Fenalığa fenalıkla karşılık vermemek, sevmek demektir. Eğer insan buna inanırsa mesele kardeşinin yaptığında değil ve ancak ben ne yapmalıyım meselesindedir.’’
Sofya eve dönmek için ertesi gün oradan ayrıldı. Kocasına birkaç gün sonra gelmesini söyledi. Kırk sekizinci evlilik yıldönem-lerinde Yasnaya Polyana’da bulunmasını istiyordu. Tolstoy, onun yanında olacağına söz verdi ‘’. Yasnaya Polyana’ya gideceğim ve orada beni neyin beklediğini düşününce içimi bir korku sarıyor’’ diye Özel Günlük’üne yazdı Tolstoy.
Evlilik yıldönümü sabahı Sofya beyaz ipekten bir elbiseyle odasından çıktı. Saşa ve Varvara çok güzel olduğunu söyleyip öv-güler de bulundular.
Sofya.’’Babana söyle beyaz temiz bir gömlek giysin. Biryukov’a resmimizi çekmesini söyleyeceğim.’’

86

Lev Tolstoy istemeye istemeye kabul etti. Beyaz bir gömlek –bir yıl önce kendi elleriyle yaptığı deri çizmeleri giydi. Saçlarını ve sakalını taradı. Kırk sekiz yıldır evli olan çiftler resim çektirmek için dışarı çıkmadan önce birer fincan sıcak çikolata içtiler. Ilık bir Eylül günüydü, Bulgagov fotoğraf çekmede ustaydı, bu görev ona verilmişti.
Sofya; kocasıyla çekilmiş büyük bir fotoğrafının gazetelerde yer almasını istiyordu. Gazetelerde yayınlanacak olan fotoğraf, büyük yazarla, eşi arasında anlaşmazlıklar olduğu yönündeki söylentilerin önünü kesecekti. Her canı istediğinde Çertkov’un fotoğraf çekmesine izin veren Tolstoy, Sofya’nın isteğine hayır diyemezdi. Tolstoy istemeye istemeye kabul etti.
Biryukov, Saşa’dan, arkaya siyah bir perde koymasını iste-di.’’Perde güneş ışığını fotoğrafı çekilen kişilerin üzerine çekecek-tir’’ dedi.
Güneş, Tolstoy’un gözlerini alıyordu, gözlerini kıstı, dalgın görünüyordu.
Biryukov:’’ Gülümsemeye çalışın Lev Tolstoy’’
Tolstoy zorla gülümsedi. Bulgakov başını kameranın siyah ör-tüsüne soktu.’’ Lütfen kımıldamayın.’’
Sofya, kolunu kocasının beline doladı, başını ona doğru eğdi. Mutlu bir çift görüntüsü vermek istiyordu. Aynı gün Tolstoy, Sofya’nın indirdiği resimleri duvardaki yerlerine astı, sonra da Delire’ye binip ormana gitti. Bunu gören Sofya çıldırdı, çalışma odasına girdi bütün resimleri yırtıp yerlere attı..


87

Saşa, Varvara ile bir arkadaşının davetine gitmişti, bir hizmetçi ile haber gönderilip gelmesi istendi. Olanları öğrenince sinirlendi. Eve gelir gelmez annesinin yanına gitti. ‘’Neden böyle yapıyorsun? Hepimizi öldüreceksin.’’ Sofya, çektiği acıları gözyaşları içinde anlatmaya başladı. Saşa kapıyı hızla kapatıp çalışma odasına gitti, babasına olanları anlattı. Tolstoy.’’Karşı karşıya kaldığım durum kötü ve çelişkili. Zamanımın büyük bir kısmı boyun eğmek ve onlarla mücadele ile geçiyor. Bunun yanında yazmaya çalışıyorum.’’ Diye Günlük’üne yazdı.
§
Bugün öğleden sonra, Tolstoy, Dr. Makovitski’yle birlikte atla bir gezinti çıktı. Ekim ayıydı. Hava soğumuştu. Döndüğünde yorgun görünüyordu, odasına çıktı. Ev halkı yemeğe inmesini bekledi fakat saat sekiz olduğu halde odasından çıkmayınca Sofya, kocasına bakmak için kalktı, ellerini ovuşturarak geri geldi. Tolstoy’un odasına girdiğinde; yatağın kenarında oturuyormuş, yemek yeme-yeceğini, yatmak istediğini söylemiş, yüzü solgunmuş, nabzı hızlı atıyormuş.
Sergey:’’ İyi değil galiba!’’ Sergey, Tanya gibi birkaç günlüğüne gelmişti. Sergey’in ve Tanya’nın eve geliş nedeni karı koca arasındaki kavgalardı, çözüm bulmak istiyorlardı.Sofya, çorba-dan birkaç kaşık aldıktan sonra ‘’ Gidip bakmalıyım’’ diyerek ayağa kalktı. Döndüğünde telaşlıydı. ‘’Çabuk gidin Dr. Makovitski! Kendinde değil’’ Birkaç kez istavroz çıkardı. Herkes ayağa kalktı. Dr. Makovistki’nin peşinden herkes gitti.Yatak odası karanlık-tı,yanmakta olan mum sönmek üzeriydi. Tolstoy sırtüstü yatı-yordu,çenesi titriyordu, baygındı. Sesi zayıftı. Herkes dona kaldı. Dr.Makovitski, Tolstoy’u soyup üzerine bir battaniye örtü.

88

‘’Herhalde uyur. Siz gidip yemeğinize devam edin. Ben yanında kalırım.’’
Biryukov:’’ Ben kalayım’’ dedi.
Dr.Makovitski:’’ Değişiklik olursa bana haber ver. Sık sık nabzını ölç.’’
Herkes yemek odasına indi. Yemeklerine devam etti. Hemen hemen hiç konuşulmadı. Biryukov, Dr. Makovitski’yi çağırdığın-da yemeğin sonuna gelinmişti. Herkes üst kata koştu. Odasına girdiklerinde, bacakları şiddetle titriyor, yüzü geriliyordu. Dr.Makovitski:’’ Aşağıdan sıcak su şişeleri getirin! Acele edin! Bacaklarına hardal yakısı yapıştırmalıyız. Sıcak kahve getirin.’’ Dr.Makovitski serinkanlı ve sakin duruyordu. Tam bir doktordu. Sofya,alnına bez koydu,ona kahve içerdi. Bir anda Tolstoy çırpın-maya başladı. Başı yastıktan düştü.Sayıklıyordu. ‘’Toplum…top-lum…bilgelik’’ Sofya, duvara dayanmış, dua ediyordu, gözyaşları yanağından süsülüyor, göz kapakları kapalıydı.
Bir süre sonra yakılara, soğuk sargılara sarılmış Tolstoy, Tanya’nın yardımıyla yatakta doğruldu.
Parlak bir zekası olan bir adam, sayıklamaya başlamıştı. Üzücü bir durumdu. Ama bu durumda bile taşıdığı temel kaygı açıkça belli oluyordu.Kasılmaları yine başladı. Ardı ardına nöbetler geliyordu. Vücudu sarsılıyordu. Her nöbetten sonra titreyerek ve ter-leyerek yatıp kalıyordu. Dr.Makovitski, kötü kasılmalarda omuz-larından yatağa bastırıyordu. Makovitski’nin talimatıyla, Bulgakov kıvranması bitince ayaklarına masaj yapıyordu. Arka arkaya beş nöbet geçirdi, dördüncüsü çok şiddetliydi. Sofya, yatağın yanında


89

diz çökmüş halde dua ediyordu.’’ Yüce Tanrım, şimdi değil! Şimdi ölmesin!’’ Ve bundan sonra kocasına işkence yapmayacağına söz verdi.
Dr.Makovitski:’’ Hepiniz aşağı inmelisiniz. Onun başında ben bekleyeceğim.’’
Gece yarısına doğru Tolstoy,kendine gelmişti. Çayını yudumla-dı ve Dr.Makovitski’den kendisine İncil okumasını istedi.
Ertesi gün tehlike geçmişti.
§
Sofya, kocasını kıskanıyordu.’’Onu, neden serserilerle, şarlatan-larla, para yiyicilerle ve üçkağıtçılarla paylaşayım ki, ’’ diyordu. ’’ Onun iyi olmasını da sağlamalıyım, karısı olarak görevim bu. Bu gerginlik onu öldürür.’’
Birkaç gün sonra Çertkov arabasıyla çıkageldi. Tolstoy, onu sevinçle karşıladı. Sofya, serikanlı davranmayı başarabilmişti. Çertkov’a annesini ve karısını sordu. Sabırsızlıkla gitmesini beklemeye başladı. Gittiğinde Tolstoy’a, bu adama son kez katlanayım diye rica etti. O da itiraz etmedi. Zorluk çıkarmak istemiyordu, çünkü kendisini suçlu hissediyordu. Sofya birkaç gün önce çizme-sinde sakladığı günlüğünü bulmuş,Tolstoy uyurken onu almıştı. Günlük’ünü bulamayınca karısından kuşkulanmaya başladı. Ama ses çıkarmadı. Sofya’da bu konuda bir şey söylemedi. Günlükte ya-zılanlar Sofya’nın kuşkusunu doğruladı. Telif haklarını aileden çalmak için Çertkov’la anlaşmalarından bahsediyordu. Bu, Rusya’nın en büyük yayınevlerinden Prozveşenye’nin, Tolstoy’un ölümünden sonra bütün eserlerin yayın haklarını almak için yaptığı teklif

90

sırasında oluyordu. Yayınevi bir milyon ruble öneriyordu. Tolstoy Ailesi’ne – yirmi beş torun dahil - ömür boyu yeter!
Sofya elinde yayınevinden gelen mektupla kocasının çalışma odasına gitti, bu vasiyetname iptal edilmeliydi, kocasına bunu açıkladı, ama Tolstoy onu dinlemedi. Tolstoy:’’Bu konulara kafa yorma, hiç önemi yok bunların. Ben, yayıncılar için yazmıyorum. Ben, halk için yazıyorum.’’
Sofya, tartışmaya girmedi. Ekim ayının on beşinde ona bir mektup yazdı.
‘’ Her gün sağlığımı soruyor, gece uyuyup uyuyamadığımı merak ediyorsun. Benle ilgileniyor olman sıkıntılarımı gidermiyor. Her gün bana acı veren yeni darbeler alıyorum. Aileni, telif hakla-rından mahrum bırakacak olmanı öğrendim.
Sen ve arkadaşlarının beğenmediği ve tenkit ettiğiniz hükümet şimdi mirasçılarının doğal haklarını yasal olarak ellerinden alacak, zengin yayıncılara verecek, onlar, para kazanırken torunların senin günahının sonucu aç kalacaklar. Tolstoy’un Günlük’ünü de korumak üzere Devlet Bankası alacak.
Senin, çocuklarının ve torunlarının hafızasında filizlenecek kö-tülükleri düşününce dehşete kapılıyorum...’’
Sabahleyin mektubu masasına bıraktı. Öğleden önce çalışma odasına gitti. Titriyordu. Kocasının tepkisini görmek istiyordu.
‘’Mektubumu okudun mu?’’ ‘’Okudum.’’

91

‘’Bana söyleyecek bir şeyin var mı?’’
‘’Beni rahat bırakman mümkün mü?’’ Yüzünde karısını küçüm-seyici bir ifade vardı. Burun delikleri açılıp kapanıyordu.
Sofya, ailesini düşünmesini, vasiyetini düzenlerken yaptıklarını gözden geçirmesini, mantıklı olmasını tavsiye etti.
‘’ Bitti mi Sofya’’
‘’Bitti’’ dedi. Aslında biten bu güne kadar gelebilen aşklarıydı. Sofya, aşklarının öldüğünü açıkça görebiliyordu. O gün hiç konuş-madılar. Tolstoy odasında çalışmaya devam etti. Makaleler yazdı. Yazılarında düzeltmeler yaptı. Ertesi sabah kahvaltıdan önce, atla ormana gitti. Sofya, Çertkov’un evine doğru gideceğini düşünerek yayan olarak yola çıktı. Çertkov ‘un arazisinin girişinde bir çukurun içine gizlendi. Bütün gün evi gözledi. Tolstoy’un ne kendisini ne de atını görmedi. Çertkov, üç kez eve girdi çıktı. Hava kararmaya başladığında çukurdan çıktı. Yasyana Polyana’ya döndü. Ayakları sızlıyor, başı dönüyor, midesi bulanıyordu. Koca bir köknarın altında bir-iki saat oturdu. Gökte yıldızlar parlıyordu. Başını kaldırdı. Sonsuzlukta kaybolmak istedi.
’’Ben seninim Tanrım. Al beni. ’’ diye fısıldadı. Arabacı İvan onu görmeseydi, orada öylece kalacaktı. ‘’Kontes? Siz misiniz?
‘’İvan yardım et.İyi değilim.’’
İvan, Sofya’yı eve götürdü. Tolstoy uyumamıştı yatağında oturmuş, kitap okuyordu. Sofya, nedense bugün yaptıklarını anlattı.

92

Tolstoy, dikkatle dinledikten sonra, ‘’Sofya, senin bu kaprislerin-den bıktım, usandım. Kaprislerine boyun eğmek istemiyorum. Seksen iki yaşındayım. Bu yaşımda rahat etmek istiyorum. Karımın eteğine bağlı olmak istemiyorum.’’
‘’Bu da ne demek?’’
‘’Şu demek oluyor, bundan böyle Çertkov’a mektup yazacağım, istersem onunla görüşeceğim.’’
‘’Bunu bana yapamazsın.’’ ‘’Bekle de gör.’’
Ertesi gün erkenden kalktı. Bahçede oturup Tolstoycu köylü Novikov’la çay içti. Novikov,a dertlerini anlattı. Novikov; Tolstoy’a, ‘’ Köyde kadınlarımıza nasıl davrandığımızı bir görsen! Edepsizleşirlerse; pat!’’ Bunu baldırına avuç içiyle vurarak gösterdi, ve:’’Kadının sırtından sopayı eksik etmeyeceksin. Onlarla ancak böyle baş edebilirsin.’’
Şiddet karşıtı olan Tolstoy, gülmeye başladı,’’ Köylülerden öğrenecek çok şey var. Çok hoş’’ dedi. Gülmesine devam etti.
Tolstoy’un herkesle muhabbet edebilme özelliği var. Bu sohbetler başkalarına saçma gelebiliyor olsa da; bu, böyle.
Tolstoy’un Eşitsizlik isimli kitapçığından,
‘’Eşitlik mümkün değildir derler. Bunu hakiki insanlar arasında eşitsizlik mümkün değildir, şeklinde ifade etmek gerekir. Boylu adam kısa boylu adam ile, kuvvetliyi kuvvetsiz ve zayıf ile, çabuk anlayan ve zeki adamı fikir yoksunu ve ahmak ile, sıcağı soğuk ile

93

eşitlemek olmaz. Fakat o zaman, boyluya kısa boyluya, küçüğe bü-yüğe, kuvvetliye zayıfa, akıllıya, ahmağa, aynı oranda sevgi ve saygı göstermek lazımdır.’’
Novikov gidince, Tolstoy, bu köylünün sıradan yaşamını düşündü. Köylülerin arasına karışmak ve çalışmak. Bunu gücü var mıydı? Bunu ispat edercesine, o gün öğleden sonra, Tolstoy, yeniden spor yapmaya başladı. Bitmediğini ispata çalışıyordu. Gençken yaptığı gibi bir dolabı sırtına alıp kaldırmaya çalıştı. Az daha ezili-yordu. Sofya: ‘’Kendini genç mi sanıyorsun?’’ Tolstoy hayıflandı. Akşam yemeğine kadar odasından çıkmadı.
Kasım ayı gelmişti. Hava her gün daha fazla soğuyor, bazen kar yağıyordu. Sofya, köpekleriyle Zasyeka ormanında yürüyor, Tolstoy’un atıyla geçtiği yollardan geçiyordu. Tolstoy bu yaşına rağmen ata biniyor. Genelde Doktoru Makovitski’yle birlikte gidiyordu.. Geçenlerde üstü başı çamur içinde eve geldi, atından düşmüş. Sofya, bu konu hakkında kocasının kızacağını düşünerek laf söylemedi.
Evin konukları eksik olmuyordu. Konuşkan Gastev gelmişti. Dedikodusu bol bir insan. Tolstoy onu dinlemeye bayılıyor. Tanya, yine geldi. Bayan Natalya Almedingen geldi. Zarif bir kadın, çocuk kitapları yazıyor. Prozveşenye ile olan anlaşmayı Sofya ile konuştu. Bir belge imzalatmak istiyordu. Tolstoy’un imzalayacağı bir belge işe yararmış. Yayınevi telif haklarını almayı çok istiyormuş. Andrey ve Sergey’de burda. Yazar,Sergey’le hergün santranç oynuyor.
Her şey yolunda gidiyor derken Sofya, Biryukov’un Çertkov’a bir mektup götürdüğünü öğrendi. Saşa bunu daktilo odasında not etmişti. Sofya, bu notu buldu.

94

Sofya:’’Mektup kime yazıldı.’’ Saşa:’’Galya’ya
Tolstoy’un Çertkov’un karısına mektup yazmış olması Sofya’yı kızdırdı. Hemen çalışma odasına gitti.
‘’Bu sabah Galya Çertkov’a bir mektup göndermişsin.’’ ‘’Olabilir. Seni neden ilgilendiriyor?’’
‘’Mektupta ne yazıyordu?’’ ‘’Unuttum. Yaşlılar unutkan oluyor.’’ ‘’Bana çocuk muhamelesi yapma’’
‘’Gerçekten ne yazdığımı hatırlamıyorum? ‘’Kopyasını göster’’
‘’Asla.’’ Tolstoy yumraklarını sıkarak ayağa kalktı.
Öfkelenmişti.
‘’Eskiden bana bağırmazdın.’’
Tolstoy koltuğuna büzüldü.’’Yalnız kalmak istiyorum.’’ ‘’Zaten yalnızsın. Lyovoçka. İkimizde yalnız.’’
‘’ Gitmeliyim.’’
‘’Gittin zaten.’’ Sofya odadan çıktı.
Tolstoy ikilem içindeydi. Bir yanda karısı diğer yanda

95

Tolstoyculuğun kendisi Çertkov vardı. İkisinin arasında sıkışmıştı.
§
Yirmi dört yaşındayken, sekreter olarak Tolstoy’un hizme-tine giren, iyi bir Tolstoycu olan ve son zamanlarda Tolstoyculuğa daha büyük ilgi duyan Biryukov, Telyatinki’deki odasında yatarken, hep kız arkadaşını düşünüyordu. Ondan gelen mektupları okumaya başladı. Onun yanında olmasını arzu ediyordu. Buraya Tolstoy’la çalışmak için gelmişti ama elinde olmadan hep sevdiği ile ilişkisini düşünüyordu.
Bu sabah, Biryukov’u, kahvaltının ardından, yemek odasına çağırdılar.Çertkov, bir tabureye oturmuş neşe içindeydi.Odanın atmosferi Biryukov’a gergin geldi. Çertkov’u eğilerek selamladı.
Çertkov:’’Çok şaşırtıcı haberler var.’’ İstifini bozmadan, ’’ Lev Nikolayeviç evden ayrılmış’’ dedi. Çertkov, kelimeleri tek tek söylüyordu, havadan yakalıyor, masaya bırakıyordu. ‘’Bu sabah Dr.Makovitski ile birlikte ayrılmış. Nereye gittiklerini bilen yok.’’
Çertkov, Biryukov’a, Sofya’nın yanına gitmesini söyledi. ‘’Öğrenebildiğinizi öğrenin, akşam olmadan bana haber verin.’’ Biryukov hemen Yasnaya Polyana’ya doğru yola çıktı, on bir civarında oraya vardı.Sofya yeni kalkmıştı. Sofya, Saşa ve Biryukov ikinci katın terasında bir araya geldi.
Sofya:’’ Baban nerede? Saşa:’’ Evden ayrıldı.’’ Sofya.’’ Ne zaman?

96

Saşa:’’ Dün gece.’’
Sofya:’’ Bu imkansız Saşa.’’
Saşa:’’ Gitti anne. Nereye gittiği hakkında hiçbir fikrim yok.
Kimsenin yok.’’
Sofya, sendeledi, geriye doğru iki adım attı ‘’Gitti’’ diye yineledi. Saşa:’’ Evet. Gitti.’
Sofya:’’ Temelli mi gitti?’’ Saşa:’’ Sanırım öyle.’’ Sofya:’’ Yalnız mı?’’ Saşa:’’ Doktoruyla’’
Sofya:’’ Sevgili Saşa, söyle bana. Baban nereye gitti? Bildiğine eminim. Benimle oynama.’’
Saşa:’’ Nereye gittiği hakkında hiçbir fikrim yok. Belirli bir şey söylemedi. Ama sana vermem için bir mektup verdi..’’ Mektubu annesine uzattı. Sofya,zarfı açtı. İlk satırları okudu.
‘’Bu gidişim belki seni üzecektir. Ama başka türlü hareket etmem mümkün görünmüyordu. Lütfen beni anla. Senden özür diliyorum. Çevremde yoksullar varken benim burada lüks yaşamam dayanılmaz oldu. Şimdi yaptığım yaşlı insanların genelde yaptığı şey; ömrümün son günlerini, sakin ve yalnız geçirmek için, her şeyi, geride bırakmak’’
28 Kasım tarihli mektubun altında, imzası vardı.


97

Sofya Andreyevna, titremeye başladı. Omuzları sarsılıyordu. Uzun eteklerini topladı, merdivenden hızla indi, feryat ederek dışarı fırladı. Saşa, pencereden baktı. Göle doğru gidiyordu. Saşa, Biryukov’a peşinden koşmasını söyledi. Sofya, yaşından beklen-meyecek kadar hızlı koşuyordu, kayın ağaçlarının arasında gözden kayboldu.
Hizmetkarlardan birkaçı da Biryukov’la beraberdi. Arkadan piç evlat Timoti de sırıtarak el sallıyordu. Sofya, göle yaklaşmıştı. Saşa,’’o kadar hızlı koşma’’ diye bağırıyordu. Kadınların çamaşır yı-kadıkları kulübenin yanında durdu. Ardına baktı. Kendisine doğru koştuklarını görünce biraz daha panikledi, yanda duran tahtaların üstüne çıkmak için hamle yaptı, tahtalar kaygan olduğu için tutuna-madı, yuvarlanıp suya düştü. Saşa, Biryukov’u geçmişti. Koşarken kazağını çıkarmıştı, hemen suya atladı. Arkasından Biryukov, bot-larını çıkarıp buz gibi suya çivileme atladı.
Yüzmeyi iyi bilemeyen Saşa boşuna çırpınıyor, annesine ulaşmaya çalışıyordu. Biryukov,’’Ben hallederim.’’ Ansızın on beş metre kadar ileride, Sofya, su yüzüne çıktı. Sırt üstü duruyordu. Sonra tekrar suya battı. Biryukov suya atlayarak Sofya’ya doğru hızla yüzmeye başladı. Eli Sofya’nın başına değdi; açılmış saçlarını tutarak onu kıyıya çekti. Saşa:’’ Ölmüş’’ diye haykırıyordu. Şişman hizmetçi Vanya, Sofya’nın yanına geldi. Sofya’yı yüzüstü çevirdi, dizleriyle sırtına bastırarak ciğerlerindeki suyu dışarı çıkardı. Sofya, belli bir süre orada yattı, sonra soluk alıp vermeye başladı, gözleri kapalıydı. Ayağa kalkma gücü geldiğinde onu eve götürdüler.
Sofya, ölmek istiyordu,’’Bırakın burada öleyim’’ diyordu… Ürperiyordu ve dudakları mosmordu…Daha yatağına yatmadan hizmetçi Vanya’ya emirler verdi:’’İstasyona git, ve Tolstoy’un hangi

98

trene bindiğini öğren.’’
Üzerinde bir uyuşukluk olduğu açıkça belli oluyordu, yatınca bir saat kadar uyudu, ama uyandığında eline geçirdiği taştan bir kağıt ağırlığı ile ğöğsüne vurmaya başladı. Biryukov, elinden taşı aldı. Masanın üzerindeki çakıyı ve şifoniyerin çekmecesinde bulunan afyon şişesini de. Sofya histeriye tutulmuştu. Kendini pencereden atacağını yada kuyuya atlayacağını söyleyip duruyordu. ‘’Onu bulacağım ve sürükleyerek buraya getireceğim.’’
Saşa, psikiyatr doktorunu çağırması için Tula’ya bir uşak gönderdi. Vanya, Tolstoy’un hangi trene bindiğini öğrenip gelmişti. Sofya, 9 numaralı trene hitaben bir telgraf yazdı Telgrafta, ‘’Babacığım geri dön.Saşa.’’ yazıyordu. Vanya’ya da telgrafı kimseye göstermemesini söyledi. Ama Vanya telgrafı Saşa’ya gösterdi. Saşa telgrafın gitmesine ses çıkarmadı, kendisi de bir telgraf yazarak, gelen telgrafın kendisine ait olmadığını açıkladı.
Biryukov, Saşa’yla, daktilo odasında uzun süre oturdular. Gerçekten babasının nereye gittiğini bilmiyordu. Babasının annesine yazdığı mektupta Kaluga eyaletindeki Şamardino’da rahibe olan kız kardeşi Maşenka’yı ziyaret edeceğini yazmıştı. Saşa, buna şaşırmıştı. Ziyaretinden sonra nereye gideceğini yazmamıştı.
Biryukov, Saşa ve birkaç hizmetkarla konuştuktan sonra kesin sonuça varmıştı.Dün gece yarısına doğru, çalışma odasından gelen sesleri duyunca Tolstoy uyanmıştı. Nefesini tutup sesleri dinledi. Odada Sofya vardı. Çekmeceleri karıştırıyordu.Yeni vasiyetnamenin kanıtını arıyordu. Karısının odadan çıkmasını bekledi. Bu Tolstoy’u hem üzmüş hem de kızdrmıştı. İkinci kata çıkıp Saşa ve Varvara’nın kapılarını usulca çalmıştı. Saşa kapıyı açınca, Tolstoy:’’

99

Buradan hemen ayrılıyorum. Dönmemek üzere gidiyorum. Ama senin yardımına gereksinim duyuyorum.’’
Dr. Makovitski, çoktan eşyasını toplamıştı. Tolstoy’un odasına gidip yanına ne alması gerektiğine karar vermeye çalıştılar. Tolstoy:’’ Sadece en gerekli olanlar’’ deyip duruyordu. Gerekli malzeme arasında bir el feneri bir kürk palto ve bir lavman şırıngası duruyordu.
Tolstoy, atları eyerlemek üzere ahıra gitdi. Karanlıkta çalıların arasında yürürken ayağı kayarak düşmüş, şapkasını kaybetmişti. Geri gelip el feneri istedi. Saşa, babasının yolculuk edecek güçe sahip olmadığını görüyor ve kaygılanıyordu, ama bir şey demedi. Babası gitme kararını vermişti bir kere.
Dr. Makovitski’nin getirdiği sürücülerden biri, atları arabaya koşmak üzere ahıra gitmişti. Hava bulutluydu ve aysız bir geceydi. Yolu seçmek zor olacaktı. Öbür sürücü eline bir meşale alıp atlar-dan birine binip öne geçti. Tolstoy, evin önündeki çimenliğe yürüdü orada durup uzun süre baktı. Diz çöküp ellerini çimlere sürttü, sonra toprağı öpüp, ayağa kalktı. Artık geçmişe dönüp bakmaya-caktı çünkü geçmişteki hayatı arkada kalmıştı.
Saşa ve Varvara Mihailovna ağlayarak vedalaştıktan sonra Tolstoy’un droşkiye binmesine yardım ettiler. Hava çok soğuktu. Makovitski ona takması için bir bere verdi. Sürücü onları Yasenki İstasyonu’na götürdü. Tolstoy ve Duşan Makovitski güneye giden saat sekiz trenine bindiler.
Bu Tolstoy’un yeni hayatının başlangıcıydı.
İstanyonda bir saat beklediler. Karısının her an çıkagelmesinden

100

korkuyordu. Sonunda kompartımanda yerlerini aldılar ve tren hareket etti. İkinci mevkide yolculuk yaptılar. Daha sonra tren değiştirip üçüncü mevkiye geçtiler Vagon havasızdı. Tolstoy arka sahanlığa geçti. Hava soğuk olduğu için fazla duramadı içeri girdi. Yaptığının iyi olduğunu ve kendini kurtardığını düşünüyordu.
Şamardino’ya kadar olan yolculuğu işçilerle dolu, kalabalık bir üçüncü mevki kompartımanda yaptılar. Tolstoy ‘’ Çok eğlenceliydi ‘’ diye yazdı günlüğüne. Akşam, Optina’daki manastırdaydılar.
‘’ Kötü uyudum. Sabahleyin Sergeyenko’yu görmek şaşırttı beni. Bana nasıl bir haber getirdiğini anlamadan neşeyle selamla-dım onu. Sonra bana korkunç hikayeyi anlattı. Mektubumu okuyan Sofya Andreyevna bir çığlık atmış, dışarı fırlamış ve kendini göle atmış. Saşa ile Vanya onu sudan çıkarmışlar. Arabayla Şamardino’ya gittim. Kız kardeşim Maşenka ile kızı Lizanka’yı görmek avuttu beni, mutlu etti. Yolda giderken, Sofya Andreyevna ile benim bu durumdan kurtulmamızın yollarını düşündüm ama aklıma hiçbie şey gelmedi. Ben bütün dikkatimi günahtan kaçınma üzerine toplamalıyım.’’ Diye Günlük’üne yazacaktı.
§
Tolstoy’un, evden ayrılışının ikinci günü, Saşa ve Varvara birlilte Şamandino’ya gitti. İkinci mevki bir kompartımanda güneye doğru yol alıyorlardı. Tren ormanların içine dalıyor, ova-lara çıkıyor, tepelere tırmanıyor, koca kayaların altından geçiyordu. Saşa, bu yolculukta kendini özgür hissetmişti. Akşama doğru Şamardino’daki manastıra vardılar. Saşa’nın halası Ortodoks Hıristiyandı ve Tolstoy’la arası hiç bozulmamıştı. Doğruca halasının kaldığı odaya gittiler. Saşa içeri girdi.Girer girmez babasını

101

sordu. Halası:’’Otur canım.’’ Parmağıyla Varvara’ya ‘’Sende Otur.’’ Saşa, Varvara’yı tanıştırdı. Kapının eşiğinde Tolstoy belirdi. ‘’Baba’’ Birbirlerine sımsıkı sarıldılar. Tolstoy ağlıyordu. Bu sevgi gözyaşla-rıydı. ‘’Ve sen Varvara’’ dedi onun kolunu tutarak. Sonra,
’’Umarım annen seninle gelmemiştir.’’ ‘’O evde. Ama acı çekiyor’’
‘’Biliyorum. Başına bir şey gelirse üzülürüm. Hala karım benim.
İnsan bazı şeyler için sorumluluk duygusundan kurtulamıyor.’’ ‘’Senin geri dönmeni istiyor.Bunu bilmelisin.’’
‘’Kiralık bir oda buldum. Kilise çanlarının sesinin duyulduğu bir küçük kulübe. Son günlerimi geçirmeme çok uygun bir yer Saşa. Kitap okuyacağım ve belki biraz da yazacağım.’’
‘’Annem seni bulur. Sürükleyerek eve götürür.’’
‘’Korkarım ki haklısın. Gelip bizi bulmadan önce ayrılmalıyız buradan.’’
Aslında bu konuşmalardan herkes rahatsızlık duyuyordu. Tolstoy’un kız kardeşi hizmetçiye çay getirmesini söyledi.’’Otu-run.Bu gevezeliği bırakın artık’’ dedi. Tolstoy eğilip kız kardeşini öptü. ‘’Kalmak isterdim ama kalamam.’’ O gece Tolstoy’un odasında oturdular ve plan yaptılar. Dr.Makovitski.’’Eğer gideceksek, nereye gideceğimizi bilmemiz lazım.’’ Tolstoy bu konuyu tartışmaya meraklı görünüyordu. Bulgaristan ya da Türkiye’nin olabileceği öne sürüldü. Buralarda kimse tanımazdı ve iklim de ılımandı. Eksik olan pasaportu, ihtiyaç duyulacaktı. Kafkasya nasıl olurdu diye Saşa ortaya bir laf attı. Orada birkaç Tolstoycu koloni vardı.

102

Tolstoy son günlerini iyi geçirebilirdi. Kafkasya’nın olumlu olumsuz yanları tartışılırken, Tolstoy, öfkeli bir sesle: ‘’Hayır! Plana ihtiyacım yok. Haydi gidelim…Neresi olursa olsun.’’
Zaten Tolstoy plan yapmayı sevmezdi. İçinden geldiği gibi hareket etmeyi severdi.
‘’Çok yorgunum.’’
Saşa:’’Gel seni yatırayım baba.’’
Tavanı kubbeli küçük odadaki portatif yatağına götürdü. Komodinin üzeri tıpkı evindeki gibiydi. Bir mum, kibrit, kurşun kalemler ve yazması için defter. Gecenin bir vaktinde aklına gelen bir fikirle uyandığında ya da gördüğü rüyayı yazıya dökmek istediğinde not tutmak hoşuna giderdi.
Bitkindi, çizmelerini çıkarmadan yatağa uzandı, oda çok soğuktu. Saşa, yünden battaniyeyi örttü. Daha odadan çıkmadan Tolstoy uyuyakaldı. Solukları düzensizdi. Saşa, kaygılandı.
Saşa ve Varvara birkaç kadınla birlikte bir odada yattı. Oda soğuktu. Saşa zar zor uyuyabildi. Saat beş gibi Varvara, Saşa’yı uyandırdı.
‘’Kalk Saşa! Baban hava aydınlanmadan yola çıkmak istiyor.
Sofya’nın geleceğini düşünüyor.’’ ‘’Ama bu mümkün değil’’
‘’Dün gece şüphelendirdin onu. Annem senin peşine düşecek demenden kuşkulandı. Gitmekte inat ediyor.’’
‘’Oradan oraya gitmeye dayanamaz.’’

103

Dr. Makovitski, çoktan hazırdı. Saşa ve Varvara’yı uyandırmaya gelmişti. Kozelsk İstasyonu’na giden yoldaydık. Yol tekerlek izle-riyle doluydu. Yolun bir kısmını sel alıp götürmüştü. Tarlalardan geçmek zorunda kaldılar. Yolu uzatarak gitmek zorundaydılar. Rahibelerden ödünç aldıkları droşki dağılacak kadar eskiydi. Tekerlekler tümseklerde takırdıyor araba sarsılıyordu. Bu sarsıntı-lardan Tolstoy rahatsız oluyor ve inliyordu. Saşa, onun, ölümünün yakın olduğunu biliyordu. Ağlamamak için de kendini zor tutuyordu. Varvara:’’ Tolstoy, bu yolculuğa dayanacak güçte mi’’ diya sordu Makovitski’ye.
Dr.Makovitski.’’Durumu fena değil.’’
Hemen Novoçerkask’a gitmek istiyorlardı. Ama istasyona var-dıklarında Tolstoy’un yüzü sapsarı kesilmişti, gözleri bulanıyor, elleri titriyordu.
‘’Baba yolculuk edebilecek misin?’’
Dr.Makovitski’de.’’ Kendini iyi hissediyor musun?’’ diye sordu. Nabzını ölçerken:’’ Sağlığını bozmanın anlamı yok Lev Nikolayeviç.’’
‘’Gitmeliyiz Makovitski. Başka seçeneğim yok.’’ ‘’Nabız yetniş altı. Mükemmel.’’
Varvara ise:’’ Bence burada kalmalıyız, Sofya Andreyevna peşimizden gelmez, Tanya yanında.’’
Ama Tolstoy fikrini değiştirmedi. ‘’Bana gazeteleri alın lüt-fen.’’ Ne zaman tren yolculuğuna çıksa bütün gazeteleri alır. Dr. Makovitski bütün gazeteleri aldı. Yüzünü asmıştı… Saşa, bir

104

şeylerin ters gittiğini anladı. Bütün gazetelerde ilk sayfada onun gidiş haberleri yer alıyordu.
Tolstoy, gazeteleri karıştırdı, sonra dudağını bükerek başını salladı. ‘’Her şeyi biliyorlar’’ dedi. Adamın biri, ‘’Lev Tolstoy bu! Ta kendisi’’ diya bağırdı. Vagondaki herkes Lev Tolstoy’un aralarında olduğunu anladı. Tolstoy’un trende olduğu duyulunca kompartımanın her iki ucundaki sahanlıkta insanlar birikti. Merak edenler, önlerinden geçip baktılar. Saşa, bundan gurur duydu. Lev Tolstoy’un kızı olmak onu mutlu etti, ama aynı zamanda babasını korumak gibi bir duyguya kapıldı. Kondüktörden kalabalığı engel-lemesi için yardım istedi.
Kondüktör.’’ Ne emrederseniz ekselansları.’’ Böyle ikinci mevki bir tren kompartımanında bu hitap uygun düşmesede adamın he-vesi işe yarıyordu. Saşa, kompartımanın arka tarafında, bir gaz oca-ğında Makovitski’yle birlikte babasına çorba ısıttı. Makovitski’nin çenesi düşmüştü. ‘’Optima’ya giderken nasıl karıştı ortalık, bir gör-seydin. Vagonda, herkes etrafını aldı babanın, Tanrı hakkında, en uygun hükümet biçimi hakkında, vergiler hakkında sorular sordular. Babanı görmeliydin! Vagonun ortasında durdu, Henry George ve tek vergi kuramı hakkında tam bir saat konuştu.’’
Tolstoy’a çorbayla birlikte bir parça simit verdiler. Teşekkür etti. Sonra trenin gürültüsüne aldırmadan bir kanepede kıvrılıp uyudu. Saşa üzerine battaniye örttü. Tolstoy’da hiç kıpırdamadan uyuyordu. Seksen iki yıllık evini terk etmiş bir adam! Bir gece önce hiç uyumamıştı. İlginç bir adamdı. Sevimli ve düşünceli biriydi. Kendisiyle konuşan herkese – ister hizmetkar ister devlet başkanı, kibre kapılmadan cevap verirdi.


105

Aniden doğruldu.’’Neredeyiz şimdi?’’ diye sordu. Makovitski yanına geldi’’ Her şey yolunda Lev Nikolayeviç’’ Tolstoy’u tekrar yatırdı, ateşini ölçtü. 39’ du. Saşa’ya döndü’’İyi olacak. Düzelecek’’ dedi. Ama söylediklerine kendisinin de inanmadığı, yüzünden belli oluyordu.
Tolstoy, kızının elini tuttu.’’Makovitski’yi dinle kızım. Kendimi iyi hissediyorum. Biraz uyumalıyım’’ dedi. Kızının elini tutacak gücü yoktu. Bitkindi. Saşa, ağlamaya başladı. Kendine hakim ola-mıyordu. Kompartımanın havasızlığı ve çevrelerine toplanan yabancılar da Saşa’yı sıkmıştı. Varvara’nın da günboyu devam eden sinirli hali geçmemişti.
Üç saat sonra Dr.Makovitski Tolstoy’un ateşinin yükseldiğini söyledi. Doktor, paniğe kapılmıştı. Yapacak bir şey yoktu, sabredip beklemekten başka. Tren, metal tekerleklerin sürtünmesinden ötürü çıkan sesle birlikte, sarsıldı.
Astopovo istasyonuna gelmişlerdi. Bulgaristan,Türkiye ya da Kafkasya ile ilgili hayaller son bulmuştu,galiba
Dr.Makovitski:’’Geceyi burada geçirebiliriz. Tolstoy, yolculuk edemeyecek kadar hasta. Dinlenmesi lazım.’’
Tolstoy’un, trenden inmesi için birkaç kişi yardım etti. Adımları yavaştı. Makovitski’nin koluna tutunuyor, vücudunu yaslayarak yürüyordu. O geçerken insanlar yol açıyor, şapkasını çıkartıp selam veriyorlardı. İstasyon binasının önünde bir banka oturdu. Bastonu bacaklarının arasındaydı. Başı öne eğildi. Hafifçe terlemişti.
Dr.Makovitski, istasyon amiriyle konuşmaya gitti. Tolstoy’un burada dinlenmesi gerekiyordu. Teneke damlı, duvarları kırmızı

106

boyalı bahçe içinde küçük bir kulübe tahsis ettiler. İstasyon amiri karyola koydurtdu.
Dr.Makovitski; Saşa’ya:’’ Lev Nikolayeviç burada rahat eder’’ dedi. Doktor rahatlamıştı. Onun rahatlığı Saşa’ya güven verdi. İstasyon amiri, ihtiyaçları olduğu sürece kalabileceklerini söyledi. Saşa ve Varvara istasyon bekleme salonunda kalacaklardı.
Tolstoy, yatağına yattığında titriyordu. İstasyon şefinin karısının getirdiği yorganları üzerine örtüler. Makovitski nabzını ölçtü. Doksan üçtü. Kasılmalar geçiriyordu. Ateşi hiç düşmüyordu ama yükselmiyordu da. Sol ciğerinden hırıltı geliyordu, Zatürree olabilirdi.
Kulübe, Yasyana Polyana’daki, depo olarak kullanılan odalar-dan büyük değildi. Saşa, kendini tutamayarak ağladı. En sevdiği arkadaşı, onu hiç bırakmayan Varvara Mihailova, elini tutup destek olmaya çalışıyordu.
Saşa:’’Yaşayacak mı?’’ Makovitski:’’ Tanrı isterse.’’
İstasyon amirinin karısı, saygıda kusur etmiyordu. Yemekler getirdi, çay yaptı. Tolstoy’un burada kalması onları mutlu etmiş aynı zamanda gururlandırmıştı.
Tolstoy uyanınca, Saşa’yı çağırdı. Çertkov’a telgraf çekilmesini istedi. ‘’Onun gelmesini istiyorum. Başka kimse gelmesin. Nerede olduğumu başka kimseye söylemeyin.’’
Makovitski:’’ Bundan emin olabilirsiniz.’’


107

Tolstoy:’’ Çok teşekkür edertim.’’
Saşa telgraf çekti. ‘’ Astopovo’dayz. Ateşi düşmüyor. Sizin gelmenizi istiyor’’
O gece derin bir uykuya daldı. Sabah uyandığında düzelmişti.
Neşeliydi, herkesle şakalaşıyordu.
Saşa: ’’ Hezeyan halindeyken, her zaman farklı düşündüğünden, farklı şeyler idrak etmiştir’’ dedi. Kendinden geçtiği sırada, aklına gelen, Tanrıyla ilgli söylediği fikirleri, not etti.
‘’ Tanrı sonsuzdur ve her insan onun minicik bir parçasını temsil eder. Bizler, Tanrı’nın, zaman, mekan ve madde içinde tezahürüyüz.’’
Saşa ve Makovitski söylenenleri not ettiler. Tolstoy, elini kaldı-rarak, ‘’ Sana bir fikir daha, Saşa, Tanrı sevgi değildir, ama insanın içindeki sevgi ne kadar çoksa, Tanrı o kişinin içinde o kadar çok tezahür eder ve mevcudiyeti daha da gerçekleşir.’’
Makovitski, bir gece önce Çertkov’u çağırttığını hatırlattı. Tolstoy, Sergey ve Tanya’yı çağırmadığı için ne düşünürler diye kaygılandı. Saşa’ya şunları yazdırdı.
—Sizleri, Çertkov’la birlikte çağırmadığım için kızmayın. Onun yeri ayrı ve benimle olan kopmaz bir bağı var. Biliyorsunuz, hayatını davamıza adadı. Bu dava benim için çok önemlidir, bütün insanlar içinde gerekliliğine inanıyorum. Annenize iyi bakın…Sizi seviyorum.---
‘’ Ben öldükten sonra, bu notu, onlara verin’’ dedi ve ağlamaya başladı.

108

Öğleden sonra saat dörtte titremeye başladı. Yorganın altına girdi, soğuk soğuk terliyordu. Ateşi ise 40 olmuştu. Balgam gelmişti. Kanlı balgam tükürmeye başladı.
Makovitski, Saşa’dan Dr. Nikitin’i çağırmasını istedi. Zatürree konusunda daha bilgili olduğunu söyledi. Saşa, istasyona gitti, Sergey’e, Nikitin’i getirmesi için telgraf çekti.
Makovitski, bütün gece Tolstoy’un başında bekledi. Ateşini ve nabzını ölçüyordu. Tolstoy’un ateşi inmiyordu,sürekli su içiyordu, işkence çekiyor gibiydi, birkaç kez canını alması için Tanrı’ya seslendi.
Sabaha karşı derin bir uykuya daldı. Horluyordu. Makovitski’de hava almak için dışarıya çıktı. İstasyon boştu. Bir banka oturdu. Temiz hava iyi gelecekti. Fazla oturmadı, içeri girdi. Bir saat sonra Tolstoy uyandı. Ateşi 40,5 tu.
‘’İyiye işaret değil Makovitski.’’ ‘’İyileşeceksiniz.’’
Tolstoy aniden öksürmeye başladı. Öksürüğü şiddetliydi. Bir bardak su istedi. Suyu içtikten sonra, alaycı bir gülümsemeyle: ‘’Her şey iyi olacak. Çok haklısın…’’
§
Çertkov, telgrafı alınca çok sevindi, duygulandı hatta gururlan-dı. Tolstoy, orada bulunmasını istiyordu. Sergeyenko ile hemen yola çıktı. Bütün gece yolculuk ederek tren istasyonuna vardılar. Çertkov, Tolstoy’u bitkin ve çökmüş gördü. Battaniyesini boynuna kadar çekmişti, ateşi vardı. Çertkov’u görünce gözyaşlarını

109

tutamadı. Çertkov, elini tuttu, ikisi birden ağlamaya başladı. ‘’Sonunda geldin. İnanamıyorum. Teşekkür ederim.’’ Birer bardak çay içtiler, evden nasıl ayrıldığını konuştular.
Çertkov:’’Sofya Andreyevna’yı engellemek zor. Nerede olduğunu öğrendiğinde bize kızacak.’’
Tolstoy:’’ Ne zaman gelir bilmiyorum ama kesin gelecek, bunu biliyorum.’’ Bir müddet sonra Tolstoy uykuya daldı.
Öğleden sonra istasyon şefi gelip Çertkov ve Saşa’yı dışarı çağırdı. ‘’Tula’dan bir telgraf geldi. Sofya özel bir tren kiralamış, özel tren akşamdan sonra Astopovo’ya varacak.’’
Çertkov, hemen herkesi – Saşa, Varvara, Makovitski, Sergeyenko’yu istasyonun bekleme odasında topladı. Hepsi Sofya’nın kocasını görmemesi fikrindeydi. Eğer görürse, ölümüne neden olabilir dediler.
Saşa:’’ Annem onu alıp götürmek isteyecektir.’’
Çertkov:’’ Kulübenin çevresinde bir koruma halkası oluştur-malıyız. Sofya Andreyevna ile korkunç çocukları İlya ile Andrey’in, hasta odasına girmelerini engellemeliyiz.’’
Oğlu Lev Lvovich’de Paris’teydi. Onun gelmesi Çertkov için kötü olabilirdi. Planları bozabilirdi. O gece Sergey geldi. Babasınının yanına sokulmamalıydı. Ama o diretti.’’ Babamı göre-ceğim’’ diye ısrar etti.. Saşa: ’’ Sorun yok. Yanına girebilirsin.’’Saşa, sesini çıkarmadı. Razı oldu. Daha sonra, ihtiyacı olduğunda gücünü gösterecekti. Sofya’nın treni gece yarısı geldi ve istasyonun

110

az kullanılan yan yoluna alındı. Birkaç hizmetçi, hasta bakıcı, çocukları ve onların eşleri ile lüks bir vagonda yolculuk etmişlerdi. Dr.Makovitski karşıladı onları, Dr. Nikitin’in, kocasını kimsenin görmemesi gerektiğini söylediğini iletti. Sofya, itiraz etmedi. Trende beklemeyi kabul etti. Yatacak bir yer olmadığından özel treni otel gibi kullanacaklardı.
Dr. Nikitin, ancak bir gün sonra gelebildi, ama gelişinden Sofya’nın haberi olmadı. Doktor, Lev Nikolayeviç’i muayene etti. Kalbinin zayıf ve sol ciğerinin iltihaplanmış olduğunu söyledi. Ateşinin düşmüş olması iyiye işaret. Zatürree kesin değil. Eğer olsaydı, ciğer ya da ciğerler – suyla dolardı. Hırıltı olmazdı.
Lev Nikolayeviç canlanmıştı. Doktorun söyledikleri hoşuna gitmişti. Koltuğa oturdu, battaniyeyi omuzlarına aldı, ayaklarına da bir tabure koydu. Konuşmak istediği belliydi.
‘’Dr.Nikitin’e, hayat felsefesi hakkında kısa bir konuşma yaptı.
Dr. Nikitin:’’İstirahat etmelisiniz. Başka bir öneride buluna-mam. Direnciniz azaldığı için dinlenmeniz şart.’’
Tolstoy: ’’Ne kadar peki?’’
Dr.Nikitin: ‘’İki hafta. Aslında bir ay daha garanti olurdu.’’ Tolstoy: ‘’ Bu imkansız, o kadar sürede karım beni bulur.’’
Çertkov’a döndü, ‘’ Çertkov, bunun neden olmaması gerektiğini sen bilirsin değil mi?.’’
Çertkov:’’Anladım. Az önce Sergey,Sofya’nın hayatından memnun olduğunu söylememiş miydi?’’


111

Tolstoy:’’ Buna inanmamı beklemiyorsundur umarım.’’ Çertkov:’’ Evet, inanmaman için bir neden yok.’’
Tolstoy, etrafına kuşkulu gözlerle baktı. Battaniyesine sarılıp koltuğa gömüldü. ‘’Üşüyorum. Bir yerden cereyan yapıyor.’’
Öğlende Moskova’dan Goldenweiser geldi, yanında yayıncı Gorbunov’da vardı. Çertkov, Goldenweiser’e telgraf çekip durumu anlatmıştı. Ama gelmesini beklemiyordu., çünkü Goldenweiser’in Moskova’da Akademi’de konseri vardı, bunu Tolstoy’da biliyordu. Tolstoy, o hasta haliyle konser tarihini hatırladı ve iptal ettiği için Goldenweiser’i azarladı.
Goldenweiser’’ Sen uzak bir yerde hasta yatarken ben toplumun karşısında nasıl piyano çalardım?’’
Tolstoy:’’ Saçmalık. İptal etmemeliydin.’’
Sonra Gorbunov’a döndü. Bir yere yerleştiğinde’’Hayatımız’’ adını verdiği kitabını bitireceğini söyledi. Bu kitap için epeyce not biriktirmişti, ama bazıları Yasyana Polyana’da kalmıştı. Saşa, onları getireceğini bu konuda merak etmemesini söyledi. Çertkov’da:’’Hiç merak etme’’ dedi. Tolstoy arkasına yaslandı. Gözlerini kapattı.
§
Sofya, trende beklemekten sıkılmış, kulübenin etrafında dolaşıyordu, perdesi açık olan camından içeri baktı. Saşa, annesini görünce heyecanla yerinden fırladı. Çıkardığı gürültü Tolstoy’un irkilmesine neden oldu. Gözü kapıya ilişti, karısını görmüştü. Dışarda bulunanlar Sofya’yı camdan uzaklaştırana kadar, kapıya

112

baktı, gözleri irileşmişti. ‘’Kimdi o?’’
Saşa:’’İstasyon şefinin karısı.’’ ‘’Sofya Andreyevna’ydı o.’’ ‘’Hayır baba. Şefin karısı.’’ Zar zor ikna ettiler.
§
İstasyon kalabalıklaşmıştı. Lev Nikolayeviç’in burda olduğunu duyan, gelmişti. Gazetecilerin sayısı kabarmıştı. Basın dünyasında hızla yayılan haber, Astopovo kasabasının isminide duyurmuştu. Buraya gelen her tren yeni kameramanlar, basın editörleri, haber-ciler taşıyordu. İsyan çıkar endişesiyle Hükümet polisler gönderdi. Akın akın insanlar geliyordu. Meraklılar, basın temsilcileri dolmuş-tu. Demiryolu görevlileri, gazeteciler için büyük bir çadır kurdu, sıra sıra kulübeler dikti.
§
Bu kalabalık, Sofya Andreyevna’nın işine geliyor gibiydi. Kameraların önüne geçiyor, poz veriyor, gazetecilere kendisine kocasını göstermediklerini, yalanlar ekleyerek anlatıyordu. Apartması iyi olmuyordu ve bundan utanmıyordu. Ortam egosuna uygundu. Saşa, Çertkov ve birkaç kişi daha Tolstoy’u görmesini geçiktirebi-liyor, huzurunu bozmasını engelliyordu. Bu arada Tanya ‘da geldi, babasını görmesine mani olmadılar.
Ateşi düşüp, konuştuğunda mutlu görünüyordu. Kendisi için

113

insanlarla iletişim her şey demekti.
Perşembe günü Saşa’ya ‘’Sanırım yakında öleceğim. Ama belkide ölmem. Nasıl bilebiliriz ki bunu?’’
Saşa da:’’ Düşünmemeye çalış baba’’dedi. ‘’Düşünmemek mümkün mü?’’
Bilinçi açık olduğu zamanlar Çertkov yanında oturuyor,’’ Her Gün İçin’’den bazı bölümleri okuyor; kutsal kitapların, Upanişadların ve Konfüçyüs’ün Analekt’inin önemli bölümleri üzerinde duruyordu. Lev Nikolayeviç ise Rousseau’dan bir şeyler istiyordu. Başka bir ateist olan Montaigne’de de ısrar ediyordu.
§
O gece Tolstoy, birkaç kasılma geçirdi. Titriyor, sarsılıyordu. O süre içinde sağ eliyle hayali bir kalemi tutuyor, hayali kağıt üzerine yazıyordu…Varvara Mihailovna gürültüyle odaya girince, Tolstoy irkildi. ‘’Vanya! Vanya!’’ diye bağırdı. Sonra başı yana döndü, bayılmıştı. Ölen kızı Vanya’yı unutamamaış, etkisinden kurtulama-mıştı. Vanya diye haykırışı acısının göstergesiydi..
Tolstoy Cuma günü fenalaştı. İç hastalıkları konusunda uzman olan Doktor Berkenheim Moskova’dan geldi. Muayene etti. ‘’Korkarım ki sonu geldi’’ dedi.
‘’Olamaz ‘’ dedi Saşa,’’Yanılıyorsunuz, ateşi düştü.’’ Ama düş-memişti. İki gündür 39.8’di.
Öğleden sonraları da nabzı kalbini patlatacak derecede hız-lanıyordu. Doktor Makovitski, buna çare bulamadığı için çılgına

114

dönmüştü. Adeta kendini sorumlu tutuyordu. Dr. Berkenheim yanında tıbbı donanımları ve ilaçları getirmişti. Ama Tolstoy modern tıbba güvenmediğinden onun araçlarıyla tedavi görmeyi reddediyordu.
Vakti vaktine uymuyordu. Tolstoy’un. Bazen gayet iyi konuşuyor ve tartışıyor bazen sayıklıyordu. Bir ara Tanya yanına geldi, babasını yanaklarından öptü, ‘’Sofya nasıl’’ diye sordu Tolstoy. ‘’Sofya’nın üzerine çok yük bindi, bunlara dayanamaz.
‘’ Tanya’da:’’Onu görmek ister misin? Çağıralım mı?’’ diye sordu.
Tolstoy cevap vermedi. Bu arada Saşa, yastığı ve çarşafı düzeltiyordu.. Tolstoy: ’’Boşver, boşuna çaba harcama benim hayatım bitmiş.’’ Saşa: ’’ Sus baba.’’
Andrey ile İlya, Moskova’dan iki doktor daha çağırtmıştı. Dr. Usov ve Dr. Şurovski. Tolstoy onları görünce, Tanya’ya,’’Demek sonum geldi.’’
§
Sofya , Andrey ve İlya dışarıda duruyorlar, içeri girmek istiyorlardı. Makovitski, onları içeri sokmuyordu; ateşinin düştüğünü iyi olduğunu söyleyip, trenlerine dönmelerini sağladı.
Akşama doğru sayıklamaya başladı. Moskova’lı doktorlar kafuru iğnesi yapmak için ısrar ettiler.
§
Kiliseyle başları dertteydi. St. Petersburg Metropolitanı’ndan

115

gelen bir telgraf, Lev nikolayeviç’i nedamet getirmeye davet ediyordu. Arkasından da Peder Varsonofi adında bir rahip kapılarına dikildi.İlle Tolstoy’u göreceğim diyordu. Önce Tolstoy’un fikirlerini beğendiğini söyledi sonra ‘’Salt görmek istiyorum onu!’’ Bunu yüksek bir sesle söyledi. Yine de görüştürmediler.
-O her vakit dine değil, kilisenin üslubuna, kilisenin hükümet-le birlik olmasına karşıydı. Halkın ona karşı nefretini uyandırmak için kiliseye gelmesi resmen yasak edilmişti. Kilise yüksek şurası-nın verdiği bu karar, hükümet tarafından, ülkenin bütün ruhani li-derlerine gönderilmişti. Tolstoy’da şuranın bu kararına karşı ‘’ Beni Ortodoks olarak adlandıran kiliseden ayrılmam çok adaletlidir. Ben kiliseden Tanrı’ya karşı geldiğim için ayrılmıyorum. Ayrılış nedenim, sadece O’na (Tanrı’ya) hizmet etmek isteyişimdir.’’-
§


Lev Nikolayeviç, 1901’de Gaspra’daki hastalığı sırasında tuttuğu günlüğüne söyle yazmıştı, ‘’Ölümün kıyısına geldiğimde, içimde Tanrı sevgisi varsa ve sürekli artıyorsa, bunu söyleyecek gücüm de kalmamışsa, gözlerimi kapayacağım. Gözlerim açık ise bilin ki; bu sevgiyi, ruhumda hissedemediğimdendir.’’
§


Cumartesi gecesi soluğu tıkandı. Kısık sesiyle doktorlara, ‘’Nefes alamıyorum’’ diye seslendi. Tolstoy itiraz etsede, kafuru iğnesi yaptılar. Boğuk bir sesle fısıldadı: ‘’ Kesin şu iğneleri. Rahat


116

bırakın beni.’’ Sonuçta iğnelerin faydası oldu. Sakinleşti ve yatakta oturdu. Sergey’i çağırttı.
‘’ Oğlum’’ dedi. Sergey, yatağın yanında diz çöktü, Tolstoy oğlunun yüzüne baktı. ‘’Gerçek…benim için öyle önemli ki…sev-gi…’’ sesi kesildi, konuşamıyordu. Gece yarısına doğru uyuyakaldı. Çertkov, Makovitski dışında herkesi odadan çıkardı. Dr.Makovitski ağlamaya başladı. Belki de hayatında ilk kez ağlıyordu.
§


Sofya Andreyevna, sessiz bir bekleyişteydi…Bedeninde bir huzursuzluk vardı. Pek yemek yemiyor, az da olsa su içiyordu. Geceleri kötü geçiyordu. Uyuyamıyor, rüyalarında kocasıyla geçirdiği hayatı görüyordu.
Sofya, kocasının yanına gitmeliydi. Bunu kesinlikle yapmalıydı. Karısını görmek isterdi, bu normal değil miydi? Senelerce birlikte yaşamışlardı. Ona on üç çocuk vermişti. Sonuçta karısını yanında isteyebilirdi.
Ama tolstoy’un çevresini taraftarları çevirmişti. Sofya’yı içeri almıyorlardı. Öz oğlu Sergey,’’ Babam seni görürse ölür.’’ Öldürebileceğini söylemişti. Bu Sofya’yı çok üzdü, buna inanamıyordu.
Güçsüz kalmıştı. Bu adamlara karşı koyamadı, elinden itaat etmekten başka bir şey gelmedi. Kocası ölüm döşeğinde yatarken çoğunlukla uykusuz geceler geçirdi. Yorgunluğun kucağında kendinden geçtiği vakitler oluyordu. Bir sefer, kulübenin önünden


117

geçerken, kapıda nöbetçi olmadığını görünce, içeri daldı ve ölmekte olan kocasını gördü. Yatağında kıvranıyordu. Beyaz sakalını, saçlarını gördü, beyaz çarşafın üstünde bembeyazdı. Ölümün yakın olduğunu gösteren grimsi bir beyazlıktı bu. ‘’Lyvoçka’’ diye seslendi, ama konuşurken biri gelip onu geriye çekti.


§
St.Peterburg Patriği’nden gelen, Tolstoy’un nedamet dileme-sini isteyen telgrafı Çertkov, göstermeyi kabul etmedi ve Optima manastırından gelen Başkeşiş Varsonofi’yi bile sokmadılar. ‘’Neden? Beni yalnızlık cehennemine attılar. Bir kadının şansı olur mu hiç? Lyovoçkam bile bana şans vermedi.’’
§
Pazar günü, gecenin ortasında Sergey gelip Sofya’yı uyandırdı, ‘’Anne uyan! Sabaha çıkamayacak. Artık onu görebilirsin.’’ Geceliğini çıkarmadan, telaşla ve heyecanla Sergey’in peşinden gitti. Ona engel olan Çertkov, söyleyecek bir şey bulamadı. Sofya: ‘’Seni domuz!’ diye bağırdı.
‘’Sabırlı olmalısın Sofya Andreyevna.’’
Lyovoçka, yatıyordu. Zayıflamış, ufalmıştı, içi boşalmış gibiydi. Alnı nemliydi, ateşi yüksekti. Dudaklarını oynatıyordu, ama sesi çıkmıyordu. Sofya, ‘’Affet sevgilim’’ dedi, elini tuttu. Tolstoy, soluk almaya çalıştı. Alamıyordu.
Sofya:’’ Lütfen sevgilim, bağışla beni. Akıllı bir kadın değilim. Aptalca davrandım. Bencil bir kadınım. Sana sevgimi

118

gösteremedim. Anlamalısın Lyovoçka!’’
Sofya, yüksek sesle konuşuyordu ama bağırmıyordu. Sergeyenko, arkasından çekip odadan çıkardı. ‘’’Kendinize hakim olun, Kontes.’’ Yandaki odada bir koltuğa oturtdu. ‘’Kocamla konuşmak istiyorum’’ dedi ve hıçkırarak ağlamaya başladı. Bu arada Tolstoy’a, kafuru iğneleri de yapılmıştı. Birkaç saat geçtikten sonra Dr. Usov, bağırmamak şartıyla Sofya’yı yatağın başına götürdü.
Tolstoy, kıvranıyor ve inliyordu. Dr.Makovitski, ‘’ Bir şey iç, Lev Nikolayeviç. Dudaklarını ıslat’’ dedi. Ağzına bir fincan uzattı. Tolstoy biraz içti ve inleyerek yatağa bıraktı kendini. Gücü kalmamıştı. Soluk alıp vermesi ağırlaştı, kesik kesik oldu…
Uzun bir sessizlik…
Neler olacağı belliydi… Sofya, Tolstoy’un sağ elini yanağına bastırdı. Eli sıcaktı. Hala yaşıyordu. Dua etmeye başladı.‘’Lyovoç-ka’m. Üzgünüm. Seni dinlemedim.’’ Ağlamaya başladı. Sergey, elini uzattı, annesini yatıştırmaya çalıştı. Sofya, tokat attı. Sergeyenko tutup geri çekti. Ona ve Çertkov’a beddualar etti… Onu kocasına yaklaştırmadılar. Onu ve başkeşişi. Oysa başkeşiş, Tolstoy’un ruhunu huzura kavuşturmak, iki dakikada olsa onunla konuşmak istemişti.
§


Duşan Makovitski:’’ Altıya çeyrek var’’ dedi. Ne demek istiyordu?
Sofya:’’ Lyovoçka’mla vedalaşmama izin vermediniz. İkimize

119

de izin vermediniz. Şimdi her şey bitti.’’
Çertkov: ‘’Çok üzgünüm Sofya Andreyevna.’’ Sesi tuhaftı. Elini Sofya’nın omuzuna koydu.
Sofya için, bundan böyle olacakların hiçbir önemi olamazdı…
Son şarkı bitmişti artık. Bu gecenin sabahı unutulmayacaktı. Sofya, elleriyle boşluğu kalbine bastırıyor ve o bağrını deliyordu…
§


Bütün karşı durmalara rağmen; bu güçlü kadın, kocasının en büyük destekçisi idi. Sofya, bütün bu kargaşanın içinde imkan bulup, Tolstoy’un eserlerini düzeltir, temiz yapraklara yazardı. Bazen bin sayfalık yazını birkaç günde bitirir, yayına hazır hale getirirdi. Bugün Tolstoy hazinesinin elimize geçmesi Sofya Andreyevna sayesinde olmuştur.
Birçok meşhur – yazarlar, müzisyenler, ressamlar yaptıkları işlerle değil, yaşantılarıyla anılır. Bu hayatlar arasında kederlisi de var, facialısı da, hoş sohbetlisi de. Sevgi ise yaratıcı insanların ru-hundadır. Onların sevgileri her zaman okunulur, izlenir.
Yazarın idealleri vardı. Sofya Bers ise aşıktı. Onların sevgisi kitaplara sığmıyor. Rusya tarihinde en çok konuşulan ve yazılan aile hayatı belki de Lev Nikolayeviç Tolstoy ve hanımı Sofya Andreyevna’nın hayatıdır. Ailenin gizli sırları bile tartılışılıyordu. Sofya kadar tenkit edilen ikinci bir kadın belki de yoktur. Onu kocasına saygı duymamakla, iyi hayat arkadaşı olmamakla suçlu-yorlardı. Ama o, bütün hayatını Tolstoy’a adamıştı. Aslında istediği

120

gibi değil, Tolstoy’un arzu ettiği gibi yaşamıştı.
Edebiyatın sönmez güneşi gözlerini hayata yumunca; Sofya, söyle yazacaktı:
‘’Düzelmez derecede hastayım.Vicdanım ağrıyor, zayıfım.
Rahmetlik kocama acıyorum, azap çekiyorum.’’ 29 Kasım 1910
Sofya, acısına dayanamayıp, çok kez intihar etmek istedi. Fakat beceremedi.
Tüm eserlerin yayın haklarını, beş yıl sonra Rusya hükümeti, Sofya Andreyevna Tolstoy’a verdi.
Tolstoy’un ölümünden dokuz yıl sonra da Sofya, kocasının yanına; onunla, ruhen, kalben bir olmaya gitti.


SON
















121






































122






































123






































124



































.

125






































126





































        









        

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Sofya Tolstoy Anıları. ( Tam metin)

BİR İZDİVACIN ROMANI Lev Nikolayeviç TOLSTOY Osmanlıcadan Latinize Eden Alaettin Coşkun İZMİR (Tam Metin) 2018Bir İki SözYalnız Rusya'nın değil bütün cihan insaniyetinin en büyük edip filozofu olan ''Tolstoy'' un sevk-i tesadüfle elime geçen psikolojik bir hikâyesini 1319'da Rus-Japon Harbi esnasında ''Bir İzdivacın Romanı'' unvanıyla Fransızcadan tercüme etmiştim. Hikmetli edebiyatçının ruhi hislerden bahseden romanlarında da ne derin, ne şayan-ı hayret bir tasvir ve tahlil gücü mevcud bulunduğu bu hikâyeden tamamen anlaşılabilir. Şimdi içinde bulunduğumuz şu nazik ve çok ihtiyaçlı yenilik devrinin ince, hissi, âşıkane eserlerden ziyade ciddi, sosyal, fikri, edebi eserlere muhtaç bulunduğunu idrak etmeyenlerden değilim… Fakat vaktiyle tercüme için harcadığım emeğin heba olmasına gönlümün bir türlü razı olmaması ve aynı zamanda eserin Tolstoy gibi bir düşünür aklın hislerinin ürünü bulunması basım ve yayım etmekliğime sebebiyet vermiştir.Tolstoy'un ve diğer büyük Avrupa edebiyatçı ve düşünürlerinin milleti, gençleri aydınlatacak büyük teliflerinin dilimize nakliyle cidden fakir olan irfan kütüphanemizin zenginleştirilmesi hususu ise gerçekten muktedir ve üstad mütercimlerimize ait bir sosyal vazifedir.12 Eylül 1326 Raif Necdet Bir İzdivacın Romanı-Lein Tolstoy- Annem sonbaharda vefat etmişti… Bu sene kışı köydeki yazlığımızda geçirmek için yapyalnız kalmıştık… Derin bir ümitsizlik ve matem içinde bulunuyorduk… Sevgili annemin veda etmesiyle artık yanımda -pek sevdiğim- iki vücut kalmış oluyordu: Katya, Sotya… Katya bakıcımız idi… O bizi şefkatli bir sütanne gibi eğitmiş ve terbiye etmişti. Geçmiş hatıralarım; küçüklüğümden beri bütün kalbimle sevdiğim bu bakıcımı ailemizin vefakâr bir dostu sıfatıyla hürmet gözümün önünde tekrar canlandırıyor… Sotya da küçük kız kardeşim idi. Of… O sene '' Pokrovsko''daki yazlığımızda ne kadar karanlık ve soğuk, ne kadar ümitsiz ve sıkıntılı olan bir kış geçirdik! Kar öyle bir çoklukla yağıyordu ki hiddet ve şiddetle esen rüzgârın yığdığı kümeler birer mini beyaz dağ şeklinde pencerelerimizin yüksekliğini geçiyor, kar etkisi ve soğukla donan camlar saydam bir levha halini alıyordu. Bütün bir kış müddetini uzlet ve inziva köşesinde geçirdik… Bir defa bile dışarıya çıkmadık… Sanki hayatla bağlantı ve temasımız kesilmişti… Pek uzun aralıklarla bizi ziyarete gelen dostlarımız ise derin bir ümitsizlik ve sıkıntı altında bulunan evimize hayat ve neşe serpemiyorlardı… Gayet hafif ve çekingen seslerle konuşan misafirlerimizin hüzünlü yüzlerinde sanki birisini uyandırmak ihtimali korkusundan sebep bir tereddüd ve endişe rengi hissediliyordu… Bunların hiç güldükleri görülmezdi. Bilakis, bana bakmakla üzüntüyü anlamayı başaramayan bütün bu misafirler küçük kardeşim Sotya'yı görür görmez hemen gözyaşlarının akmasına izin verirlerdi. Annemin odası kapalıydı… Odama girmek için burdan geçtiğim zaman -bu ıssız, bu soğuk odada geçen şeyleri bizzat görmek maksadıyla- kapıyı açmak için korku hissiyle karışık karşı konmaz bir arzuya kapılırdım. Ben o vakit on yedi yaşındaydım… Annem vefatından önce bu kışı şehirde geçireceğimizi kararlaştırmıştı… Beni şehrin gürültülü hayatına alıştıracak, en kibar kadın toplanma yerlerine götürecekti… Annemin ölümünü hatırlamam beni aşırı derecede etkiliyor ve üzüyordu… Bununla beraber bütün bu üzüntüler ve acılar arasında genç ve güzel olduğumu – güzelliğimi herkes dillendirdiği için bundan emindim – buna rağmen köyde bütün bir kışı rahatsız edici bir katı yalnızlık içinde geçirmeye mecbur kaldığımı derin bir bıkkınlık ile düşünmeyi de unutmuyordum. Daha şimdiden bu yalnızlık köşesi benim için tahammülsüz olmaya başlamıştı. Can sıkıntısı beni tahrib ediyordu. Ne odamdan çıkmaya muvaffak oluyor, ne piyano çalıyor, ne de kitap okuyabiliyordum… Bakıcım Katya ile eğlenmemi, sürekli ve tatlı meşguliyetlerle vakit geçirmemi istiyor, bu konuda beni teşvik ve tergipten geri kalmıyordu. Bakıcımın zorlamalarına karşı bir gün kendisine kesin bir şekilde cevap verdim; << Hiçbir şey yapmaya gücüm yok! >> Bundan sonra kalbimin derinliklerinde bir soru titredi: - Hayatta benim için artık neyin önemi olabilir? Bundan sonra okumanın, müziğin, nakşın ne önemi var? Gençlik hayatımın en güzide seneleri böyle sıkıcı bir uzlet dairesi içinde yok ve perişan olduktan sonra… Yaşamak için insanın kuvvet ve cesaretini kıran bu soruya karşı ancak bir cevap bulabilirdim: gözyaşları… Benim için diyorlar ki: zayıflıyormuşum, değişiyormuşum… Fakat bence bunların ne önemi var? Artık kimin hoşuna gideceğim? Bana öyle geliyordu ki bütün hayatım bir katı inziva içinde sönüp mahvolacak… Usandırıcı bir can sıkıntısına bağlı bu uzlet hayatından, bu his durgunluğundan kurtulmak, silkinmek için kendimde naçiz bir kuvvet ve metanet bile hissedemiyorum… Kışın sonuna doğru sağlığımdan endişeli olmaya başlayan Katya, her türlü ihtimal ve engellere rağmen yabancı şehirlere seyahat etmemi ısrarla tavsiye etti… Fakat bu seyahati yapabilmek için paraya muhtaç idik. Annemin servet namına bir şey bırakıp bırakmadığını bilmiyorduk. Her gün vasimizin ulaşmasını bekliyorduk. O gelecek ve bütün işlerimizi düzenleyecekti. En sonunda martta geldi. Büyük bir hayat boşluğu içinde, duygusuz ve düşüncesiz, başıboş ve tembel, bir heyula gibi odadan odaya dolaştığım bir gün Katya aşırı sevinçle bana bağırıyordu: - Müjde… Müjde… Çok şükür… Mikaloviç gelmiş. Hal-i hazır durumumuza dair bilgi taleb eylemiş ve akşam yemeğini bizimle beraber yiyeceğine dair haber göndermiş. Haydi, göreyim seni… Benim sevgili "maşa"cığım! Kendini topla. Bakalım o senin için ne fikirde bulunacak. Bizi ne kadar sevdiğini bilirsin pekâlâ… Mikaloviç bizim akrabamızdan ve ölü babamın – sence aralarında pek büyük bir fark olduğu halde – en samimi dostlarından idi. Mikaloviç'in ulaşım haberi beni çok memnun etmişti. Bu memnuniyet hissi kendisinin ulaşmasıyla işlerimizin yoluna konulacağından ve seyahat hayallerimizin bu şekilde kuvveden fiile çıkacağından dolayı olmayıp belki küçüklükten beri kendisi hakkında beslediğim hürmet ve muhabbetten dolayıydı. Katya üzerimden gevşeklik ve tembelliği silkmek için sürekli bana nasihatler veriyor, tanıdığımız insanlar içinde Mikaloviç kadar özellikli ve hürmete şayan bir adamın bulunmadığına beni temin eyliyor, kendisine karşı kayıtsız kalmamaklığımı özel bir önemle tembih ediyordu. Evimizin içinde Katya ve Sotya'dan uşağa varıncaya kadar herkes hakkında bir muhabbet beslerim. Fakat validemin vaktiyle söyleyip de şimdi güçlü etkisi kalbimden silinmeyen bir sözü, Mikaloviç hakkında hissettiğim muhabbete ayrıcalıklı bir özel çekicilik bahşediyordu. Bir gün annem demişti ki: - Maşa, sana Mikaloviç gibi bir eş bulmak isterim. Annemin bu sözü o vakit bana pek garip ve hatta nahoş görünmüştü. Benim eş hayalim büsbütün başka idi. Ben hayalimde ölçülü ve hoş bir endam, narin ve zarif bir vücuda, hüzünlü ve sevdalı bakışlara sahip genç bir eş tasavvur ederdim. Mikaloviç ise bilakis… Bir defa genç değil. Gençlerin en güzide, en canlı, en gösterişli, en coşkun özel dönemini aşmış. Tam anlamıyla kuvvetli ve sağlam vücutlu bir erkek… Eğer zannımda aldanmıyorsam şen ve neşeli bir varlık… Bununla beraber annemin arzusu hayalimi tahrik etmekten boş durmuyordu. Ve şimdi: Altı sene önce, ancak on iki yaşında bulunduğum bir zamanda bana << Benim mini mini menekşeciğim >> diye hitap eden Mikaloviç ile oynarken kendisine ansızın beni eşliğe seçme fikri geldiği anda ne hale düşeceğimi gayet heyecanla kendi kendime sorduğum zamanları, o çocukluğun o mutlu dakikalarını düşünmekten kendimi alıkoyamıyordum. Mikaloviç yemek zamanından biraz öncece gelmişti. Katya her günkü yemek listesine salçalı enginar ile kaymaklı tatlı ilave etmişti. Pencerede Mikaloviç'in kızağını görünceye kadar bekledim. Kızak ön köşesini döner dönmez hemen salona indim. Onu beklediğimi kendisine sezdirmeme kararlılığındaydım. Bununla beraber misafir odasında Mikaloviç'in ayak sesini, tınan sedasını ve kendisini karşılamaya giden Katya'nın aşırı sevinçten doğan coşkulu sesini işittiğim zaman artık salonda duramayarak Mikaloviç'in bulunduğu odaya doğru koştum. Vasimiz bakıcının elini tutuyor ve yüksek sesle güler yüzle konuşuyordu. Benim içeriye girdiğimi görür görmez hemen başka bir duruma geçti. Aşinalık etmeksizin bir müddet bana baktı. Ben bu bakışların ağırlığı altında ezildim. Ve bilinmez nasıl bir hissin sevkiyle kızardım. Mikaloviç kendisine has sade ve doğal bir hal ile: - Nasıl ya Rabb! Olur mu ki bu, siz olasınız… Dedi… Ve şaşkın bir tavırla kollarını açarak bana yaklaştı: - Nasıl? Mümkün mü bu kadar değişesiniz… Ne kadar büyüdünüz, maşallah! Artık siz mini mini bir menekşe değil tamamıyla açılmış bir gülsünüz. Bu esnada elimi geniş avucunun içine alarak güzel fakat öyle şiddetli fakat öyle kuvvetli bir sıkıştırdı ki az kaldı bağıracaktım. Ben elimi öpecek zannıyla kendisine doğru meyletmiştim. Fakat o, sabit ve mutlu bakışlarıyla sanki göz pınarlarımı kucaklamak isteyerek – bir ikinci defa daha – elimi sıkmakla yetindi. Mikaloviç'i on seneden beri görmemiştim. Bu müddet zarfında pek çok değişmiş, yaşlanmış ve rengi esmerleşmişti. Bıraktığı favori tarzındaki çatal sakal ise kendisine hiç yakışmamıştı. Bununla birlikte sade ve kibar tavrını, simasının daima ifade ettiği saflık ve temizlik manasını, çizgileri ve alnından beliren samimiyet ve zarafet nüktesini, bakışlarındaki parlaklık ve baygınlığı, tebessümlerindeki ancak çocuklara özel sıcaklığı korumuştu. O beş dakika içinde gösterdiği samimiyet ile yapmacıklı bir dost olmak sıfatından sıyrılarak ailemiz üyelerine katılmış gibiydi. Hatta onu tekrar görmekten doğan büyük bir sevinçle hizmetine koşturan hizmetçilerimiz bile aynı fikirdeydi. Mikaloviç annemin vefatından sonra bizi ziyarete gelen ve ziyaret sürelerini derin, ölümü hatırlatan bir sıkıcı sessizlik veya acılı bir taşkın ağlamayla doldurarak güya bu şekilde vicdani vazifelerini yerine getirmiş olan dostlarımızın tamamen aksine olarak hareket ediyordu. Daima şevk ve neşe eseri gösteriyor, annemizin vefatına ait hiçbir hüzün ve etkilenme işareti ima etmemek istiyordu. Şu hal öncelikle bana çok garip ve ilgisiz göründü. Daha doğrusunu söylemek gerekirse en yakın akrabamızdan olan bir zatın şu lakayd tavrı beni gücenik bile etti. Fakat sonra anladım ki bu suskunluk ve dikkatli davranma eseri lakaytlıktan değil annemin hatırasına hürmetten dolayıdır. Ve bundan dolayı da annem adına, kendisi hakkında derin bir minnettarlık hissi ile hislendim. Akşamleyin Katya sofrada benim ile kardeşimin arasına – annem hayatta iken de Katya sofrada aynı yeri işgal ederdi – oturarak çayı koydu. İhtiyar hizmetçimiz Krakuvar ölü babamın eski bir piposunu bularak getirdi. Mikaloviç pipo dudaklarının arasında eskiden yaptığı gibi odanın içinde gezinmeye başladı. Birden bire duraksayarak dedi ki: - Bu evin geçirdiği müthiş olayları düşündüğüm zaman… Katya semaver kapağını kapayarak ve boşanmaya hazır gözlerinin hüzünlü ve üzüntülü nazarlarıyla Mikaloviç'e bakarak, bir derin ah ile: - Evet, dedi. Bu sırada Mikaloviç bana sözünü yönlendirdi: - Pederinizi hatırlayabiliyor musunuz? - Hayal meyal… Mikaloviç bu cevabım üzerine güçsüz bir seda, düşünceli ve hüzünlü bir yüz ile: - Pederiniz hayatta olsaydı, dedi onunla ne kadar mesud olacaktınız, bilseniz… Pederinizi ben çok severdim. Bu sözleri söylerken sesi gittikçe titreyerek yavaşlanıyor, gözleri artarak parlıyordu. Bu sırada Katya söze karıştı: - Cenab-ı Hakk kendisini annesinden de mahrum bıraktı. Dedi ve şiddetle cebinden mendilini çıkararak ağlamaya başladı. Mikaloviç yüzünü çevirerek ruhi üzüntü ve acısını gizlemeye çalışarak: - Evet, dedi, bu evin müthiş felaketler gördü. Fakat biraz sonra kardeşime: - Satya, bana oyuncaklarını gösterir misin? Dedi ve Sotya'yı alıp salona gitti. Gözlerim yaş ile doldu, Katya'ya bakıyordum. Bakıcım Mikaloviç için: - Oh! Bu misli bulunmaz bir dost, diyordu. Ve gerçekte benim için yabancı olmaktan başka bir özelliği olmaması lazım gelen bu adamın hakkımızda gösterdiği samimiyet eserleri o kadar derin, o kadar sıcak idi ki kalbimde ılık, okşayıcı bir rüzgârın latif esintisi ve bu mest eden esintinin etkisiyle ruhuma zail olmaz bir saadetin gönül alıcı çisentileri serpildiğini hisseder gibi oluyordum. Şimdi salondan kardeşim Sotya'nın şen ve neşeli kahkahaları ile Mikaloviç'in gülüşünü işitiyorduk. Kendisine bir bardak çay gönderdim. Ve biraz sonra Mikaloviç'in piyanoya oturarak Sotya'nın mini mini parmaklarını beyaz dişler üzerinde hafif darbelerle gezdirterek eğlendirdiğini anladım. Birden: - Mary Alexandrovna… Gel bize bir şey çal, diye bağırdı. Gayet dostane olan şu hitab ve davet tarzı beni çokça hoşnut etti. Hemen kalkıp yanına gittim; Beethoven nota defterini açarak ve Kasyana Fantazya sunatını göstererek: - Bana şunu çalınız, dedi. Ve elinde çay bardağı olduğu halde salonun bir köşesine çekilerek ilave etti: - Bakalım şu aheste ve inleyen parçayı nasıl çalacaksınız. Bilmem nasıl bir hissin sevkiyledir ki böyle samimi bir zatın arzusuna karşı mazeret beyanı etmenin… Şu saf ve iyi yürekli adama resmi bir şekilde davranmanın… İyi bir piyanist olduğumu fırsat bularak çalmaktan imtina göstermenin uygun ve hatta mümkün olmayacağını anladım. Anladım da uysal bir tavırla piyanoya oturarak – mümkün olduğu kadar iyi – çalmağa başladım. Bununla beraber piyanodaki maharet seviyeme ait vereceği hükmün lehimde olacağına şüphe ediyordum. Zira Mikaloviç'in müzik sanatına perestiş ettiğini ve bu harika sanatın tüm incelik ve anlaşılması zor bilgilerine, sır ve gizliliklerine vakıf olduğunu biliyordum. Çaldığım sonatın musiki ahengi tefekkür ve duygularıma uygun idi. Bana pek fena çalmadım gibi geliyordu. Raksan ve tarab-engiz bir hava çalmak istediğim zaman Mikaloviç engel oldu: - Hayır, dedi, canlı ve tarab-engiz havaları iyi çalamayacaksınız. Bırakınız onları. Demin çaldığınız aheste ve inleyen parçada gerçekten başarılı oldunuz. Müziğin ruhunu anlamışsınız. Tebrik ederim… Bu tutarlı övgü ve sitayiş öyle hoşlandırdı ve büyüledi ki kıpkırmızı oldum. Mikaloviç'i babamın en samimi dostu ve hemfikri sıfatıyla görmek ve onunla baş başa, çocukluk zamanımda ettiği çocukça muamelelere, şakalara karşı şimdi ciddi ve vakarlı konuşmak benim için pek yeni ve güzel bir şey oldu. Katya, yatağına yatırmak için Sonya'yı alıp salondan çıkmıştı. Şimdi ben onunla yapyalnız kalmıştım. Bana pederimden bahsediyor, kendisiyle nasıl tanıştığını anlatıyor, ben oyuncaklarla meşgul olacak derecede küçük iken evimizin nasıl bir saadet ve mutluluk yuvası olduğunu izah ediyordu. Ben bütün bunları dinleyerek babamın latif ve muhterem hayalini görüyor ve büsbütün yeni bir hayat yaşıyor gibi oluyordum. İlk defa olmak üzere Mikaloviç'i cana yakın, sade ve iyi yürekli bir adam olmak üzere görüyordum. En fazla sevdiğim şeylere ve kitaplarıma ait sorular soruyor, duygularımın dünyasına uygun bir şekilde bana nasihatler veriyordu. Artık o, benim için şen sevinçli bir arkadaş, benimle şakalaşan ve bana oyuncaklar vererek beni memnun etmeye çalışan şakacı değil belki kendisi için kalbimin derinliklerinde istemeyerek derin ve sıcak bir hürmet ve iyi hislerle bağlandığım sevgili ve ciddi bir adamdı. Kendisiyle konuştuğum esnada pek mutluydum. Fakat aynı zamanda da zihnen pek meşgul bulunuyordum. Söyleyeceğim her sözün oluşturacağı etkiden korkuyordum. En aziz bir dostunun kızı olmak sebebiyle Mikaloviç'ten kazandığım muhabbet isterdim ki kendi kişisel özelliklerimle pekişsin. Katya küçük bacımı yatağa yatırdıktan sonra tekrar yanımıza gelerek şimdiye kadar Mikaloviç'e açamadığım üzüntü ve bıkkınlığımdan, bitkinlik ve miskinlikten bahis ve şikâyet etmeye başladı. Mikaloviç mütebessim halde başını sallayarak azarlamayla karışık açık bir tavırla: - İşte bak, dedi, benden en önemli bir şeyi sakladınız. Cevap olarak dedim ki: - Ne için söyleyeyim. Faydası olmadıktan sonra… Zaten bu hal elbette geçer. Bana öyle geliyordu ki bu esnada yalnızlık ve uzletten doğan can sıkıntısından, üzgünlük ve bıkkınlıktan artık kurtulmuştum. Bir halde ki güya can sıkıntısını hiçbir vakit hissetmemiştim. Mikaloviç tekrar dedi ki: Uzletten şikâyet etmek, yalnızlığa tahammül edememek iyi bir şey değildir. Böyle bezgin, ümitsiz bir hayat yaşayan mümkün müdür ki bir kız olsun! Gülerek: - Şüphesiz ben kızım, dedi. O, cevap verdi. – Hayır, sen öyle yaramaz bir kızsın ki cihan gençliğinin diriliğini takdir ettiği halde daima üzgün ve ümitsiz bir hayat sürüklersin. Hiçbir şekilde kendine değil fakat başkalarına neşe sebebi olarak yaşayan, hayat varlığı dışarda rahatsızlık veren bir şiir şaşaası ve cazibeyle inkişaf ettiği halde kendi fikrince hiç olan bir kızcağız! Bir şey söylemiş olmak için dedim ki: - Benim için ne güzel fikirleriniz var. Ufak bir tereddüt duraksamasından sonra: - Hayır, dedi, babanıza benzediğiniz pek beyhude değil. Sizde ondan bir koku var. Şimdi saf ve etkileyici bakışı kalbimi yine şevkli bir neşeli heyecan ve iftiharla dolduruyordu. Mikaloviç'in kendisine has bu bakışını ilk başta saf fakat gittikçe etkileme gücü sanki her yeri kaplayan bir hüzün rengi ile artan bu bakışını; ilk bakış darbesinde o kadar neşeli görünen simasından süzülen ince mana arasından – birinci defa olarak – fark ettim. O, sözünde nasihatlerinde devam ediyordu: - Sizin hiç can sıkıntısı ile üzüntü ve bezginlikle kıymetli vaktinizi geçirmeye hakkınız yok. Siz ruhunu tamamıyla anlamaya muvaffak olduğunuz müzikle meşgul olmalı, eğlenmelisiniz. Önünüzde öyle bir hayat var ki ilerde zahmet çekmemek, üzgün ve acılı olmamak isterseniz mutlaka o hayat için mutlaka hazırlanmanız icab eder. Bir sene gecikmek bu maksadın tar u mar olması için yeterlidir. Benimle bir baba, bir amca gibi konuşuyor, bana ciddi nasihatler veriyordu. Fakat ben aynı zamanda hakkımda akranca davranmak için bir gayret gösterdiğini anlıyordum. Beni kendisinin haricinde tutmaya çalıştığını hissetmek kalbimde kötü bir tesir bırakıyordu. Bununla birlikte bu konudaki çaba ve gayretinin sırf bana ait olduğunu anlamaktan da pek mağrur oluyordum. Bir müddet işlere dair Katya ile de konuştuktan sonra ayağa kalkarak: - Şimdilik ad'yu, sevgili dostlarım, dedi. Ve bana yaklaşarak elimi tuttu. Katya sordu: - Tekrar birbirimizi ne vakit göreceğiz? Elimi bırakmayarak cevap verdi: - İlkbaharda… Burada "Danilovka"ya gidiyorum. Orada mümkün olduğu kadar işleri yoluna koyduktan sonra bazı şahsi işlerimin düzeltilmesi için Moskova'ya gideceğim. Artık bu yaz sık sık görüşürüz. Ben hemen çok üzgün olarak : - Niçin, dedim, böyle bu kadar uzun bir müddet için ayrılıyorsunuz. Gerçekte ben onu her gün göreceğimi ümid ediyordum. Şimdi tekrar eski kalb bunalımının beni yine ele geçirip baskı altına alacağından pek korkuyorum. Ve zannettim ki bu korku ve telaş eseri bakışımdan, sesimden belli oldu. Mikaloviç, gayet soğuk ve lakayd bulduğum bir seda ile: - Evet, çok çalışınız. Kendinizi hüzün ve bıkkınlığa, merak ve endişeye kaptırmayınız, dedi. Ve sonra elimi bırakarak ve bana bakmayarak ekledi: -İlkbaharda geldiğim zaman sizi imtihan edeceğim. Acele kürkünü giydi. Kendisini takiben aşağıya indik. Vedalaşırken benden gözlerini çevirmek için kalbiyle mücadele ettiği hissediliyordu. Kendi kendime << Niçin bana bakmamak için bu kadar kendini zorladı? Acaba onun gitmemesini arzu ettiğimi anladı mı? Oh! O, cidden pek mükemmel ve alicenab bir insan… Fakat hepsi bundan ibaret… >> diyordum. Bu akşam Katya ile beraber yatmazdan evvel uzun bir sohbete daldık. Ondan hiç bahsetmedik. Yazı nasıl geçireceğimizi, evimizdeki kışı nerede bitireceğimizi konuşuyorduk. << Bence hayatın ne önemi var? >> müthiş sorusu artık beni taciz etmiyordu. Bana öyle geliyordu ki insan dünyada mesud olmak için yaşamalıdır. Şimdi gelecekteki hayatımın ufkunda saadet, pek çok saadet görüyorum. Pokrovsko'daki çok sakin ve karanlık evimiz ansızın bana hayat ve ışık ile doluyor gibi göründü. 2 Hele ilkbahar gelebildi. Şimdi eski can sıkıntısına mukabil – karışık arzu ve emellerle dolu belli olmayan hayallere dalıyordum. Kışın başlangıcında olduğu gibi artık miskin ve sefil bir hayat yaşamıyordum. Kardeşim Sotya'nın eğitim ve öğretimiyle uğraşıyor, edebi okumalar ve müzik alıştırmalarıyla vakit geçiriyordum. Bununla beraber yalnız bahçeye giderek yollarda saatlerce – tıpkı bir serseri gibi – dolaşmayı veyahut bilinemez nasıl bir heyecan veren hissin sevkiyle, dalgın ve hülyalı, coşkun ve emel besler halde kanepeye oturmayı pek severdim. Bütün geceleri - özellikle mehtap gecelerini – kolumu penceremin kenarına dayayarak uykusuz ve şaşkınca geçirir, gariplik gösteren seher manzaralarını seyrederek zevkleniyordum. Hatta bazı kere gecelik entarimle Katya'nın haberi olmaksızın usulcacık bahçeye çıkar, şebnemler arasından ta havuz kenarına kadar giderdim. Bir defa mehtapta gece yarısı öyle bir hisse kapıldım ki, yapyalnız bahçenin her bir tarafını dolaştım. O vakit düşüncemi daima meşgul eden hülyaların şimdi gerçek yüzünü anlamak, tahlil etmek benim için pek zordur. Şimdi düşündükçe bütün bu şeyler bana o kadar garip ve o kadar hayattan uzak geliyordu ki nasıl isteyerek, zevk alarak bunları yapabildiğimi şaşkınca kendime soruyordum. Mayıs'ın sonuna doğru sözünde sadık olan Mikaloviç seyahatinden döndü. İlk ziyareti akşama doğru, kendisini beklediğimiz bir zamanda gerçekleşti. Teras üzerinde çay içiyorduk. Bahçe güzel bir yeşillik elbisesine bürünmüş, bülbüller kuruluktaki küçük ağaçlarda yuvalarını yapmışlardı. Tomurcuklanan leylak fidanları, kıvırcık salkımları ve beyaz ve eflatun renklerinin karışımlarının ahenginden dolayı latif ve göz okşayan renkleriyle çiçeklerin açılma zamanının yaklaştığını ima ediyordu. "Bulu" ağaçlarının yaprakları batan güneşin baygın ışınları ile şeffaf birer safha halinde gözüküyordu. Akşama özel jale, çimenleri nemlendiriyordu. Bahçenin gerisinde bulunan havalide günlük işlerin son gürültüleri ağıla giren koyun sürüsünün sesleri ile sönüyordu. Nikon terasının önünde fıçı arabasıyla bahçedeki yolları çiçekleri, ağaçları suluyordu. Fıçının süzgeçli tenekesinden fışkıran en soğuk su serpintileri ay çiçeği fidanları etrafındaki toprak yığınlarında siyah daireler şekillendiriyordu. Terasın orta yerinde beyaz örtülü masa üzerinde gayet önemle silinmiş semaver parlıyor, kaynıyor; beri tarafta da gevrekler, peksimetler ve kaymak iştiha açıcı bir manzara teşkil ediyordu. Katya iyi bir ev kadını haliyle çay fincanlarını o tombul elleriyle yıkamıştı. O gün hamama gittiğim için çok iştiham vardı. Çayı beklemeden bir dilim ekmekle bir tabak kaymağı bir hamlede bitirdim. Üzerimde kılları açık ketenden yalnız bir buluz vardı. Yaş saçlarım bir mendille örtülmüştü. İlk defa Mikaloviç'i salon penceresinin arkasından Katya gördü: - Ah, dedi, şimdi biz de seni konuşuyorduk. Ben hemen üzerime bir elbise giymek fikriyle kalktım. Tam kapının eşiğinden atlayacağım zaman beni yakaladı: - Köyde de bu kadar merasimin gereği var mı ya! Bu sözleri söylerken mendil ile kapalı saçlarıma bakıyor, tebessüm ediyordu: - Siz Karakuvar'dan sıkılır mısınız? Hayır… O halde farz ediniz ki ben de bir Karakuvar'ım. Fakat bu esnada bana öyle bir bakış attı ki Karakuvar bana böyle bir nazarla bakamazdı. - Şimdi geleceğim, dedim ve sıvıştım. Mikaloviç arkamdan: - Lakin niçin gidiyorsunuz ya… Siz bu halinizle yeni evlenmiş genç ve güzel bir köylü kadına benziyorsunuz, diye bağırıyordu. Gayet hızlı bir şekilde elbisemi giyerken kendi kendime: - Aman ya Rabbi! Ne tuhaf, ne garip bakışları var! Fakat bana ne… Dönüşünden memnunum ya… O, yeter. Şimdi çok neşeliyim. Diye düşünüyordum… Aynaya hızlı bir bakış attıktan sonra çok sevinçli bir şekilde odamdan indim. Ona bir an evvel kavuşmak için hissettiğim şevk ve can atmayı belli ettirmeksizin koşarak terasa döndüm. Fakat yanaklarımda ateşli bir kırmızı tabaka belirmişti. Mikaloviç, masanın yanında bakıcıma işlerimizin işleyiş tarzından bahsediyordu. Beni görür görmez Katya le olan konuşmasını kesmeyerek yalnız tebessüm etti. Ben bu sohbetin halinden işlerimizin yolunda gittiğini, durumumuzun memnuniyet verici bir halde olduğunu anladım. Köyde yalnız yazı geçirecektik. Kışın – Sotya'nın eğitimini bitirmesi için – hoşumuza giden bir yere mesela Petersburg'a veyahut yabancı şehirlerden birisine gitmek için serbest bulunuyorduk. Birden bire Mikaloviç'e hitaben bakıcım dedi ki: - Ah! Siz de bizimle beraber gelseniz. Emin olun biz sizsiz gideceğimiz yerde, bir ormanda kaybolmuş gibi olacağız. Gülerek, yarım şaka yarım ciddi, cevap verdi: - Sizinle yalnız Petersburg'a veyahut başka bir yere gitmek değil, hatta bütün dünyayı dolaşırım. Lakin… Dedim ki : - O halde niçin gelmiyorsunuz? Mademki öyledir… Sizinle bütün dünyayı dolaşırız. (Tebessüm eder halde başını sallayarak): - Annem? İşlerim? Haydi, bu meseleyi şimdi bırakalım. Söyleyiniz, hikâye ediniz bakalım bana… Benim gitmemden beri nasıl vakit geçirdiniz? Yine zamanlarınızı can sıkıntısı ile merak ve endişe ile mi mahv ve heba ettiniz? Vaktimi bir sürekli çalışmayla geçirdiğimi, asla can sıkıntısı hissetmediğimi beyan ettikten, Katya da bu sözleri tasdik ettikten sonra bana birkaç övgü kelimesi ibzal etti. Ve manidar, okşayıcı bakışlarıyla – sanki bu yolda hareket etmek hakkına sahipmiş gibi – beni taltif etmek istedi. Bu anda; şimdiye kadar yapmış olduğum iyi şeyleri gayet samimiyetle kendisine nakletmek ve memnun olduğu bir nazar ile görmediği halleri saf ve nadim bir günahkâr gibi ayrıntısıyla itiraf eylemek için kendimde derin bir ihtiyaç hissettim. O akşam pek güzel geçti. Uzun süre terasta kaldık. O kadar derin ve samimi konuşuyorduk ki etrafıma bakmak için vakit bulamamıştım. Çiçeklerin nüfuz kuvveti gittikçe artmış, ruhu okşayan kokuları her tarafta yayılmıştı. Bolca şebnemlerle bahçe örtülüydü. Leylak fidanındaki bülbül titrek, baygın nağmelerle ezgi yaparken… Seslerimizden ürkerek susuyordu. Yıldızlı gökyüzü sanki bizi kucaklamak için üzerimize doğru iniyor gibiydi. Gittikçe sıklığı artan karanlığı; usulca terasın üzerine gerilmiş tentenin altına giren yarasanın beyaz şalımın etrafında kanatlarını çırpmaya başladığı vakit fark ettim. Gece kuşu gayet sessiz tentenin altından süzülüp bahçenin karanlıkları içinde kaybolduğu zaman öyle bir korku titremesi ile titredim ki az kaldı bağıracaktım. Mikaloviç lakırdıyı keserek: - Yazlığınızı ne kadar çok seviyorum! Bütün hayatımı burada bu terasın üzerinde böylece geçirmeye razıyım, dedi. - Pekâlâ! Sizi daima burada oturmaktan kim men ediyor? - Evet, daima oturmalı fakat hayat… O insanı her zaman böyle oturtmuyor. Katya söze karışarak dedi ki: - Niçin evlenmiyorsunuz? Siz pek mükemmel bir zevç olursunuz. Mikaloviç kahkahaları kopararak: - Daima oturmayı sevdiğim için değil mi, dedi, hayır… Katerin Karluna, hayır… Siz ve ben evlilikle alakamızı kestik. Herkes bana artık evlenebilecek bir adam nazarıyla bakmıyor. Ben ise zaten çoktan kendime bu nazarla bakmamaya karar vermiştim. Ve işte o zamandan beri de asude bir hayat geçiriyorum. Bana, bu sözleri zoraki bir güler yüzlülükle söylüyor gibi geldi. Katya dedi ki: - Ne düşünüyorsunuz? Henüz otuz altı yaşında olduğunuz halde şimdiden her şeyden elinizi çekiyor musunuz? - Evet. Her şeyden… Artık benim istirahatten başka bir arzum yoktur. Evlilik ise takip ettiğim hayat tarzına büsbütün aykırıdır. (Beni göstererek) Bu genç kıza sorunuz. İşte evlendirilecek biri… Bize gelince, biz onun saadetiyle mutlu olacağız. Bu sözleri zoraki bir lakaydlıkla söylemeye çalışırken ezalı söyleminde görünmez bir teessüf kokusu hisseder gibi oluyordum. Bir süre sustu. Katya ile ben bu suskunluğa katıldık. Sonunda iskemlesinin üzerinde dönerek: - Pekâlâ, dedi, farz ediniz ki münasebetsiz bir tesadüf neticesi olarak on yedi yaşında genç bir kızla evleneyim. Ve yine farz edelim ki bu genç kız Mary Alexandrovna olsun. Misal mükemmel… Ve onu seçmemden dolayı pek memnunum. Oh… Evet, ondan daha mükemmelini bulamam. Ben gülmeye başladım. Çünkü neden bu kadar memnun olduğunu ve ne için beni en güzel bir misal olarak gösterdiğini anlayamıyordum. Bana hitaben şaka tarzında dedi ki: - Pekâlâ… Bana bütün kalp saflığınızla beraber bana söyleyiniz bakalım. Cevval bir genç ruhtan kaynayan duygu ve hayallerinizle beraber benim gibi hayatının mühim kısmını yaşayıp ta artık istirahatten başka bir şey düşünmeyen bir ihtiyarla hayatınızı birleştirecek olursanız mutsuz olmaz mısınız? Ne cevap vereceğimi bilememekten doğan sıkıcı bir suskunluk ve tereddüd anı geçirdim. Mikaloviç gülerek devam etti: - Size evlilik teklifinde bulunmuyorum. Gayet serbestlikle cevap veriniz. Bahçede yalnız gezinirken benim gibi mi eş hayal edersiniz? Benimle evlilik sizin için bir felaket darbesi olmaz mı? - Hayır, bu benim için bir felaket değil. Fakat… Fikrimi tamamlamak için cevap verdi: - Fakat saadet te değil… - Hayır, fakat aldanmak ihtimali var da… Yeniden sözümü kesti ve sözünü Katya'ya yöneltti: - İşte görüyorsunuz ki pek çok hakkı var. Maşa'nın fikrini gayet serbestçe söylemesinden memnun oldum. Bu konuşmayı açtığıma pek isabet etmişim. Daha doğrusu hepsi bu kadar da değil. Bu evlilik benim için tasavvurumun üzerinde bir mutsuzluğa sebebiyet verirdi. Katya: - Ne garip bir tabiata sahipsiniz! Görülüyor ki hiç değişmemişsiniz, dedi ve ayağa kalktı. Akşam yemeğinin hazırlanması için terastan çıktı, gitti. Katya'nın gitmesinden sonra her ikimiz de sessizliğimizi koruyorduk. Her şey derin bir sessizliğe dalmış gibiydi. Yalnız bahçedeki bülbülün yakıcı nağmeleri, ruh okşayan ezgileri bahçeyi şevk ve sürurla dolduruyordu. Şimdi bülbülün sedasında akşamki çekingenliklerle korkulara bedel metanet hissolunuyordu. Bu sırada uzaklardan bir bülbül sedası bizim bülbüle cevap veriyordu. Şimdi bahçenin bülbülü – sanki komşusunun ezgisini dinlemek için – sustu. Sonra bütün bir şiddet ve kuvvetle terennüm etmeye, titrek ve eğlenici nağmelerini etrafa yaymaya başladı. Her iki kuş birbirlerine cevap veriyor ve sedaları, bizim için gizli sırlarla dolu bu gecenin derinliklerinde kocaman yayılıyordu. Bahçıvan Ser'e gitmek için evimizden geçti. Potinlerinin sesi bahçenin yollarında yankılanıyordu. Tepeden iki ıslık sesi işitildi. Ve sonra her şey derin bir sessizliğe daldı. Ağaçların yaprakları – his olunamayacak derecede – titriyor, gayet hafif bir rüzgâr darbesi tenteyi kımıldatıyor; terasta, oturduğumuz yerin etrafında derin, etkili bir koku yayılıyordu. Demin söylenen sözlerden sonra başlayan bu sükût bana azap veriyordu. Bununla beraber hiçbir kelime ile bu sükûtu ihlale muvaffak olamıyordum. Mikaloviç'e baktım. Bu yarım karanlık içinde parlayan bakışlarını bana atarak yavaşça dedi ki: - Oh! Yaşamak ne iyi şey… Kalbimden gayr-ı ihtiyari bir ah koptu. Mikaloviç sordu: - Ne dediniz? Ben tekrar ettim: - Evet, yaşamak iyidir. Sessizlik yine yeniden beni sıkmaya başlamıştı. Mikaloviç eşim olmak için pek ihtiyar olduğunu söylediği zaman kendisini üzdüğümü düşünmekten kendimi men edemiyordum. Kendisini teselli etmek istiyordum. Fakat bu vazifeyi nasıl ifa edebileceğimi bilmiyordum. Nihayet ayağa kalkarak dedi ki: - Artık gitmeliyim. Annem beni yemeğe bekler. Bugün onu hiç görmedim gibi bir şey… - Fakat ben size yeni bir sonat çalmak istiyordum. Gayet soğuk bulduğum bir tavırla: - Gelecek defa çalarsınız, dedi. Ve vedalaştı. Şimdi bu zavallı adamı en nazik bir yerinden yaraladığımı hissederek ona acıyordum. Katya ile beraber Mikaloviç'i kapının önüne kadar teşyi ettik. Ve yol üzerinde bakışlarımızla kendisini takip etmek için avluda kaldık. Atının ayak sesleri kaybolduğu zaman terasa döndüm. Yeniden şaşkınca bahçeyi, gecenin sessiz manzarasını seyre daldım. Hafif bir sis etrafı kuşatmıştı. Kalbimin sevkiyatına uyarak düşünce ve hayallere koyuldum. Mikaloviç bundan sonra iki üç defa daha bize geldi. Evvelki buluşmamızın sıkıcı, üzücü eserleri beynimizde artık tamamen silinmiş oldu. Bütün yaz Mikaloviç haftada düzenli olarak haftada iki veya üç defa bizi ziyarete gelirdi. Ve ben bu ziyaretlere o kadar alışmış, o kadar ısınmıştım ki gecikmesi beni tatsız bir yalnızlık içinde bırakırdı. Mikaloviç bana genç ve saygı duyulan bir arkadaş gibi muamele ediyor, bana sualler soruyor, nasihatler veriyor, kalbimi kendisine açmamı istiyor, beni teşyi ve bazı kere de azarlıyor ve hamlelerimi, yaramazlıklarımı çocukluklarımı zapt ve idareye çalışıyordu. Fakat bana akranca muamele etmek için harcadığı bu çaba ve gayretlere rağmen kendisini açık etmek istemediği bir gizliler âleminin gizli derinliklerinde görür gibi oluyordum. O, benim bu gizli emelleri bilmemi lüzumsuz addediyordu. Katya ile yazlığımızdaki komşularımız aracılığıyla öğrendim ki Mikaloviç annesine, işlerimizin iyi gitmesine ve kendi emlakının idaresine harcadığı dikkat ve özenden başka hiç sevmediği ve kendisine pek sıkıcı göründüğü eğlence salonlarında, müsamere ve balolarda vakit israf etmeye mecbur oluyordu. Bununla beraber kendisine, hayatı geçirme tarzına, kalbi emel ve tasavvurlarına dair hiç bilgi edinmeyi başaramıyordum. Her ne zaman konuşmamızı bu konuya yönlendirsem hemen yüzünde beliren ekşime ile şunu demek istiyordu: - Bunların size ne alakası ve faydası olabilir! Ve derhal konuşmanın akışını güzel bir sapma ile değiştirirdi. Bu ihtiyat ve çekinme öncelikle bana münasebetsiz göründü. Fakat sonra daima bana ait şeylerden bahsetmesine o kadar alıştım ki bu konuşma konusunu pek doğal bulmaya başladım. Başlangıçta beni memnun etmeyen ve sonraları pek hoşnut eden Mikaloviç'in diğer bir kişisel özelliği daha vardı ki o da maddi özelliklerim hakkında pek lakayt bulunması… Daha doğrusu güzelliğime hafife alan bir nazarla bakmasıydı. Asla ne ufak bir nazarla, ne de naçiz bir takdir kelimesiyle güzelliğimi ima etmek istemiyordu. Bilakis başkaları onun yanında bana lüzumundan fazla iltifat gösterecek olursa alaycı tebessümlerle gülmeye, yüzünde – bilmem nasıl bir gizli güzellikle – yüz ekşime belirtileri belirmeye başlar. Fakat benim kusurlarımı, hatalarımı keşfetmekten pek hazzeder, hatta bununla beni kızdırmayı pek severdi. Özel günlerde, Katya son moda elbiselerimin en güzidelerini giydirerek beni süslemeyi, tuvaletimi düzeltmeyi pek severdi. Ziyaretlere hazır olduğumu gösteren şu süslemenin görkemi Mikaloviç'in çok etkilenmesinden doğan alaycı hislerini hareketlendirip şiddetlendiriyor ve – yalnız kadın kalplerini derin bir saadetle dolduran – bütün bu değerli süslenme arzusuna tamamen mani oluyordu. Bu hal saf yürekli Katya'nın canını sıkardı. Katya kendi fikrince karar vermişti ki Mikaloviç beni kendi zevkine uygun buluyor ve o anlamıyordu ki Mikaloviç tercih edip seçtiği gayet muhteşem ve nazarları süsleyen bir manzara altında hayat âleminde arz-ı endam eylemesini görmeyi tahammül edemiyor. Bana gelince: Ben dostumun fikrini tamamıyla anlamıştım. O beni daima kendini beğendirmeye çalışan şık, güzel ve işve sahibi, heveskâr bir kız addediyordu. Kendisinin şu fikrini anlar anlamaz ne özel günlerdeki tuvaletlerimde, ne de her günkü saçlarımın düzen şeklinde ufak bir süsleme çabasının hafif bir gölgesini bile göstermemeye çalıştım. Sadeliğin ne olduğu bilinemeyen yaşıma rağmen kendimi derin, sabit bir sadeliğe bıraktım. Beni sevdiğini biliyordum. Fakat beni bir kadın gibi mi, yoksa bir çocuk gibi mi seviyordu? Bunu anlamak istemiyordum. Onun aşk ve muhabbetini ve daima bana dünyanın en mükemmel, en güzide bir kızı nazarıyla bakmasını arzu ediyor ve benim hakkımdaki şu teveccühlerin, şu hislerin artmasını istemekten kendimi alıkoyamıyordum. Bana öyle geliyordu ki o, benim saçlarımı, ellerimi, yüzümü, tavır ve hareketlerimi, dış vasıflarımı… Özetle onu aldatmaya çalışmaksızın hiçbir şeyini değiştirmeye güç bulamadığım doğal özelliklerimi daha ilk bakış darbesinde takdir etmişti. Fakat kalbimi asla anlamamıştı. Buna sebep evvela kalbimin onu sevmesi ve sonra da kendisi hakkında yeni ortaya çıkan bir aşk hissi ile gelişmiş olmasıydı. Bu konuda ben ona halimi sezdirebilirdim ve sezdirdim. Bütün bunları anladığım zaman Mikaloviç'in bulunduğu çevrede bulunmaktan derin, yüksek bir zevk duymaya başladım. Artık sebepsiz kalbi sıkıntıya duçar olmadığım gibi hayatımın akış şeklinden de sıkıntı duymuyordum. Hissediyordum ki Mikaloviç oturmuş veya ayakta durmuş olduğu halde, karşıdan veya yandan… Saçlarım düzenli veya perişan olsun, beni temaşa etmekten zevk buluyordu. O, beni artık tamamıyla anlıyor ve yanımda bulunmaktan daima memnun ve hoşnut oluyordu. Öyle zannediyorum ki – alışılmışın dışında – başkaları gibi bana güzel olduğumu söyleyeydi hiç zevk haz hissetmeyecektim. Onun hoşuna giden bir fikirle duygulandıkça kalbim nasıl bir sevinç parıltısıyla nurlanıyor, nasıl büyük bir saadetle doluyordu. İşte o zaman İltifat manasıyla dolu nazarlarını üzerime yöneltir, taze renk vermeye çalıştığı heyecanlı ve etkili sedasıyla: - Evet… Evet… Sizde bir şey var. Bunu anlayacağım. Siz gerçekten güzide bir kızsınız, derdi. Kalbimi gurur ve iftiharla dolduran bu iltifatlara beni layık kılan şey nedir? Pek önemsiz bir şey: Karakuvar'ın hakkımda beslediği samimi muhabbete karşı gösterdiğim meyil kalp samimiyeti… Yahut ince bir şiir, duygusal bir romanın gözlerimden yaşlar akıtacak derecede beni hüzün ve heyecanla titretmesi… Daha sadesi "Mozart'ı" "Şulhuf'a" tercih edişim. Kendisinin hoşuna gitmek için neler arzu ve ne yolda hareket etmem lazım geleceğini bana keşfettiren tuhaf hissi bizzat ben de tuhaflıkla karşılıyordum. Hâlbuki hakikatte iyiyi fenadan ayırt edecek kudrette bile değildim. Adetlerim ve hoşuma giden şeylerin çoğu onunkiyle uyuşmuyordu. Fakat daha önce hislerimi okşayan zevklerin bütün şiiriyet ve güzelliğini kaybetmesi için onun bir kaş çatması, bir küçük düşürücü bakışı, bir sıkılan yüzü kâfiydi. Bana bir şey sordukça gözlerimin içine bakıyordu. Ve ben ruhumun derinliklerine işlemek isteyen bu nazarlardan hislerimi bildirmemi isteyen bir mana kokluyordum. Ömrümün geçiş tarzını ansızın bir vuruşla kolaylaştıracak ve annemin vefatından beri yoğun karanlıklara boğulmuş hayatımı saadet nurlarıyla ışıklandıracak derecede kalbimde büyüleyici bir tesir oluşturan Mikaloviç'in duygu ve düşünceleri benimki ile artık latif ahenkli bir uyuşma teşkil ediyordu. Yavaş yavaş her şeyi başka bir nazarla tetkik ve tahlil etmeye başlıyordum. Katya, Sotya, hizmetçilerimiz… Hatta kendim ve uğraşılarım hakkındaki bakış açım büsbütün değişmişti. Eskiden sadece vakit geçirmek için kitap okurdum. Hâlbuki şimdi kitap okumasından aşırı derecede lezzet duyuyordum. Çünkü kitapları getiren, benimle beraber okuyan, onlar hakkında okuma açıklamaları yapan Mikaloviç idi. Önceden küçük kardeşim Sotya'nın eğitim ve terbiyesi için ayırdığım saatler bana pek uzun, pek ağır gelirdi. Bu benim için pek büyük sorunlarla ifa edebildiğim sıkıcı bir vazife hükmündeydi. Öğrencime ders verip te onun öğrendiğini görmek bence bir mutluluk telakki edilmek için Mikaloviç'in bir defa dersimde bulunması yeterli olurdu. Önceden musiki parçasını ezberden çalmak bence imkânsız görünürken şimdi onun beni dinleyeceği ve belki bazı takdir edici kelimeler de sarf edeceği fikri, bana o musiki parçasını değil bir defa hatta kırk defa bile tekrar etmek cesaret ve kuvvetini bahşediyordu. Gerçekte öyle şiddetli bir coşkun arzuyla piyano çalıyordum ki zavallı Katya evi müthiş kasırgalarına boğan bu müzik tufanı altında bunalarak kulaklarını pamukla tıkamaya mecbur oluyordu. Bakıcımın şu hali ise benim aynı şiddet ve hevesle piyano çalmama mani olmuyordu. Musiki konusunda gösterdiğim şu manidar arzu bir şevk ve heyecan nüktesi oluşturuyor gibiydi. Ruhum gibi tanıyı canım gibi sevdiğim Katya'ya varıncaya kadar her şey bana yeni bir manzara altında görünüyordu. Bizim için samimi bir dost şefkatli bir anne ve aynı zamanda da sadık bir varlık olmaya Katya'nın hiçbir mecburiyeti olmadığını ancak o zaman farkına varmıştım. Bu saygın varlığın şimdiye kadar bizim için ettiği fedakârlığın yüksekliğini, hakkımızda beslediği muhabbet ve şefkatin samimiyet derecesini tekdir etmeye ve bütün hayatımı kendisine borçlu olduğumu hissetmeye başlayarak bakıcımı bir kat daha seviyordum. Mikaloviç'in tesir ve nüfuzu altında adamlarımıza, köylülerimize, hizmetçilerimize de büsbütün başka bir nazarla bakmayı öğrendim. Bu ana kadar çevresinde yaşadığım bu saf ve fedakâr adamların hakkımda pek büyük bir muhabbet beslediklerini ancak şimdi anlayabildim. Bahçemiz tarlamız, gölgeli ağaçlarımız birden benim için yeni bir güzellik manzarasına bürünüyordu. Mikaloviç'in " dünyada bahtiyar olmak için yalnız bir çare var." Meğerse boşuna değilmiş. Gerçekte insanın bu hayat sahnesinde " başkası için yaşamak…"tan hissettiği saadete sınır yokmuş. Mikaloviç'in söylediği bu mutluluk vasıtası bana pek garip görünmüştü. Ben bundan bir şey anlamıyordum. Bununla beraber düşüncem bu cümlenin anlatmak istediği manayı anlamadıysa da yine o büyüleyici cümle ruhumun derinliğine nüfuz etmekten uzak durmuyordu. Hayatımın geçiş tarzını büyük bir değişikliğe uğratmadığı halde Sergey Mikaloviç gözlerim önüne bütün bir saadet hayatı açtı. Çocukluk dönemimden beri adet edindiğim bütün şeylere karşı şimdi büyük bir lakaytlık hissediyordum. Vakit oluyordu ki her şey kendisine özel bir manidar dil takınarak ruhumla konuşuyor ve o duygu kabını saadetlerle dolduruyordu. Bu yaz çoğunlukla odama çıkar ve yatağımda uzanırdım. Fakat bu durağanlık dakikalarında evvelki gibi ruhuma azap veren bilinmez arzular, ümitler yerine bir coşku, bir saadetin yavaş yavaş kalbime işlemesini hissediyor, yumuşak ve sıcak bir okşayıcı havayla ruhumu okşayan bu saadet içinde bir türlü uyuyamıyordum. İşte o zaman yatağımdan kalkar, Katya'nın yatak ucuna oturur ve kendisine mesut olduğumu söylerdim. Bununla birlikte o saadetimi keşfetmek için itiraflarıma ihtiyaç göstermiyor, ancak kendisinin de tamamıyla bahtiyar olduğunu söylemekle yetiniyordu. Ve sonra beni en samimi iltifatlarla kucaklıyordu. Samimiyet çevremde bulunanların mutluluğuna inanmak ihtiyacını hissettiğim için bakıcımın bu mutluluk teminatına hemen inanıyordum. Fakat Katya uyku zamanı olduğunu da unutmuyor, iltifat edici bir azarlama tavrıyla beni yatağından kaldırarak uykuya kendisini teslim ediyordu. Ben ise beni mutlu eden bütün bu şeyleri düşünmekten kendimi engelleyemiyordum. Bazı kere de yatağımdan fırlar bana ihsan eylediği saadetten dolayı Cenab-ı Hakk'a bitmek tükenmek bilmeyen bir konuşma bolluğuyla dua ederdim. Bir akşam odada derin bir suskunluk hüküm sürüyor ve uyuyan Katya'nın nefesi ile yanında duran saatin hafif ve düzgün gürültüsünden başka hiçbir şey işitilmiyordu. Yatağımın içinde donmuş, yanımdaki haçı öperek yavaş yavaş dua ediyordum. Kapı ve pencereler kapalı idi. Akşamdan içeride kalmış bir sinek vızıldayarak uçmaya başlamıştı. Ve beni saadet yorgunu bu samimi ve ciddi istiğraktan bilinemez nasıl bir gizli hisle aşırı lezzet aldığım için bu büyüleyici suskunluğun ebediyete kadar sürmesini arzu ediyordum. Bana öyle geliyordu ki fikirlerim, hülyalarım, dualarım esir-vari birer akışkan şekil kazanarak benimle beraber bu karanlıklara gömülü odada yaşıyor, yatağımın etrafında uçuşuyor, süzülüyor, üzerime doğru yaklaşıyordu. Hayallerimde tecelli eden fikir ve duyguların her biri onun duygularının özeti idi. Fakat bütün bunlar aşk mıdır? Bilmiyordum. Yalnız arzu ettiğim bir şey varsa o da bu kadar kolaylıkla doğan bu tatlı ve ince hissin ebediyen sürmesiydi. 3 Hasad zamanı bir gün yemekten sonra Katya ve Sotya ile beraber bahçeye gelip ıhlamur ağaçları altındaki kanepeye oturduk. Mikaloviç'i üç günden beri görmemiştik. Ziyaretini bekliyorduk. İdare memuru vekili, işleri teftiş için onun geleceğini söylemişti. Gerçekten saat ikiye doğru, uzaktan hayvanla tarlaya girerken gördüm. Katya onun iççin şeftali ve kiraz toplanmasını söyledikten sonra bana tebessüm ederek baktı. Bunu takiben sıranın üzerine uzandı. Güya uyumaya başladı. Ben ıhlamur ağacından yaprakları iri ve çok bir dal koparıp uyumayı taklit eden bakıcımın üzerinde bir yelpaze gibi sallamaya başladım. Aynı zamanda da hem elimde bulunan kitabı okuyor, hem de tarla tarafına… Mikaloviç'in yanımıza gelmek için geçeceği yola bakışlarımı yöneltiyordum. Sotya yaşlı bir ıhlamur ağacının kenarına oturmuş, bebeği için mini mini bir köşk yapmaya çalışıyordu. Sıcaklık son derece şiddetliydi. Hiç rüzgâr esmiyor, bir yaprak bile kımıldanmıyordu. Bulutlar siyah birer küme halinde bir tarafa yığılıyordu. Sabahtan beri devam eden şu müthiş hal bir fırtınanın çıkacağına işaret ediyordu. Ben fırtınadan önce daima heyecanlar hissederdim. Bununla beraber akşama doğru, her taraftan bulutlar dağılmaya ve güneş saf ve şeffaf bir semada ışıklarını yaymaya başladı. Bununla beraber gök gürültüsü uzaktan gürlüyor, ara sıra ufukta beliren yoğun bir bulut arasından sönük, eğik bir güneş resmi çıkıyordu. Herhalde o gün fırtınanın çıkmayacağı aşikâr idi. Bahçenin ötesinden kısmen görünen yol üzerinde ot demetleri taşıyan arabalar kesintisiz gıcırdayarak gidiyor, işlerini bitiren köylülerin bindikleri boş arabalar da büyük bir gürültü ile dönüyordu. Yaprakların arasından devirli bir hareketle yükselip adeta hava tabakalarında hareketsiz duruyor gibi görünen yoğun bir toz bulutu gözleniyordu. Daha aşağı taraflarda da aynı araba gürültüleri, gıcırtıları işitiliyor, yaldızlı ot yığınlarının aheste aheste geçtikleri ve sonra kayboldukları görülüyor, uzakta bulunan değirmenler ise sivri çatılı evler şeklinde göze görünüyordu. Daha uzaklarda tozlu tarla üzerinde arabalar, altın renkli ot yığınlar seçiliyor, tekerleklerin düzenli ve lülelerine karışan şarkılar belirsiz bir ahenk halinde işitiliyordu. Diğer bir taraftan da, tarlanın biçilen kısmı daha iyi görünüyor, biraz da sağda karmakarışık duran yığınlar arasında demet bağlayan kadınların fistanları fark olunuyordu. Hâsılı tarlada büyük bir muntazam faaliyet görülüyordu. Hasat vaktinin bitimini bildiren bu manzara beni üzdü. Artık yaz sonbahara yerini bırakmıştı. Bununla beraber toz, sıcaklık her tarafta hükmünü sürdürüyordu. Bunlardan yalnız bahçede sığınılacak bir yer edindiğimiz yer müstesna idi. Bu sıcak ve ağır havanın, bu yakıcı ateş saçan güneşin altında hasatçılar bir taraftan diğer tarafa küme küme gidip geliyorlar, gürültü ile konuşuyorlar, telaşla hareket ediyorlardı. Gölgede bulunan sıranın üzerine uzanmış olan Katya beyaz patiska mendilinin altında yavaşça nefesleniyor, leziz ve taze kirazlar iştah açıcı bir şekilde sepet içinde parlıyordu. Elbisemiz bana hiç bu kadar temiz ve güzel görünmemiş, sürahideki su ışık yansımasıyla hiç bu kadar nazarı süsleyen renkler meydana getirmemişti. Ben de hiç bu derece hayat-efza bir mutluluk hissi ile duygulanmamıştım. Fakat herhalde hissetmiş olduğum mutluluğun bir gaflet eseri olmadığını da düşünüyordum. Lakin benim bu saadetime kim katılacak? Bütün kadınlık kimliğimi bu saadetlerimle beraber kime ve nasıl vereceğim? Güneş karşıki tepenin arkasından kaybolmuştu. Tozlar da birden dağıldı. Ufuk batan güneşin eğimli ziyaları içinde daha saf ve parlak şekilleniyordu. Bulutlar tamamıyla dağılmıştı. Ağaçların arasından, girişten köylülerin henüz çıktıkları üç değirmen çatısı seçiliyor, arabalar süratle hareket ediyor, hasatçılar neşeli ve handan bağrışıyor şüphesiz bütün bu acele bir mesai gününün daha sona erdiğini gösteriyordu. Köylü kadınlar da omuzlarında taraklar, kuşaklarında ot demetleri bağlanmış, gayet neşeli türkü çağırarak ikametgâhlarına dönüyorlardı. Lakin Sergey Mikaloviç geri dönmüyordu. Hâlbuki onun tepeden indiğini göreli çok olmuştu. Nihayet bakmakta olduğum cadde üzerinde göründü. Hendeği dolaşıyordu. Hızlı ve arkası kesilmeksizin adımlarla, güleç ve şaşaalı bir yüzle şapkası elinde, bana doğru geliyordu. Katya'nın uyuduğunu görür görmez dudaklarını ısırdı, gözlerini kapadı. Derhal onun, ara sıra bilinmez nasıl bir his sebebiyle hâsıl olup bizim latife tarzında "vahşi sevinç" diye adlandırdığımız, bir şevk ve neşe girdabı içinde bulunduğunu anladım. Böyle zamanlarda o, dinlenme vakitlerinde kuvvetli bir istek fışkırmasıyla oyun oynayan bir mektep çocuğu gibi olurdu. Şimdi bütün varlığı bir hoşnutluk ve mutluluk havası soluyor, ancak gençlere özel bir faaliyet ve uyanıklık ile parlıyordu. Elimi sıkarak hafif bir seda ile dedi ki; - Bonjur, bonjur… Genç menekşe… Nasılsınız? İyi misiniz? Ben de hatırını sorunca cevaben: - Ben iyiyim. Adeta on üç yaşında gibiyim. Hatta bir gün bile fazla değil. Hayvanla oynamak, ağaçlar üzerine tırmanmak için çılgın, önüne geçilmez bir arzu hissediyorum, dedi. Gülümseyen gözlerine bakarak, vahşi dediğim bu sevincin benim de kalbimi teshir ettiğini hissederek cevap verdim: - Siz yine şiddetli bir neşe kasırgası dönüyorsunuz. Gözlerini kapayarak ve bir kahkahayı zorla tutmaya muvaffak olarak dedi ki: Evet… Fakat siz niçin Katya'nın burnuna vuruyorsunuz? Meğerse onu görmekten doğan hoşnutlukla Katya'yı hala yelpazelemekte devam ediyor, elimdeki dalın yapraklarıyla bakıcımın yüzüne hafif darbeler indiriyormuşum. Gülmeye başladı. Katya uyandırmaktan çekiniyormuşum gibi yavaş bir sesle Mikaloviç'e: Göreceksiniz ya… Uyumadığını söyleyecek, diyor fakat hakikatte Katya'yı uyandırmamak için değil belki Mikaloviç'e böyle gayet hafif sesle lakırdı söylemekte anlatılamaz bir zevk duyduğum için yavaş söylüyordum. O sevildiğimi işitmiyormuş gibi bir tavır ile cevap olarak yalnız dudaklarını kımıldatmakla yetiniyordu. Sonra kiraz sepetini görüp hemen aldı, ıhlamur ağacı altında bebekleri ile meşgul Sotya'ya koştu. Bebeklerin üzerine oturdu. Küçük kardeşim şu hali görür görmez kızdı. Fakat Mikaloviç yemişleri gösterip te hangisinden yiyeceğini sorunca hemen barışmış oldular. Bunun üzerine ben: - Daha kiraz getireyim mi? Yoksa beraber bizzat gidip ağaçlardan mı koparalım? Dedim. Mikaloviç sepeti aldı. İçerisine bebekleri koydu. Meyve bahçesine doğru koştu. Sotya gülerek arkasından gidiyor, bebeklerini kendisine iade etmesi için paltosunun eteklerinden çekiyordu. Ciddi bir tavırla bebeklerini verdi. Ve bana döndü. Şimdi her ne kadar Katya'nın uyanması için çekinerek ve sessizce konuşmaya gerek kalmadıysa da Mikaloviç – bilinmez neden – yine gayet yavaş sesle dedi ki: - Ne… Nasıl, size menekşe demeye hakkım yok mu? Bugün mesainin bütün tozlarından, tahammülsüz sıcaklarından, sıkıntı ve eziyetlerinden sonra bu latif ve mest eden çiçeğin kokusunu koklamak için ancak sizin kokulu, lezzetli samimi çevreniz içinde bulunmalıyım. Bu sözlerden hissettiğim heyecanlı sevinci sezdirmemek için hemen sordum: - Nasıl, tarla işleri yolunda gidiyor mu? - Pek yolunda… Bugün siz gelmezden önce bahçeden nasıl çalıştıklarını seyrediyordum. Ben burada böyle atıl ve tembel bir şekilde vakit geçirirken onların orada, yakıcı güneşin altında benim istirahatimi temin için takati mahveden bir gayretle çalıştıklarını gördükçe kendimden utanıyordum. Sözümü keserek ciddi bir tavır, bakışlarımın derinliklerine kadar nüfuz eden okşayıcı bir nazarla: - Yok, azizem, dedi, böyle felsefe yapmanın lüzumu yok. Bu adeta çocukluk… Bilmez misiniz ki köylüler böyle sabahtan akşama kadar kızgın güneşin altında çalışmaya mecburdur. Ve zaten bu, onlar için büyük bir hayat zevkidir. Herkesin sosyal seviyesi bir olmaz ya… Rica ediyorum! Böyle bir daha beyhude fikirlerde bulunmayınız! - Fakat bunları yalnız size söylüyorum. - Biliyorum… Biliyorum… Lakin kirazlarımız? Meyve ağaçlarının bulunduğu yer kapalıydı. Bahçıvanların hepsi tarlada olduğundan orada kimse yoktu. Sotya anahtarı getirmek için koştu. Fakat onun dönmesini beklemeyen dostumuz duvarın üzerine çıkıp meyve ağaçlarının olduğu yere atladı. Duvardan bana bağırdı: - Kiraz ister misiniz? Sepeti uzatınız… - Hayır, ben kendim toplayacağım. Anahtarı aramaya gidiyorum. Sotya şimdi gelmedi. Bu esnada ne yaptığını görmek için çılgın bir arzuya kapıldım. Onu kimsenin görmemesi için kim bilir nasıl telaşlı bir hal ve hareketle kiraz topluyordu. Ayaklarımın uçlarına basarak, usulcacık duvarın etrafını dolaştım. Duvarın açılan bir yerinde boş bir fıçı duruyordu. Fıçının üstüne çıktım. Duvar ancak belime kadar geliyordu. Biraz öne eğilmekle bahçenin içini iyice görebildim. Şimdi geniş yapraklı, dalları latif ve iştiha açıcı siyah kirazlarla dolu bu yaşlı ağaçların oluşturduğu manzara gözümün önüne serilmişti. Başımı biraz daha ileriye eğerek büyük bir kiraz ağacı kütüğü arkasında aradığımı gördüm. Şüphesiz o benim gittiğimi zannederek kimsenin kendisini göremeyeceğine inanmıştı. Ağaç kökleri üzerine oturmuş, başı açık, gözleri kapalı, bir kiraz tanesini elinde döndürüyordu. Birden omuzlarını kaldırdı. Gözlerini açtı. Bir şey mırıldandı ve tebessüm etti. Bu tebessüm ve mırıldanma bana o kadar garip, o kadar acip göründü ki kendisini tecessüs ettiğimden dolayı büyük bir mahcubiyet hissettim. "Maşa" diye bana hitap işitir gibi oldum. Sonra kendi kendime: Hayır, bu olamaz, dedim. - Sevgili Maşa! Bu övgü nidası eskisinden daha okşayıcı bir açıklık ile tekrarlandı. Bu defa gerçekten bir ses işitmiştim. Kalbim o kadar kuvvetle çarpmaya; belirsiz bir hoşnutluk, yasak bir saadet gibi bütün varlığımı öyle şiddetle doldurmaya başladı ki düşmemek ve kendimi teessüf gerektirecek bir hale sokmamak için iki elimle duvara dayanmaya mecbur oldum. Bu hareket benim varlığımı Mikaloviç'e açık etti. Titrek bir tavırla etrafına baktı. Gözlerini eğdi. Bir çocuk gibi kızardı. Bana bir şey demek istiyor fakat başarılı olamıyordu. Yüzü gittikçe alevleniyordu. Bu sırada bana bakarak tebessüm ediyordu. Güleç bir yüzle kendisine seslendim. Bütün yüzünden bir sevinç parıltısı saçılıyordu. Artık bu, beni baba gibi iltifatlara daldıran, nasihat ve iyiliğimi isteyen teşviklerde bulunan yaşlı bir amca değil, beni seven ve tatlı bir titretişle korkutan, benden karşılık olarak gördüğü muhabbetle utanmalara, tereddüt ve çekingenliklere yakalanan bir dost idi. Karşılıklı bir kelime etmeksizin birbirimize bakarken birden ciddi bir tavırla doğruldu. Ansızın dudaklarındaki tebessüm silindi. Gözlerindeki heyecan şaşaası söndü. Ve ondan sonra – yanımızda uygunsuz bir şey ortaya çıkmış ta beni tedbir ve ihtiyata davet ediyormuş gibi – koruyucu bir soğuk tavırla: - Lakin siz oradan inseniz… Bir yerinizi inciteceksiniz. Saçlarınızı düzeltiniz. Kendinize geliniz. Böyle neye benziyorsunuz? Kendi kendime: ((Bu komediye ne lüzum var? Benim neden böyle canımı sıkıyor?)) diye düşünüyordum. Bu esnada şu hareketin ciddi olup olmadığını anlamak, kendisi üzerinde oluşturduğum tesir ve nüfuzu denemek için karşı konmaz bir arzu hissettim. - Hayır, dedim, kirazları kendim toplayacağım. Ve ellerimi en yakın bulunan ağaca sararak duvarın üzerine atladım. Mikaloviç hemen gelip beni düşmekten korumak için elini uzatmak istedi ise de o vakte kadar ben bahçeye atlamıştım bile. Yine kızarak: - Neler yapıyorsunuz! Diye bağırdı. Heyecanını memnun olmayan bir yüzle gizlemeye çalışıyordu. - Az kaldı kendinizi sakatlayacaktınız. Bakalım şimdi buradan nasıl çıkacaksınız? Öncekinden daha fazla üzgün görünüyordu. Fakat bu defaki üzüntü ve heyecanı beni sevindirecek yerde ürküttü. Ben de kendimde şaşkınlık belirtileri hissettim. Kızardım. Heyecanımı göstermemek için kiraz toplamaya başladım. Kendi kendimi azarlıyor, bu şekilde hareket ettiğime pişman oluyordum. Korkuyordum. Her ikimiz de susuyor, hiçbir kelime söylemiyor ve bu halden muzdarip oluyorduk. En nihayet Sotya gelerek anahtarı getirdi. Ve bizi bu zor ve tahammülsüz yerden kurtardı. Lakin uzun süre birbirimize bakmaya cesaret edemeyerek yalnız kardeşimle konuşuyorduk. Biraz sonra Katya'nın yanına gittik. O, hiç uyumadığını, konuştuğumuz lakırdıların hepsini işittiğini bize söylüyordu. Ben biraz sükûnet buldum. Mikaloviç tekrar baba gibi ve koruyucu tavrını takınmaya çalıştıysa da buna muvaffak olamadı. Zira onun bu düzme ciddiyetleri artık üzerimde evvelki etkiyi oluşturmuyordu. Bundan birkaç gün evvel yaptığımız konuşma birden bütün bir şiddet ve açıklıkla hatırıma gelmişti. Katya bir erkek için sevgisini açığa vurmasının bir kadına nisbeten pek kolay olduğunu iddia eylemişti. Demişti ki: - Bir erkek daima aşkını açığa vurup sezdirebilir. Kadın ise buna asla cesaret edemez. Mikaloviç cevaben: - Benim fikrimce erkek de aşkını açığa vuramaz ve vurmamalı da. Ben hemen sormuştum: - Niçin? - Zira aşk itirafı çoğunlukla sahte olur, sevdanın samimiyetini bozar. Mesela bir insan sever. Fakat ebediyen seveceğini nasıl keşfedebilir? Sevdiğini tamamen hissetse bile bir erkeğin bir kadına ((seni seviyorum!)) demesi pek zordur. Hem ben öyle zannederim ki ((seni seviyorum!)) eskimiş cümlesini israf edenler çoğunlukla yanılırlar yahut başkalarını aldatırlar ki neticesi pek müthiş olur. Katya sordu: - Eğer kendisine bir şey söylenmezse bir kadın sevildiğini nasıl anlayabilir? - Bilmem… Herkesin aşk duygularını beyan etmek ve sezdirmek için kendisine özel bir tavır ve hareketi vardır. Seven adamın hisleri ve aşk derdi mutlaka belli olur. Ben hikâyelerde, roman kahramanlarından birinin diğerine ((ah! Seni seviyorum… Elanor!)) diye ilan-ı aşk ettiğini okuduğum zaman her iki kahramanda da bir olağanüstülük göremediğim için, doğrusu ya, aşk duygularının sıhhatinden emin olamıyorum. Bütün bu sevenlerde derin, hakiki bir samimiyet hissedemiyorum. Aynı çehre… Aynı eda… Aynı nazarlar… Ve aynı konuşma ahengi… Bu latifeyle karışık nüktelerin bana özel ciddi kinayeleri barındırdığını anlıyordum. Lakin roman kahramanları mevzu-u bahis olunca Katya latifeyi bertaraf edip bağırdı: - Hep daima böyle garip fikirler ortaya koymaktan nasıl lezzet alırsınız, bilmem ki! Şimdi serbestçe söyleyiniz bakalım bana. Bu ana kadar hiçbir kadına: ((Seni seviyorum!)) demediniz mi? Gülerek cevap verdi: - Hayatım boyunca buna benzer hiçbir söz israf etmediğim gibi hiçbir kadının ayakları önünde diz çökerek sevdakar yalvarışlarda da bulunmadım. Ve asla da bulunmayacağım! Bu sözleri düşünerek kendi kendime diyordum: ((Aşkını bana itiraf etmek için hiçbir ihtiyaç hissetmiyor. Bununla beraber beni sevdiğini anlıyordum. Lakayt görünmek için harcadığı çaba ve gayretler fikrimi asla değiştirmeyecektir.)) Arkamdan yemek salonuna girerek dedi ki: - Bana bir parça bir şey çal! Çoktan beri sizi dinlemedim. Cevaben: - Ben de bunu düşünüyordum, dedim ve gözlerimi bütün bir nüfuz şiddetiyle gözlerine dikerek ilave ettim: - Bana darılmadınız değil mi Mikaloviç? - Niçin darılayım? Kızararak cevap verdim: - Yemekten sonra söylediklerinizi dinlemediğim için. Maksadımı anladı, başını salladı ve tebessüm etti. Bakışı ile bizim azarlamaya layık olduğumuzu, fakat kendisini bunu yapmak için kuvvet ve metaneti olmadığını anlatıyor gibiydi. Piyanonun karşısına oturarak sordum: - Artık aramızda hiçbir şey yok, barıştık değil mi? - Hay, hay… Gece Mikaloviç benimle az konuştu. Fakat aşkını – istemeyerek, kalbinin duygusal fışkırışına karşı koyamayarak – hareketleriyle, nazarlarıyla, hatta Katya ve Sotya'ya söylediği sözleriyle belli ediyordu. Artık aşkından şüphe etmiyordum. Fakat kendisine acıyor, huzurunun bizim için ne derece sevinç gerekliliği olduğunu hissediyor, erkeklik vakar ve gururunu kirletmemek maksadıyla âşıkane duygularını gizlemesine ve bana yapmacık bir soğukluk göstermesine hak veriyordum. Bununla beraber etmiş olduğum münasebetsizliğin hatırlaması bana cinayet işlemişim gibi azap veriyordu. Bana olan özel hürmetinin bahçe duvarından atladığımdan beri tamamen bittiğini zannediyordum. Çaydan sonra piyanonun yanına gittim. O da geldi. Bu yüksek tavanlı geniş salon, yalnız piyano üzerine konulmuş iki mumun yaydığı hafif ışıkla aydınlanıyordu. Şeffaf bir mehtaplı gece açık pencerelerin arasından bize tebessüm eyliyordu. Her şey derin, esiri bir sessizliğe dalmıştı. Mikaloviç arkamda oturmuştu. Kendisini göremiyordum. Fakat salonun bu yarı karanlık içinde bulunan her tarafında, piyanodan çıkan iniltili sedalarda, kendimde onun varlığını hissediyordum. Nazarlarını, hareketlerini fark edememekle beraber bütün bunları kalben duyuyor gibiydim. Bana notasını getirip te onunla ve sadece onun için öğrendiğim "Mozart'ın" fantezi sonatını çalmaya başladım. Artık ben çaldığım havayı düşünmüyor, bununla beraber fena çalmadığımı ve piyanodan Mikaloviç'in hoşnut olduğunu zannediyordum. Bana baktığını ve mutlu olduğunu artık açıkça hissediyordum. Birden, elimde olmadan, çalmakta devam ederek, başımı çevirdim. Bulunduğu tarafa bir bakış attım. Bu şeffaf gecenin aydınlığının derinliğinden başını kaldırdı. Eli yanağında olduğu halde oturmuş, ateşli nazarlarını sakin halde üzerime dikmişti. Bu bakışların karşılaşmasıyla ben tebessüm ettim. Çaldığım parçayı bıraktım. O gülüyor, azarlayıcı bir tavırla, devam etmem için nota defterini gösteriyordu. Sonatın sonlarına geldiğim zaman mehtap mine renkli gökte tamamıyla yükselmişti. Süslü ve altın gibi parlak ışınları mumların zayıf ışıklarına karışarak odayı gümüşe benzer bir nur ve ışık dalgasıyla kaplıyordu. Katya pek fena çaldığımı söylerken Mikaloviç bilakis bu akşamki kadar mahirce ve ustaca bir şekilde hiçbir zaman bu sonatı çalmadığımı temin ediyordu. Mikaloviç gezinmeye başlamıştı. Yemek odasından salona geçerken benim tarafıma geldikçe bana bakıyor, tebessüm ediyordu. Ben de tebessümlerine karşılık veriyor hatta – hiçbir sebep olmadığı halde – kahkaha ile gülmek için güçlü bir arzu hissediyor, bugün gerçekleşen şeylerin genelinden kendimi oldukça bahtiyar buluyordum. O, yemek odasından çıkar çıkmaz derhal piyanonun yanında duran ve bana yaklaşan Katya'yı kucakladım. Çenesinin altındaki o pek sevdiğim tombul boynuna bir öpücük kondurdum. Bu esnada Mikaloviç içeri girdi. Hemen yeni bir tavır takındı. Fakat şunu da itiraf edeyim ki dökülmeye hazır bir kahkahayı zabtetmek için çektiğim zorluk beni pek gülünç bir hale koymuştu. Katya Mikaloviç'e sordu: - Bugün bunun nesi var? Mikaloviç hiç cevap vermedi. Yalnız bana baktı ve tebessüm etti. O bugün benim ne olduğumu pekâlâ biliyordu. Mikaloviç salondan terasa geçilecek kapının önünde biraz duraksayarak… – Bakınız, dedi, ne latif, ne de ruha ferahlık veren bir gece! Gerçekten şimdiye kadar böyle güzel ve büyüleyici, böyle latif ve şaşaalı bir gece görmemiştim. Dolunay halinde bulunan ay evimizin üstünde bulunuyordu. Onun için henüz görünmüyordu. Fakat terasın bir kısmı ay ışığıyla aydındı. Etrafı çiçeklerle süslü, sisler içinde kaybolmuş geniş yol üzerinde dalya fidanlarının gölgeleri şekilleniyor, dalların arasından limonluğun parlak çatısının mehtabın ışığının yansımasıyla parladığı görülüyordu. Daha öteden gittikçe yoğun bir sis tabakası yükseliyor, kısmen çiçekleri dökülen çıplak leylak ağaçlarının dalları üzerinde çiy etkisiyle nemlenen salkımlar seçiliyordu. Gölge ve ışık yollarda öyle hayali etkilerle birleşmişti ki ağaçlar, yollar fark olunmuyor, fakat latif ve yumuşak bir çalkantılı beşik içinde sallanan kulübelerin mehtap nurlarıyla parlayan yüzleri gözüküyordu. Sağ tarafta, evin gölgeli tarafında her şey karanlıklı, meş'um ve korkutucuydu. Diğer tarafta kavak ağacının mağrurane yükselmiş aydın tepesi bu karanlığın derinlikleri içinde şekilleniyordu. Şu şekillenmeye karşı insanın kendi kendine: ((Niçin bu ağaç daha yükseklere, mavi göğün derinliklerine doğru yükselecek yerde - sanki böyle donuk bir nur ve ışığın çarpışma yeri içinde yıkanmak için – evimizin boyuna kadar yükseldikten sonra bitap şekilde yükselmesine son veriyor?)) diyeceği geliyor. Bu gecenin muhteşemliklerinden istifade etmek maksadıyla: - Haydi, dışarda bir parça gezelim… Katya takunyalarımı giymek şartıyla bu teklifi kabul etti. Ben buna lüzum olmadığını, Mikaloviç ile kol kola gezeceğimizi söyledim. Mikaloviç'in kolları nasıl olur da benim ayaklarımı rutubetten korur? Bunu düşünmüyordum. Fakat bu teklif her üçümüze pek doğal göründü. O, şimdiye kadar bana hiç kolunu takdim etmemişti. Bu akşam ben kendiliğimden koluna girdim. Şu hal Mikaloviç'e hiç garip görünmedi. Her üçümüz terastan indik. Şimdi gök, bahçe, soluduğum hava, etrafı kuşatan cisimler… Hâsılı bütün kâinat bana büsbütün yeni ve başka görünüyordu. Takip ettiğimiz ağaçlı yolda ileriye baktığım zaman artık ötede hiçbir şey olmadığını, hakikat âleminin şuracıkta bitiş noktasına geldiğini, bütün muhteşemliğiyle bu gecenin sonsuza kadar devam edeceğini zannediyordum. Bununla beraber biz ilerliyorduk. Ve bizim ilerlememiz için, bütün bu gecenin muhteşemliğinin hayal süsleyen duvarı geri çekildikçe biz her tarafta daha ruh okşayan bahçeler, daha latif ağaçlar, daha ferahlatıcı yollar buluyorduk. Hakikatte ise ayaklarımızın altında aydın ve karanlıklı daireleri çiğneyerek, geçtiğimiz yere tesadüf eden kabarık kırı yaprakları ezerek bir yoldan diğer bir yola gidiyorduk. Mikaloviç yanımda olduğu halde sessiz ve eşit adımlarla yürüyor, yavaşça kolumu tutuyordu. Katya da yanımızda ayaklarıyla çakıl taşlarını çatırdatarak yürüyordu. Yüksek semadan kıymetli mehtap damlaları, sessiz dalların arasından, üzerimize dökülüyordu. İleriye veya geriye attığım her adımda hayal süsleyen duvarın kapandığını hissediyor, artık ilerlemenin imkânsız olduğunu anlıyor, gördüğüm ve duyduğum şeylerin bir hakikat olduğuna inanamıyor, bütün bunların büyüleyici ve aldatıcı bir şiir allığı ve hayalden başka bir şey olmadığına inanıyordum. Katya birden bire: - Ah, bir kurbağa, diye bağırdı. Elimde olmadan düşündüm: - Evet, bir kurbağa… Fakat bu kadar korku ve telaşa ne lüzum var? Bu esnada Katya'nın bu gibi hayvanlardan korktuğunu hatırlayarak yere baktım. Küçük bir kurbağa sıçrayarak ayaklarımın önünde durmuştu. Mikaloviç bana sordu: - Siz kurbağadan korkmaz mısınız? Gözlerimi üzerine diktim. Bulunduğumuz yolda ıhlamur ağacı bulunmadığı için dostumun yüz çizgilerini açıkça fark ve ayırmaya güç yetirebiliyordum. Simasını o kadar güzel ve o kadar mutlu buluyordum ki kalbim tatlı bir saadetle titriyordu. Mikaloviç bana: ((Kurbağalardan korkmaz mısınız?)) demişti. Bunu söylerken konuşma edasında öyle anlatılamaz bir heyecan ve sevda titremesi hissettim ki, duygularını, fikrini, bana ne demek istediğini anlamıştım: Seni seviyorum muazzez çocuk! Seni seviyorum! Seni seviyorum! Mikaloviç'in nazarlarında bu şiir ve aşk parçasını okuduğum gibi… Işık, gölge, hava, çevre… Bütün bunlar da bana sanki bu aşk ezgisini tekrar ediyordu: Seni seviyorum! Böyle hülya ve sevda mestiyle, bahçenin her tarafını dolaştık. Katya daima yanımızda yürüyor, yorgunluktan soluyordu. En sonunda içeri girmek zamanı olduğunu söyledi. Kendisine acıdım ve kendi kendime düşündüm ki: Ya Rabbi! Niçin o bizim hissettiklerimizi duymuyor, niçin herkes bu gece benim onun kadar mutlu değildir? Eve girdik. Fakat Mikaloviç horozların ötmeye başladığına, bütün evin derin bir uykuya daldığına rağmen uzun bir müddet daha bahçede kaldı. Katya, uyumak için vaktin geçtiğine önem vermek istemeyerek bir müddet daha beraber oturduk, uzun uzadıya konuştuk. Şafak sökmeye ve horozlar üçüncü defa olarak ötmeye başladığı zaman Mikaloviç gitmek için kalktı. Saat üç idi. Bir adet, hiçbir şey söylemeksizin, vedalaştı. Gitti. Lakin – bilmem neden – bu andan itibaren onun tamamıyla bana ait olduğunu ve hiçbir şeyin onu benden ayıramayacağını anlıyordum. Artık şimdi itiraf edeyim ki Sergey Mikaloviç'i seviyordum. Bu şerefli sırrı Katya'ya söylemekte kuvvetli bir ihtiyaç hissettim. O, aşk itiraflarımdan etkilenip, şaşırdı. Fakat hissettiği etki ve hayret bu gece güzel bir istirahatle uyumasına engel olamadı. Bana gelince; daha bir müddet teras üzerinde dolaştım. Sonraya bahçeye indim. Biraz evvel beraber gezdiğimiz yollarda tekrar gezdim. Bu esnada onun, en ufak ayrıntısına varıncaya kadar söylediği her bir sözü hatırlamaya çalışıyor, bütün tavırlarını, hareketlerini hayalim önünde canlandırıp tespit etmeye çalışıyordum. Hayatımda, ilk defa olarak, bütün geceyi uykusuz geçirdim ve doğuşu temaşa eyledim. Şimdiye kadar böyle aydın ve lahuti ne gece gördüm, ne de sabah. Kendi kendime diyordum: ((Niçin bana doğrudan doğruya sevdiğini söylemiyor? Niçin kendi kendine hayali engeller icad ediyor? Niçin genç ve güzel olduğu halde kendisini yaşlı gösteriyor? Niçin altın gibi kıymetli, ihtimal bir daha ele geçmesi imkânsız olan bu saygın zamanları beyhude kaybediyor? Niçin bana ((Seni seviyorum!)) demiyor? Niçin önümde kızarıp gözlerini indirmiyor? Niçin bakışlarım kalbinin derinliklerini titretmiyor? Bütün bunları kendisine söyleyeceğim. Oh! Hayır, bunları söylemeye güç yetiremeyeceğim. Fakat onu kucaklayarak en samimi gözyaşlarımla ağlayacağım. Lakin ya aldanıyorsam! Bu şüphe beynimden bir şimşek şiddetiyle geçti. Artık kalbimin hislerinden korkuyordum. Cenab-ı Hakk acaba beni böyle nereye kadar götürecek? Meyve bahçesine atladığım zaman onun hissettiği buhranı ve benim duyduğum heyecanı hatırlayarak kalben üzülmeye, Cenab-ı Hakk'a yalvarmaya başladım. Gözlerimden üzüntü damlaları dökülüyordu. Aniden fikrimden bir ümit, bir acip fikir geçti: "komünyon" ayini için hazırlanmaya, doğum günümde icra edilecek bu ayin esnasında Mikaloviç ile de nişanlılığımızın yapılmasına kalben karar verdim. Neden fikrimden böyle bir düşüncenin geçtiğini ve bu düşüncelerimi nasıl faaliyete geçireceğimi bilemiyordum. Odama döndüğüm zaman büsbütün gündüz olmuş, herkes uykudan kalkmıştı. 4 Büyük perhiz zamanında bulunuyoruz. Hiç kimse beni "komünyon" için hazırlanmakta olduğumu görerek şaşırmıyordu. Mikaloviç bir hafta bize gelmedi. Bu halden üzüntü duymadım. Bilakis bu ihtiyatlı hareketini takdir ettim. Ziyaretini doğum günüme kadar erteleyeceğini anlıyordum. Bir hafta her sabah erkenden kalkarak yapyalnız bahçede dolaşıyordum. Bu sabah gezmelerinde, bir gün önce yapmış olduğum hataları derpiş düşünerek, doğum günüm için birçok düşüncelerde bulunarak, ayinden sonra vicdanıma azap verecek en ufak bir günahta bile bulunmayacağıma katiyen karar vererek kalbimi tasfiye, vicdanımı tenkit etmeye çalışırdım. Bu sabah Katya'yı yüklü hazırlanmış uzun yazlık arabasının bahçeye girişiyle, bütün bu düşünce ve hislerim silinmiş oldu. Ben hemen arabaya atladım, bakıcımın yanına oturdum. Bu şekilde, üç kilometre uzakta bulunan kiliseye gidiyorduk. Şimdi bana öyle geliyordu ki artık daha akıllı ve ciddi olmam için ufak bir çaba ve gayret yeterli olacak. Kiliseye yaklaştıkça dindar duygularımın arttığını hissediyordum. Kilisede on kadar köylü ile bizden ve hizmetçilerimizden başka kimse yoktu. Köylülerin selamlarına tam bir yumuşaklık ve iltifatla karşılık veriyordum. Çara özel kapılar açıktı. Kilise mihrabının annem tarafından nakşedilip süslenen örtüsü gözüküyordu. Daha ötede dua okunan yerin arasında vaftiz suyunun korunduğu kabı gördüm. Vaktiyle ben de burada vaftiz olmuştum. İhtiyar rahip mihraptan çıktı. Rahibin üzerinde ölü babamın tabutunu örten çuhadan yapılmış bir elbise vardı. Kendimi bildiğim günden beri tanıdığım aynı seda ile papaz efendi ruhani ayine başladı. Rahibin ağzından çıkan her bir kelimeyi gayet dikkatle dinliyor, bu sözlerle armoninin bana verdiği hislerden etkileniyordum. Rahip vaftizden önce okunması adet olan duaya başladığı zaman bütün geçmiş hayatımı hatırlamaya başladım. Bu masumane geçmiş olan çocukluk hayatı şimdiki ruhumun şaşaalı saflığına nazaran o kadar karanlık geliyordu ki titreyerek, korkarak günahlarıma ağlıyordum. Fakat aynı zamanda hissettim ki bütün günahlarım affolunacak. Rahip efendi ayinin bitiminden sonra ((Cenab-ı Hakk'ın lütuf ve yardımı üzerinizdedir.)) dediği zaman saadet ve gönül ferahlığından doğan doğal bir his ile beni ruh sefasına daldırdı. Kalbimin derinine sıcak bir ışığın nüfuz ettiğini ve orasını nur ve şaşaaya gark ettiğini hissediyordum. Ruhani merasim son buldu. Papaz efendi bana yaklaşarak ilk duayı evde tekrar etmemi söyledi. Bu mültefit özel ilgiden dolayı kalbimin tüm samimiyetiyle kendisine teşekkür ettim. Ve bizzat kiliseye geleceğimi beyan ettim. Cevaben: - Niçin buraya kadar gelmek zahmetini çekeceksiniz? Dedi. Kibir ve gururla bir günah işleyebilme korkusu ne şekilde cevap vereceğimde beni kararsız bıraktı. Katya bana refakat etmediği için arabayı kiraya göndererek yalnız başıma yürüyerek geri döndüm. Yolda tesadüf ettiğim köylüleri gayet mütevazı olarak selamlıyordum. Bu anda bütün insanlar hakkında kalbimde öyle derin ve sınırsız bir muhabbet ve rikkat kaynıyordu ki herkese karşı yardımlaşmak ve faydalı bir varlık olmak için en ufak bir fırsatı bile kaybetmemeye çalışıyordum. Bir akşam idare müdürümüz günlük jurnalini Katya'ya vermek üzere bize geldiği zaman, mujik "Simeon"un vefat eden kızının tabutu için tahta ve ruhani ayin için de bir ruble istediğini ve talebini yerine getirdiğini bakıcıma söylüyordu. Ben bunu işitir işitmez en derin bir üzüntüyle bağırdım: - Bu zavallılar bu derece fakir midirler? İdare memuru cevap verdi: - Evet, pek fakirdirler, matmazel! Hatta tuz almaya bile kudretleri yoktur. Üzüntü ve rikkatten kalbimin ezildiğini hissettim. Bununla beraber memnun da oldum. Katya'ya gezmeye gideceğimi söyledim. Odama koştum. Paramın hepsini aldım. Bahçeden çıkarak "Simeon" kulübesine doğru yürümeye başladım. O daima aşağıdaki odada oturuyordu. Bahçeden içeriye girerek pencereye yaklaştım. Pencerenin kenarına paraları koyarak camı vurdum. Kapı gıcırdayarak açıldı. Birisi camı kimin vurduğunu soruyordu. Fakat ben hiçbir kelime bile söylemeyerek, bir cinayet eylemişim gibi korkudan titreyerek eve kaçtım. Katya nereye gittiğimi ve başıma ne geldiğini bilmek için beni sorguya çekti. Hiçbir şey söylemeksizin ondan kaçtım. Söyleyeceği sözlerin manasını anlamaktan acizdim. Bulunduğum çevre birden bana küçük ve sefil, adi ve alçak göründü. Bu halin sebeplerine bakamayarak, fikrimi bir noktada sabitlemeye muvaffak olamayarak, duçar olduğum hislerin hakikatine vakıf olamayarak uzun süre odamda kaldım. Pencerenin kenarına terk edilen paranın bilinmez sahibi hakkında bu çaresiz ailenin kendisiyle duygulanacağı minnettar ve teşekkür edici hisleri büyük bir sevinçle düşünürken parayı Simeon'a bizzat teslim etmemekten dolayı üzülüp teessüf ediyordum. Fakat sonra düşündüm ki Mikaloviç bu hareketimi kendisine söyleyecek. Bu hareketi kimsenin bilmeyeceğini düşünmekten derin bir haz duyuyordum. Oh! Bu anda ne kadar mutu idim. Öyle zannederim ki ben de dâhil olduğum halde bütün insanlar oldukça fenadır. Bununla beraber varlığımı taciz eden ölüm fikrinin bana bir mutluluk rüyası gibi görünmesi için kendimi ve diğerlerini bu kadar lütufkâr bir şefkatle uslamlamamak bence kabul edilemezdi. Cenab-ı Hakk'a dua ederek yalvarıyor, gözyaşları arasında gülüyor, benliğimden bütün dünyayı kuşatacak gibi bir coşkulu bir aşkın taştığını hissediyor ve kendimi gittikçe derin bir rikkat ve şefkat içinde buluyordum. Dua esnasında İncil okuyordum. Bu kitap gittikçe benim için açılıyordu. Bu lahuti hayatın hikâyesi bana gayet sade ve etkileyici; bu kutsal kelamda bulduğum düşünce ve duyguların derinliği manasının hakikatine nüfuz edilemeyecek derecede yüksek görünüyordu. Lakin buna karşın, İncil'i okuduktan sonra etrafıma baktığım ve fikrimi günlük hayata yönelttiğim zaman bütün bunlar bana gayet sade ve kolay görünüyordu. Bana öyle görünüyordu ki insan için akraba ve yakınlarını sevmek ve sevdirmek kadar sade ve kolay bir şey yoktur. Herkes benim hakkımda o kadar şefkatli, o kadar lütufkâr olmuştu ki hatta ders verdiğim Sotya bile değişmişti. Verdiğim dersleri tamamıyla anlamaya çalışıyor ve beni sıkmıyordu. Diğerleri de lütufkâr ve övücü muamelelerini benden esirgemiyorlardı. Sonra düşmanlarımı düşündüm. Bunlardan af talep etmeliydim. Bir genç kız hatırladım ki bu, vaktiyle komşumuzdu. Takriben bir sene önce, beraber kalabalık bir yerde bulunurken onun hakkında münasebetsiz bir şakada bulunmuştum. O zamandan beri bize gelmiyordu. Kendisine mektup yazdım. Kabahatimi itiraf ederek af talep ettim. O da bana gönderdiği mektupta tamamıyla af ettiğini bildirmekle beraber benden de af temenni ediyordu. Manasında derin ve samimi bir rikkat hissi bulduğum bu saf ve taze satırları aşırı etki ve sevinçten, ağlayarak okumuştum. Bakıcımdan da af talep ettiğim zaman o, ağlamaya başlamıştı. Kendi kendime soruyordum: - Niçin benim hakkımda bu kadar lütufkâr davranıyorlar? Onların sevgilerini hak etmek için ben ne yaptım? Elimde olmadan Mikaloviç'i düşünmeye başladım. Onu düşünmekten mümkün değil kendimi engelleyemiyor ve bunun günah olmasına ihtimal veremiyordum. Fakat ilk defa olarak kendisini sevdiğimi kalben itiraf ettiğim geceden beri onu büsbütün başka, kendimi düşündüğüm gibi düşünmeye başlamıştım. Artık yaşının benden büyük olmasından dolayı duyduğum sıkıcı his bana azap vermiyordu. O, adeta benim akranım olmuştu. Fikrimin seviyesini arttıran yükseklikleri hep kendisine bağlıyor, bütün ruhuna etki etmeye çalışıyordum. Önceden bana kapalı ve garip görünen halleri, sözleri şimdi tamamen açıklığa kavuşmuştu. "Hayatta saadet bir başkası için yaşamaktan ibarettir" sözünü Mikaloviç'in niçin sürekli tekrar eylediğini ilk defa olarak şimdi anladım. Ve fikrine tamamen katıldım. Bana öyle geliyordu ki her ikimiz sonsuz ve sıkıntılardan uzak bir saadetle bahtiyar olacağız. Onun samimiyeti etrafında bulundukça ne seyahat etmeyi, ne dışarı çıkıp gezmeyi, ne süslenmeyi arzu ediyorum. Yalnız saf ve geniş bir aile hayatı, sıcak ve sükûnetli bir yuva, karşılıklı ve ebedi bir fedakârlık içinde samimi ve ebedi bir aşk… Kiliseden dönüşümde öyle bol ve tükenmez bir saadet hissettim ki bu özel saadetin çok devam edememesi ihtimali beni titretti. Evimizin bahçesine girdiğim zaman, tanıdığım iki tekerlekli bir arabada gürültüyle avluya giriyordu. Arabadan inen Mikaloviç yanıma gelip doğum günümden dolayı tebriklerde bulunduktan sonra doğruca salona girdik. Birbirimizi tanıdığımız zamandan beri, bu sabahki kadar, huzurunda böyle büyük bir itidal ve lakaytlık göstermedim. Sanki bütün manevi varlığım değişmiş, nüfuz etmesi imkânsız bir muamma halini almıştı. Artık heyecan ve buhran duymuyordum. Mikaloviç kalbimin derinliklerinde gömülü sırları keşfetmek için fırsatçı idi. Piyanonun yanına gittim. Fakat o, kapağı kilitledi ve anahtarı cebine koydu. Dedi ki: - Ruhunuzdaki sakinlik ve asayişi bozmayınız. Çünkü orada bütün bu maddi müziğin üzerinde ilahi bir yüksek ahenk işiteceksiniz. Bir müddet sonra yemeğe çıktı. Yemek sırasında özel günümden dolayı tebrik görevini, ertesi günü Moskova'ya hareket etmeğe mecbur olduğu için de veda merasimini ifa etmek için geldiğini beyan etti. Bu sözleri söylerken Katya'ya baktı. Ve sonra bana çekingen bir bakış fırlattı. Bu nazar Mikaloviç'in yüzümde üzüntü ve heyecan alameti görmekten korktuğunu bana anlatmak içindi. Fakat ben ne şaşkınlık eseri ve ne de üzüntü alameti gösterdim. Hatta Moskova'da uzun süre kalıp kalmayacağını bile sormadım. Gidişini bana söyleyeceğini ve fakat hareket etmeyeceğini ben önceden biliyordum. Bunu nasıl keşfettim? İzah etmek benim için şimdi mümkün değildir. Yalnız şunu biliyorum ki hayatımın en güzide saatlerini oluşturan bu şerefli günde olan şeyleri anlamış ve olacakları da bir önsezi ile anlamıştım. Öyle güzel bir mutluluk rüyası içinde bulunuyordum ki orada benim için gelecek, mazi gibi belirli ve açık idi. Mikaloviç yemekten sonra gitmek istedi. Fakat Katya kilisede geçirilmiş bir sabah ile yorgun olduğundan uyumaya gitmişti. Veda merasimini ifa için onu beklemeye mecbur olmuştu. Salon güneşli olduğu için terasa indik. Ben tamamen lakayt görünüyordum. Daha bir kelime bile konuşmuyorduk. Kısa sohbetimize, tamamıyla beni konu alacak bir şekil vermeye muktedirdim. Mikaloviç karşımda oturmuştu. Parmaklığa dirseğini dayamış, kendisine doğru bir leylak dalı çekerek yapraklarıyla eğleniyordu. Söze başladığım zaman tuttuğu dalı bıraktı. Elini başına koydu. Edindiği şu vaziyet ya son derece dingin bir adamın alması lazım gelen bir hal idi veyahut bilakis, şiddetli bir heyecan ve buhranın pençesi altında ezilen bir varlığın… Birden sordum: - Niçin gidiyorsunuz? Bunu söylerken her kelimenin hecelerini uzatarak söze başka bir kuvvet vermeye çalışıyor ve karşıdan kendisine bakıyordum. Birden bire cevap vermedi. Bir müddet sonra, gözlerini yere eğerek: - İşlerden dolayı, dedi. Kendisine derin bir samimiyetle sorulan bu soruyu kapalı bir cevap ile savmak için ne kadar sıkıntı çektiğini görüyordum. - Beni dinleyiniz, dedim, bu günün hayatımda ne kadar kıymetli bir özel önemi olduğunu biliyorsunuz. Böyle özel bir günde daima bulunduğunuz ortamda bulunmaktan büyük bir mutluluk zevki hisseden ve sizi seven bir zayıf varlığı birden terk ederek Moskova'ya gitmek için nasıl bir mazeretiniz olmalıdır? Rica ederim söyleyiniz bunu bana! Gidişinizin sebeplerini bilmek isterim. - Gidişimin gerçek sebeplerini size söylemek benim için güç bir şeydir. Bu hafta sizi ve kendimi pek çok düşündüm. Ve en sonunda seyahat etmeye mecbur olduğuma karar verdim. Niçin böyle bir karar aldığımı anlayabilirsiniz. Eğer beni severseniz artık ısrar etmezsiniz. Eliyle alnını ovuşturdu. Sonra elini gözlerine getirdi. Ve ilave etti: - Son derece üzgünüm. Siz niçin gittiğimi anlıyorsunuz. Kalbim şiddetle çarptı. Cevaben dedim ki: - Anlayamıyorum. Dediğinizi anlayamıyorum. Yalvarırım size! Hepsini söyleyiniz. Bana söyleyeceğiniz her bir sözü gayet sakin ve soğukkanlı bir şekilde dinlemeye gücüm var. Vaziyetini değiştirdi. Leylak dalını üzerine doğru çekti. Kendisine kuvvet ve cesaret vermeye çalışan bir seda ile: - Söylenecek şeyin gülünç, sözle ifadesi imkânsız ve benim için üzücü olmasına rağmen söylemeye çalışacağım, dedi. Ve maddi bir sıkıntıya uğramış gibi kaşlarını çattı. Yüzünü buruşturdu. - Pekâlâ, söyleyiniz, dedim. O devam etti. - Gençliğe veda etmiş, artık olgunluk yaşına erişmiş bir erkek ile bir de genç, dilber, tamamen mutlu, henüz hayatı ve insanları tanıyamamış bir kız tasavvur ediniz. Bunlar aile münasebetiyle birbirlerini iyi tanırlar ve hatta erkek bu genç ve dilber kızı bir derin babalık hissi ile sever. Fakat bir gün bu muhabbet hissinin ansızın değişip başka bir tarzda tecelli edeceğini hiç düşünemez. Sustu. Ben hiç cevap vermedim. Bir dakika sonra kesin bir tavırla, bana bakmaksızın, sözünde devam etti: - O erkek, genç matmazelin, hayatı henüz bir oyuncaktan ibaret zannedebilecek derecede çocuk olduğunu ve bu güzide kız hakkında duyduğu babalık sevgisinin kolaylıkla başka bir hisse çekileceğini unutmuştu. O, ansızın kalbinde ortaya çıkan bu sevda hissini duyduğu zaman yanıldığını anlamış ve şiddetli bir korkuyla titremişti. İşte bu zavallı erkek, dostane samimi alakalarının bozulacağından korktuğu için şerefli ve namuslu hislerini korumak için gitme kararını verdi. Mikaloviç bu sözleri söylerken yeniden kendinden geçere, hissiz ve düşüncesiz, gözlerini kapadı. Ben yavaş, üzüntü ve heyecanımı barındıran bir ses ile: - Fakat niçin, dedim, o erkek o kızı sevmekten bu kadar korkuyor? Tahkir edilmiş bir adam tavrıyla cevap verdi: - Siz gençsiniz. Ben ise… Siz benimle oynamaktan başka bir şey arzu etmiyorsunuz. Hâlbuki ben başka bir şey istiyorum. Oynayınız. Evet, oynayınız. Fakat benimle, benim kalbimle değil… Çünkü ben bu oyunu ciddiye alabilirim. İşte o zaman sefil, bedbaht olurum. Sonra hatta siz de… Fakat artık bütün bu çocuklukları bırakalım. Niçin gitmek istediğimi tamamıyla anladınız değil mi? Rica ederim, artık ondan bahsetmeyelim. - Hayır… Hayır… Bahsedelim. Söyleyiniz, rica ederim. O erkek, o genç kızı seviyor mu? Söyleyiniz, bir kelime: ya hayır ya evet… Mikaloviç cevap veremedi. Ben devam ettim: - Onu sevmiyorsa niçin onunla bir çocuk gibi oynadı? Sözümü keserek gayet istekle dedi ki: - Evet, evet… Fakat aralarında her şey bitti. Bir dost gibi birbirlerinden ayrıldılar. - Lakin bana söylediğiniz şu söz pek müthiştir. Bu hal başka bir şekilde neticelenemez miydi? Söylediğim şeyden korktum. Mikaloviç heyecanın sıcak etkisiyle yanan yüzünü kapayarak, nazarlarını gözlerimin derinliklerine dikerek cevap verdi: - Evet, bu başka türlü sonuçlanabilirdi. Bunda yapılabilecek iki şey vardır. İzah edeceğim. Yalnız rica ederim sözümü kesmeyiniz. Gayet sessiz ve soğukkanlı beni dinlemeye gayret ediniz. Ayağa kalkarak, acı ve sinirli bir tebessüm ile gülmeyi taklit ederek devam etti: - O iki halden biri: Matmazeli sevdiği için o adam çılgın olmuştur. Genç matmazel ise bu çılgın adamın şu haline alaycı tebessümlerle gülerek kalben memnuniyet hissetmiştir. Bu, genç kız için eğlenceli bir şaka, zavallı erkek için de hayatını uçurumlara sürükleyen tehlikeli bir cazibeden başka bir şey değildir. Titredim, sözünü kesmek istedim. Fakat buna engel oldu. Elinin elimin üzerine koyarak titrek bir seda ile: - Dinleyiniz, dedi, ikinci halde: Matmazel o mösyöye merhamet eder. Bunun üzerine o zavallı adam sevildiğini ve matmazelin zevci olabileceğini hayal eder. O zaman bu zavallı çılgın zan eder ki hayatını uçurumdan kurtarıyor. Lakin o genç kız bunun aldatıcı bir seraptan başka bir şey olmadığını açığa vurmak için gecikmez. Sonra güya sözüne netice vermiş olmak için ilave etti: - Artık bundan bahsetmeyelim. Sesi kısılmıştı. Yavaş yavaş önümde dolaşmaya başladı. O ((Artık bundan bahsetmeyelim.)) derken ben tamamen anlıyor hissediyordum ki cevabımı ruhunun bütün kuvvetiyle bekliyordu. Ve ben de söylemek istiyordum fakat güç yetiremiyordum. Kalbim ezilmiş, sıkışmıştı. Kendisine baktım. Benzi bir ölü gibi sararmıştı. Dudağı titriyordu. Bu haline acıdım. Bir olağanüstü gayretle bu beni üzen sıkıcı suskunluğu birden ihlal ettim. Tam bir sükûnet ve metanetle dedim ki: - Bir üçüncü hal daha vardır ki… Devam etmek için kendimde kuvvet ve cesaret bulamadım. Mikaloviç şimdi sessizliği koruyordu. Ben kuvvetli bir çabayla tekrar söze başladım: - Üçüncü hal de şudur: O erkek genç kızı asla sevmemiştir. Ayrılmaya karar vermekle iyi bir şey yapıyorum zannederken bilakis pek fena hareket etmiştir. O, bu hareketinden mağrur da olmuştur. Gitmekten memnun olan sizsiniz. Bana gelince: Ben sizi ta ilk günden beri sevdim. Bu son kelime sakin ve mutedil sesimi – bizzat beni korkuya uğratan – vahşi bir bağırtıya değiştirdi. O, önümde ayakta duruyordu fazlasıyla. Sararmıştı. Dudaklarının çırpıntılı titreyişleri belli oluyor, iki gözyaşı tanesi yanağından akıyordu. Varlığımdan sıyrılmış, boğazımı tıkayan üzüntü hıçkırığından boğulacak bir hale gelmiş olduğum halde bağırdım: - Bu haliniz pek takatsizdir. Niçin böyle? Bu esnada kendisinden uzaklaşmak için kalkıp gitmek istedim. Fakat vakit bulamadım. Başı dizlerimin üzerinde idi. Titrek dudakları, döktüğü gözyaşlarından ıslanan ve titreyen ellerimi öpüyor ve: - Oh ya Rabbim! Bu saadet gerçekten tasavvurum üstündeydi, diyordu. Ben: - Niçin, niçin şüphe ediyorsunuz, dedim, görmüyor musunuz, ruhumda saadet nuru nasıl parlıyor? Beş dakika sonra Sotya Katya'nın yanına koşarak bütün evdekilere işittirecek bir şekilde bağırıyordu: - Biliyor musunuz? Haberiniz var mı? Maşa Mikaloviç ile izdivaç ediyor. 5İzdivacımızı ertelemek için hiçbir sebep yoktu. Ne Mikaloviç ne de ben beklemek arzu etmiyorduk. Şüphesiz Katya çeyizimi almak için Moskova'ya gitmek istiyordu. Nişanlımın annesi oğlunun yeni bir araba alması, mefruşatın yenilenmesi ve duvarların boyanması fikrinde ısrar eyliyordu. Fakat biz ilk önce evlenmek, sonra da ev eksiklerin tamamlamak fikrinde aynı fikirdeydik. Nişanlım ile ben evliliğimizin iki haftaya kadar tam bir sükûn ile çeyizsiz, ziyafetsiz, şampanyasız hâsılı bir düğüne eşlik eden bütün zevk ayrıntılarından özgür olarak icrasını istiyorduk. Bu fikrimize muttali olan kayınvalidemin pek üzüldüğünü Mikaloviç bana söyledi. Bununla birlikte o, gizliden gizliye gerekli tedariklerde bulunuyor, halıları, perdeleri, tabakları yeniliyor, birçok düşüncelerle meşgul oluyordu. Ve ben saadetimizin gerçekleşmesi için neden böyle maddi şeylere gerek görüldüğünü anlayamıyordum. Diğer taraftan, Katya da evimizi süslemek ve döşemek için uğraşıyor, düğünün parlak olması için heyecanlı bir faaliyet içinde bulunuyordu. Biz ise bütün bu maddi işlere karşı ilgisiz, ateşli bir hummalı bekleyiş içinde düğünümüzün gerçekleşme zamanını bekliyorduk. Nişanlımın validesiyle bakıcım Katya düğünümüze ait planlarla o kadar meşgul idiler ki "Pokrovsko"da bulunan yazlığımız ile "Nikoloskov"daki malikâne arasında bütün bu plan ve tedariklere ait geniş bir haberleşme kapısı açmaya mecbur oldular. Katya ile kayınvalidem arasındaki münasebet gittikçe samimi şeklini arttırıyordu. Ben de Mikaloviç'in validesi "Tatyanasa Mivnovna" hakkında derin bir hürmet ve muhabbet besliyordum. Gerçekten kendisi ciddi, vakarlı bir ev hanımı olduğu gibi asrımızın da en büyük bir kadınıydı. Mikaloviç annesini yalnız uysal ve vefalı bir evlat sıfatıyla değil, kadınlığın bütün güzellik ve özelliklerini kendisinde gören kadınların faziletlerine tutkun bir erkek haliyle seviyordu. Kayınvalidem bizim, özellikle benim hakkımda pek iyiliksever bulunuyor, oğlunun izdivaç etmek üzere olduğunu görmekten aşırı sevinçli görünüyordu. Mikaloviç'in nişanlısı sıfatıyla ziyaretine gittikçe, hal ve tavrıyla, güzide bir geline sahip olduğunu bana hissettirmek istiyor gibiydi. Artık kayınvalidemi mükemmel bir şekilde anladım ve tamamen fikrine nüfuz eyledim. Evlilikten iki hafta önce nişanlımı görür idim. O, akşam yemeği için bize gelir ve gece yarısına kadar kalırdı. Fakat bensiz yaşayamadığını daima söylemekte olmasına rağmen hiç olmazsa bir defa olsun, bütün bir günü tamamen yanımda geçirmedi. İlişkimiz – eskisi gibi – resmi bir şekilde idi. Daima birbirimize "siz" diye hitap ediyorduk. Hatta elimi bile öpmüyordu. Benimle yalnız kalmak çarelerini aramak şöyle dursun baş başa kalacağımızdan çekiniyordu. Çoğunlukla hislerinin fışkırmasından korkuyordu. İkimizden hangimizin değiştiğini bilmiyor fakat kendisinin tamamıyla akranı olduğunu hissediyordum. Önceden bana korku veren bu erkekte, kalbimi sıkan yapmacık tavır ve vaziyetler yerine şimdi, dibimin yanında saadetten mest ve şaşkın itaatli ve mütevazı, bir çocuk incelik ve samimiyeti görüyordum. Artık nişanlımın tamamen kalp ve ruhunu anlamıştım. Anladığımdan emin olduğum bu şeffaf ve hassas kalp doğama ve zevkime pek uygun geliyordu. Gelecek hayatımız için Mikaloviç'in tasarladığı planlar bile benimkilerle mutlu bir uyuşma noktasında birleşiyordu. Havalar fena gittiği için günlerin çoğunluğunu evde geçiriyorduk. Gayet tatlı ve samimi olan sohbetlerimiz, salonun piyano ile pencere arasındaki – o aşk yuvasına benzeyen – köşesinde gerçekleşiyordu. Mumların ışığı çatıdan akan yağmur damlalarının gürültüyle fışkırdığı karanlık camlarda gölgeleniyor, sular gürültü ile oluklardan akıyor ve dışarının şu rutubeti salonun bulunduğumuz şu muazzez köşesini bize daha neşeli, daha sıcak ve nurlu gösteriyordu. Bir akşam, salonda piyano yanında, sohbetimiz âdetinden fazla uzadığı bir zamanda dedi ki: - Biliyor musunuz, birçok zaman vardır ki size bir şey söylemek isterim. Her ne zaman piyano çalsanız bunu düşünürüm. - Söylemeyiniz. Hepsini keşfettim. - Evet, hakkınız var. Ondan bahsetmeyelim. - Hayır, hayır, bilakis bahsediniz, söyleyiniz. Maksadınız nedir? - Şimdi siz yaşlı mösyö ile genç ve güzel matmazelin hikâyesini pekâlâ, hatırladınız. - Bu gülünç hikâyeyi daima hatırlayacağım. Bu kadar parlak bir başarı ile neticelendiğinden dolayı bu hikâyenin kahramanları cidden bahtiyardır. Evet, biraz daha bütün mutluluğumu harap edecektim. Siz beni kurtardınız. Fakat asıl önemli olan şey benim o zaman size yalan söylememdir. Şimdi bilesiniz, nasıl büyük bir mahcubiyet hissediyorum. Bütün bunları size izah etmek istediğimin sebebi de budur. - Rica ederim, artık susunuz. (Tebessüm ederek): - Ne korkuyorsunuz? Kabahatimi affettirmek, terbiye eylemek istiyorum. Rica ederim beni mazur görünüz. Evet… Ben o zaman pek fena düşünmüş idim. Hayatımın bütün ümitsizliklerinden, bana tamiri imkânsız gibi görünen hatalarından sonra, o gün evime geri döndüğüm zaman sevmemin, bu yoksun aşkı kefenlemek için kesin kararda bulunmuştum. Artık açıkça anlıyordum ki benim için yalnız bir vazife kalmıştı: Namuslu bir adam gibi hayatıma son vermek. Fakat kararım o kadar katiyetle tutuklanmıştı ki uzun süre beni size doğru sürükleyen hislerin künhüne vakıf olamadım. Bu halin beni nereye kadar sürükleyeceğini de bilemiyordum. Ümit etmeye cesaretim olmadığı halde ümit ediyordum. Ancak bir dakika devam eden bir sessiz duraksamadan sonra ilave etti: - Bazen bana öyle geliyordu ki siz, işveli, şık, daima kendini beğendirmeyi arzulayan hafif ruhlu bir varlıktan başka bir şey değilsiniz. Ve bazen de zannederdim ki ve beni seviyor gibisiniz. Bu zıt hisler karşısında ne yolda hareket etmek lazım geleceğini seçmekte zorluğa düşüyordum. Fakat o "gece" den sonra… Hatırlıyor musunuz, bahçede şairane gezdiğimiz o şeffaf geceyi? Evet, o geceden sonra, korkmaya başladım. Mutluluk rüyam hakikate dönüşmek için bana pek büyük göründü. Yalnız kendimi, aşkımı düşünüyordum. Zira ben fena, menfaatçi bir adamım. Sustu, bana baktı ve tekrar söze başladı: - Bununla beraber büsbütün haksız da değildim. Başarısızlığımdan, aşkımın bozulmasından korkmak için hakkım vardı. Sizin benim üzerimde oluşturduğunuz etkiyi ben sizde oluşturabilir miydim? Siz henüz bir çocuk… Açılmaya hazır bir goncasınız. Siz ilk defa olarak seviyorsunuz. Hâlbuki ben… Oh! Bana bütün hakikati söyleyiniz. Fakat birden, vereceği cevabın kalbimde oluşturacağı etkiden korktum ve hemen: - Hayır, hayır… Hiçbir şey söylemeyiniz, dedim. Fikrimi kavradı: - Siz tabi aşk zevkini şimdi tattığımı öğrenmek istersiniz. Bunu size söyleyebilirim. Emin olunuz ki şimdiye kadar hiçbir kadına sevgi ilanı yapmadım. Hiçbir varlık sizin hakkınızda duyduğum güzel duyguları bana vermedi. Birden fikrine hücum eden bir takatsiz hatıranın etkisiyle kederli bir şekilde ilave etti: - Sizi sevebilmek hakkını bahşetmeniz için bana kalbiniz lazımdır. Görüyorsunuz ki size aşkımı itiraf etmezden önce iyice düşünmek vazifemdi. Hayatınızda mühim bir etki oluşturmak için size ne arz edebilirim? Aşk işte bu kadar… Bakışların tesadüf etmesi için gözlerinin içine baktım ve sordum: - Bu yeterli değildir? - Hayır, yeterli değildir, azizem… Bu, sizin için yeterli olmaz. Siz genç ve güzelsiniz. Telaşlı bir güzelliğe, gösterişli bir gençlik tazeliğine sahipsiniz. Gelecek hayatımızı düşünerek, mutluluğumuzu hayal ederek bazen geceleri uykusuz geçiriyorum. Çok yaşamış olduğum için olsa gerek, öyle zannederim ki ben asude bir hayat ile mutlu olabilecektim. Mesela mümkün olduğu kadar köylülere yardım ederek, çalışarak köydeki yuvamızda vakit geçirmek. Yalnız tabiat ve kitap ile musiki ve aşk ile ruh ihtiyaçlarını tatmin eylemek… - Pekâlâ, böyle bir hayat yaşamaklığımız için bir sebep var mı? - Benim için yok. Çünkü gençlik nurum sönmüştür. Hâlbuki sizinki bütün olgunluğuyla şaşaalı. Siz daha henüz hayatı tanımadınız. İhtimal ki siz saadeti başka şeylerde aramak arzusuna düşeceksiniz. Ve yine ihtimal ki hayatınızın sonuna bu saadeti aramakla meşgul olacaksınız. Şimdi siz tamamıyla mesut olduğunuzu zannediyorsunuz. Zira beni seviyorsunuz. - Hayır, hayır… Ben daima asude ve sakin bir hayat hayal ederim. Bir aile, bir yuva hayatı… Sizi sevdiğim için, göreceksiniz ki düşünce ve hayallerim sizinkiyle aynı olacaktır. Düşünür, tekrar söze başladı: - Siz böyle zannediyorsunuz, azizem… Fakat bu, sizin için yetersizdir. Siz genç ve güzelsiniz. Bana itimat etmediğinden, gençlik ve güzelliğimi daima yüzüme vurduğundan dolayı pek üzüldüm. Dalgın bir tavırla sordum: - Niçin seviyorsunuz beni? Gençliğimden dolayı mı yoksa bizzat benim için mi? Gözlerimi karşı konmaz bir şekilde kendisine doğru sürükleyen derin bir bakış dökülmesiyle dedi ki: - Sizi niçin sevdiğimi bilmiyorum. Bildiğim bir şey varsa o da size bütün ruhumla perestiş ettiğimdir. Cevap vermedim. Sustum. Birden bire garip bir hisse kapıldım: Önceden beni kuşatan şeyler bana karşı silindi. Sonra Mikaloviç'in siması kayboldu. Artık gözlerimin önünde parlayan gözlerinden başka hiçbir şey görmüyordum. Burgulu nazarları ta kalbimin derinliklerini kaplamıştı. Bu nazarların büyüleyen etkisiyle, vecd ve istiğraklar içinde, hissettiğim korku titremesinden kurtulmak için gözlerimi indirmeğe mecbur oldum. İzdivacın belirlenmiş gününden bir gün önce gökyüzü açılmıştı. Çoktan beri yağmayan yağmur, soğuk ve berrak sonbaharın ilk akşamına nasip olmuştu. Her taraf nemli bir tazelikle doymuştu. İlk defa olarak, bahçenin parlak yollarında, çıplak ağaçların etrafında titreyen sonbahara özel mavi bir şeffaf allık görünüyordu. Gökyüzü saf idi. Gece, düğün günü havanın pek güzel olacağını tefekkür etmekten oluşan bir mutlulukla, uyudum. Güneşin doğuşuyla uyandım. Hemen bahçeye indim. Henüz ufukta bulunan güneş, ıhlamur ağaçlarının sarı ve çıplak arasından ziyalar saçıyordu. Yollar çıtırdayan yapraklar ile örtülüydü. "Üvez" ağaçlarının erguvanlı meyveleri kırmızı renklerini sermişti. Sapları kurumuş dalya ağaçları simsiyah olmuştu. Kış, ilk defa olarak soğuk tozunu nemli çimenlere saçmıştı. Bugün evlik merasimimin yapılıyor olmasına inanamıyor, saadetime bu kadar emin olmak için sorun yaşıyordum. Kendi kendime soruyordum: - Mümkün mü ki artık bu akşam kendi odama karşın Nikaolskoy'daki büyük yabancı evde yatayım? Artık Sotya ve Katya'ya her akşam ondan bahsetmeyeyim? Onun ile piyanonun yanındaki o muazzez köşede oturup konuşmayayım? Karanlıkta evine döndüğü zaman artık onun için kalbimde bir korku titremesi yaşamayayım. O vakit hatırladım ki dün giydiğim düğün elbiselerini Katya üzerimde denerken yarın gelin olacağımı söylemişti. Bu esnada düğünümün pek yakın olduğunu anlamış, fakat biraz sonra yine bundan şüphe etmeye başlamıştım. Yeniden kendi kendime düşünüyordum: - Nasıl ya Rab! Bugünden itibaren artık orada, kayın validem ile beraber, Katya ile diğer arkadaşlık ettiğim ve sevdiğim insanlardan uzak olarak mı yaşayacağım? Her akşam yatmazdan önce şefkatli dadıcığımı kucaklamayacak mıyım? Artık onun yatarken bana: Geceler hayırlı olsun kızım, dediğini işitmeyecek miyim? Artık Sotya'ya ders veremeyecek ve onunla oynayamayacak mıyım? Odam ile onun odası arasındaki duvarı vurarak eğlenmeyecek, onun duru kahkahalarını işitmeyecek miyim? Nasıl, bugün yabancı bir adamın mı olacağım? Rüyalarımı, hülyalarımı, ümitlerimi hakikate dönüştüren yeni bir hayat gözlerim önünde açılacak mı? Ve bu yeni hayat ebediyen devam edecek midir? Bütün bu hayallerle beraber, ateşli bir hummalı bekleyiş içinde, Mikaloviç'in ulaşmasını bekliyordum. Mutluluk vakti geldi. Ben ancak onun huzurunda hülyalarımın hakikate dönüştüğünü ve onun eşi bulunduğumu hissettim. Yemekten önce ölü babamın ruh istirahati için yapılacak ayinde hazır bulunmak üzere hepimiz kiliseye gittik. Pederimin en saygın dostu olan nişanlımın koluna dayanarak ve hiçbir kelime alışverişinde bulunmayarak eve dönerken kendi kendime düşünüyordum: Ah! Pederim hayatta olsaydı. Saadetimi görseydi. Kilisede ayin yapılmaya başladığı zamanda birden sevgili babamı hatırlamıştım. Öyle zannediyorum ki ruhu şu seçimimden dolayı beni takdir ve takdis eyliyor. Bana şimdi öyle geliyordu ki kolumu verdiğim bu şerefli varlık, şu anda bütün hislerimi anlıyor ve üzüntüme katılıyordu. Nişanlım ağır ve sakin adımlarla yürüyordu. Uzun aralıklarla, yan gözle baktığım simasında, sevinçle hüznün ahenkli karışımından doğan bir heyecan eseri buluyordum. Birden bire bana doğru döndü. Bir şey söylemek istediğini anladım. Pederimden bahsederek: - O, birgün bana: "Maşa" ile evlen, demişti. Elimle kolunu şiddetle sıkarak dedim ki: - Pederim bugün ne kadar mesut olacaktı! Gözlerimin içine bakarak: - Evet, dedi, siz o vakit henüz bir çocuk idiniz. Pederinizin gözlerine benzettiğim için o zaman bu gözleri çok sever ve öperdim. Bir gün bu gözleri bizzat kendisi için seveceğimi düşünmekten uzak bulunuyordum. Sizi "Maşa" diye çağırırdım. - Niçin bana "sen" diye hitap etmiyorsunuz? - Tamamıyla benim olduğunu hissettiğim, çekici bakışlarının sakin ve mutlu, üzerime yöneldiğini duyduğum şu dakikada ben de sana tekil muhatap siygasıyla hitap etmek üzere idim. Hasat zamanından beri tarlada baygın baygın bırakılmış samanların ortasından… Çayırların, otların arasından yürüyorduk. Seslerimizin ve dilsiz adımlarımızın sesinden başka bir şey işitmiyorduk. Diğer yönden esmer bir tarla çıplak küçük ormana kadar yayılıyor, önümüzde bir çiftçi, daima genişleyen siyah daireler çiziyordu. Keçiler otluyor, ayakları ile tohumları saçıyor ve insana bu sevimli hayvancıkları tutmak, şefkatli bir şekilde oynamak için bir arzu geliyordu. Öbür taraftan da evimizi çevreleyen bahçeye doğru diğer siyah ve ekilmemiş bir tarla uzanıyordu. Zayıf güneş bulanık ve dağınık bir hava içinde ışık saçıyor, her taraftan birbirini boyuna kesen küçük bakir ormanlar güneş ışınının tesiriyle parlıyor, başımızın üzerinde sıcaklık yayan güneş gözlerimize, saçlarımıza, elbiselerimize giriyordu. Mikaloviç ile konuştuğumuz zaman sedalarımız garip tınlamalarla titriyor, sanki havada asılı kalıyordu. Hayatın hayhuylarından uzak bir uzlet köşesinde bulunuyoruz gibi bir hisse sahiptim. Yalnız mavi göğün altında can çekişen güneşin solgun tebessümlerini topluyorduk. Ben de Mikaloviç'e "sen" diye hitap etmek istiyordum. Fakat tahlilinden aciz kaldığım bir utan hissi beni bundan menediyordu. En sonunda tam bir cesaretle ve yarım sesle, mümkün olduğu kadar hızlı: - Niçin o kadar çabuk yürüyorsun, dedim ve kızardım. Mikaloviç adımlarını ağırlaştırdı. Ve derin bir vecd ve aşk istiğrakı içinde, mutlu ve şefkatli bir nazarla baktı. Eve dönüşümüzde nişanlımın annesi ile davetlileri hazır bulduk. Bu dakikadan itibaren kiliseden dönüşümüze kadar Mikaloviç ile bir ana bile yapyalnız kalmaya muvaffak olamadım. Nikâh merasiminin icra edileceği kiliseye girdiğim vakit hemen kimse yok gibiydi. Köşeden kayınvalidemi gördüm. Kendisi şarkıcıların yanında ayak üzerinde duruyor ve onun yanında da gözyaşları yanakları üzerinde akan Katya bulunuyordu. Hâsılı beni meraklı gözlerle inceleyen bir ki hizmetçimizden başka kimse yoktu. Mikaloviç'e gelince: Varlığını hissetmek için ona bakmak ihtiyacını hissetmiyordum. Duaları büyük bir dikkatle takip ettim. Bununla beraber bu dualar kalbimde bir karşılık bulamıyordu. Dua etmeye muktedir bir halde değildim. Baygın ve şuursuz, kilisedeki mukaddes tasvirlere, büyük mumlara ve başkalarına bakıyordum. Yalnız, kalbimi dolduran bazı fevkalade şeyler hissediyordum. Rahip haç elinde bize doğru yönelerek takdis merasimini icra ederken, Katya ile kayınvalidem beni ve zevcimi öpüyor "Karakuvar" da arabacımızı çağırıyordu. Bütün bunlardan evlilik merasiminin bittiğini anladım ve korktum. Bu sırada zevcim de beni öptü. Fakat kendisine iade ettiğim buse – bilmem neden – bana pek garip, hislerimin şiddetine göre pek sönük geldi. - Bu yalnız bundan mı ibaretti? Diye, kendi kendime düşündüm. Kiliseden çıktığımız zaman saf, taze bir hava dalgası yüzümüze çarpıyordu. Mikaloviç şapkasını giydi. Arabaya binerken bana yardım ettikten sonra kendisi de girdi, yanıma oturarak kapıyı kapadı. Bu anda bir şey kalbimi ısırdı. Araba kapısının kapanması beni titretti. Tekerlekler çakıl taşları üzerinde gıcırdamaya ve bir müddet sonra da yumuşak toprak üzerinde dönmeye başladı. Artık yoldaydık. Arabanın köşesine büzülmüş, pencereden dışarıya bakıyor ve kendi kendime düşünüyordum: - Bu kadar tahammülsüz bir bekleyişle beklediğim bu şerefli ve kıymetli saat, nasıl ya Rabbi, yalnız bundan mı ibaretti? Kendimi böyle yapyalnız onun yanında bulmak birden bana pek aşağı göründü. Bir şey söylemek fikriyle onun tarafına doğru döndüm. Fakat kendisi hakkında beslediğim şefkat ve sevda hisleri şimdi büyük bir çekingenlik ve korkuya dönüştüğü için buna muvaffak olamadım. Attığım bakışa cevap vermiş olmak için yavaşça dedi ki: - Bu ana kadar saadetime emniyet ve itimat edemiyordum. - Evet, azizim, fakat… Bilmem neden… Ben korktum. Dudaklarına getirmek için elimi alarak: - Benden mi korktun cicim? Dedi. Elim elinde mecalsiz ve hareketsiz kaldı. Kalbim sanki soğuk bir sıkışıklıkla acıyla karışık bir şekilde sıkıştı. - Evet, diyebildi. Fakat aynı zamanda kalbim şiddetle çarpmaya, elim zevcimin eli içinde titremeye başladı. Tatlı, korku taşıyan bir saadet hissi bütün varlığıma yayıldı. Gözlerim bakışlarını aradı. Birden hissettim ki artık kendisinden korkmayacağım. Deminki korku ve çekingenliğin aşktan, yeni, ter ve taze, eskisinden daha şefkatli ve kuvvetli bir aşktan ileri geldiğini anlamakta gecikmedim. Bütün ruhumla ona ait bulunduğumu ve bu aidiyetten dolayı tamamıyla mutlu olduğumu açıkça hissettim. (Birinci Kısmın Sonu)İKİNCİ KISIM1 Köydeki iki aylık dingin hayatın haftaları, günleri benim için hissedilemeyecek derecede hızlı geçti. Zira bu iki ayın varlığıma bahşettiği aşk hisleri ve sevda heyecanları bütün bir hayatı mutlu etmek için yeterli idi. Geçinme tarzımız önceden plan ve tertip eylediğimiz programa uygun şekilde gerçekleşmiyorduysa da hayallerimizin altında da değildi. Nişanlı iken hayal ettiğim ve birçok güzide insanlık faziletleriyle süslediğim düzenli çalışma hayatı nerede kaldı? Bütün bunların yerine karşılıklı bir aşkın menfaatperest hisleri, sevilmiş olmak arzuları, sebepsiz ve sınırsız bir neşe, ona ve bana ait olmayan her şey hakkında bir mutlak unutkanlık hüküm sürüyordu. Ha doğru, bazı kere Mikaloviç çalışmak için çalışma hücresine girer veyahut işlerini düzenlemek ve düzeltmek maksadıyla şehre iner veya mal ve çiftlikleriyle uğraşırdı. Fakat bunlar için benden nasıl güçlükle ayrıldığını hissederdim. Kendime aidiyeti gerçekleşmeyen her bir şey kendisine öyle manasız, öyle hiç görünürdü ki bunlarla meşgul olmanın pek faydasız olduğunu daima bana itiraf ederdi. Bu benim için de böyleydi. Piyano çalar kayınvalidem ile meşgul olur, köydeki çocuklara dersler verirdim. Fakat bütün bunları onun bir takdir kelimesine mazhar olmak için yapardım. Zevcimin hoşuna gitmeyen ve arzusuna uymayan şeylerle meşguliyet benim için imkânsızdı. İhtimal ki şu hareket tarzı fena ve menfaatçi idi. Bununla beraber beni mutlu ediyor, kadınlık kimliğimi her şeyin üstüne yükseltiyordu. Benim nazarımda bütün kâinat yalnız ondan ibaretti. Katımda insanların en güzidesi, en mükemmeli oydu. Hâsılı o, benim her şeyimdi. Bu dünyada ancak kendisi için yaşıyordum. Mikaloviç için de ben, kadınların en nefisi, en güzel ve olağanüstüsü idim. Katında en kıymetli kadınlık özellikleriyle süslenmiş bir inci, en kendinden geçiren iffetli kokular sürünmüş bir çiçek gibiydim. Bir gün dua ederken odama girdi. Ben kendisine doğru bir bakış fırlatmakla yetinerek duama devam ettim. O beni sıkmamak için, masanın yanına oturdu. Bakışlarının ağırlığını üzerimde hissediyor, gözlerimi onun tarafına çevirmekten kendimi engelleyemiyordum. Zevcim tebessüm ediyordu. Ben de gülmeye başladım. Öyle bir dakika geldi ki artık duaya devam etmek benim için imkânsız oldu. Kendisine sordum: - Sen dualarını bitirdin mi? - Evet, sen devam et. Ben gidiyorum. Başka bir söylemeksizin gitmeye kalktı. Fakat ben engel oldum: - Azizim! Eğer beni memnun etmek istersen benimle beraber dua et. Yanımda diz çöktü. Biraz tereddütten sonra, yüzü ciddi, duaya başladı. Bu esnada bana doğru döndü. Nazarlarımda bir teşvik ve takdir manası aradı. Duayı bitirdiği zaman zevcimi kucaklayarak gülmeye başladım. O, ellerimi öperek: - Hiç değişmemişsin. Daima benim bildiğim on yaşında mini mini menekşesin, diyordu. Bulunduğumuz hane köyün eski evlerinden biri olup burada vaktiyle aynı aile hayli nesillerden beri karşılıklı samimi pek çok aşk ve hürmet görmüştü. Her tarafta duvarların saygın ve iffetli hatıraları nazar-ı dikkate çarpıyordu. Kayınvalidem Tatyanasa Mivnovna, evi eski bildiği yöntem şekliyle idare etmekte devam ediyor, her köşede takdir edilesi bir düzen ve temizlik görünüyordu. Salon resimlerle süslenmiş, halılarla döşenmiş, güzel ve süslü iskemlelerle başka döşemeler düzenli ve uygun bir muhteşem ahenkte yerli yerine konulmuştu. Kayınvalidem, farklı duvarların çeşitli tarz ve üsluptaki en güzel döşemelerini benim odaya yerleştirmişti. Bu, benim için büyük bir lütuf idi. Tatyanasa Mivnovna evde varlığını hissettirmezdi. Bununlar beraber her hizmetçi işini bir saat gibi muntazam görür idi. Bütün hizmetçiler bu muhterem ihtiyar kadın hakkında hürmet ve tazim ile karışık bir korku ve çekingenlik hissederlerdi. Her cumartesi günleri düzenli olarak tahta silinir, halıların değneklerle tozları alınırdı. Her ayın ilk günü de özel ayin icra edilirdi. Zevcim ev işlerine asla müdahale etmiyordu. Yalnız tarla işleriyle meşgul oluyor, köylüleri gözlüyordu. Sabahleyin – kışın bile – erken kalkardı. Ben uykudan uyandığım zaman o, işinin başında bulunurdu. Bir müddet sonra birlikte çay içmek için eve geri dönerdi. Bu esnada son derece neşe ve sevinç gösterirdi. Çoğunlukla ne iş gördüğünü kendisine sorardım. O zaman bana öyle tuhaf ve garip hikâyeler naklederek beni eğlendirirdi ki gülmekten bayılırdım. Bazı kere de o günkü işlerin özetini söylemesini, ısrarcı ve ciddi talep ederdim. O vakit zapt edilmiş bir tebessümle, bir günlük olayları bana anlatırdı. Ben gözlerinin içine bakar, ne dediğini anlamaksızın dudaklarının hareketlerini takip ederdim. Fakat ona böyle bakmaktan ve sesini duymaktan mutlu idim. Hikâyesini bitirip te bana: - Peki… Şimdi söylediğim hikâyeyi sen de tekrar et bakalım, dediği zaman ne söyleyeceğimi şaşırırdım. Bize, aşkımıza ait olmayan sözler derin bir umursamazlık hissettiğim için olmalı, söylediği hikâyeleri anlamaz, fakat – bilinmez neden – lezzetle dinlerdim. Kayınvalidem öğle yemeğine kadar odasından dışarıya çıkmazdı. Kendi kendine çay içer ve hizmetçisiyle halimizi sordururdu. Bir gün sabahleyin Mikaloviç ile sohbet edip latifeleşirken birden oda kapısının yanında, kayınvalidem tarafından halimizi anlamaya çalışmaya memur edilen hizmetçi kadını gördüm. Ben bir kahkahayı zapt etmek için zorluk yaşıyordum. O, vakarlı ve hürmetli, köşede duruyor, gayet tuhaf ve ciddi bir sesle diyordu: ((Madam Tatyana dün yaptığınız gezintiden sonra bu gece rahat uyuyup uyuyamadığınızı sorduruyor. Kendisi geceyi pek fena geçirdiğini, sabaha kadar havlayan köpekten uyuyamadığını bildiriyor. Bir de bu sabahki küçük ekmekleri nasıl bulduğunuzu öğrenmek istiyor. Zira bu defa bu ekmekleri "Taras" değil "Nataşa" pişirip yaptı. Madam ekmekleri fena bulmuyor. Fakat bisküvilerin çok piştiğini söylüyor.)) Yemeğe kadar zevcimle nadiren beraber bulunuyordum. Ben piyano çalar veya kitap okurdum. O da ya yazı yazar veyahut tekrar dışarıya çıkardı. Saat dörde doğru öğle yemeği için toplanmış halde yemek salonunda buluşurduk. Her gün düzenli olarak, zevcim yemeğe giderken kolunu annesine takdim eylerdi. Diğer kolunu da bana vermesi için kayınvalidem zevcimi zorlardı. Üçümüz kapının her iki tarafına çarparak, sıkışarak yemek salonuna girerdik. Sofraya kayınvalidem önderlik ederdi. Konuşmamız esaslı ve ruhlu mevzular üzerine dayanıyordu. Zevcimle gizlice konuştuğumuz bazı sözler, bu uzun yemek sohbetinin monoton üslubunu letafetle keserdi. Bazı kere anne ile oğul arasında şakayla karışık bir konuşma geçerdi. Bu sevimli latifeleri pek sevdiğim için can kulağıyla dinlerdim. Bu sıcak ve samimi şakalar Tatyana ile Mikaloviç'i birbirine bağlayan derin sevgiyi diğer şeylerden fazla belli ediyordu. Yemekten sonra annemiz salondaki büyük koltuğa uzanır, tütünü ufalamakla veyahut yeni gelen kitapların yapraklarını kesmekle meşgul oluyordu. Biz ise yüksek seda ile kitap okurduk yahut piyanonun bulunduğu bitişik odaya geçerdik. Evlilik hayatımın ilk aylarında eşimle beraber pek çok kitap okuduk. Bununla birlikte en fazla ruh zevkini musikide bulduk. Musiki her gün kalbimizde yeni tesirler, titreşmeler uyandırıyordu. Ve bizi birbirimize daha büyük bir açıklıkla ifşa ediyor gibiydi. Kendisinin sevdiği seçili parçaları çaldığım vakit piyanodan epey uzak olan bir mindere oturur, kim bilir nasıl bir samimi his ile müziğin kalbinde oluşturduğu etki ve his fışkırışını zapt etmek için kendini zorlardı. Fakat ben çoğunlukla bu sırada piyanodan kalkar, usulcacık yanına gider, sesinde beliren heyecan eseri ile gözlerinden sızan nemli parlaklığı – bütün bunları bütün bunları saklamak için gösterdiği her türlü gayretlere rağmen – keşf eylerdim. Kayınvalidem bizi daima piyanoda görmek isterdi. Bununla beraber rahatsız etmekten korktuğu için yanımıza gelmez, bize bakmaksızın lakayt ve vakarlı, salondan geçmekle yetinirdi. Gece herkes büyük salonda toplanıyordu. Çayı bardaklara ben dolduruyordum. Bu vazifeyi zannetmeyiniz ki çekincesiz ve korkusuz yapıyordum. Bilakis büyük bir korku ve mahcubiyet içinde bu şerefe layık olmadığımı anlıyordum. Semaver musluğunu açarak çayı bardaklara düzenli olarak doldurmak için kendimi henüz pek genç ve sersem buluyordum. Çay bardaklarını koymak için önümde tepsiyi tutan Nikola diyordu: - Bu bardak Piyer İvanoviç için… Öteki Mary Mincina'ya özel… Sonra herkese de sormak gerekiyordu: - Çaylarınızın lezzeti iyi midir efendim? Bütün bu işleri bitirdiğim zaman zevcim: - Pekâlâ… Pekâlâ… Her şeyi büyük bir ev kadını gibi ifa ettiniz, derdi. Kayınvalidem bir müddet daha salonda oturarak iskambil kâğıtlarıyla Mary Mincina'nın gelecekten haber veren safsatalarını dinledikten sonra geceyi rahat geçirmemiz için dualar ederek bizimle vedalaşırdı. Biz de odamıza çekilirdik. Gece yarısına kadar odamızda oturur, konuşurduk. Bu zaman, hayatımızın en şerefli ve güzide dakikalarını oluştururdu. Mikaloviç bütün safhalarıyla geçmiş hayatını naklederdi. Beraber planlar kurar, felsefeden bahs açardık. Tatyana'nın gevezeliklerimizi işitmemesi için yavaş, gayet yavaş konuşurduk. Zira kayınvalidem daima erken yatmamızı tembih ederdi. Bazı kere acıkırdık. Gece yarısı bütün o derin bir uykuda iken usulcacık beraber yemek odasına iner, "Tiktiya" nın suç ortaklığıyla edinebildiğimiz nevaleyi tam bir istek ve heyecanla odamıza getirir, yalnız küçük bir mumun latif ışığı altında tatlı bir iştiha ile yerdik. Bazı defa zevcimde gördüğüm sükûnet ve mülayimlikten bir umursamazlık kokusu hissederek üzülüyor, bu umursamazlık eserinin kendimde de bulunduğunun farkına varamıyordum. Zevcim bana kararsız, gelgeç meşrep bir varlık gibi görünmeye başlıyordu. O, bir arzusu olup ta açıklamaya cesaret bulamayan bir küçük çocuk gibiydi. Bir gün kendisinin bu umursamazlığından, aşırı sakinlik ve yumuşaklığından şikâyet ettiğim zaman bana cevaben: - Ah sevgilim, dedi, o kadar kendinden geçiren bir neşe havası içinde bulunuyorum ki saadet yorgunuyum. Halimde hissettiğiniz yorgunluk ve lakaytlık sevinç ve aşktan mest olmaktan ileri geliyor. Şunu da itiraf edeyim ki bu aşırı mutluluk beni korkutuyor. Kapının çalındığını işittiğim, adıma gelen bir mektubu aldığım, uykudan uyandığım zamanlar şiddetli bir heyecana duçar olduğumu sana söylesem bilmem inanır mısın? Evet, korkuyorum, korkuyorum. Zira yaşamak isterim. Zira ufak bir şey hayatımı büsbütün değiştirebilir. Hiçbir şey anlamaksızın sözünü kabul eder gibi göründüm. Ben de mutluydum. Fakat bana öyle geliyordu ki herkes te hayatında bir defa benim gibi aynı tarzda bahtiyar olmuştur. Mutlaka başka bir mutluluk daha olmalıdır. Şüphesiz bu da o kadar büyük değildir. Fakat herhalde başkadır. Evlilik hayatımın iki ayı bu şekilde geçti. Sonra soğuklarıyla, karlarıyla kış başladı. Yavaş yavaş – zevcimin daima yanımda bulunmasına rağmen – kendimde derin, acı verici bir yalnızlık hissetmeye başladım. Günlerin aynı şekilde tekrar etmek olduğunu, kendimde ve eşimde artık bir yenilik bulunmadığını, bilakis daima tekdüze adımlarla hayatı geçirmekte olduğumuzu anlıyor gibiydim. Mikaloviç işleri için eskisinden fazla zaman ayırmıştı. Kendisini ikinci defa olarak, bana açmak istemediği bir dünya sırların derin gizliliklerinde görüyorum zannediyordum. Zevcimin bu sarsılması imkânsız sıkıcı sükûneti sinirime dokunuyordu. Mikaloviç hakkındaki muhabbetim eksilmemişti. Aşkı daima beni mutlu ediyordu. Fakat sevdalı hislerim kuvvet ve şiddetini artırmıyordu. O, sükûn ve durgunluk halindeydi. Kalbimin aşk etkisiyle titreyen bir köşesinde beni kederlendiren bir şiddetli arzunun doğduğunu hissediyordum. Sevmek saadeti artık bana yetmez olmuştu. Bu sakin monoton hayat benim ruh ihtiyacımı tatmin etmiyordu. Bana hareket ve faaliyet lazımdı. Aşkım heyecanlara, tehlikelere, fedakârlıklara susamıştı. Bazı kere Mikaloviç'ten saklamak için kendimi tuttuğum kalbi bunalımlara duçar olur, bazı defa da eşimi şaşırtan asabi ve aşırı bir şefkat ve neşe girdabı içinde bulunurdum. Bu garip buhran halini benden önce hisseden eşim kışı şehirde geçirmemizi teklif etti. Fakat ben saadetimizin yok olmasından korktuğum için, hayatımızın akış tarzına sapma darbesi vurulmamasını istirham ettim. Gerçekten ben mutluydum fakat bu mutluluğun bir fedakârlık, bir daimi çaba neticesi olarak oluşmaması beni üzüyordu. Zevcimi seviyor, bütün ruhumla onun olduğumu biliyordum. Lakin ben aşk zaferimin – hiçbir engel ve fedakârlığa uğramaksızın böyle kolaylıkla – temin edilmesini görmek istemiyordum. Kalbim ve ruhum tatmin edilmişti. Bununla beraber varlığımın derinliklerinde ateşli bir gençlik suyu kaynadığını hissediyor, temin edilmeyen derin bir faaliyet ihtiyacı duyuyordum. Kendi kendime: - Niçin o kadar arzu ettiğim şehre gitmek için teklifte bulundu? Diyordum. Zevcim eğer böyle bir teklifte bulunmamış olsaydı ihtimal ki ben, beni sıkan bu çılgın arzuların birer tehlike olduğunu ve ısrarlı bir şekilde yapmak istediğim fedakârlığın bana şu şekilde görünmesi gerekeceğini anlardım: Bütün bu sıkıcı hisleri boğmak… Fakat şehirde geçirilecek şaşaalı hayatın beni bu sıkıcı can sıkıntısından kurtarabileceği ümidi, istemediğim halde, düşüncemi zapt etmişti. Bununla beraber Mikaloviç'i – sadece çılgın heveslerimi tatmin etmek için – sevdiği bütün şeylerden mahrum etmek vicdanıma azap veriyordu. Bu tereddüt ve bunalımlar arasında vakitler geçiyor, kar evimizi gittikçe yoğun bir beyaz tabaka ile örtüyordu. Ve biz daima birbirimizin çevresinde, daima aynı yüzlerin huzurunda sıkıcı ve monoton bir hayatı sürüklemekte devam ediyorduk. Hâlbuki orada şaşaalı şehirlerin derinlik ve güzelliklerinde baygın insanlar böyle sessiz ve bilinmez, yaşayan varlığımızı hissedemeyerek yaşıyorlar, sıkıntı çekiyorlar, mahvoluyorlar. Hiçbir kuvvet ve etkinin değiştiremeyeceği bir tarzda akan bu sıkıcı yeknesak hayata bizi mahkûm bir şekilde bağlayıp sabit bırakan esaret ve ülfet zinciri her dakika hissetmekten aşırı derecede üzülüp acı çekiyordum. Aşkımız bu huzurlu ve değişmez asude hayatın bizzat esiri oluyordu. Böylece biz sabahleyin şen ve neşeli görünürken öğle yemeğinde ciddi ve hürmetkâr bulunur, akşam da şefkatli ve yumuşak olurduk. Kendi kendime düşünürdüm: ((Nasıl yaşamalıdır? Eşimin dediği gibi masum ve namuslu yaşamalıdır. Ben de bunu cidden arzu ederim. Fakat bütün hayatımız bu tekdüze hayatı sürüklemekle geçiyor. Hâlbuki bizim şimdiki gücümüz başka bir hayat istiyor.)) Mücadele etmeye, çırpınmaya, didinmeye ihtiyacım vardı. İstiyordum ki hayatım kalbi duygularım ile etkilenip heyecanlansın. Duygularımın hayat tarzımı etkilemesiyle gelişmesini arzu etmiyordum. Mikaloviç'i uçurumun kenarına götürüp ve ona: ((İşte bir adım daha… Uçuruma yuvarlanıyorum. Yalnız ufak bir hareket mahvolmam için yeterli…)) demek isterdim ki kendisi benzi sararmış olduğu halde kuvvetli kollarıyla beni yakalayarak bu korkunç düşmekten kurtarsın. Gayet güvenli bir emniyet kenarına atsın. Bu bunalımlı manevi hal sağlığım üzerinde fena bir etki oluşturdu. Aşırı bir sinirin altında adeta çılgın olmuştum. Bir sabah Mikaloviç'in hiddetli olarak – bu hal kendisinde pek nadir oluşurdu – çiftlikten dönüşü beni alışılmışından fazla bir sinirli bunalıma soktu. Birden şu hiddeti hissederek sebebini sordum. Fakat cevaben bunun nakledilmek zahmetine değer bir şey olmadığını söyledi. Kendisinin üzüntü ve hiddet sebebi olan halin ne olduğunu pek çok sonra anladım. Köyün polis komiseri "İzpiravnik" in zevcim hakkındaki bakış ve hisleri fena idi. İstifa etmek hakkına sahip olduğu halde adamlarımızdan vergi almak için onları çağırıp davet etmişti. Buna Mikaloviç'in aşırı canı sıkılmıştı. Fakat bu işlere ait ayrıntılarla beni de üzmek istemiyordu. Ben, beni alakadar olduğu işleri anlamaya kabiliyetsiz bir çocuk sayıyor, bütün bunları bana nakletmek zahmetini seçmeyi fazla ve gereksiz görüyor, zannettim. Hiçbir şey söylemeksizin odadan çıktım. Beraber çay içmek için bizde misafir olan Mincina'yı çağırdım. Sonra misafir salonuna gittik. Orda onunla her türlü ruh ve faydadan uzak, cidiyetsiz sözlerle gevezelik etmeye başladım. Mikaloviç odada büyük adımlarla yürüyor, zaman zaman bize bakış atıyordu. Bu nazarlar bende öyle garip etki oluşturuyordu ki gevezeliğimi büsbütün artırıyor, sinirli kahkahalarla gülüyordum. Söylediğim her söze, nadiren Mary Mincina'nın söylediği fikre, alaycı kahkahalar katıyordum. Eşim sesini çıkarmaksızın odasına girdi ve kapıyı kapadı. Onu gözümden kaybeder etmez bütün bu çılgın, sinirli sevinç ve neşe eserleri mahvoldu. Muhatabım derin bir hayret içinde, şu ansızın değişmenin sebebini soruyordu. Hiçbir cevap vermeksizin mindere oturdum. Ağlamak için kuvvetli bir arzuya kapıldım. Kendi kendime diyordum: ((Niçin zevcim ciddi ve vakur duruyor? Bir hiç kendisine gayet mühim bir iş gibi görünüyor. Ne olduğunu bana söylese haksız yere üzülmekte olduğunu ikna edici delillerle ispat edeceğim. Fakat beyefendi zannediyor ki hiçbir şey anlayamam. O, sıkıcı sakin âdetiyle bana azap verip aşağılamak ve sonra da mazur görünmek istiyor. Pekâlâ, öyleyse ben de mazurum. Aynı çevrede mıhlanmaktan doğan can sıkıntısı ile faydasız ve neticesiz, senelerin akış hızını hissettiğim zaman ben de gösterişli bir zevk ve neşe hayatı istemekte, öyle ise, mazurum! Her gün ileriye yürümek arzu ederim. Her saat bir yenilik isterim. Kendisinin yalnız bir emeli var: Aynı hal ve çevrede kalmak ve beni orada o sıkıntılı çevrede, sakin ve hareketsiz tutmak… Hatta beni alıp şehre bile götürmeyecek. Bana daima sade ve asude olmamı söylüyor. Fakat kendisi bana bizzat örnek olmuyor. Hayır… O hiç saf ve asude değildir.)) Gözyaşlarımın kalbimin derinliklerinden fışkırmakta olduğunu ve zevcime son derecede gücendiğimi hissediyordum. Bu hiddet ve kızgınlıkla üzgün ve şaşkın, Mikaloviç'in çalışma odasına girdim. O, masa başında oturmuş, yazı yazıyordu. Ayak seslerimi işitti. Bana ilgisiz, sakin bir bakış attı. Ve sonra yine işine devam etti. Bu nazar beni çıldırttı. Fena halde kızdım. Yanına gideceğim yerde masanın yanında durdum. Bir kitabın yapraklarını çevirmeye başladım. Yeniden gözlerini kaldırdı ve bana doğru çevirdi: - Maşa, pek neşesiz görünüyorsun! Yönelttiğim soğuk nazarla cevap vermek istiyordum: Bu soruya ne gerek var? Başını eğdi ve şefkatli tebessüm etti. İlk defa olarak tebessümü karşılıksız kaldı. Ciddi ve serzenişli, sordum: - Bugün size ne oldu Allah aşkına! Niçin bana hiddet ve içerlenmenizin sebebini söylemek istemiyorsun? - Önemsiz şeyler, polisim… Ufak bir sıkıntı… Şimdi sana her şeyi söyleyebilirim: İki köylü şehre gitmişler… Sözünü keserek dedim ki: - Niçin bu sabah çay vakti sorduğum zaman bunu bana söylemedin? - Beynim sersemdi, pek hiddetliydim. Onun için… - Fakat ben ne olduğunu o zaman anlamak isterdim. - Niçin? - Sen de niçin sana nasihat verebileceğimi, yol gösterebileceğimi asla ummuyorsun? Kalemini bırakarak cevap verdi: - Fakat emin ol ki senin hakkında böyle bir zan daima beslerim. Sensiz yaşamaya gücüm olmadığını pekâlâ bilirim. Sen yalnız benim müsteşarım değil, her şeyimsin. (Gülerek) Bana her şeyi güzel ve muhteşem gösteren senin huzur şiirindir. Şimdiye kadar bende ilk defa olarak gördüğü garip bir tavırla dedim ki: - Evet, anladım. Ben güzel bir kızcağızım ki… Bir tereddüt duraksamasından sonra ilave ettim: - Bulunduğun şu sakinlik hali bana aşırı azap veriyor. (Can atarak) – Pekâlâ! Şimdi bütün bu işleri sana nakil ve izah edeceğim. Sonra sen de bana fikrini söylersin. Artık bunu anlamak için tadım ve düşkünlüğüm yok. Gerçekten bu vakayı daha önce öğrenmek için çılgın bir arzu duymuştum. Fakat şimdi… Pek az devam eden bir çekingenlikten sonra bir cesaret hamlesi ile ilave ettim: - Bu hayat pek monoton geliyor bana. Başka türlü – bilmem nasıl tarif edeyim – seninle bir akran gibi yaşamak istiyorum. Kalbinin üzüntü ve acısı açıkça belli olan yüzünden derin bir acı hissolunuyordu. Sözlerimden ne derece acı duyduğunu görerek, devam etmek için artık kendimde cesaret bulamadım. Bir vakit sustum. O sordu: - Fakat sen neden benim akranım değilsin? İzpiravnik ve köylülerle işim olduğu için mi? - Yalnız bu değil… - Ruhum, işlerin oluşturduğu meşguliyet gürültüsünden dolayı rahatsız olmakta olduğunu bilirim. Fakat emin ol ki sana ait aşkım benim bütün hayatımdır. Yüzüne bakmaksızın cevap verdim: - Siz zaten daima mazursunuz. Benim hissettiğim hiddet ve öfkeye rağmen şimdi zevcimde yeniden gördüğüm neşe ve asudelikten memnuniyetsiz oldum. - Maşa! Ne'n var? Niçin gücendin bana? Çabuk cevap verme. İyice düşün. Bana darıldın, elbette bunun için bir sebep olacak. Rica ederim haksızlıklarımı söyleyiniz. Kendisine nasıl olduğu gibi kalbimi açabilirdim? Ciddi bir tereddüt ve endişe ile: - Hakkında hiçbir şeyim yoktur, dedim, yalnız sıkılıyorum ve sıkılmaktan kurtulmak istiyorum. Bununla beraber siz, bunda mazursunuz! Bu sözleri söylerken gözlerimi ona doğru kaldırdım. Oh, maksadıma nail olmuştum. Artık eşimin sakinlik ve itidali kaybolmuştu. Bütün yüz hatlarından acı bir heyecan eseri sızıyordu. Titrek, yavaş bir seda ile dedi ki: - Maşa! Artık bu, bir şaka olmak sıfatından çıktı. Rica ederim cevap vermezden önce beni dinle! Niçin vicdanıma azap vermek, kalbimi kanatmak istiyorsun? Sözünü kestim. (Soğukça): - Zaten hak kazanacağını, tavır ve hareketlerinin tümünde mazur görüneceğini önceden biliyordum. Artık bana hiçbir şey söyleme. Sen haklı ve mazursun! (Gayet titrek bir sesle): - Ah ne yaptığını bilmiş olsan… Ben ağlamaya başladım. Bir parça hafiflik hissettim. O hiçbir şey söylemeksizin yanımda oturuyordu. Hareketimden aşırı utandım. Kendisine bakmaya cesaret edemiyordum. Zannediyorum ki beni şaşkın ve kızgın bir tavırla inceliyor. Fakat bir aralık yüzüne baktığım zaman bana yönelmiş nazarlarında af talep eden şefkatli ve sakin bir yalvarma manası hissettim. Derhal zevcimin elini elimin içine alarak dedim ki: - Affet beni. Ne dediğimi bilmiyordum. - Evet… Fakat ben biliyorum. Sen doğru söylüyordun. - Ne diyordum? Şimdi Petersburg'a gitmeliyiz. Artık burada yapılacak hiçbir işimiz yoktur. - Eğer sen arzu edersen gidelim. Bunun üzerine beni kucakladı. Ellerimi samimi öpücüklere boğdu. Ve dedi ki: - Rica ederim beni affet. Senin karşında ben pek suçluyum. O gece Mikaloviç – âdeti gereği – odada kendi kendisine mırıldanarak büyük adımlarla gezer iken… Ben ona repertuvarda bulunan bütün parçaları çaldım. Çoğunlukla eşime kendi kendine ne söylediğini sorduğum zaman o, bir dakika düşündükten sonra hepsini bana anlatırdı. Bazen şiir söyler, bazen de tuhaf bir hikâye naklederdi. Bu gece de ne mırıldandığını sorduğum zaman birden durdu, düşündü. Sonra güler yüzlü ve iltifat ederek Lermontov'un iki beyitten ibaret bir şiirini tekrar ettiği şu mealdeydi: "Fırtınada sakinlik ve asayiş bulunurmuş gibi kendisi, çılgın ve hevesli, bir fırtına istiyor…" Kendi kendime dedim ki: ((Artık hiçbir şeyi saklamaya gerek yok. O hepsini biliyor.)) Piyanodan kalktım. Koluna girdim. Ayaklarımı adımlarına uyuşturarak beraber yürümeye başladım. Bu esnada o, soru sorar bir tarz ile: - Evet, dedi ve tebessümle baktı. Ben de elimde olmadan: - Evet, diye mırıldandım. Her ikimiz, ansızın çılgın bir neşenin kasırgalarına kapıldık. Gözlerimiz gülüyor, adımlarımız aşırı şekilde uzanıyor, kalplerimiz sanki mest edici bir salıncağın heyecanlı kucağında sallanıyordu. Bu hal ile yemek salonuna gittik. Kayınvalidem sabırsızlıkla bizi bekliyordu. Yemeği neşeli ve gümbürtü koparan kahkahalar arasındaydık. İki hafta sonra paskalyayı geçirmek üzere St Petersburg'ta bulunuyorduk. 2 Bir hafta Moskova'da kaldıktan sonra Petersburg'a ulaştık. Yeni apartmanımızı döşeyip süsledik. Akrabalarımızı ziyarete başladık. Gördüğüm yabancı yüzler, yeni manzaralar o kadar neşeli, huzur ve sevgileriyle o kadar sıcak… O kadar çeşitli ve hoş idi ki köyde geçen dingin ömrümüz bana çok zamandan beri mazi olmuş faydasız ve manasız etki hayatını icra ediyordu. Herkesi bana karşı büyüklük taslayan ve soğuk tavırlı göreceğim yerde güya bütün bu yeni dostlarımın beni görmekle mutluluklarını arttırıyorlarmış gibi hakkımda aşırı samimi bir sevgi ve iltifat eseri gösterişleri cidden hayret ve hoşnutluğuma sebep oluyordu. Hakkımda gösterilen iltifat eserlerini yalnız akraba ve yakınlarımda değil bana tamamıyla yabancı olan kişilerde de görüyordum. Zevcim de her an birden, şimdiye kadar bana asla bahsetmediği dostlar buluyor ve bu, benim hayret ve teessüfüme sebep oluyordu. Mikaloviç bana karşı latif ve nezaketle davranan gençler hakkında pek katı fikirler taşırdı. Benim hoşuma giden erkeklere gayet soğukça hareket etmesine ve onlardan uzak durmasına pek şaşıyordum. Köyümüzden hareket etmezden önce zevcim bana demişti ki: - Petersburg'da nasıl vakit geçireceğimizi ve ne kadar süre kalacağımızı bilmek ister misin? Biz burada zenginler gibi geçiniyoruz. Fakat orada öyle yaşayamayacağız. Adeta fakirler gibi geçineceğiz. İşte bunun içindir ki uzun süre orada kalamamak mecburiyetindeyiz. Hayat âlemine karışmaktan, eğlence ve balo yerlerinde arz-ı endam etmekten uzak kalmamız lazım. Aksi takdirde pek çok sıkıntı çekeriz. - Hayat âlemine karışmanın ne gereği var? Biraz tiyatroya gideceğiz. Operada müzik dinleyeceğiz. Akrabalarımızı ziyaret edeceğiz. Sonra hemen köye döneceğiz. Fakat biz Petersburg'a ayak atar atmaz bütün düşüncelerimiz, planlarımız altüst olmuştu. Orada kendimi büsbütün yeni bir zevk ve sefa âleminde buldum. Bu zevk ve neşe girdabının beni uçuruma doğru sürükleyeceğinden gafil ve habersiz, kendi kendime düşünüyordum: ((Meğerse hayatı hiç tanımamış bir çocuktan farkım yokmuş. Gerçek hayat sahnesi, ilk defa olarak, şimdi hayret ve tutkunluk nazarımın önünde kendini gösteriyor. Herhalde bu benim için büsbütün yeni sahneyi doya doya seyretmeliyim.)) Bu şekilde düşünüyor ve kendimi haklı buluyordum. Köyde beni tutuklayan can sıkıntısı, kalbi bunalım şimdi tamamen silinmiş, onun yerine derin bir şevk ve neşe geçmişti. Zevcim hakkındaki kalbi sevgim gittikçe sükûnet bulmuştu. Acaba beni daha az mı seviyor diye kalbime – eskiden olduğu gibi – hiçbir soru sormuyordum. Bütün istek ve düşüncelerimi keşfettikten ve bütün hayatıma katıldıktan, en ufak bir arzumun hemen gerçekleşmesi için kuvvetli bir istek gösterdikten sonra artık şefkat ve muhabbetinden şüphe edebilir miyim ya! Sakinliği artık yok olmuştu. Yahut bu sıkıcı sükûnete artık bana azap vermeye başladığı için ihtimal ki ben öyle zannetmiştim. Petersburg'a ulaşmamızdan biraz sonra annesine mektup yazdı. Mektubu okumama müsaade etmeyerek yalnız dipnot yazmamı söyledi. Fakat ben okumak için ısrar ettim ve başarılı da oldum. Annesine diyordu ki: ((Siz Maşa'yı şimdi görseniz mümkün değil tanıyamazsınız. Hatta ben bile tanıyamıyorum. Bu necip ve zarif serbestliği, bu iltifatlı ve lütuflu davranışı ve herkesin doğasına, ruh haline göre hareket etmeyi nereden öğrendi. Bütün bu özellikler o kadar sade, o kadar doğal bir şekilde gösteriyor ki herkes onun yanında bulunmaktan aşırı mutlu ve hoşnut görünüyor.)) ((Nasıl? Bu kadın ben miyim?)) diye düşündüm ve çılgın bir sevinç hissettim. Öyle zannettim ki şimdiye kadar zevcimi asla bu kadar sevmemiştim. Herkes yanında böyle gösterişli bir başarı kazanacağımı doğrusu hiç ümit etmiyordum. Her taraftan bana söyleniyordu ki amcam en fazla benim huzurumdan hoşnut oluyor. Yengem en fazla benimle konuşmaktan zevk alıyor. Hatta bazen bütün Petersburg'da benzeri bulunmaz güzide bir kadın olduğum söyleniyordu. Diğer bir kadın da beni temin ediyordu ki hayata tutkun insanlara şevk ve neşe vermek benim elimdedir. Hayat şu haneye son derece meyilli olan eşimin teyze çocuğu madam, zevk ve safa âlemlerinden, bu âlemlerin sonsuz zevklerinden öyle canlı bir şekilde bahsederdi ki bu, beni baştan çıkarmak için yeterliydi. Bu teyze çocuğu ilk defa olarak, beni baloya davet ettiği zaman doğrudan doğruya zevcime hitap etti. Mikaloviç bana doğru dönerek ince bir tebessüm ile karışık şeytani bir tavırla sordu: - Baloya gitmek ister misin? Bir baş sallamasıyla meramımı anlatmak istedim. Lakin bu an içinde kıpkırmızı olduğumu hissettim. Lütufkâr bir tebessüm ile dedi ki: - Aldığınız tavırla, işlediği cinayeti itiraf eden bir zanlı gibisiniz. Yalvarma manası saçan bakışlarımın gülüşüyle cevap verdim: - Zevk ve safa hayatına karışmayacağımızı zira bu gibi eğlence ve kalabalık yerleri sevmediğinizi bana söylemiştin de… - Eğer baloya gitmek için büyük bir arzu hissediyorsan gideriz. - Hayır, evde kalalım. İhtimal ki bu bizim için daha iyi ve uygundur. Yeniden sordu: - Baloya gitmek istiyor musun? Söyle bana! Cevap vermedim. O, dedi ki: - Eğlenceye, baloya gitmek büyük bir felaket değildir. Fakat eğlenmek zevkli ve neşeli bir gösterişli hayat içinde yaşamak büsbütün tehlikeden de ari değildir. Neyse… Bu baloya gideceksin. Öyle gerekiyor. - Doğru mu söylüyorsun? Oraya gitmek için büyük bir heves ve arzum var. Hiçbir şey bana bu kadar kuvvetli bir arzu vermemiştir. Baloya gittim. Bu balo bütün ümitlerimin üstünde idi. Orada cazibe ve perestiş çevresinin seçkin merkezinde bulunduğumu, daha büyük bir açıklıkla hissettim. Hatta bütün bu şaşaalı ve muhteşem salonun gözleri kamaştıran şaşaalı ışıklandırma ve süslemelerinin şaşaası varlığımın şerefine bağlıyor, orkestranın yalnız benim için ruhnüvaz ahenklerle neşe ve sevinç verdiğini zannediyor, bütün davetlilerin yalnız beni takdir etmek için burada toplandığına hüküm veriyordum. Öyle hissediyordum ki bütün erkekler, dans eden delikanlılar – salonda bulunup oyuna katılmak isteyen ihtiyarlar bile – bana aşk ve muhabbetlerini göstermek için derin, karşı konmaz bir arzuya kapılıyorlardı. Teyzekızım, baloda dönen sözlerin hep bana ait olduğunu söylüyordu. Ben diğer kadınlardan hiç birine benzemezmişim. Ben pek güzide ve müstesna bir varlıkmışım. Bende öyle sade ve doğal, öyle neşeli taze şeyler varmış ki bütün bunlar insana, şeffaf bir gök altında saf bir köyü hatırlatırmış. Bu kış daha iki üç defa baloya gitmek arzu eylediğimi serbestçe zevcime itiraf edebileceğimi düşünerek, bu başarımdan pek mağrur ve müftehir oldum. Mikaloviç zevk u safa âlemine daldığımız ilk günlerinde bana ciddi ve hakiki bir hoşnutlukla eşlik ediyor, eğlenmeme müsaade ediyordu. Sanki o, başarımdan memnun ve mağrur, önceki düşüncelerini tamamen unutmuş veyahut bertaraf etmiş gibiydi. Fakat biraz sonra canı sıkılmaya başladı. Bir derecede ki bu hayat kendisine tahammülsüz bir felaket darbesi gibi görünüyordu. Ben ise kendimi diğer şeylerden korumak için, pek meşgul ve dalgın idim. Göz ucuyla sitemli ve soru soran bir bakışla bana doğru yönelmiş derin ve ciddi bakışlarına tesadüf ettiğim zaman artık bunların bana ne demek istediğini anlayamıyordum. Her taraftan gördüğüm iltifat çabaları ilk defa olarak soluduğum bu yeni ve zarif süs ve safa havası bütün fikirlerimi karıştırmıştı. Artık zevcimin bundan pek büyük olmasından doğan ümitsizlik ve ıstırabı hissediyordum. Balo salonuna girer girmez bütün takdir ve perestiş nazarlarının üzerimde toplandığını gördüğüm zaman hoşnut ve mağrur olmamak benim için mümkün değildi. Eşim ise bütün bu kalabalık karşısında, kendisine ait olduğumu itiraf etmekten sanki utanır, bu siyah elbise yığınları arasından silinmek için büyük bir atılım ve acele gösterirdi. Artık öyle bir devre geldi ki başarılarım beni hoşnut etmemeye başladı. Çünkü düşünüyordum ki bir gün ben onun için bütün bu zevkleri, başarıları feda edeceğim. Bu zevkli hayat şu hanede korkup çekinebileceğim yegâne bir tehlike varsa o da salonlarda tesadüf ettiğim delikanlılardan birine tutkun olmak ve zevcimin kıskanç hislerini tahrik etmek ihtimaliydi. Fakat o, benim için öyle büyük bir itimat besliyor, hakkımda o kadar yumuşak ve lakayt davranıyor ve bütün bu gençler zevcimin yanında öyle manasız ve önemsiz görünüyordu ki bu yegâne tehlike de bana korku verici görünmüyordu. Bununla beraber bu genç, neşeci ve keyifçi erkeklerin üzerime yöneltilmiş takdir ve perestiş nazarları beni aşırı hoşnut ediyor, izzet-i nefsimi okşuyor, kalbimi gıcıklıyor ve zevcim hakkında beslediğim aşka onların layık olduğunu bana sezdiriyordu. Fakat Mikaloviç te bana büyük bir müsamaha ve umursamazlık gösteriyordu. Bir gece balodan dönüşte parmağımla onu tehdit ederek dedim ki: - Oh… Nasıl bir istek ateşi içinde madam N… ile sohbet ettiğini gördüm. Bu sözlerimle Petersburg asiller derneklerinde tanınan bir kadını ima etmek istemiş, dikkat ve tecessüs nazarını çekmek için şu ince sözü fırlatmıştım. Zira o, insanı usandıran ve canı sıkan sessiz bir varlık idi. - Ah, neden böyle söylüyorsun, Maşa… Nasıl sen bana bu gibi bir isnatta bulunuyorsun? Bu kelimeleri dişleri arasında söylerken öyle bir yüzünü ekşitti ki sanki maddi bir sıkıntı altında ezildiği hissolunuyordu. Devam etti: - Bırak şu başkalarına ait sözleri. Senin ile benim aramda hiçbir şey bulunamaz. Bu tarz hayatımız bizim eski ve samimi ilişkimizi asla bozamaz. Ben şu hareketimden mahcup ve pişman, sustum. O, sordu: - Neden böyle düşünüyorsun? Nasıl, dediğim doğru değildir. - Samimi ilişkimiz hiç değişmedi. Ve asla değişmeyecektir. Şimdi bu sözleri söylerken pek samimiydim. O, diyordu ki: - Bununla beraber burada canım sıkılmaya başladı. Artık köye dönmeli… Tam zamanı… Ben bu cevap üzerine kendi kendime söylendim: ((O burada sıkılıyorsa ben de onunla beraber köyde yalnız sıkılmayacak mıyım?)) Kış bu şekilde geçti. Önceki düşüncelerimizin aksine olarak paskalyadan bir hafta sonra hareket etmeye karar verdik. İşlerimiz toplanmıştı. Zevcim köydekilere herkesin haline uygun birer hediye almıştı. Kendisine köyde lazım olan eşyayı da tedarik etmişti. Bütün bu eşyayı, memnun ve mutlu paket ediyor alışılmıştan fazla şen ve hoşnut görünüyordu. Hazırlanıp ta tam harekete hazır hale geldiğimiz bir zamanda teyzekızı Konts'ın vereceği müsamerede bulunmamız için gidişimizin ertelenmesini rica etti. Konts müsamereyi sadece benim için icra edecekmiş. Zira bir baloda beni gören ve Rusya'nın en güzide kadını sayılan Kontm bu müsamere vesiesiyle bana takdim olunma istiyormuş. Teyzekızı diyordu ki: - Bütün Petersburg bu müsamerede bulunacak. Eğer sen bulunmayacak olursan müsamere pek tatsız olacak. Zevcim salonun öbür köşesinde diğer biriyle konuşuyordu. Teyzekızı benden ısrarla soruyordu: - Değil mi Mary? Geleceksiniz, değil mi? Zevcime bakarak kapalı ve tereddütlü bir tavırla: - Yarından sonra köye dönmek fikrindeyiz, dedim. Bakışlarım zevciminkilere tesadüf etmişti. Teyzekızı dedi ki: - Burada kalmanız için Mikaloviç'e rica edeceğim. Cumartesi günü müsamereye gideceğiz, olmaz mı? - Lakin paketlerimiz hazırlanmış, işlerimiz bağlanmıştır. Eşim birden salonun öbür köşesinden, sordu: - Eşimin bu akşam konut cenaplarına ihtiram ve saygı sunması daha uygun olmaz mı? Sakin ve mutedil görünen sedasında şimdiye kadar hiç tanımadığım gizli bir fırtına, bir heyecan var gibiydi. Teyzekızı gümbürtü koparan bir kahkaha arasında: - Ha! Ha! Mikaloviç pek kıskançtır. Fakat bu konut cenapları için değildir. Burada bir müddet daha kalmasını Mary'den rica etmemiz sırf bizim içindir, dedi. Soğuk bir tavırla: - Karar ona aittir, dedi. Ve odadan çıkıp gitti. Anladım ki Mikaloviç pek üzüldü. Ben de kederlendim. Teyzekızına bu konuda hiçbir vaatte bulunmadım. Derhal eşimin yanına gittim Mikaloviç tefekkür denizine dalmış olduğu halde büyük adımlarla odada dolaşıyordu. Beni görmemesi için yavaş yavaş ayağımın ucuyla odaya girdim. Yüzüne bakarak kendi kendime: ((Galiba kendisini ((Tikolosko))daki sevgili evinde, hayattan memnun ve mutlu, sabah kahvesini içtiği odasında zannediyor. Tarlalarıyla, köylüleriyle tekrar buluşuyor, salondaki sıcak sohbetlerimizi ve gizlice tedarik ederek tatlı bir iştihayla yediğimiz gece yemeklerini düşünüyor.)) dedim. Kendisine, müsamereye gitmek istemediğimi, köye dönmek istediğimi söyledim. Beni görür görmez suratını astı. Simasındaki tefekkür nüktesi silindi. Bakışının manasında yeniden kendini koruyan bir sükûn ve endişe okur gibi oldum. Bana doğru, boşlayan ve umursamaz, dönerek kendisine has bir sakinlik tavrı ile sordu: - Nedir bu, azizem? Cevap vermedim. Pek kızgın idim. hakkında gösterdiğim samimiyete karşın bana böyle kurum satması doğrusu pek canımı sıktı. Tekrar dedi ki: - Gitmek istiyor musun? - İsterim. Fakat sen arzu etmiyorsun. Hem de zaten bütün eşyamız hazırlandı. Şimdiye kadar bana asla bu defaki gibi soğukça bir cevap vermediği gibi böyle donuk bir yüz ile de bakmamıştı: - Salıdan önce gitmeyeceğim. Denklerin açılması için şimdi emir vereceğim. Bundan dolayı sizi bu müsamereye gitmekten hiçbir şey menedemez. Âdeti üzere, üzgün ve heyecanlı, düzensiz adımlarla odanın içinde dolanıyor, hiç bana bakmıyordu. Ben dedim ki: - Sözlerinden hiçbir şey anlamıyorum. Hâlbuki kendinin daima itidal sahibi olduğunu söylüyordun. Niçin bana bu kadar tuhaf ve gülünç bir tavırla lakırdı söylüyorsun. Ben senin memnuniyet ve hoşnutluğun için her şeyi feda etmeye hazırım. Neden şimdi bu kadar hiç tanımadığım alaycı bir tavırla benim müsamereye gitmemi zorluyorsun. - Ne fedakârlık yaptın? (Bu kelimeye dayanarak) Ben de bu şekilde birçok fedakârlıklarda bulundum. İlk defa olarak ağzından kaba ve sert lakırdılar işitiyordum. Bu alaycı ve küçültücü sözler aşırı derece beni kızdırdı. Sarf ettiği küçük düşürücü kelimeler beni korkutmadı fakat mağlup eyledi. Bir derin ah ile: - kalben pek değişmişsin, dedim, neden yanında daima zanlıyım. Bana darıldığın sebebi yalnız bu müsamere meselesi değildir. Bana gücenmek için daha başka önemli sebepler olacak. Niçin her şeyi, olduğu gibi, söylemiyorsun? Aramızdaki samimiyetin sarsılmasından korkan sen değil miydin? Öyle ise her şeyi bana açıktan açığa söyle. Nedir darılmaya sebep? Odanın orta yerinde, yanımdan geçmeye mecbur olması için, ayakta duruyor ve cevabını bekliyordum. Kendi kendime diyordum ki: ((Şimdi yanıma gelecek. Beni kucaklayacak ve her şey bitecek.)) Fakat o, ilerleyip yanıma geleceği yerde odanın diğer ucunda durdu. Bakışını üzerime dikti: - Daima hiçbir şey anlamayacak mısın? Dedi. - Hayır. - Pekâlâ! Öyle ise ben izah edeyim. Nefret edip ve tiksiniyorum. İlk defa olarak derin, yok olması mümkün olmayan bir nefret duyuyorum. Hissetmekten kendimi alıkoyamadığım bu etkilerden son derece tiksiniyorum. Sustu. Sesindeki değişiklik ve titreklik kendisine dehşet veriyordu. Tahkir edilmekten doğan kızgınlık ve güceniklik yaşları gözlerimde olduğu halde sordum: - Bu derece nefret ve üzüntünü icap ettirecek sebep olan şey nedir? - Konutun seni pek güzel bulduğunu, senin de – sadece bunun için – zevcini, kadınlık haysiyetini unutarak tam bir can atışla onun ayakları önüne koştuğunu, varlığını unutarak necip kadınlık hislerini kaybettiğin zaman zevcinin hissetmeye mecbur olacağı can yakıcı üzüntüyü anlamak istemediğini görmekten derin, sonsuz bir nefret ve üzüntü duyuyorum. Bana karşı her türlü fedakârlığı yapmaya hazır olduğunu söyleyen sensin, değil mi? Pekâlâ… Bu, ne demektir bilir misin? Demek istiyordun ki: ((Kendimi konut cenaplarına takdim etmek benim için büyük bir şeref ve saadettir. Fakat işte bu şeref ve saadeti sadece, anlıyor musun, sadece senin için feda ediyorum.)) Konuştukça konuşma edasında daha fazla zayıflık ve heyecan eseri hissediliyor, konuşma ahenginde daha fazla bir alay ve tahkir kokusu duyuluyordu. Şimdiye kadar zevcimde asla böyle bir hal görmediğim gibi bana bu şekilde söz söylemesine de hiç ihtimal vermezdim kanım kalbime doğru saldırıyordu. Korkuyordum. Fakat birden, haksız olarak uğradığım küçük düşürülme ve tahkirle yaralanan onurum, kadınlık gururum beni öfkelendirdi. İntikam almaya karar verdim. Dedim ki: - Uzun zamandan beri zaten böyle bir hareketi bekliyordum. Söyle, söyle… - Senin neden böyle bu hareketi beklediğini bilmem fakat ben her şeyi bekleyebilirdim. Senin her gün daha güçlü bir düşkünlükle bu sefahat ve özgürlüğe, bu kirli zevk hayatına daldığını görerek… Evet, ben aldanmıyordum. İşte şimdi bu ana kadar duçar olduğum bir azap ve utanç hissi ile güçsüz ve alt üst olmuş bir haldeyim. Bana kıskançlıktan bahsettiler. Evet, ben kıskancım. Fakat kimin için? Ahlaki kimliği belli olmayan sefahatçı bir konut için. Sen bütün bunları bildiğin halde… Bu mudur fedakârlığın? Kendi kendime düşünüyordum: ((Ah, işte eşlerin kudret ve hâkimiyetleri… Bir zevç zevcesini tahkir ve rezil eder de zevce karşılık olarak kabahatini itirafla üzüntü ve pişmanlığını bile söyleyemez. Hayır, bu defa kendisine itaat etmeyeceğim.)) Yüksek sesle: - Hayır, dedim, senin için hiçbir fedakârlıkta bulunmadım. Zannettim ki kan yanaklarımda bir iz bile bırakmayarak çekilip gitti. Gerçekten benzim bir ölü gibi sararmıştı. İlave ettim: - Cumartesi günü Kont R...nin müsameresine gideceğim. - Pekâlâ… Allah selamet versin. Git istediğin kadar eğlen. Fakat aramızda her şey bitti. Bu sözleri zaptına muvaffak olamadığı şiddetli bir hiddet ve öfke fışkırışıyla söyledi. Sonra da: - Hayır, sen bana artık azap veremeyeceksin, dedi. Dudakları şiddetle titriyor, devam etmemek için büyük bir çaba gösteriyordu. Bu an ve dakikada Mikaloviç'ten korktum ve nefret ettim. Kendisine pek çok şeyler söylemek, bütün bu küçük düşürme ve rezil etmenin intikamını almak istiyordum. Fakat ağzımı açacak olursam – iyice hissediyorum ki – hemen boşanacak, hüngür hüngür ağlayacak ve bu sebeple onun indinde bir kat daha hor, aciz olacağım. Hiçbir kelime söylemeksizin odadan çıktım. Bu esnada Mikaloviç'in de ayak sesini işittim. Gayet dehşetle dönüp baktım. İlişkimizin ebediyen kırılması ihtimalinden korktum. Öyle bir rabıta ki vaktiyle beni mutlu etmeye yeterli oluyordu. Kendi kendime düşünüyordum: (( Acaba kendisine baktığım ve elimi uzattığım zaman beni anlamak için soğukkanlı olacak mı? Benim yüksek cenabımı takdir edecek mi? Yoksa üzüntü ve ıstırabımın söndüğünü mü zannedecek? Yahut pişmanlığımı kabul ederek gururlu bir sükûnetle beni af mı edecek? Neden bu kadar sevdiğim bir adam beni böyle aşağıladı ya Rab! Odama girdim. Orada birçok süre kaldım. Bu mücadele esnasında kullandığım her bir kelimeyi gayet nefret ve tiksinme ile düşünerek ağladım. Bu pis sözlerle önceden gösterdiği samimi iltifatları karşılaştırarak dehşet ve fecaat hakikati tamamıyla anlıyor ve aşağılandığımı açıkça hissediyordum. Akşamüzeri çay içmek için aşağıya indim. Eşimi misafiri mösyönün yanında gördüm. Mikaloviç'i görmekle aramızda açılan müthiş uçurumu tekrar duydum. Misafirimiz ne vakit gitmek istediğimizi bana sordu. Cevap vereceğim bir zamanda zevcim dedi ki: - Salı günü hareket edeceğiz. Konts S..nin hanesinde verilecek müsamereye katılacağız. Bana dönerek ilave etti: - Nasıl, oraya gitmeye niyetin var değil mi? Gayet sade ve doğal olmakla beraber söylenen şu sözlerden korktum. Gözlerimi kocama doğru kaldırdım. Bakışlarımız tesadüf etti. Tavrı pek alaycı, sedası pek soğuktu. - Evet, dedim. Misafirimizin gitmesinden sonra Mikaloviç yanıma geldi. Elini uzatarak dedi ki: - Rica ederim, yalvarırım sana, bu sabah söylediğim sözlerin hepsini unut. Elini aldım. Hafif bir tebessüm dudaklarım üzerinde titredi. Gözyaşlarım akmaya başladı. O sanki duygusal ve üzücü bir sahne izlemekten korkuyormuş gibi, benden epey uzak, bir koltuğa oturdu. ((Acaba hala kendisini haklı zannetmekte ısrarcı mı?)) diye düşünüyordum. İstediğim açıklama, müsamereye gidilmesi için edeceğim ricalar dilimin üzerinde duraksıyordu. Bu esnada Mikaloviç: - Anneme hareketimizin ertelenmesini yazalım. Zira merak eder, dedi. - Ne vakit gitmek istiyorsun? - Salı günü balodan sonra… - Zannederim ki sadece benim için kalmıyorsunuz. Bunu söylerken gözlerinin içine bakıyordum. Fakat bakışlarının ifadesinden hiçbir şey anlayamıyordum. Sanki onlar şimdi bana karşı katı bir örtüyle örtülmüş gibiydi. Yüzü – bilmem neden – birden bana gayet ihtiyar ve nahoş göründü. En sonunda müsamereye gittik. İlişkimiz görünürde samimiliğine geri dönmüştü. Fakat bu samimiyet eskisi gibi değildi. Baloda diğer madamlarla beraber oturan Konut S…nin yanında bulunuyordum. Bu sırada Kont bana doğru ilerliyordu. Ayağa kalkmaya mecbur oldum. Selamına karşılık verdiğim zaman hakkımda aşırı nezaket eseri gösterdi. Bu dakikada elimde olmayarak zevcimi araştırdım. Salonun diğer ucundan beni gözetlediğini ve sonra döndüğünü gördüm. Birden öyle bir utanç pençesi ve yürek darlığı altında ezildim ki Kont'un nazarları karşısında ateşli bir kızıllaşmanın bütün yüzümü istila eylediğini hissettim. Çektiğim ıstıraplara rağmen benimle büyüklük taslayarak konuşan Kont cenaplarını dinlemek icap ediyordu. Konuşmamız çok devam etmedi. Yanında bulunmaktan incindiğimi şüphesiz hissetmiş olmalı ki evde serbestçe hareket edemiyordu. Geçen haftaki balodan, yazlığımızdan ve diğer bu gibi önemsiz şeylerden bahsettik. Sonra benden müsaade elde ederek zevcimin yanına gitti. Salonun öbür köşesinde konuşuyorlardı. Kont şüphe yok benden bahsediyordu. Başını çevirerek güler yüzle bana bakması bu zannımı teyit ediyordu. Kocam kızardı. Veda âdetini gerçekleştirmeden Kont'tan ayrıldı. Mikaloviç'in nezaket kuralına aykırı olan şu hareketinden dolayı pek mahcup oldum. Öyle zannettim ki zevcimin Kont'a karşı gösterdiği soğukluk kadar benim utanışım da herkes tarafından hissedildi. Bu hal nasıl anlaşılacak? Mikaloviç ile olan çekişmemizi herkes keşfedecek mi? Eve teyzekızı ile beraber geldik. Yol esnasında sohbetimizin konusunu eşim oluşturdu. Bu uğursuz müsamere sebebiyle oluşan esef verici sahneyi ona naklettim. O, karı koca arasında bu gibi hallerin çok yaşandığını, böyle şeylerin hiçbir önemi bulundurmadığını öne sürerek beni tatmin etti. Sonra zevcimin ahlakını, mesleğini, hareket tarzını izah etti. Eşimin pek mağrur olduğunu, fikir ve hislerini pek az açığa vurduğunu söyledi. Fikrine tamamen katıldım. Eşimi pekiyi anladığıma, tam bir sükûn ve itidalle akıl yürüttüğüme inandım. Bununla beraber Mikaloviç ile beraber kendimi yapyalnız bulduğum zaman hakkındaki hislerim bunalımlı bir cinayetle vicdanımı ezerdi. Birbirimizi ayıran o vakit bir kat daha genişlediğini hissederdim. 3 Bugünden itibaren hayat ve ilişkilerimiz tamamen değişti. Baş başa edilen o samimi sohbetler eski güzellik ve şiiriyetini kaybetmişti. Şimdi çekindiğimiz birçok mesele vardı. Başka birisinin yanında yalnız olduğumuzdan bin kat fazla serbestlik ve neşe ile konuşuyorduk. Balodan, köy hayatından bahsedildiği zaman derin bir üzüntü hissediyor, gözlerimizi – tesadüf etmesi için – yapmacık bir şekilde çeviriyorduk. Artık birbirimizi ebediyen ayıran bu müthiş uçurumu tam bir açıklıkla duyuyor, oraya yaklaşmaya korkuyorduk. Zevcimin gayet mağrur ve hiddetli olduğuna artık tam bir kanaat hâsıl etmiştim. Zayıflık ve düşkünlüğünü iyi idare etmek için tedbir ve uyanıklık üzere hareket etmek gerekiyordu. Eşim de hayat âlemi dışında yaşamaya artık gücüm olmadığına, köy hayatının ruhi ihtiyaçlarımı tatmin ve ikna edemediğine, arzu ve isteklerime vakıf olmak ve ona göre hareket etmek kendisinin vazifesi bulunduğuna tamamen emin olmuştu. Duygularımızı her ikimiz de serbest söylemekten çekiniyorduk. Mikaloviç'e en mükemmel bir erkek nazarıyla baktığım, benim de onun indinde en güzide bir kadın olduğum zamanları kıyas ile meşgul oluyor ve karşılıklı gizli hükümlerde bulunuyorduk. Hareketimiz için belirli olan günden evvel ben hastalandım. Nikoloskoy'a döneceğimiz yerde yazı geçirmek için Petersburg civarındaki villaların birinde zarif bir köşk tuttuk. Annesini görmek için yalnız Mikaloviçi gitmeyi kararlaştırdı. Hareket ettiği gün kendisine eşlik edebilecek derecede afiyetim yerinde değildi. Fakat o, sağlık durumumdan dolayı istirahat etmemi tavsiye etti. Anladım ki beni köyde can sıkıntısı içinde görmekten korkuyordu. Ben de ısrar etmedim. Kocamın yokluğu esnasında hayat bana pek boş göründü. Yalnızlıktan pek sıkıldım. Fakat dönüşünde hissettim ki o, varlığıma hiçbir şey ilave edemedi. En naçiz, en manasız duygu ve düşüncelerimi bile, olduğu gibi kendisine açıklamazsam vicdanen güçlü şiddetli bir azap ve ıstırap hissedecek… En önemsiz bir sözü, en ruhsuz bir tavrı bana seçkin bir olgunluk örneği gibi görünecek, çılgın kahkahalarla gülmek için yalnız bakışlarımızın karşılaşması yeterli olacak derecede derin ve samimi olan aşkım mahvolmuştu. Artık Mikaloviç te ancak çocuklara özel neşesini, canlı meşrebini kaybetmişti. Vaktiyle izdivacımın il mutluluk döneminde, kalbimi tarif edilemez bir heyecan ve saadet titremesiyle titreten o derin ve şeffaf nazarlarına şimdi tesadüf edemiyordum. Artık beraber dua etmiyor, istiğrak vecdleri içinde aynı sevda heyecanı ile etkilenmiyorduk. Daha doğrusu birbirimizi pek az görüyorduk. Beni yalnız bırakmaktan korkmadığı zamandan beri her bir bahane ile evde durmaz, bir hayat âlemi içinde eşimden daha iyi vakit geçirirdim. Artık aramızda ne acı veren bir sahne vuku buluyor, ne de sıkıcı bir sitem… Ben onu – mümkün mertebe – memnun etmeye çalışıyor, o da bütün arzularımı yapmak için can atıyordu. Hâsılı birbirimizi seviyor gibi gözüküyorduk. Yalnız kaldığımız dakikalarda – bu dakikalar pek nadirdi – zevcimin bulunmasından ne sevinç, ne heyecan, ne de endişe hissediyordum. Sanki yalnızmışım gibi Mikaloviç'in varlığı kalbimde hiçbir etki oluşturmuyordu. Bazen öyle sakin, öyle siyah dakikalar olurdu ki kalbimin sıkıştığını hissederdim. Öyle anlıyordum ki bu hal böyle ebediyen aramızda devam etmeyecektir. Aynı hisleri Mikaloviç'in bakışlarından da okuyor gibi idim. bizim şefkat ve sevgimizde şimdi bir daire vardı ki Mikaloviç o daireyi aşmak istemezdi. Artık hiçbir şey düşünmek istemiyor, hislerimi dinlemek için vakit bulamıyor, ilişkimizin ahengindeki bu büyük değişimin getirdiği ümitsizlik ve kederi unutmaya çalışıyordum. Asla yalnız kalmıyor ve kalmak ta arzu etmiyordum. Zira ruhi halimi incelemekten korkuyordum. Sabahtan ta gece yarısına kadar olan zamanım – dışarıya çıkmadığım, baloya gitmediğim vakitlerde bile – tamamen doluydu. Bu hayat bana ne neşeli, ne de sıkıcı görünüyordu. Bu hayatın daima böyle olacağını, daima böyle devam edeceğini düşünüyordum. Hayat tarzımız üç sene bu şekilde aktı. Zevcim ile olan ilişkilerimiz aynı noktada mıhlandı. Sanki bu ilişkiler olduğu yerde donmuştu. Ne iyileşiyor, ne de fenalaşıyordu. Bu üç senelik zaman fasılası arasında – hayatımın akış tarzını düzeltmeyen – aile hayatına temas eder iki önemli vaka orta çıktı: İlk defa olarak anne oluşum. Kayınvalidemin vefatı. Annelik duygusu başlangıçta o kadar şiddetle beni büyüleyici etkisi altına aldı, öyle bir vecd ve hayret denizine daldırdı ki önümde yepyeni bir seçkin ve çekici hayatın açıldığını hissettim. Fakat iki ay sonunda, hayat alemine dönebilecek bir hale geldiğim zamanda, bu şerefli hisler yavaş yavaş eski şiddet ve kuvvetini kaybederek adeta tam bir sükun ve itidalle yapılan bir vazife hükmünü giydi. Zevcim ise bilakis ilk çocuğumuzun doğumundan beri yine dingin ve merdümgiriz hayatına geri döndü. Şimdi olanca şefkat ve sevincini evladına veriyordu. Çoğunlukla müsamere ve eğlenceye giderken çocuğumu öpmek ve kutsamak için balo tuvaletiyle odasına girdiğim zaman pederini oğlunun mini mini karyolası yanında bulur ve eşimin bakış ifadesinde bir azarlama ve sitem manası hisseder gibi olurdum. Beni zabteden vicdan azabından aşırı üzgün ve ciğerparem hakkında gösterdiğim umursamazlıktan cidden üzüntülü ve nahcup oluyor , ((Acaba ben diğer kadınlardan daha çok fena mıyım?)) diye vicdanıma karşı bir içsel hitapta bulunuyordum. Kendi kendime: ((Ne yapayım? Çocuğumu seviyorum. Lakin daima yanında bulunmaya da muvaffak olamıyorum. Canım sıkılıyor. Yapmacık tavırlar, sahte şefkatler göstermeyi asla sevmem.)) diyordum. Kayınvalidemin vefatı Mikaloviç için büyük bir üzüntü darbesi oldu. Onsuz Nikolosko'da yaşamanın kendisi için pek tahammülsüz olacağını söylüyordu. Bana gelince: Zevcimin üzüntü ve matemine katıldım fakat – bilmem bir gizili his ile – köyde evin yegâne amir ve sahibi olacağımı düşünerek gizli bir memnuniyet duymaktan kendimi alıkoyamıyordum. Biz bu üç senenin büyük kısmını şehirde geçirdik. Bu müddet zarfında Nikolosko'da yalnız iki aylık bir zaman geçirdik. Üçüncü senenin sonunda yabancı şehirlere yönelerek hareket ettik ve bütün bir yazı sahil şehirlerin birinde geçirdik. Ben o zaman yirmi bir yaşındaydım. Servetimiz pek yolunda idi. Yahut bana öyle görünüyordu. Artık varlığıma hiçbir zevk ve neşe dökemeyen aile hayatını hatırıma bile getirmiyordum. Bütün tanıdığım insanlar beni seviyor gözüküyordu. Sağlık durumum memnuniyete değer bir derecede idi. Tuvaletlerim bulunduğum şehrin en güzide, en zarif tuvaletleri arasında seçkin bir gösterişle parlıyordu. Güzel olduğumu bütün kalbimle duyuyordum. Saatlerim pek şerefli ve kıymetliydi. Bir incelik ve zinet havası bütün benliğimi kuşattı. Mutlu ve neşeli olduğumu hissediyordum. Bununla beraber bu zevk ve neşe önceden Nikolosko'da ilk defa olarak hissettiğim şevk ve saadet gibi değildi. Mutluluğuma bizzat kendim sebep olduğum o saygın zamanlarda duyduğum samimi hoşnutluğa karşın şimdi hissettiğim hayat sevinci hiçtir. Fakat bu mutlak hiçlik içinde şu halden memnunum. Artık fazla bir şey istemiyor, fazla hiçbir şey ümit etmiyor ve hiçbir şeyden korkmuyorum. Bana hayatım tam, vicdanım ise dingin görünüyor. Şehirdeki delikanlıların hiçbiri bana diğerlerinden farklı ve üstün görünmüyordu. Bütün bu gençlere karşı benimle âşıkça latifelerde bulunan ihtiyar Baron K… gibi hareket ediyordum. İyi tanıdıklarımdan, yalnız çenesinden bırakılmış sakalıyla genç bir Fransız'la sarışın ihtiyar bir İngiliz vardı. Bunların ikisi de bende aynı önemsiz etkiyi yapıyordu. Bununla beraber beni saran bu zevk ve neşe hayatının oluşmasına hep bu gibi ruhsuz adamlar sebep oluyordu. Bütün bunların arasından yalnız biri – hakkımda hissettiği hürmet ve perestişi gösterdiği cesaretten anladığım bir İtalyan markisi – özel şekilde dikkatimi çekiyordu. Bulunduğum yerde bulunmak ve benimle konuşmak… Ata binmiş olarak yaptığım gezintilerde bana eşlik etmek… Gazinolarda bana tesadüf etmek ve güzel olduğumu daima söylemek için en ufak bir fırsatı bile kaybetmiyordu. Birçok defalar hotelin etrafında meraklı ve serseri dolaştığını pencereden gördüm. Onun sabit ve hoş olmayan bakışı çoğunlukla beni kızartır, bakışımı başka tarafa çevirtirdi. Bu genç ve zarif İtalyalı latif tebessümüyle, alnının ifade ettiği özel işaret ile – gayet güzel bir adam olduğu halde – zevcime benziyordu. Beni şiddetli, hırslı bir aşk ile sevdiğine emindim. Bazı kere bu genci mağrur bir acıma ile düşünüyor, bazı defa da sevdalı heyecanını sakinleştirmek, kendisini güvenilen ve sakin bir dost hükmünde tutmak çarelerini aradım. Fakat o, bütün bu fikirleri, teşebbüsleri şiddetle reddeder, her dakika kaynamaya hazır olduğunu hissettiğim gizli aşk ile kalbimin sakinlik ve istirahatini – hoş olmayan bir şekilde – karıştırmaya devam ederdi. Bu adamdan korkuyordum – bunun nefsime karşı itiraf etmek istemiyordum – arzu etmeyerek çoğunlukla onu düşünüyordum. Eşim diğer genç delikanlılara göstermediği soğukluğu bu İtalyalı marki hakkında gösteriyordu. Mevsimin sonuna doğru hastalandım. İki hafta odadan dışarıya çıkamadım. Kulübe gidecek derecede iyileştiğim zaman anladım ki keyifsizliğim esnasında güzellik ve olgunlukla meşhur bir kadın, çoktan beri gelişi beklenilen Lady S… gelmişti. Kulüpte beni çevreliyorlar, beni aşırı güzel karşılıyorlardı. Fakat iltifatların en parlağı yeni kadının şaşaası etrafına serpiliyordu. Ondan, onun güzelliğinden başka bir söz işitmiyordum. Kendisini bana göstediler. Gerçekten pek güzel ve sevimli idi. Fakat çehresinde belli olan gurur ve iftihar eseri kalbimde fena, hoş olmayan bir tesir oluşturuyordu. Bu kadını düşünmekten kendimi alıkoyamıyordum. Vaktiyle bu çevrede beni hoşnut ve mutlu eyleyen şeyler bugün bana pek tatsız ve cazibesiz görünüyordu. Ertesi günü Lady S… civar şatoda bir eğlence tertip etti. Bu eğlenceye – bilmem neden – katılmaya karar verdim. Az olan sevenlerimden yalnız biri bana sadık kaldı. Bu andan itibaren gözlerimin önünde her şey değişti. Bütün bu adamları ruhsuz ve sıkıcı buluyor, daima ağlamak arzu ediyordum. Şimdi en mümkün hızla Rusya'ya dönmek şiddetli bir istek duyuyordum. Kalbime büsbütün yeni bir his – şimdi bu hissi kendime karşı itiraf etmek istemiyorum – nüfuz edivermişti. Sağlık durumumu bahane ederek artık kulübe devam etmemeye başladım. Kardeşim matmazel L…M… beraberimde olduğu halde yalnız civarda gezmek ve iyi su içmek için evden çıkardım. Eşim yanımda değildi. O birkaç gün için Heidelberg'e gitmişti. Tamamıyla iyileştikten sonra Rusya'ya dönecektik. Bir gün Lady S… tanıdığı bütün erkek ve kadınları eve sürükledi. Ben yine matmazel L…M… ile beraber şato civarında bir gezinti yapmayı tercih ettim. Batan güneşin zinde renkleri altında bize tebessüm eyleyen "Badn"ın latif ve şiirli civarı iki tarafına yaşlı kestane ağaçları dizilmiş engebeli yolu takip eden arabamızdan görüldüğü zaman kendimizden geçmiş yoldaşım ile ciddi bir konuşmaya dalmıştık. İlk defa olarak kardeşimde yanında her şeyden bahsedilir ve çabuk dost olunur bir kadın ruh ve özelliği keşfettim. Aile hayatından, çocuklardan, sahil memleketlerde sürülen ömrün boşluğundan bahsediyor, Rusya'ya dönmek arzusunu açığa vuruyor ve derin, samimi bir hüzün ve duygu ile duygulanıyorduk. Eski şatoya girdik. Avluda her şey serin ve gölgeli idi. Hâlbuki güneş hala bu harabelerde ışık saçıyordu. Açık kapının arasından "Badn"ın manzarası bir levha gibi görünüyor, daha ilerden bilinmez ayak ve seda gürültüsü işitiliyordu. Dostum ile beraber akşam yemeğini yedik. Vecd ve istiğraklar içinde batışı izledik. Şimdi işittiğimiz sedalar bize pek açık geliyordu. İsmimin söylendiğini duyar gibi oldum. Bu sedalar artık benim için meçhul değildi. Bunlardan biri markid… Diğeri de iyi tanıdığım bir Fransız idi. Benden ve Lady S…den bahsediyorlardı. Fransız Lady'nin güzellik ve olgunluğu ile benimkini izah edip kıyaslıyordu. Fransız bana ait hakaret içeren bir kelime sarf etmedi. Fakat – bilmem neden – onu dinlerken kanımın kalbime doğru saldırdığını hissettim. Fransız, İtalyalı markiye simamız arasındaki farkları, işaretleri, incelikleri inceden inceye tahlil ediyordu: Ben henüz bir çocuk imişim. Lady S… ancak on dokuz yaşında imiş. Benim örmem gayet güzelmiş. Rakibimin endamı da pek zarif ve hoşmuş. O, asil ve güzide bir varlık "senenki" – böyle ifade ediyordu – şimdiye kadar burada görülmemiş Rus prenseslerden biri. En sonunda Lady S… ile rekabet etmediğimden ve merdümgiriz bir şekilde yaşadığımdan dolayı beni överek hüküm ve kıyaslamasını bitirmiş oldu. Bunun üzerine İtalyan: - Ona acıyorum, dedi. Fransız (neşeli ve alaycı bir kahkaha ile): - Belki o, hiç olmazsa sizinle teselli bulmak istiyor. İtalyan (titrek bir seda ile): - Eğer buradan giderse takip edeceğim. Fransız (gülerek): - Geçici mutlu! Hala sevmekle uğraşıyor. İtalyan: - Sevmek mi? Bir süre sustu. Sonra tekrar devam etti: - Sevmeksizin ben asla yaşayamam. Aşksız hayat neye yarar? Bu dünyada hoş ve perestiş etmeye değen yalnız bir şey vardır: Hayatı sonsuz bir roman yapmak. Ben romanı asla yarıda bırakmayacağım. Bu roman neticeye kadar mutlak devam edecek. - Cenab-ı Hak başarılı kılsın, dostum. Artık bir şey işitmedik. Fakat biraz sonra sağdan ayak sesleri merdivenlerde tınladı. Fransız ile İtalyan kapıdan dışarı çıkarken avluda birden bizi görerek aşırı hayret gösterdiler. Marki bana doğru ilerleyince kıpkırmızı oldum. Elini bana uzatmak küstahlığında bulunur bulunmaz pek korktum. Bununla beraber reddetmeye muvaffak olamadım. Beraber ilerde bizi bekleyen arabaya doğru yürümeye başladık. Dostum, Fransız'ın eşliğinde önümüzde yürüyordu. İtalyan'ın hiddet ve öfkemden korkmadığını, söylediği sözlerin hepsini işittiğimi bildiği halde hiç önem vermediğini görerek sıkılıyordum. Fransız'ın sözleri – ihtimal doğru olmakla beraber – kadınlık gururumu yaralamıştı. Fakat markinin küstah fikirleri, cesaretli tavırları beni şaşırtmış, öfkelendirmişti. Kendisine hiç bakmadığım ve hiçbir cevap vermediğim, tuttuğu elimi bir bahane ile çekerek güya kulağımı kaşıdığım halde yine onu bu kadar yanımda görmem bana kendisini pek iğrenç gösteriyordu. Onu dinlememek, dostuma yetişmek maksadıyla adımlarımı hızlandırmıştım. O, bana tabiatın mükemmelliklerinden, güzel manzaralardan, bu beklenilmeyen tesadüfün meydana getirdiği mutluluktan, hâsılı birçok şeylerden bahsediyor fakat hiçbirisini işitmiyordum. Ben zevcimi, oğlumu, köyümü düşünüyordum. Vicdansız bir utanç hissi, itiraf edilmeye cesaret olunamayan keder ve hevesler, beni üzüyordu. Kalbimin sükûnetini karıştıran bu heyecan veren hisler arasında kendimi toplamak için bir an evvel odamda yalnız bulunmayı arzu eyliyordum. Dostum arzumun tersine olarak pek yavaş yürüyordu. Arabaya yaklaşmamız için kat edilecek daha hayli mesafemiz vardı. Marki beni bir müddet daha zaptı altında tutmak için kasten adımlarını ağırlaştırıyor gibiydi. Kendi kendime: Bu, böyle devam edemez, dedim ve kesin bir karar ile hızlı hızlı yürümeye başladım. Fakat o, beni bırakmamakta ısrar ediyor ve hatta elimi tutarak sıkıyordu. Yolun dönüm noktası bizi dostumdan büsbütün ayırdı. Yapyalnız kaldık: İtalyan ve ben… Birden şiddetli bir korku ve heyecan hissettim. Soğukça: - Mazur görün beni, dedim ve elimi çekmek istedim. Maalesef kolumdaki dantela elbisesinin düğmesine ilişti. O kadar yakın üzerime eğildi ki göğsü bana dönüyor, yenimi düğmesinden kurtarmak bahanesiyle eldivensiz parmakları elime temas ediyordu. Korku ve haşyet ve hoşnutluk zevki ile karışık – benim için büsbütün yeni – bir his, bir donuk bir titreyiş ile bütün vücudumu dolaştı. Hakkında hissettiğim nefret ve iğrenmeyi anlar ümidiyle markiye tahkir eden bir bakış fırlattım. Fakat bu nazar ona büsbütün başka bir şey ifade etti: Korku ve heyecan… Parlak ve nemli bakışları hırslı bir aşk ile yüzümü sanki yutmak istiyor, sıcak elleri tam bir yumuşaklıkla bileğimi okşuyor, dudakları ((seni seviyorum)) teranesini mırıldanıyor, kendisine ait olduğumu söylüyor, ellerimi kuvvetle sıkarak ateşli bir istekle bana bakarken vücuduma temas edecek derecede yaklaşıyordu. Akıcı bir ateş damarlarımı dolaştı. Gözlerim kararmaya, kalbim titremeye başladı. Kendimi savunmak için söylemek istediğim sözler kurumuş boğazımda söndü. Birden yanağımda bir öpücüğün ateşini hissettim. Donuk ve titrek, yolun üzerinde durdum ve markinin yüzüne baktım. Artık kendimde ne söz söylemek için kudret, ne de yürümek için kuvvet hissediyordum. Korkak ve şaşkın, ne beklediğimi, ne arzu eylediğimi bilmiyordum. Bütün bu sahne ancak bir dakika kadar devam etmişti. Fakat bu dakika benim için hayatımın pek korkunç bir dakikası oldu. Bu kısa süre arasında yüzünü tam açıklıkla inceleyip tahlil ettim. Hasır şapkasının kenarı altında belli, eşime benzeyen, kısa alnının, deliklerinden hafif bir hırıltı işitilen güzel burnunun, ince uzun parlak bıyıkların, yalnız çenede bırakılmış sakalın, güneşten yanan renkli yanakların ne ifade ettiğini anladım. Bilinmeyen bir şahıs gibi bu adamdan nefret ettim ve korktum. Fakat bu esnada – nasıl oldu bilinemez – bu iğrenç adamın aşk heyecanı kalbimde akis yeri buldu. Ve beni etkisi altına aldı. Bu güzel fakat kalın dudakların öpücüklerine, bu beyaz ince damarlı ellerin kıymetli yüzüklerle kapalı parmakların kucaklamalarına kendimi bırakmak için şiddetli bir arzuya kapıldım. Çılgın bir heves, beni ihtirasım önünde ansızın açılan yasak zevkler girdabına korkusuz atılmamı zorluyordu. Kendi kendime: - Zaten ben bedbahtım, dedim, öyle ise bütün bu dünyanın felaketleri başımın üzerine yıkılsın. Evet, öyle ise bütün alçaklık ve günah üzerimde toplansın. Genç İtalyan yüzüme doğru eğilerek, eşimin sesine benzer bir sesle: - Sizi seviyorum, dedi. O zaman eşimi, çocuğumu hatırladım. İşte benim için yalnız iki şerefli varlıklar ki ben onları iyi zamandan beri görmüyorum. Bu esnada yolun dönüm noktasında beni çağıran dostumun sedasını işittim. Kendime geldim. Bütün bir şiddetle tekrar elimi çektim, markiye bakmaksızın arkadaşıma yetişmek için hızlı ve art arda adımlarla yürümeye başladım. İtalyan'a yalnız bir defa bakışımı yönelttim. Şapkasını çıkardı, tebessümlü ve hürmetli, bir soru işareti şeklini aldı. Bu esnada hakkında hissettiğim tarif edilemez nefret ve tiksintiyi keşfedemiyordu. Of! Hayatım bana ne kadar sefil ve bedbaht görünüyordu. Gelecek ümitsizliklerle dolu… Mazi bir karanlık… Dostum yanımda sürekli lakırdı söylüyordu, ben dinlemiyordum. Bana öyle geliyordu ki o, hakkımda hissettiği nefret ve tiksintiyi saklamak için özel bir lütuf olmak üzere benimle konuşuyordu. Bunu sözlerinden, bakışlarından anlıyordum. Of! Bu öpücük acı verici bir azap ve utanç ateşi gibi yanağımı yakıyordu. Artık zevcimi, ciğerparemi düşünmek için kendimde iktidar hissedemiyordum. Odamda rahat edeceğimi, mevkiimi düşünebileceğimi ümit etmiştim. Fakat bu defa da yalnızlık beni korkutmuştu. Getirilen çayı bitirmek için vakit bulamadım. Heidelberg'te zevcimle karşılaşmak için akşamki trene yetişmek maksadıyla – hummalı bir faaliyet içinde – yolculuk ihtiyaçlarımı, eşyamı hazırlamaya başladım. Hizmetçimle beraber kompartımanda bulunuyordum. Lokomotif yürümeye, iyi ve taze bir hava açık pencerelerden girerek yüzümü okşamaya başlamıştı. İşte bu esnada kendime gelmeye, geçmiş ve gelecek hayatımı düşünmeye muvaffak olabildim. Petersburg'a ulaşmamızdan beri bütün hayatım bana yeni bir âlem sunuyor, vicdanım ise derin bir azabın ağırlığını hissediyordu. İlk defa olarak sahra hayatını, saf ve güzel hülyalarımızı hatırladım. Ve yine ilk defa olarak kendime soruyordum ki bu müddet zarfında zevcimi mutlu etmek için yaptığım şeyler nedir? Kendisine karşı zanlı olduğumu hissediyordum. Fakat niçin o da uçurumun kenarında beni durdurmuyor, niçin bana karşı fikir ve hislerini saklıyor? Niçin istediğim her ayrıntı ve izahları boşlayan bir cevap ile savıyor? Niçin beni tahkir ediyor? Yoksa beni hiç sevmiyor mu? Bununla birlikte onun bütün bu haksızlıklarıyla beraber o yabancı adamın öpücüğü yanağımı yakıyordu. Bu öpücükten daima bir azap yarası hissediyordum. Tren Heidelburg'a yaklaştıkça eşimin hayali gözlerim önünde daha büyük bir açıklıkla cisimleşiyor, karşılaşmamız gittikçe bana daha dehşet saçıyordu. Her şeyi söylemeye karar vermiştim. Evet, her şeyi… Pişmanlık gözyaşlarıyla hatalarımı tamir edeceğim, günahlarımı söyleyeceğim, kendimi affettireceğim. Bu şekilde teselli buluyor ve fakat kendisine söylemek istediğim bu ((her şeyi))n neyi barındırdığını bilmiyor, Mikaloviç'in affına mazhar olacağımı ümit etmiyordum. Lakin eşimle karşılaşıp ta, dalmış olduğu şaşkınlık ve hayrete rağmen, sakin ve kaygısız yüzünü gördüğüm vakit anladım ki ona nakledecek, itiraf eyleyecek, hatta af talebinde bulunacak hiçbir şeyim yoktur. - Böyle ansızın buraya dönmek fikrini sana kim verdi? Yarın ben gelecektim. Mikaloviç bu sözleri söyledikten sonra yüzümü inceleme ve merak süzgecinden geçirdi. Korku ve heyecanı gösterir bir tavırla bağırdı: - Ne var? Ne oldu sana? Kuvvetli bir çaba ile gözyaşlarımı tutmaya muvaffak olarak: - Hiçbir şey, dedim, senin için geldim. Eğer istersen yarın Rusya'ya geri döneriz. Kılı kırk yarar ve vesveseli bir bakışla bir müddet beni süzdü. Hiçbir şey söylemedi. Sonra tekrar sordu: - Fakat söyle bana… Ne oldu sana? Elimde olmayarak kızardım ve gözlerimi indirdim. Bakışında tahkir eden bir vesvesenin parladığını gördüm. Şimdiki gelen fikirlerini düşünerek korku ve çarpıntıya duçar oldum. Cahilce cevap verdim: - Hiçbir şey olmadı. Kendi kendime canım sıkıldı. Geldim… Seni, beraber yaşadığımız hayatı çok düşündüm. İyi zaman var ki huzurunda zanlı olduğumu hissediyorum. Evet, birçok vakit var ki haksızlıkları mı hissediyorum. Oh! Köyümüze, yuvamıza dönelim. Sonsuza kadar orada yaşayalım. Yeniden gözlerim sulandı. Mikaloviç soğukça dedi ki: - Azizem, bu duygusal sahneleri lütfen bırak. Köye dönmek arzu edersin, değil mi? Pekâlâ… Bu uygun… Çünkü işlerimiz yolunda gitmiyor. Fakat orasını her vakit istemeli. Geçici bir vakit için değil. Neyse bu da başka bir hikâye… Şu anda senin yapacağın en iyi şey çay içmektir. Garsonu çağırmak için ayağa kalktı. Şimdi, benim için zevcimin ne fikirler beslediğini düşünüyordum. Mikaloviç'e yükleyip bağladığım bana ait fikir ve hisler… Gözlerime tesadüf etmesinden derin bir utanç hissediyormuş gibi başka bir tarafa yoğunlaşmış nazarlarından sızan ifadeler beni soğuk bir korku titremesiyle sarsıyordu. Kendi kendime: ((Hayır, beni anlamak istemiyor, beni anlamıyor.)) diyordum. Çocuğumu görmek bahanesiyle odadan çıktım. Ağlayabilmek… Sürekli ağlayabilmek için yalnız kalmak arzu ediyordum. 4Uzun süreden beri derin bir terkedilme rüyası altında uyuyan Nikolosko'daki hanemiz yeniden hayat kazandı. Fakat bu mutlu yuvadaki şevk ve neşe canlandırılamadı. Kayınvalidem artık yoktu. Şimdi eşimle yalnız bulunuyordum. Lakin artık her ikimiz de uzlet ve inzivadan zevk alamıyorduk. Bilakis bu uzlet hayatı bizim için bir işkence oluyordu. Kış o kadar hüzünlü ve katı idi ki daima hasta idim. ikinci çocuğumun doğumundan sonra ancak afiyet kazanabildim. Zevcimle ilişkimiz şehirde geçirdiğimiz hayat esnasında aldığı soğuk tarzı şimdi koruyordu. Aramızda affı mümkün olmayan bit cürüm vardı. O, bu aşk günahını keşfetmemiş görünmekle bana azap etmek istiyor gibiydi. Tamamen bana kendini bırakmamakla bana yaraşır cezayı veriyordu. Gerçekten artık zevcim – eskisi gibi – bana ruhunu vermiyordu. Bazı kere düşünürdüm ki: Gösterdiği şu umursamazlık lüzum görürcesine sadece bana azap vermek içindir. Eski his kendisinde şimdi gizlice vardır. Bu umutlu düşünce ile kalbine birkaç aşk hatırası kıvılcımı sıçratmaya çalışırdım. Fakat o, olduğu gibi, kalbini açmak, serbest cevap vermek istemiyordu. Daima benden fikir ve meramını, kalbi sırlarını gizliyordu. Tavrıyla, bakışıyla bana: ((Her şeyi… Evet, her şeyi biliyorum. Bana söylemek istediğin her şeyi biliyorum. Onun için senin söylemen fazla ve faydasızdır.)) demek istiyor gibiydi. Başlangıçta Mikaloviç'in samimiyet ve serbestlikle hislerini söylemekten çekinmesini görmek beni pek üzmüştü. Fakat sonra anladım ki bu hal samimiyetsizlikten değil, fikir ve duygularını beyan etmek gereklilik ve ihtiyacını hissedememekten kaynaklanmıştır. Hayatımızın geçiş tarzı pek kuru idi. Zevcim, bilmek ve bakmak istemediğim işleriyle meşgul iken, ben zamanımı tembellik ve durgunlukla geçirdim. Fakat bu tembellik ve durgunluğum – eskisi gibi Mikaloviç'in dikkatini çekmez ve bunun için bana darılmazdı. Çocuklarım da henüz, eşimle benim aramda bir samimiyet bağı oluşturabilmek için pek küçüktü. İlkbahar tekrar geldi. Katya ile kardeşim yazı köyde geçireceklerdi. Hanemizi tamir etmek gerektiğinden biz de çocuklarımızla beraber yazı geçirmek üzere Pokrovsko 'ya gittik. Evimizi bahçesiyle, terasıyla olduğu gibi buldum. Işıklı salondaki açılır kapanır yuvarlak masayla piyano aynı yerde, beyaz perdeleriyle, genç kızlık hayatına özel beyaz rüyalarıyla odam aynı halde… Bu odada şimdi biri büyük, diğeri küçük iki karyola vardı. Önceden bana ait olan büyüğünde büyük oğlum Nikola'm, küçüğünde güçlükle güzel yüzünü fark edebildiğim henüz kundaktan çıkmış mini mini İvan'ım yatıyordu. Her akşam uykuya dalan bu iki çocuğum üzerinde kutsama merasimi yaptıktan sonra çoğunlukla bu sakin odada bir süre dururdum. Birden duvarlarda, perdelerde hâsılı şerefli odamın en gizli, en sırlı köşelerinde şimdi benden pek uzak bulunduğunu – kalbimde derin bir yara ile – hissettiğim taze, emel veren hayallerin esiri uçuşunu görür gibi oluyordum. Mazinin ilham ettiği bütün bu hisler, sesler genç kızlık şarkılarını hatırlatıyordu. Şimdi bu saf ve nermin hayaller nerede? Şerefli ve ruh okşayan şarkılar… Siz ne oldunuz? Pek küstah ve korkusuz olan ümitlerim, mübhem ve karışık rüyalarım, hülyalarım şimdi bir hakikat oldu. Fakat bu hakikat meğerse sert, zorlu, tatsız bir hayattan başka bir şey değilmiş. Benim etrafımda hiçbir şey değişmemişti. İşte aynı bahçe ve pencere, işte bahçedeki aynnı dar yoku, aynı sırayı görüyordum. Havuzunu kenarında bülbüller aynı ezgileri tekrar ediyorlar, aynı leylaklar çiçeklerini açıyorlar ve aynı ay da üstümüzde parlıyor. Ve bununla beraber her şey değişmişti. Bir daha dönmesi muhal olarak, hiçbir ümit emaresi bırakmayarak değişmişti. Pek güzel ve ruh okşayıcı olabilmesi mümkün olan her şey, şimdi pek tatsız ve soğuktur. Önceki gibi salonda Katya ile yalnız kalıyor ve Mikaloviç'ten bahsediyorduk. Fakat Katya'nın yüz hatları hayattan bıktığını ima ediyor, kurşun rengi siması üzerindeki gözler hiçbir ümit ve sevinç şulesi ile artık parlamıyordu. Tavrının manasında, benim dertlerim için dalmış olduğu samimi acıdan başka hiçbir şey hissedilmiyordu. Eskiden olduğu gibi, artık biz Mikaloviç'in maddi ve manevi meziyetlerine hayran ve tutkun değildik. Kalbimizin derininden taşan mutluluk feyzini birbirimize sezdirmek için artık ihtiyaç duymuyorduk. Mikaloviç yine eskisi gibidir. Yalnız kaşlarını ayıran buruşukluk daha derin çukurlaşmış, şakakların etrafındaki beyaz saçlar daha fazla çoğalmıştı. Derin, meraklı nazarları benim için daima gizliydi. Sanki aramızda yoğun bir bulut, hareketsiz duruyor. Ben de hiç değişmedim gibi. Lakin artık kalbimde ne aşk var, ne de sevda arzusu… Kendimden hiç memnun değilim. Mikaloviç hakkında önceden hissettiğim aşkın heyecanı, eskiden tanıdığım hayatın doluluğu şimdi bana pek uzak, ulaşması pek imkânsız gözüküyor. O vakit bana gayet açık ve doğru görünen bir şeyi şimdi anlamaktan acizim: Oh! Diğerler için yaşamak saadeti! Lakin kendim için yaşamak kuvvet ve cesaretine olamadıktan sonra başkaları için nasıl yaşayabilirim? Köyden hareketimden beri piyanomu büsbütün terk ve ihmal etmiştim. Fakat Pukrosko'ya dönüşümde yaşlı piyanom ile eski not defterleri bana tekrar musikiye dönmek arzusunu verdi. Yeni inşaatı incelemek üzere zevcim Katya ve Sotya ile birlikte Nikolosko'ya gittikleri bir gün ben evde yalnız kalmıştım. Dönüşlerini beklemek için salona indim. Piyanonun başına geçtim. "Kasya Ona Fantazya" sonatını aldım ve çalmaya başladım. Beni dinlemek için salonda hiç kimse yoktu. Hiçbir gürültü işitmiyordum. Pencereler bahçeye doğru açılmıştı. Sonatın latif, sevimli sedaları odanın içine bir acı "tan tan" sesi ile yayılıyordu. Eski bir alışkanlığın vermiş olduğu bir hamle ile bitap ve mecalsiz, sonatı bitirdiğim zaman, önceleri piyano çaldığım esnada Mikaloviç'in mevki aldığı yere, o şerefli ve mutlu köşeye doğru bakmak için elimde olmayarak döndüm. O, artık orada değildi. Sandalyesi şimdi eski yerindeydi. Pencereden leylak fidanlarını görüyordum. Günbatımının ziya saçan çekiciliği, akşamın tazelik ve güzelliği açık pencerelerden içeriye giriyor, bende garip ve güzel bir etki oluşturuyordu. Dirseğimi piyanoya dayadım. Yüzümü ellerimle örttüm. Sonsuz deniz tefekkürlere daldım. Uzun süre bu şekilde hareketsiz ve sakin kaldım. Geri dönmesi imkânsız mazinin şerefli hatıralarını derin bir acıyla düşünüyor ve mahcup ve çekinik, gelecek için hülyalar kurmakla meşgul bulunuyordum. Fakat önümde artık hiçbir şey göremiyordum. Ne bir ümit parıltısı, ne de bir emel ışığı… Bana karşı her şey karanlıklıydı. Kendi kendime tam bir dehşetle: ((Mümkün mü, gençliğin en seçkin devresi böyle boş ve faydasız geçmiş bulunsun!)) diye söyleniyordum. Ansızın başımı kaldırdım. Üzerime saldıran bu sıkıcı fikirleri defetmek, kişiliğimi unutmak için bir kere daha aynı sonatı – şiddetli bir sinirli bunalım içinde – çalmaya başladım. Kendi kendime: - Ya Rabbim, diyordum, eğer töhmetli isem beni affet. Mutluluğumu, ruhumun zarif rahatlığını iade et yahut yeni bir hayata başlamak için ne yapmak lazım geldiğini bana göster! Bahçede sonradan büyük kapının merdivenleri önünde tekerlek gürültüsü işitildi. Sonra tanıdığım ayak sesleri teras üzerinde yankılandı. Fakat bu adımlar önceden uyandırdığı güzel ve heyecanlandırıcı hisleri kalbimde artık meydana getirmiyordu. Çaldığım parçayı bitirdiğim vakit arkamda birisinin yürümekte olduğunu ve sonra da bir elin omuzumun üzerine konduğunu duydum. Zevcim: - Bu sonatı çaldığın için ne kadar nazik ve lütufkârsın! Dedi. Ben hiçbir cevap vermedim. - Şimdi daha çay içmediniz mi? Henüz işaretleri yüzümde yok olmayan üzüntü ve heyecan eserlerini görmemesi için gözlerimi kendisine doğru kaldırmaksızın, içmediğime delalet edecek bir işaretle başımı salladım. - Katya ile Sotya şimdi dönecekler. Hayvan serkeşlikte bulundu. Caddeden yürüyerek gelmeyi tercih ettiler. - Çay içmek için onları bekleyelim, dedim. Beni takip eder ümidiyle balkona çıktım. Fakat o, çocuklarını görmek için odalarına gitti. Yeniden varlığı, güzel ve samimi sesi beni temin etti ki hiçbir şey kaybetmemişti. O, gayet alicenap ve saf bir eş, şefkatli bir pederdi. Bana neyin eksik geldiğini bilemiyordum. Terasa geldim. Mikaloviç'in bana ilk defa olarak aşkını itiraf ettiği zaman bulunduğum kanepeye oturdum. Güneş batıyor, karanlık yavaş yavaş başlıyordu. Bir ilkbahar bulutu bahçemizin üzerinde, asılı duruyor fakat ağaçların üzerinden şeffaf bir gök köşesi görünüyor ve bu mavi gökte, sönen şafak nurları yerine yıldızlı bir manzara yayılıyordu. Bir bulut gölgesi, her şey üzerinde gergin duruyor ve gayet tatlı bir bahar yağmurunun yağacağını vadedip müjdeliyordu. Rüzgâr esmiyordu. Ne bir yaprak, ne de bir filiz kımıldanıyordu. Leylaklarla diğer çiçekler o kadar canlı açılmışlardı ki havanın çiçekten olduğuna insanın inanacağı geliyordu. Bu çiçekli hava muntazam etkilerle artıp eksilen bilinmez kokular yayıyordu. Ben, gözlerim kapalı, ne bu mest eden çiçekleri görmek, ne de koklamak arzu ediyordum. Yalnız bu tatlı kokunun çiçekli havasında bulunmak, o havayı – adeta içercesine – solumak ihtiyacını hissediyordum. Oval dairelerinde sıralanmış gülfidanları hafif bir tazelik esintisi ile kımıldanıyordu. Kurbağalar yağacak yağmurla suya atılmaya hazır, havuz kenarında sürekli devam eden vakvaklarıyla ahenk yapıyor, bütün bu gürültüler bir hıçkırık gibi havaya yükselerek uzun bir şikâyet inlemesi yayıyordu. Bülbüller kısa fasılalarla birbirlerini çağırıyorlar, acı bir uçuşla karışık bir yerden diğer bir yere uçuyorlardı. Bütün bu mükemmellik karşısında rahat olmak sebebini arıyor, kederlerimin arasından bazı şeyler ümit etmeye cesaret ediyordum. Zevcim yanıma gelmiş ve oturmuştu: - Katya ile Sotya'nın yağmura tutulmalarından korkuyordum. - Ben de… Aramızda uzun, sıkıcı bir sessizlik başladı. Rüzgârın dağıtamadığı bulu gittikçe artıyor, her yer gittikçe derin bir sükûnete dalıyordu. Birden büyük bir damla tentenin üzerine damladı. Bir diğeri çakıl taşlarla örtülü yola düştü. Şimdi şiddetli, taze bir yağmur gittikçe artar bir kuvvetle yağmaya başlıyordu. Bülbüller ve kurbağalar sustular. Yalnız uzaklarda yağmur gürültüsü arasında bir kuş, şüphesiz dallar arasında kalmış kuru yapraklar üzerinde kendisine bir sığınak arayan bir bülbül ahenkli ve sürekli devam eden nağmelerle ötüyordu. Mikaloviç'e: - Nereye gidiyorsun, dedim. Bir yere gitmemesi için ekledim: - Burası o kadar iyi ki… - Hizmetçi ile Katya'ya şemsiyesini göndermek istiyorum. - Hiç gerek yok. Yağmur şimdi donacak. Fikrimi onayladı. Beraber terasın kenarında kaldık. Elimi ıslak parmaklığa dayadım, başımı dışarıya eğdim. Yağmur saçlarımı ve boynumu ıslattı. Yağmur gürültüsü durdu. Artık yapraklardan düşen birkaç damladan başka bir şey işitilmiyordu. Kurbağalar kendi âlemlerindeki konsere tekrar başladılar. Bülbüller şen ve neşeli, tekrar canlandılar. Önümüzde her şey parlıyordu. Mikaloviç parmaklığa yaslanarak ve elini nemli saçlarım üzerinde unutmak isteyerek: - Hava ne kadar güzel, dedi. Bu sade iltifat bende bir kederlendirme etkisi yaptı. Ağlamak istiyordum. Mikaloviç ekledi: - İnsana bundan fazla bir şey lazım mıdır? Ben bu anda o kadar memnunum ki hiçbir eksiklik hissetmiyorum. Tamamen mutluyum. Kendi kendime: ((Bu söylediğin sözlerde önceden bana mutluluğundan bahsettiğin zaman kullandığın kelimelerdeki samimiyet sıcaklığı yok. Evet, sen pek memnunsun. Kalbimde itiraf edilmesi başarılamamış geçek pişmanlığın acı veren ağırlığını, gözlerimde akmasına izin verilmeye cesaret edilmemiş yaşların zehir ateşini hissettiğim vakitten beri, evet, memnun ve rahatsız.)) - Ben de havayı pek güzel buluyorum. Etrafımda her şey o kadar güzel ki hüzün ve üzüntü ile titriyorum. Kalbimde daima birçok arzular, ümitler duyuyorum. Sen de mümkün müdür ki tabiat harikalarından lezzet aldığın zaman hiçbir hüzün ve üzüntü hissetmeyesin? Elini başımdan çekti. Biraz durdu. Sonra dedi ki: - Evet, bu hal, özellikle ilkbaharda, bende de gerçekleşirdi. Ben de geceleri arzu ve ümitlerle geçirirdim. Bu geceler hayatımın en tatlı, en şerefli, en müstesna geceleriydi. Fakat o zaman bütün hayatım önümdeydi. Şimdi ise köydedir. Şimdi sahip olduğum şeylerle kendimi memnun etmeyi biliyorum. Ve işte onun için memnun ve rahatım. Bu sözleri Mikaloviç öyle doğal ve içi rahat bir tavırla söylüyordu ki bundan hissettiğim hüzün ve üzüntüye rağmen kendisinin samimiyetinden şüphe etmeye muvaffak olamadım. - Artık hiçbir şey arzu etmiyor musun? Diye sordum. Fikrimi keşfederek dedi ki: - Mümkün olmayacağını bildiğim hiçbir şey arzu etmiyorum. Beni bir çocuk gibi okşayarak, elini yeniden iltifat edercesine saçlarım üzerinde gezdirerek: - Başını ıslatmışsın, dedi. Ben boynu üzgün ve kederli bir eda ile birden sordum: - Geçmişe ait hiçbir üzüntü ve özlemin yok mu? Düşünmek için derin bir sükûnete daldı. Sonra, üzgün ve hazin bir konuşma ahengiyle: - Hayır, dedi. Kendisine doğru dönerek, nazarlarımı gözlerinin içine dikerek: - Söylediğin doğru değil... Doğru değil… Diye bağırdım. Sen maziye acımıyor musun, teessüf etmiyor musun? Bir defa daha: - Hayır, dedi, mazi için minnettar hislerle duyguluyum. Fakat onun batmasına esef etmiyorum. - Nasıl, mazinin dönmesini arzu etmiyor musun? Yüzünü çevirdi. Nazarı bahçede, başıboş dolaştı. Sonra: - Hayır, mazinin dönüşünü asla istemiyorum, dedi. - Maziye tekrar dönmek için sen orada hiçbir şey bulmuyor musun? Mazinin batışına esef göstermiyor musun? Bundan dolayı beni hiç suçlamıyor musun? - Asla! Doğrudan doğruya bana bakmaya mecbur olması için kolunu tutarak: - Dinle, dedim, dinle. Niçin nasıl yaşamaklığımı arzu ettiğini bana söylemedin? Niçin bana faydalanmasını bilemediğim bir serbestlik verdin? Niçin beni hayatta yalnız olarak bıraktın? Eğer istemiş olsaydın, eğer elimden beni tutmuş bulunsaydın hiçbir şey olmayacaktı. Hiçbir şey… Bana doğru dönerek, şaşkın, sordu: - Ne oldu ki? Ya rab, beni hala anlamıyor mu? Yahut – daha fenası – beni hala anlamak istemiyor mu? Artık gözlerim sulanmaya başlamıştı. Sitemli bir tavırla sordum: - Eğer bir şey olmamış olsaydı hakkımda gösterdiğin hakaret ve umursamazlık ile bana acı verir, bana hayatta şerefli görünen her bir şeyden beni çeker miydin? Ne istediğimi anlamıyormuş gibi:- Ne'n var azizem, dedi. - Her şeyi söylememe müsaade et. Hiç zannetme ki geçen bütün şeylerden sonra yine beni sevmiş olasın. Hayır, (sözümü kesmek için harekette bulundu) uzun süreden beri kalbimde sakladığım her bir şeyi şimdi sana söylemem gerekiyor. Henüz hayatı tanımadığım halde yapyalnız serbest gezmeme müsaade etmeniz benim hatam mıdır? Hakkımda gösterdiğim samimi muhabbete rağmen gösterdiğin sükûn ve lakaytlıktan ben mi mesul olacağım? Her ikimizin felaket sebebi olabilecek bu serbest hayata beni atmak için sen bütün iktidarını kullandın. Asla kendisinde görülmeyen bir dehşet ile: - Fakat bütün bunları sen nereden anlıyorsun? Diye bağırdı. Ben cevap verdim: - Köyde kalmak istemediğini, kışı Petersburg'da geçirmek arzu ettiğini daha dün söyleyen sen değil misin? Bilmiyor musun ki şehirden nefret ediyorum. (Ciddi ve soğuk): - Yeter… Yeter… Kendi kendime derin bir üzüntü ile: Haksızlığını, bana karşı bakış ve duygularının gayet fena, kirli olduğunu düşünüyordum. En sonunda dedim ki: - Rica ederim, beni hiç sevmediğini söyle. Evet, itiraf et bunu. Samimi hıçkırıklarla gözlerimden yaşlar akıyordu. Yüzümü mendil ile kapayarak, çığlıkları zapt etmek için çalışarak: ((Oh ya Rabbim! Beni nasıl anlıyor?)) diye düşünüyordum. Bu anda kalbimde bir seda titredi: Her şey bitti… Her şey… Mikaloviç teselli etmek için bana yaklaşıyordu. Söylediğim sözler onun onurunu kırmıştı. Sesi sakin ve kuru idi. - Neden beni aşağılamak ve kederlendirmeye çalıştığını bilemiyorum. Eğer bu eskisinden daha az söylediğini düşünmekten ileri geliyorsa… Acı bir hıçkırıkla: Ah, sevilmek, dedim ve acı gözyaşlarıyla mendilimi ıslattım. - Mademki serbestçe her şeyi söylememi istiyorsun, öyleyse dinle: - Seni ilk defa olarak gördüğüm dakikadan itibaren gecelerimi yalnız seni düşünerek büyülenerek geçirmeye başladım. Gittikçe şiddetlenen ve beni hükmü altına alan bir aşkın tahammülsüz etkisi ile bitkin idim. Petersburg'da da, yabancı memleketlerde de bana acı verip perişan eden bu aşkı kırmak, yok etmek için nefsimle mücadeleler ederek siyah ve büyüleyici geceler geçirdim. Oh… Fakat o aşkı tamamen mahvedemedim. Bunula beraber gizliliği bitirdim. Sani daima severim. Fakat başka bir aşk ile… - Buna aşk mı diyorsun? Benim için bu, bir işkenceden başka bir şey değildir. Niçin o kadar helak edici ve zehirli bulduğun halde hayat âleminde serbestçe yaşamama müsaade ettin? Ve sonra da bu hayattan memnun göründüğümden dolayı beni sevmemeye başladın? - Bu sebepten dolayı değil, azizem… Ben söylemekte devam ettim: - Niçin üzerimde bütün kuvvet ve iktidarını kullanmadın? Niçin beni kendine bağlamadın? Niçin beni öldürmedin? Evet, beni mutlu eden her şeyden mahrumiyete ölümü tercih ederdim. O zaman beni öldüren, acı bir azap içinde öldürerek yaşayan bu utanç ve pişmanlık hissine uğramazdım. Yeniden yüzümü örttüm. Hüngür hüngür ağlamaya başladım. Bu esnada Katya ile Sotya gelerek yağmurdan ıslandıklarından memnun, terasa koştular. Aramızda uzun bir sessizlik devam etti. Fakat bizi görür görmez sustular ve derhal çekildiler. Aramızda uzun bir sessizlik devam etti. Bütün gözyaşlarımı döktükten sonra ufak bir rahatlama eseri duyar gibi oldum. Zevcime baktım. O, oturmuş ve başını omuzu üzerine yaslamıştı. Bakışıma cevap vermek istiyor fakat yavaşça ah etmekten başka bir şeye muktedir olamıyordu. Yavaşça kendisine yaklaştım. Kolunu çektim. Düşünceli gözleri üzerime yoğunlaşmıştı. Düşüncelerini takip ediyormuş gibi: - Evet, dedi, siz kadınlar… Gerçek hayata dönmezden önce hayatın hiçliğini tatmaya büyük bir ihtiyacınız vardır. İçinde gayet çekici bulduğum bu hayat şu hanedan öyle hissettim ki seni men etmek hakkına sahip değilim. Onun için sana müsaade ettim. - Ah! Mademki beni seviyordun niçin bu faydasız hayat şu haneye beni sevk ettin? Mademki perestiş ediyordun… Niçin beni böyle tehlikeli bir hayatın cehennemi zevklerine terk ettin? Niçin? - Sen istediğin için, o hayata yaklaşmamaya muktedir olamadığın için… Anladın mı? Hayatı, bu faydasız ve helak edici hayatı sana bizzat tattırmak gerekiyordu. Ve sen şimdi onu öğrendin. - Ah, sen çok haklısın, pek çok… Tekrar yeniden sessizlik başladı. Nihayet cevap verdi: - Söylediğin şey pek acıdır. Fakat bir hakikattir. Ayağa kalktı. Teras üzerinde dolaşmaya başladı. Birden karşımda durarak dedi ki: - Hayır, hata bende. Sizi böyle şiddetli, cansız bir aşk humması ile sevmeyecektim. Evet, bu benim hatam. Tam bir korku ve çekinceyle: - Hepsini unutalım, dedim. - Hayır, artık geçmişin mutluluğu bir daha geri gelmeyecek. Söylerken sesi gayet tatlı bir şekilde değişmeye başlıyordu. Elimi omuzuna koyarak dedim ki: - Fakat şimdi her şey dönmüştür. - Hayır, geçmişin batışına yazıklanmadığımı söylemekle hakikati itiraf etmiş olmadım. Oh, evet… Bu, canlandırılması artık mümkün olmayan defnedilmiş aşkın matemini en acı ıstıraplarla tutuyorum. Mazinin mutlu zamanlarına derin bir teessüf ve üzüntü nazarıyla bakıyorum. Hata kimindir, bilmiyorum. Aşk daima vardır fakat bu eski aşk değildir. Artık bu eski aşkın kuvveti, hayat özü yok. Yalnız latif hatıraları kaldı. Hepsi bundan ibaret… Sözünü keserek dedim ki: - Oh, böyle söyleme! Her şey eskiden olduğu gibi olacak. Her şey yeniden diriltilebilir, değil mi? Bunu sorarken gözlerine sıcak ve ateşli bir arzu ile baktım. Dingin nazarlarında – eskiden olduğu gibi – artık derin ve ateşli bir bakış manası yoktu. O vakit anladım ki arzularım beyhude ve istediğim şeyin diriltilmesi imkânsızdır. Mikaloviç sakin ve şefkatli bir tebessümle cevap verdi. Fakat bu tebessüm bana bir yaşlı handesi şeklinde göründü: - Sen hala ne kadar gençsin. Ben ise ne kadar ihtiyar! Artık senin bütün ruhunla istediğin şeyi ben vermeye muktedir değilim. Artık birbirimizi aldatmayalım. Eskiden hissettiğimiz heyecan ve acıları şimdi tanıyamadığımızdan dolayı birbirimizi tebrik edelim. Artık arayacak, isteyecek hiçbir şeyimiz yoktur. Aradığımızı biz bulduk. Saadetimiz pek küçük değildir. Şimdi o, bize bu mini mini varlık için bir ülfet ve muhabbet yolu bırakıyor. Bana kollarında küçük İvan ile gelen ve terasın girişinde duran sütanneyi gösteriyordu. Sözünü bitirmiş olmak için ilave etti: - İşte böyle azizem… Sonra bana doğru ilerleyerek beni öptü. Fakat artık bu, genç bir aşığın ateşli busesi değil, belki ihtiyar bir sevenin hararetsiz ve tatsız bir busesiydi. Gecenin kokulu tazeliği – daima kuvvetli ve etkili – bahçeye yayılıyor, sesler daha kuvvetli, doğanın uğraşıları daha muhteşem oluyor, semada cisimler daha ziyade parlıyordu. Zevcime baktım. Ruhumda bir hafiflik, bir rahatlık duydum. Sanki beni acısının pençesinde ezen şiddetli sinir mahvolmuştu. Mikaloviç: - Tam çay içilecek zaman, dedi. Beraber küçük salona girdik. Kapının eşiğinde yeni sütannenin kucağında mini mini İvan'a tesadüf ettim. Çocuğumu kollarımın arasına aldım. Çıplak ve pembe bacaklarını gayet dikkatle açtım. Sıkıştırdım, sevdim… Dudaklarımla öptüm. Uyandı. Mini mini ellerini parmaklarıyla beraber kımıldattı. Endişeli gözlerini açtı. Birden bakışları üzerime yöneldi. Yarı açık dudakları arasından masum bir tebessüm belirdi. ((Bu mini mini varlık benimdir ha…)) diye düşündüm. Bütün varlığımı titreten şiddetli bir saadet heyecanı içinde İvan'ı göğsümde öyle samimi bir şiddetle, öyle tarif edilmez can atıcı bir analık hissi ile sıktım ki yumuşak ve nazik vücut azalarını incittim diye korktum. Mini mini soğuk ellerini öpmeye başladım. Başına varıncaya kadar bütün nazik ve minyon vücudu saçlarımla örtülüydü. Eşim yanıma yaklaştı. Çocuğuna hitaben: - İvan Sergoviç, dedi. Fakat ben ((İvan Sergoviç))e böyle hitap edilmesinden, yüzünün açılmasından müteessir oldum. Benden başka hiçbir kimse onu uzun süre, böyle derin vecd ve istiğraklar içinde, temaşa etmeyecek. Bu esnada zevcim bana bakarak gülüyor. Birçok senelerden beri ilk defa olarak zevcimin bu bakışının tesadüfünden derin bir hoşnutluk hissettim. Bugünden itibaren kahramanları zevcim ile benden ibaret olan roman… Evlilik hayatımın romanı bitti. Eski hayat ancak bir geçmiş hatıra kabilinden başka bir etki bırakmadı. Yeni bir his, çocuklarım ile pederlerinin muhabbeti gözlerim önünde yeni bir hayat ufku açtı. Büsbütün başka, mutlu ve eskisinden farklı bir hayat… Ve ben bugün o hayat yolunda sebatkâr adımlarla şimdi yürüyordum. SON